“Düşersek, hep birlikte
düşeceğiz. Gezi, Gazi ve Gazze sadece ses değil, öz açısından da kardeş. Diz
çökersek, hepimiz ezileceğiz. Taksim, Syntagma ya da Tahrir, sadece şekil
değil, söz olarak da yoldaş. Göğsümüz delinirse, hepimizden kan akacak.
Roboski, Felluce ya da Reyhanlı, sadece kanlı haritamızda birer im değil, imge
olarak da omuzdaş. Ayağa kalkacaksak hep beraber kalkacağız. Ak libaslarımıza
kanlı kılıçlarını silmeye çalışanların yüzüne tükürerek, yeniden doğrulacağız.”[1]
Bu
kelimelerin dizilebildiği, aynı safta durabildiği günlerdi.
Düşman,
kardeşleşmenin, yoldaşlaşmanın, omuzdaşlığın sesini hepimizden daha önce duydu.
Önlemini aldı. Gerekli müdahaleleri yaptı. İç ajanlarıyla kendisine yol açtı. O
iç ajanlar, birey tanrısıyla düşündüler, “her şey birey için” dediler. Kardeşi,
yoldaşı ve omzu yeniden, kendilerine göre tanımladılar. Bireyin işaret ettiği
devlet veya burjuvazi, her yana nüfuz etti. Gezi’yle gaz alındı. Muktedirler rahatladı.
Gezi,
en çok da çözüm süreci bağlamında gerçekleşti. Çözüm süreci, o çözülme olmasaydı,
büyük ihtimal Gezi olmazdı. Onun Kürd’e ayrı, Türk’e ayrı planı vardı. Köyleri yakan
akrepler, İstanbul sokaklarında dolaştı. Ambulanslar yaralı değil, cephane ve
polis taşıdılar. Polis, bir radyo aplikasyonunun cep telefonları üzerinden
yayılmasını sağladı. O aplikasyonla birçok kişiyi avladı. Devlet, meseleyi
kimliğe, kişisel hazza, kişisel tercihlere, kişisel mızmızlanmaya kapatıp
boğdu. O günkü doğaçlama dans zırvaları ve yoga faaliyetleri bizzat Devrimci
Yol gibi örgütlerin bürolarına taşındı.
Gezi de kendiliğindencilik eleştirilerine kurban gitti. Önce ürktüler, kadrolarını uzak tuttular, sonra “rezil oluruz” diyerek, eylemlere katıldılar. Ardından da seçim sürecine bağlanan Gezi’nin bilhassa sosyal medyada edindiği popülariteyi istismar etmeye, yelkenleri o rüzgârla şişirmeye, geri gördükleri kitlenin en gerisine tutunmaya, onu CHP ile yürütülen pazarlıklarda bir koz olarak kullanmaya çalıştılar.
Nihayetinde de
Gezi, kendiliğindencilik eleştirisi üzerinden çöpe atıldı. “Anlamsız ve değersiz”
kılındı. “Birey ve Özne”ye dair ezberler, Gezi’yi tüketti. Birey ve Özne için
adsız adressiz kitle hareketi, heba edildi.
İç
ve dış düşman, bu anlamı anlamlı, değeri değerli kılan güce dair algı ve
bilgimiz üzerinden ilerliyor. Düşman, bizdeki birey ve özne anlayışının
gölgesinde mevzileniyor. Kolektiften ayrılanı kurt kapıyor. Kolektife dair
küfür, Gezi günlerinde güncelleniyor. Bireyin bencilliği, kibri ve üstenciliği,
köpürtülüyor. Gezi buradan tanımlanıyor. Bu tanımda Gezi, Gazi’yi, Gazi Gazze’yi
küçük görmeyi öğreniyor. Küçük görenler, küçülmeyi istiyorlar, en fazla
küçülebiliyorlar.
Ecevit,
ellilerde, “bu sosyalistlere yanlıştan dönmeleri için manevra alanı verilmeli”
diyor. Sonra gecekondulara izin vererek, devrimcilerin toprağını gasp ediyor,
ardından da 74 affıyla geleceklerine ipotek koyuyor. Devrimcilik, artık Cumhuriyet
gazetesini dürüp arka cebine sokarak alınan bir nefese indirgeniyor. Onların
havasında nefes alıp vermeyi öğreniyoruz. Bunu sosyalist siyaset zannediyoruz.
