Bu,
oldukça ilginç bir tartışma, yoldaşlar. Ben, bu tartışmayı hem cesaretlendirici
hem de cesaret kırıcı buluyorum.
Bu
Tartışmayı Neden Yürütüyoruz?
Başta
şunu belirtmeliyim: 2018’deki parti kongresine sunulan önergeye katıldığımı söylemek isterdim.
Lâkin bu mesele, sadece partimizde değil, birçok yerde kafa karışıklığına yol
açan bir mesele. Neticede partimiz, toplumun bir yansıması. Dolayısıyla eğer bu
mesele konusunda bizim kafamız net değilse, parti dışındaki insanlarda kafa
karışıklığı daha yoğun demektir. İşte bu yüzden yürütüyoruz bu tartışmayı.
Öte
yandan, önergeye karşı çıkanların dile getirdiği argümanlara da yakın
duruyorum, ama gene de bir tartışmanın yürütülmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bazılarının politik söylemlerinin merkezine kimlik politikasını
yerleştirdikleri açık biçimde görülüyor. Okulda, toplumda, burjuva gazetelerde,
kafanızı çevirdiğiniz her yerde bu politika çıkıyor karşınıza.
Bazı
insanlarsa, herhangi bir fikir beyan etmeden, sadece kimlik politikasına ve
toplumsal cinsiyet meselesine atıfta bulunuldu diye öfkeden deliye dönüyorlar.
Bunun
sebebini sormak zorundayız, çünkü bu, birkaç yıl önce insanların zihinlerini
etkileyen bir konu değildi. İnsanlar eskiden bu tür konulardan bahsetmez,
onları tartışmazdı. Bir mesele olarak bile ele alınmazdı.
Marx
& Engels, Lenin ve Stalin toplumsal cinsiyetin akışkanlığını esas alan
politikaya dikkate kesilme gereği duymadı, çünkü ortada böyle bir mesele yoktu.
Bahsini ettiğim, kongrede sunulan önergeye karşı çıkanların görüşünün aksine bu
kavram, hiç de “İnsanlık” kavramı kadar eski değil.
Maddi
Gerçeklik Diye Bir Şey Var mı?
Yürüttüğümüz
tüm tartışmaların kaynağının maddi gerçeklik olduğunu düşünüyorum. Bu noktada
kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor? Maddi bir gerçeklik var mıdır? Bu, her
meselenin zeminini teşkil eden, felsefeye ait temel bir sorudur.
Diyalektik,
tam da bu noktada güçlüdür. Burada bu konuya girmeyeceğim. Onu icat eden ben
değilim, ben, sadece diyalektiğe ve Marx’ın devrimci öğretilerine bağlı kalmaya
çalışan birisiyim.
Diyalektik
materyalizmi doğal yollardan edinmedim. Annem de babam da Marksist değildi.
İdeolojik temel, ancak okumayla edinilecek bir şey. Fikirleri ve anlayışları
mücadelenin konusu kılmak gerekiyor.
Herkes
gibi ben de burjuva bir toplumda yetiştim. Kimya eğitimi aldım. Okulda bazı
konuları sevdim, bazılarını sevmedim. Bir süre sonra fark ettim ki kimi
öğretmenlerle ilişkim belirliyor, o öğretmenlerin verdikleri derslerden aldığım
keyfi. Ama gene de bilime doğal bir meylim, becerim olduğunu söylemem lazım.
Sonra
tarih ve politika okumanın bana keyif verdiğini fark ettim. Sonra
öğretmenlerimle tartıştım. Bazen anti-sosyal görünmemek için, kendi fikirlerine
katılmadığımda beni sınıftan çıkarttılar. Sınıfı kontrol edemiyorlardı. Ben de
o dersleri bıraktım. Bilime yoğunlaştım. “En azından bilim nesnel” diye
düşündüm. İki kere iki dört ediyordu ve bu tür konuları kimse tartışamıyordu.
Lenin,
“eğer geometriye ait bir aksiyom insanın çıkarlarını etkilerse o aksiyomu
çürütmek için illâki birileri adım atar” derken haklı.
Peki
burada Lenin neyi kastediyor? Bir yerin alanını hesaplarken basit formüllere
başvurulur veya bir üçgenin alanı da böylesi basit bir formülle bulunur.
Tabanla yükseklik çarpılır, çıkan sonuç ikiye bölünür. Buna katılmayacak biri
çıkabilir mi? Bir çember kendisini kare sanıyorsa kare midir? Böyle bir şeyi
kimse söylemez, aptal durumuna düşer!
Bir
çember kendisinin kare olduğunu neden söyleyemez? Çemberle kare arasındaki
şekilsel bir akışkanlık söz konusu mudur? Temelde aynı şeyler midir? Sonuçta
ikisi de belirli bir alan kaplamaktadır. Peki onları birbirinden ayıran nedir?
Neden insanlık nesnelerin yeşil mi yoksa mavi mi olduğunu dert eder kendisine?
Maddi
bir gerçeklik var mıdır? Olmadığını söyleyenler çıkacaktır. Biz onlardan
değiliz. Bunu demek Marksizme aykırıdır.
Cinsiyet,
Toplumsal Cinsiyet ve Toplumsal Cinsiyetin Akışkanlığı
Cinsiyet
önemli mi? Cinsiyetin ne olduğu konusunda birileri bizim kafamızı karıştırmaya
çalışıyor. Cinsiyetle (sex) toplumsal cinsiyet (gender) aynı şey
mi? Öyle ama, ABD’de yetmişli yıllarda bir grup akademisyen, aynı olmadığına
karar verdi. Bu akademisyenler, “toplumsal cinsiyet” kavramını kendilerince
kullanmaya devam ettiler. Ona “tüm insanlar arasındaki kadın/erkek ayrışmasını,
bu biyolojik farklılaşmayı, onunla ilgili toplumsal beklentileri merkeze alan,
toplumsal düzeyde inşa edilmiş olan bir yapı” anlamını yüklediler.
İyi
de “kadınla erkek arasındaki biyolojik farklılaşma” dedikleri şey gerçekten
var. Sadece insanlarda da değil üstelik. Bu farklılaşma, doğadaki birçok türde
mevcut. Doğanın sebep olduğu ayrışmaya bağlı olarak doğurmak doğal bir
biyolojik süreç. Doğada yüzleşilen bir olgu bu.
Bu
tartışma gelip bizi nasıl buldu, önce bunu hatırlamak gerek. Biz, en az dört
beş yıldır birlikte çalıştığımız insanlarda, parti üyelerinde, aday üyeler ve
destekçiler arasında kimlik politikasının karşılık bulduğunu, bu ideolojik
eğilimin güçlendiğini gördük. İlgili dönemde kimlik politikası bir şekilde moda
hâline geldi.
Bir
tür moda ve eğilim olarak partinin kapısını çalan kimlik politikası sadece
yetmişlerde akademi duvarları arasında sıkışıp kalmışken, birden dünya
gündemine oturdu, yaygınlaştı, birileri tarafından reklâm edildi. Bu politikayı
reklâm edenler, komünistler ya da sosyalistler değildi ama komünistlerin,
sosyalistlerin önemli bir kısmı kimlik politikasını benimsedi. Çünkü onlara yol
gösteren, körü körüne itaat etmelerini sağlayan burjuva toplumunun ta
kendisiydi.
Burjuva
Politika ve Proleter Politika
Ne
var ki biz farklı türde bir partiyiz. Dolayısıyla oturup şu soruları sorduk:
Parti içinde gelişen bu söylemin gayesi nedir? Bu tartışmanın gayesi nedir?
Demokratik merkeziyetçiliğin gayesi nedir? Ancak bu tür sorulara cevap bularak
hakikat açığa çıkartılabilir, neyin bir bütün olarak işçi sınıfının çıkarlarına
olduğu ancak bu sayede belirlenebilir.
Biz,
işçi sınıfının partisi olduğumuzu iddia ediyoruz. Bu, büyük bir iddiadır.
Dürüst olmak gerekirse, esasen bu sınıf partisi henüz rüşeym hâlindedir. En
nihayetinde devrimi yapacak olan örgüt ve halk hâline gelecek değiliz. Biz daha
işin başındayız. Partiyi inşa etme sürecinin ilk aşamasındayız.
Önce
işçi sınıfının güvendiği parti seviyesine ulaşmalıyız. İşçi sınıfının en iyi
unsurlarını saflarımıza ve örgütümüze katabilmeliyiz. Kitleler içerisine kök
salmalı, onların söylediğimiz her şeye güvenen, onları kabul eden bir konuma
gelmelerini sağlamalıyız.
Biz
hakikati bulmaya gerçekten çalışıyoruz. Hakikatse bu süreçte en büyük
müttefikimiz.
Toplumsal
Cinsiyetin Maddi Gerçekliği Neden İnkâr Ediliyor?