AKP faşizmini sopa diye sallıyorlar. En keskin devrimcimiz bile Mustafa Kemal’in askeri, laiklik zabiti, ilerlemecilik muhafızı oluveriyor. Hepimizi bir bir CHP’ye örgütlüyorlar. CHP, bizi devlete ve sermayeye kul ediyor. Sol, Mehmet Şimşek’in Davos’a bağlılığını, İmamoğlu’nun aynı düdüğü öttürdüğünü görmüyor. Gene susuyor. Yalana örgütleniyor, yalanı örgütlüyor. Düşmanın nefesiyle nefesleniyor, açılan manevra alanında teslim olmayı öğreniyor.
Misal: 7
Ekim günü “Vatanımızı savunacağız. Yaşasın İsrail!” diyen yoldaşını kapının
önüne koyamayan TKP’nin ağzındaki “Filistin”, yalandır. Gezi’nin “Seferberlik
Tetkik Kurulu’nun işi” olduğunu söyleyen şefini kovmayan TKP’nin dilinden
dökülen, Gezi’ye dair ne varsa yalandır. Emekçi mahalleleri semtevleriyle
burjuvazinin dişine uygun kıvama getirmeyi öngören aklın Gazi’ye dair fikri,
tümden yalandır. Gezi, Gazi, Gazze, küçük burjuvazinin düzenle bağlarını
rahatsız etmiyorsa boştur. Bu solculuk, teslimiyetçi olmaya mecburdur.
“Çünkü örgütler,
emperyalizm ve kapitalizm karşıtı kavramlar setiyle ve proletarya-burjuvazi
ayrımıyla değil, soyut, sadece burjuvaziye işaret eden, ‘ileri-geri’ ayrımıyla
düşünüyorlar. Böyle düşünmeye alıştırıldılar. İlerici olmakla övünmeye, ilerici
oldukları için sırtlarının sıvazlanmasına alıştılar.”[2]
Gezi,
Gazi ve Gazze, ileri değil, geri. Gerici. Geri olana dair. İlericilikle,
ilerlemecilikle, aydınlıkla, aydın olmakla, aydınlanmayla ilişkisi üzerinden
egemenlerden, devletten ve sermayeden övgüler alan küçük burjuvazi, onları kirli-zararlı
görmeye, dilden ve eylemden kovup arınmaya mecbur.
“Aydınlanma
seferberliği”, burjuvazinin asimilasyon politikası, devletin işgal pratiği,
emperyalizmin sömürgecilik faaliyeti. Bu görülmeden Gezi, Gazi, Gazze, birbirine
bağlanamaz.
Sola
göre, Gazi’ye plazalar dikilmeli. Gezi, plaza aklına teslim edilmeli. Gazze,
plaza sahiplerinin insafına bırakılmalı. Sosyalist hareketin bulduğu, bulup
bulabileceği tek çözüm bu. İradeyi sadece “eğitimli sınıflar”a teslim
edebilen, sadece ona güvenen akıl, başka bir şey söyleyemez.
Lenin:
“Liberaller işçi sınıfına ‘toplum
sizi severse siz güçlü olursunuz’ diyor. Oysa tam tersi doğru: İşçi sınıfı
güçlü olursa toplum onu sever.”
Bu ilericilik, ilerlemecilik, aydın olma hâli, işçi sınıfına öğütleniyor. Onun geri kaba hâlinden nefret ediliyor. Oradaki çapaklar, pürüzler, kirler, sermaye ve devlet adına ayıklanmaya çalışılıyor. İşçi sınıfına kendisini birilerine nasıl sevdireceği öğretiliyor. Kan ve terden arınmış, steril işçi, küçük burjuvanın dünyasına layık hâle getiriliyor. Bugün işçi demek bile gericilik göstergesi olarak görülüyor.
Engels:
“Manifesto’ya Sosyalist
Manifesto diyemezdik. 1847’de, sosyalist denilince, bir yanda çeşitli ütopyacı
sistemlerin yandaşları: her ikisi de şimdiden salt mezhep durumuna düşmüş,
giderek ölmekte olan İngiltere’de ovıncılar, Fransa’da furiyeciler; öte yanda,
her türden yamacılıkla, sermayeyi ve kârı hiçbir tehlikeye sokmaksızın, her
türlü toplumsal bozukluğu düzeltmeyi taslayan çok çeşitli toplumsal
şarlatanlar, her iki durumda da işçi sınıfı hareketi dışında ve destek için
daha çok ‘eğitilmiş’ sınıflara güvenen kimseler anlaşılıyordu. İşçi sınıfının
hangi bölümü salt siyasal devrimlerin yetersizliğine inanmış ve toptan bir
toplumsal değişmenin zorunluluğunu ilân etmişse, işte o bölümü o sıra kendisine
komünist diyordu.”[3]
Engels,
burada ayrıca devlet karşıtlığından söz ediyor. İktidar mücadelesine vurgu yapıyor.