“Kadın
ve erkek diye bir şey yoktur” lafı neden moda hâline geldi? Bence bir iç bülten
hazırlanıp parti içi tartışmanın başarıyla yürütülmesi noktasında kullanılmalı.
Tartışma, kapımızı Twitter hesabımıza yazılan bazı yorumlar sebebiyle çaldı.
Twitter’da hesabımızı kontrol eden arkadaşımız “faşist” ve “ırkçı” türü
laflarla mahkûm edildi.
Bu
lafların bir karşılığı var mı? Bu kongrede kalkıp tartışmaya giren
yoldaşlarımızı mı mahkûm edeceğiz? Onlara “şunları şunları söylerseniz sizi
atarız!” mı diyeceğiz?
Yoldaşlığa
yakışan bir şekilde tartışma yürütmek bu mudur? Bu üslup ve yaklaşım
tartışmalarımızı bir milim ileri taşır mı? Sağlam bir kavrayış edinmemize katkı
sunar mı? Hayır! Bu noktada bilimi dikkate almak, toplumsal olguları dikkate
almak zorundayız. Sınıfımıza hizmet edecek doğru bir konuma sahip olmaya
mecburuz, bunu başaramazsak, örgütümüz varolamaz.
İşçi
sınıfı bizsiz kurtulamaz diye bir şey yok. Kurtulabilirler. Ama gene de şunu
sormalıyız: dünyayı ve Britanya’yı yorumlama konusunda gerekli beceri ve
birikime sahip liderleri geliştirmezsek, onları ileri itmezsek sınıf bu süreçte
geriye düşmez mi?
Hem
de nasıl! Emekçi halka öncülük edebilecek belirli bir sınıfsal konumu
geliştirip savunmanın, belirli bir zemine kavuşup doğru bir yönelim içine
girmenin ne denli zor olduğunu biliyoruz. Bu eskiden bir sorundu, bugün de
sorun. Çünkü karşımızda bize mani olmayı kendi çıkarına gören ve fiiliyatta
mücadele eden bir sınıf var.
Britanya
kapitalist sınıfı boş durmuyor, sorun çözmek onları mutlu kılıyor. Ellerinde
hazır cevaplar yok, ama güç için gerekli tüm araçlara ve sermayeye sahipler.
Bir
aydın işçiyi alıp karşısına bir sorun çıkartırlar, çözümle gelen işçiyi
birlikte çalışılır kabul ederler, işe alırlar, küçük bir vaka çalışmasında
ayrıştırıcı fikirlerini öne sürerler, böylece insanları kıvama getirirler.
Britanya’da
sınıfsal analiz birçok işçiye yabancı, çünkü o modası geçmiş kabul ediliyor
artık. Bunun nedeni ise her üniversitenin, her âlim diye ortalıkta gezinenin,
her bilgi kaynağının sınıfsal analizi mahkûm etmesi, onu alaya alması. Belirli
şeyleri yaptığınızda çocuğunuzu kreşe gönderme, doktora unvanınızı alma ve
üniversitede okutman olma hakkına kavuşuyorsunuz.
Endüstride
ve bilimde para getirecek bir ilâç veya teknoloji ürettiğinizde hemen
ödüllendiriliyorsunuz.
İşçilerin
Ekonomik, Fikri ve İdeolojik Açıdan Önemsizleştirilmesi
Tıp
fakültesinde okurken fazla bilgili, entelektüel, kendisini beğenmiş ve övüngen
bir hocamız vardı. Üst orta sınıfa mensup tipik bir İngiliz olan bu adam, hem
Oxford hem Cambridge bitirmişti. Araştırmaları üzerinden edindiği fikri
mülkiyet hakkı sayesinde milyoner oldu. Saygı gördü, ama bir yandan da herkesçe
kötü bilindi. Sonradan Omeprazole adını alacak olan proton pompası inhibitörünü
o keşfedip geliştirmişti.
Midedeki
asit oranını düşen bu ilâcın icat edilmesinde önemli bir rol oynayan bu
hocamız, birkaç yıl önce Royal Free Hastanesi’nde üniversite öğrencilerine
verdiği bir ders esnasında bize elde ettiği sonuçların farklı dergilerde
yayınlandığı günlerde New York Borsası’ndan birisinin kendisini aradığını
söyledi.
Arayan
kişi, üstelik araştırmalarından bile haberdardı. Bu bilgi karşısında şaşıran
hocaya telefondaki kişi bir soru yöneltti: “Bu ilâcı belirli bir süre boyunca
almak zorunda mıyız yoksa etkisini göstersin diye almaya hep devam mı
etmeliyiz?”
Soru
üzerine profesör “almaya devam etmelisiniz” cevabını verdi. Borsa’dan arayan
kişi “çok teşekkür ederim, bu harika” deyip telefonu kapattı.
Hocanın
keşfettiği ilâç, sonrasında ilâç sektörünün en fazla para getiren ilâçlarından
biri hâline geldi. Çünkü sürekli para akıtılmasını gerekli kılıyordu. İlâç,
sorunu çözmüyordu aslında. Sindirim sistemindeki semptomları kontrol altında
tutmak adına ömrünüz boyunca bu ilâcı almak zorunda kalıyordunuz. Böylece ilâç,
sektör tarafından sınırsız kazanç kaynağı olarak görüldü.
Bilim
sahasında, kalp damarlarındaki anormal genişleme anlamında anevrizma tedavisi
için damar içine yerleştirilen stentlerle ilgili son araştırmalara neden tonla
para yatırılıyor? Tek bir hastanın iyileştirilmesi için gerekli sağlık
harcamasını 50.000 sterlin artıran bu stenti kullanmak yerine toplumun sigara
sorunundan kurtulmasına neden katkı sunulmuyor?
Bu
milyarlarca dolar para, az sayıda sanayileşmiş ülkedeki belirli sağlık
sistemlerinde daha fazla para kazanmak adına, bir avuç zengin iyileşsin diye
tedavi yöntemlerini geliştirmeye akıtmak yerine koruyucu sağlık programının
geliştirilmesine harcamak daha faydalı olurdu.
Sıtma
veya verem araştırmalarına kaç para harcanıyor mesela? Belirli hastalıkları
tedavi etmede aspirinin kullanılabileceğini anlamak için ne yapmak gerek?
Patenti alınamayan ucuz ilâçların kullanılması ve uygulanması hiç tercih
edilmiyor, kimse bu konuyu gündeme getirmiyor.
Kapitalist
sınıf, ücretli köleleri sömürerek sermaye biriktirmeyi çıkarına görüyor.
Kültürde
Burjuva İdeolojisi: “Tarafsızlık” Lafındaki İkiyüzlülük
İdeolojik
görüş diye bir şey var. Bilim ve sanat, burjuvazinin nüfuzundan ari değil.
Lenin’in 1905 tarihli o çok güzel yazısında dediği gibi “aydın sınıfı taraf
tutmalı.”
“Bitaraf olmayın. ‘Sanat
sanat içindir’ demeyin. Paraya sahip olanların, kapitalist yönetici sınıfın
beslediği, sipariş verdiği işlerinizin fikrî açıdan bitaraf olduğunu iddia
etmeyin. Nesneyi adıyla çağırın. Emekçi halkın sıkı savunucuları olun ve bunu korkmadan
dillendirin, daha iyi bir topluma ulaşmanın yolunun özgürleştirici bir
kültürün, proleter devrimci ideolojiyi temel alan bir kültürün geliştirilmesi
olduğunu çekinmeden söyleyin.”
“Açık
açık taraf olmalısınız!” Lenin sanat, kültür ve bilim için bunu söylüyordu.
Cinsiyet
ve Cinsel Kimlik
Burada
meselemiz cinsellik. Peki buraya kadar söylediklerimizin cinsellikle ne alakası
var? Buradan Twitter’daki o aslında masum olan mesaja geri dönelim. Bence bu
yazı, anlaşmazlığa yol açacak bir yazı değil, bu anlamda zararsız, hatta
eğlenceli.
Orada
şunu yazmıştık: “Bugün ortalıkta, aslında maruz kaldığımız zulümle artık
mücadele etmeyen, esasen gerçeklikle mücadele eden, ama bir yandan da kendisine
sosyalist diyenlerden oluşan bir grup var!” Devamında da bir makalenin linkini
vermiştik.
Peki
bu lafı neden etmiştik? Orada bahsini ettiğimiz örgüt, Devrimci Komünist Grup
denilen, geçmişte oldukça küçük bir örgütten kopmuş olan insanların oluşturduğu
bir ekipti. Bu ekibin Kızıl Kavga isminde bir blogları vardı
ve orada “toplumsal cinsiyet diye bir şey yok” anlayışını savunuyorlardı.
İddialarına
göre toplumsal cinsiyet bir tür “tıbbi komplo” idi. Buna göre doktorlar doğum
esnasında gidip bir yerde toplanıyor, kendi aralarında doğan kişiye toplumsal
cinsiyet rolü tayin ediyorlardı.