Marx ise kendini devlete karşı mücadeleyle kuran, inşa eden devrimci harekete
işaret ediyor.
Sosyalistler,
komünist hareketi boğdular. Marx, Engels ve Lenin'i unutturdular. Egemenler, bu iradeyi besledi. Hareketin en azından
yetmiş yıldır, kendisini devlet karşıtlığıyla değil, hükümet karşıtlığıyla
kurmasına izin verdiler. Manipülasyon ve kooptasyon, buna göre gerçekleşti. Hükümet
karşıtlığı üzerine kurulu solculuk ve sosyalistliğin sırtı, hep “ilerici” olduğu
için sıvazlandı. Bazen de o, sopayla yola getirildi.
Gezi, Gazi, Gazze arasındaki bağ kurulmak zorunda. Küçük burjuvanın hükümet karşıtlığıyla ve yaranmacı ilericiliğiyle kurulabilecek bir bağ değil bu. O bağ, ancak proleterin devlet karşıtlığıyla kurulabilir.
Bu üç dinamiği plazaların gölgesinde boğanlar,
o bağa düşman, bu bilinmeli. Özal’ın yaptığı köprüleri, 2000’lerin
gökdelenlerini, bugünün yapay zekâsını ağzı açık alıklar gibi izleyip
sermayenin ilerleyişine övgüler dizen sosyalistler, tasfiye edilmeli.
Gezi’deki hükümet karşıtlığının ardındaki devlet karşıtlığı, başka kanallarla birleştirilip beslenmeli. İleri-geri ayrımı ile değil, emperyalizm karşıtlığı ve burjuvazi-proletarya ayrımı ile düşünülmeli. Hükümet karşıtlığının solcuyu Kılıçdaroğlu’yla yan yana getirdiği görülmeli. CHP kuyruğuna tutunanların Gazze için yapılan eylemlerde muhalif Müslümanlarla yan yana gelmesi, tabii ki mümkün değil. Onların elinden, emperyalistlerin İslam ile kurulan kitlesel bağları kopartmasına sevinmekten başka bir şey gelmez.
İlericiler,
Gezi’ye politikasız politika, Gazi’ye Ali’siz Alevilik, Gazze’ye Filistin’siz İsrail dışında bir şey öneremezler. Onların yolu, egemenlerin yoludur. Onlar,
içimizdeki düşmandır.
“Sermayeyi
ve kârı hiçbir tehlikeye sokmaksızın, her türlü toplumsal bozukluğu düzeltmeyi
taslayan çok çeşitli toplumsal şarlatanlar”la her fırsat ve durumda dövüşülmelidir.
Hükümet
karşıtlığı, hükümetin içimize sızmasıdır. Tam da bu sebeple Bugün her örgütte bir “gölge kabine”
konuşmaktadır. AKP’yle kurulan eşitlik ilişkisinin özgürlüğün güvencesi
olacağına inanılmaktadır. AKP karşıtlığı, burjuvaziye olan hasedin ve
proletaryaya yönelik nefretin cisimleşmiş hâlidir. Hesaplaşılmalıdır.
Hükümet
denilen olgu, içe sızmış, nüfuz etmiş, egemenler böylelikle aklımıza, zihnimize,
ruhumuza hükmeder hâle gelmişlerdir. Bugün sosyalistler, en basit sosyalist tespite,
teoriye, fikre karşı olan şeyleri bile kabul edilir kıvama getirilmişlerdir.
Devlet
karşıtlığının da içe sızma, nüfuz etme tehlikesi mevcuttur. Ama tarihsel
süreçte ezilenlerin iktidar deneyimlerine ve teşebbüslerine bağlanmayan
hareket, dilde ve eylemde yüktür. Bu deneyimler ve teşebbüslerle inşa edilmiş
bir hareket yoksa hükümet karşıtlığının da bir anlamı yoktur.
Eren Balkır
1
Haziran 2024
Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Duvarlar ve Böcekler”, 11 Haziran 2013, İştiraki.
[2]
Eren Balkır, “Emperyalizmin Neferleri”, 28 Mayıs 2024, İştiraki.
[3]
F. Engels, “Komünist Manifesto’nun 1890 Tarihli Almanca Baskısına Önsöz”, 1
Mayıs 1890, MIA.
0 Yorum:
Yorum Gönder