Bu
anlayışa göre hamile kadınlar, bebekleri yirmi haftalıkken ultrasona
girdiklerinde aslında bebeğin dişi ya da erkek olduğuna bakılmıyor. Kızıl
Kavga öyle diyor! Ortada tıbbi bir komplo var! Bebek doğduğunda doktorlar,
bebeği inceleyip onun erkek ya da dişi olduğunu söylüyorlar. Kadın erkek, kız
çocuğu, erkek çocuğu gerçek değil, böyle şeyler yok aslında!
Bu
tür laflar bize saçma ve abes gelmişti, o nedenle o notu yazmıştık. Yazı epey
ilgi gördü. Yüz bin civarında kişinin gördüğü yazının altına “siz TERF
misiniz?” yorumu düşüldü.
O
günlerde TERF’in anlamını bilmiyordum. Sonra öğrendim. “Transları Dışlayan
Radikal Feminist” demekmiş. İyi ama ben TERF değilim, çünkü feminist değilim!
“Erkek ve kadın anlamında toplumsal cinsiyet diye bir şey var” diyen herkesi
faşist ilân ediyor bunlar.
Toplumsal
cinsiyet diye bir şeyin olmadığını söyleyen böylesi bir ideolojiyi kim yayıyor?
Cinsiyetin yalan olduğunu kimler söylüyor?
Bir
de “engelli ayrımcılığı” ve “tercihen engelli ayrımcılığı” diye bir şey var.
Bunlar, “İki bacağım iki kolum var. Aslında gerçekte ben engelli olarak dünyaya
geldiğimi düşünüyorum” diyorlar.
Dünyada
bir ayağı veya bacağını kestirme, hissettikleri neyse, iç sesleri ne diyorsa
ona uymak amacıyla fizikî formlarını değiştirmek adına bıçak altına yatma hakkı
için imza toplayan insanlar var.
Bu,
en nihayetinde idealizm değil de nedir? Felsefi anlamda idealizm, “maddi dünya
diye bir şey yok” diyor. “Asıl önemli olan, benim düşündüğüm şeydir” diyor. Bu
mantık uyarınca “fikirler aslidir, madde fikirlere uymalıdır” iddiasında
bulunuyor. Bu fikriyat, neticede tekbenciliğe, insanın dünyada yalnız olduğu
fikrine varıyor. Sizi kuşatan çevrenin maddi gerçekliğine veya başka insanlara
atıfta bulunma gereği duymadan, kendi gerçekliğinizi belirleyenin gene kendiniz
olduğunuzu, bilince sahip yegâne gücün kendiniz olduğunu düşünüyorsunuz.
Ahlakî
planda ise bu yaklaşım, kişinin istediği her şeyin öznel açıdan haklı ve doğru
olduğu sonucuna varıyor. Böylece yaptığınız her şeyi meşrulaştırabiliyor,
başkalarına karşı işlediğiniz suçlara kendinizce kılıf bulabiliyorsunuz.
Bir
felsefe olarak tümüyle yalnızlaştırıcı olan bu yaklaşım, doğalında, bize
zulmeden gerçek şeylere, gerçekte varolan maddi ve ekonomik olgulara karşı
sınıfsal bir zeminde birleşme, müşterek konularda ortaklaşma fikrini tümüyle
çöpe atıyor.
Sermaye,
sahip oldukları serveti bize zulmetmek ve bizi köleleştirmek için kullanan bir
avuç insanın elinde biriken, geçmiş kuşaklara ait emektir. Biz ücretli
köleleriz!
Bu
kongrenin düzenlendiği salonun dışına çıkın ve emekçilere gidip, onlara ücretli
köleler olduklarını söyleyin! Size itiraz edecek, sizin delirdiğinizi
düşüneceklerdir. Yüzünüze “ben köle değilim. Kölelik bitti. ABD’deki siyahlar
köleydi” diyeceklerdir. Çünkü onlarda gerçek tarihe ve kültüre dair bir anlayış
bulunmamaktadır. Bu, kapitalist eğitimin bilinçli olarak ürettiği bir sonuçtur.
Biz
Büyük Britanya Komünist Partisi-Marksist Leninist’in (BBKP-ML) üyeleriyiz ve
burada bilimsel bir analiz ortaya koymak için toplandık. Bunun saf idealizmden
başka bir şey olmadığı tespitinden hareket etmemiz gerekiyor.
Kapitalist
sınıf, toplumsal cinsiyetin akışkanlığı fikrini bir grup akademisyenden alıp,
onu dünyaya neden propaganda etti? Bu laf, neden bugün her başbakanın, her
bankacının, her kapitalistin ağzında?
Bazen
milyarderler, burjuva siyasetçilerin söyleyemedikleri şeyleri bir çırpıda
söyleyebiliyorlar. 2008’de bankacılıkta ve dünya ekonomisinde yaşanan krize
tanıklık edildiği günlerde Obama Wall Street’e, “sizinle boynunuza inecek
kılıçlar arasında yine ben duruyorum” demişti. Milyarderlerin endişelenmelerine
mahal yoktu, çünkü Obama onlara “sizi kurtaracağım, sizi koruyacağım” sözü
vermişti.
Bu
milyarderlerin bazıları, işçi hareketinin eskisine nazaran neden güç
kazandığını anlayamadıklarını söylediler. Aslında “bu hareketten nasıl oluyor
da kurtulamıyoruz” diyorlardı.
Dünyadaki
sekiz trilyonerin toplam serveti, insanlığın toplam nüfusunun servetine denk.
Milyarca insan yeterince gıdaya, kıyafete, eve, barınağa sahip değil.
Asıl
üzerinde durmamız gereken soru, “sanatı, kültürü, ideolojiyi, siyaseti nasıl
ele geçirdiler, emekçi halkı nasıl böldüler, onların kendilerini dağınık
hissetmelerini nasıl sağladılar?” olmalı. Eğer insanları aralarındaki
farklılıklara kilitlerseniz, herkes birbirinden kopar. Komşular birbirlerinden
şüphe etmeye başlarsa, orada ırkçılık devreye girer.
Müslümanlara,
Pakistanlılara, Afrikalı-Amerikalılara güvenmemek tabii ki birilerinin işine
yarar. Yan evde oturan Nijeryalıyı sevmiyorum, biraz farklı değiller mi?” demek
tabii ki birilerinin ekmeğine yağ sürer. Oysa insanlar birbirleriyle iyi
anlaşsalar, böylesi sorunları aşarlar.
Kanaatimce
göçmenlere yönelik husumetin teşvik edilmesine rağmen bu ülke, benim
çocukluğumdaki kadar ırkçı değil. Ama öte yandan şunu da görmek lazım:
kapitalistler, insanları bölmek için sürekli yeni yollar arıyorlar.
Burjuva
Feminizmi
Hareketimize
yeterince emekçi kadın dâhil olmuyor. Youtube’daki videolarımızı izleyenlerin
yüzde sekseni doksanı neden erkek mesela? Genç kadınlar, siyasetin kendileri
için bir şey ifade etmediğini söylüyorlar. Buradan da burjuva feminizminin
işaret ettiği çıkmaz sokağa hep birlikte dalıyorlar.
Kadınların
özgürlük hareketi, anlamı olmayan bir yasanın çıkartılmasına dönük talebe
dönüştü. Meslek sahibi ve zengin kadınlara düşen payla ilgili şikâyetlere
indirgendi. İşçi sınıfına mensup kadınlara ise mutfağa girip ailelerine bakmak
kaldı.
Burjuva
feministler, erkeklerle eşitlenmenin cinsel açıdan önüne gelenle yatmakla
ilgili olduğunu söylüyorlar. Bunlar, Playboy türü dergilerdeki önerileri
dillendiriyorlar, “evliliği kafaya takmayın, önünüze gelenle yatın, kafanıza
göre takılın, soyunun ve bir porno dergisine malzeme olun” diyorlar. Tüm bu
önerileri “özgürlük” adına dillendirip yüceltiyorlar! Bu söylem devamında,
kadınların zaten altmışlarda ve yetmişlerde özgürleştiğini iddia ediyor ve
onlara “tebrikler kadınlar, tüm sorunlarınız bitti, porno dergilerinde yer
alın!” diyorlar.
Tüm
bu zırvayı yutmayan emekçi kadınlar, kendilerini işçi sınıfı hareketi
içerisindeki sağ burjuva akıma kaptırmıyorlar. Bu işin zor olduğunu söylemek
lazım. Bu açıdan güçlü birkaç kadın yoldaşımız olduğu için şanslıyız. Peki ama
becerikli, aktif genç işçi kadınlar nerede? Neden partimizde değiller?
Onları,
“cinsellik en önemli şeydir. Erkekler seni eziyor. Sorunlarını çözmek için
neden bir erkekle yan yana gelesin ki? Asıl sorun erkekler!” diyenler koparttı
bizden.
Tüm
İşçilerin ve Ezilenlerin Birliği
Kolumuza
“biz de eziliyoruz” bandı takarak yol alabileceğimiz anlayışından kopmalıyız.
Biz marjinalleştirildiğimiz için küçük bir örgütüz. Hruşçefçi revizyonizm,
bizden katbekat büyük ve güçlü olan, Avrupa, Ortadoğu, Asya ve Afrika’da
faaliyet yürüten komünist hareketi içeriden böldü. Hareketi parçalamaksa
içerideki bu çatlağı fırsat olarak gören, oraya kama sokup ideolojimizi yok
eden emperyalizme düştü.
Komünist
siyasetle işçi sınıfı arasındaki mesafenin asıl sebebi, bu siyasetten
kitlelerin kurtuluş mücadelesine rehberlik edecek güç olarak faydalanılmaması,
onun böylesi bir hakikate sahip olmaması.
Biz
bu bağı yeniden kurmak istiyoruz. İhtilaflar ve ayrışmalar kuramaz o bağı,
gerçeklikle mücadele asla kuramaz.
Biz,
ırk, cinsiyet veya cinsel eğilim zemininde yaşanan her türden ayrımcılığa her
daim karşı çıktık. Biz, işçi sınıfının en geniş birliğini savunuyoruz. Aynı
ekonomik zulme maruz kalan, bu gerçeği değiştirme konusunda çıkarları bir olan
emekçileri birleştirmek istiyoruz.
Transların
Ezilmesi
Bu
kongrede parti içinde yaşanan ve büyük ölçüde yerelliklerde ve parti bülteni
içerisinde süren tartışma boyunca bazı yoldaşlarımız, LGBT+ kişilerin
yüzleştikleri özel ve sıra dışı baskılardan söz eden bazı makaleler kaleme
aldılar. Bu yoldaşlarımız, transların gördüğü bu özel baskıları bir dizi
referans ve istatistiki veriye başvurarak ortaya koymaya çalıştılar.
Öncelikle
bu sunulan rakamlara ve aktarılan kaynaklara bakmak lazım. Bugün transların
işçi sınıfı içerisindeki yüzdesi ne mesela?
Bunu
tespit etmek çok zor. [Dinleyicilerden biri “nüfusun yüzde onu!” diyor.]
Hayır,
o kadar olamaz. Çok küçük oranları. Ama tabii eşcinsel olanları, “aslında ben
transım” diyenleri, ergenlik döneminde kafası karışanları ki ergenlikte
herkesin kafası karışıktır, tüm kafası karışıkları hesaba katarsanız, belki bu
orana ulaşılabilir. Transı moda bir etiket gibi alıp toplumdan dışlandığını
düşünen herkesin üzerine yapıştırırsanız belki o zaman “yüzde on” rakamına
ulaşabilirsiniz.
Çünkü
bugün toplumdan dışlanan insanlar, geniş bir kitleyi meydana getiriyorlar.
Çünkü dışlanma ve yabancılaşma, kapitalist sömürünün, bireyciliğin, onun
kimseyi memnun etmeyen, soyutlanmacı, bencil kültürünün bir ürünü.
Aynı
şekilde, toplum içerisindeki belirli bir grubu ele alırsanız, aktarılan
rakamlar nedenselliği değil bir ilişkiyi ortaya koyar sadece. Örneğin, ikisini
tabii ki kıyaslamıyorum ama, eğer “faşistlerin büyük bir kısmı işçidir” lafını
ettikten sonra “faşistlerin büyük bir kısmı daha az iş bulabiliyor” dersem, o
vakit faşistlerin haklarını savunmamız gerektiğini söylemiş olmam. Argüman inşa
ederken kullanılan bu yol, tümüyle yanlış ve anlamsızdır.
“Transların
hakları” meselesini ele aldığımızda bu yönelimin ilginç, yeni ve anlamlı
olduğunu söylüyorlar ve bu meselenin diğer tüm meseleleri gölgede bırakması
gerektiği iddiasında bulunuyorlar. Şunu kimse unutmamalı: bu grup gerçek
insanlardan oluşuyor ve işçi sınıfı içerisinde kafa karışıklığına, dağınıklığa
sebep olmak için bizzat burjuvazi eliyle imal edilmiş ideolojik bir ürün değil.
Dolayısıyla işçi sınıfı içerisinde önemsiz bir niceliğe sahip olan bu kesimin
toplumdaki yüzdesinin küçük olup olmamasının bir önemi yok.
Adaletsizliğe
sebep olan ve tüm işçi gruplarına tatbik edilen ayrımcılığa karşı olduğumuzu
açık bir dille belirtmeliyiz. Bu ifade ve görüş herkesi kapsıyor. Yeterince
kapsayıcı yani.
Siyah
Milliyetçiliği ve Burjuva Milliyetçiliğine Karşı Proleter Enternasyonalizm
Biz
ırkçılığa da bu şekilde yaklaşıyoruz. Geçenlerde Brixton’daydım. Biri yanıma
gelip “Burada yaşananlar sence ırkla mı yoksa sınıfla mı alakalı? diye sordu.
Bu işçi arkadaşa zulmün temelinin sınıfsal olduğunu söyleyince “Hayır!” deyip
uzaklaştı, çünkü siyahîydi. Peki bu kongre salonunda siyahîler neden yok?
Olmalılar. Irkçılık ve sömürgeciliğin mirası yüzünden işçi sınıfının en alt
kesimi içerisinde kalmaya mahkûm edilmiş siyah işçiler burada olmalı.
Siyah
işçiler, kendilerini işçi sınıfı siyasetinin ana yönelimi içerisinde
tanımlamıyorlar. Çünkü biz onları böldük. Siyahîlere beyazların ırkçı oldukları
söylendi, beyazlar ırkçılığa yönlendirildiler. Her gün ortaya konulan, bizi
bölmeye yönelik onca çaba sonuç veriyor: bugün politik örgütlerimiz, kitle
örgütlerimiz içerisinde küçük küçük gettolar oluşuyor.
Britanya’da
yaşayan Türk yoldaşımız, kendisini Britanyalı işçi mi yoksa bir Türk olarak mı
tanımlamalı? O, her şeyden önce Türk müdür? Bu ülkede devrimci hareketin
yüzleştiği çok önemli bir sorundur bu.
Şunu
rahatlıkla söyleyebilirim ki bugün Londra’da birçok konuda benimle aynı fikirde
olacak yüzlerce binlerce komünist var. Ama gelip bizim örgüte katılmazlar ve
şunu söylerler: “çünkü ben Türküm. Benim mücadelem, kendimi en güçlü bağlarla
tarif ettiğim mücadele, şu an Türkiye’de sürmekte. Orada yaşamıyorum,
çocuklarım burada okula gidiyor, ben burada yaşıyorum, buranın sorunlarıyla
uğraşıyorum, aslında Britanyalı bir işçiyim, çocuklarım Türkçe bilmiyor, ama
ben Türküm, çocuklarımın size karışmasını istemiyorum, onların yüzlerini
Türkiye’ye dönmesini istiyorum.”
Bu
türden bir “devrimci”nin çocuklarını ilgili temelde devrimci siyasete çekmek
neredeyse imkânsızdır. Britanyalı oldukları için Türkiye ile gerçek bir ilişki
kurmazlar. Burada doğmuşlardır çünkü. Arkadaşlarının, etrafındaki insanların
kültürlerini benimsemişlerdir. Britanya’da doğup büyüyen çocuklar kültürel
açıdan Britanyalıdır. Onlardaki Britanyalılığı inkâr etmek, Britanya kültürünü
değiştirme hakkını ellerinden almak, Britanya işçi hareketine katılmaktan
alıkoymak, hayatlarındaki yanlışları düzeltme imkânından onları mahrum
bırakmak, her iki kültür içerisinde yaşayanlardan kopmaları anlamına
gelecektir.
Peki
biz bu şekilde mi devam edeceğiz, ayrışıp bölünecek miyiz? Burjuvazinin
dayattığı modayı takip etmek zorunda mıyız?
Bu
kimlik hareketini bize dayatan burjuvazi, bunu genç işçilerin kafasını
karıştırmak ve onları birbirinden kopartmak için yapıyor.
Son
olarak şunu söyleyeyim: “Biz transfobik değiliz!” Bu cümle bizi korkutmasın.
Biz işçi sınıfına mensup herhangi bir gruba karşı ayrımcılık yapılması fikrini
asla savunmayız. Biz birliği, ortak mücadeleyi, mutabakatı, kapsamlı ve
hoşgörülü toplumu savunuruz. Ama öte yandan biz, bu bölücü ideolojiyi asla
savunmayız ve burjuvazinin onu bize dayatmasına asla izin vermeyiz!
Teşekkür
ederim yoldaşlar.
Proletarian Writers
23 Mart 2019
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder