Pages

14 Mart 2022

“Toplumsal Cinsiyetin Akışkanlığı” Denilen Gerici Kâbus


Bu, oldukça ilginç bir tartışma, yoldaşlar. Ben, bu tartışmayı hem cesaretlendirici hem de cesaret kırıcı buluyorum.

Bu Tartışmayı Neden Yürütüyoruz?

Başta şunu belirtmeliyim: 2018’deki parti kongresine sunulan önergeye katıldığımı söylemek isterdim. Lâkin bu mesele, sadece partimizde değil, birçok yerde kafa karışıklığına yol açan bir mesele. Neticede partimiz, toplumun bir yansıması. Dolayısıyla eğer bu mesele konusunda bizim kafamız net değilse, parti dışındaki insanlarda kafa karışıklığı daha yoğun demektir. İşte bu yüzden yürütüyoruz bu tartışmayı.

Öte yandan, önergeye karşı çıkanların dile getirdiği argümanlara da yakın duruyorum, ama gene de bir tartışmanın yürütülmesi gerektiğini düşünüyorum. Bazılarının politik söylemlerinin merkezine kimlik politikasını yerleştirdikleri açık biçimde görülüyor. Okulda, toplumda, burjuva gazetelerde, kafanızı çevirdiğiniz her yerde bu politika çıkıyor karşınıza.

Bazı insanlarsa, herhangi bir fikir beyan etmeden, sadece kimlik politikasına ve toplumsal cinsiyet meselesine atıfta bulunuldu diye öfkeden deliye dönüyorlar.

Bunun sebebini sormak zorundayız, çünkü bu, birkaç yıl önce insanların zihinlerini etkileyen bir konu değildi. İnsanlar eskiden bu tür konulardan bahsetmez, onları tartışmazdı. Bir mesele olarak bile ele alınmazdı.

Marx & Engels, Lenin ve Stalin toplumsal cinsiyetin akışkanlığını esas alan politikaya dikkate kesilme gereği duymadı, çünkü ortada böyle bir mesele yoktu. Bahsini ettiğim, kongrede sunulan önergeye karşı çıkanların görüşünün aksine bu kavram, hiç de “İnsanlık” kavramı kadar eski değil.

Maddi Gerçeklik Diye Bir Şey Var mı?

Yürüttüğümüz tüm tartışmaların kaynağının maddi gerçeklik olduğunu düşünüyorum. Bu noktada kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor? Maddi bir gerçeklik var mıdır? Bu, her meselenin zeminini teşkil eden, felsefeye ait temel bir sorudur.

Diyalektik, tam da bu noktada güçlüdür. Burada bu konuya girmeyeceğim. Onu icat eden ben değilim, ben, sadece diyalektiğe ve Marx’ın devrimci öğretilerine bağlı kalmaya çalışan birisiyim.

Diyalektik materyalizmi doğal yollardan edinmedim. Annem de babam da Marksist değildi. İdeolojik temel, ancak okumayla edinilecek bir şey. Fikirleri ve anlayışları mücadelenin konusu kılmak gerekiyor.

Herkes gibi ben de burjuva bir toplumda yetiştim. Kimya eğitimi aldım. Okulda bazı konuları sevdim, bazılarını sevmedim. Bir süre sonra fark ettim ki kimi öğretmenlerle ilişkim belirliyor, o öğretmenlerin verdikleri derslerden aldığım keyfi. Ama gene de bilime doğal bir meylim, becerim olduğunu söylemem lazım.

Sonra tarih ve politika okumanın bana keyif verdiğini fark ettim. Sonra öğretmenlerimle tartıştım. Bazen anti-sosyal görünmemek için, kendi fikirlerine katılmadığımda beni sınıftan çıkarttılar. Sınıfı kontrol edemiyorlardı. Ben de o dersleri bıraktım. Bilime yoğunlaştım. “En azından bilim nesnel” diye düşündüm. İki kere iki dört ediyordu ve bu tür konuları kimse tartışamıyordu.

Lenin, “eğer geometriye ait bir aksiyom insanın çıkarlarını etkilerse o aksiyomu çürütmek için illâki birileri adım atar” derken haklı.

Peki burada Lenin neyi kastediyor? Bir yerin alanını hesaplarken basit formüllere başvurulur veya bir üçgenin alanı da böylesi basit bir formülle bulunur. Tabanla yükseklik çarpılır, çıkan sonuç ikiye bölünür. Buna katılmayacak biri çıkabilir mi? Bir çember kendisini kare sanıyorsa kare midir? Böyle bir şeyi kimse söylemez, aptal durumuna düşer!

Bir çember kendisinin kare olduğunu neden söyleyemez? Çemberle kare arasındaki şekilsel bir akışkanlık söz konusu mudur? Temelde aynı şeyler midir? Sonuçta ikisi de belirli bir alan kaplamaktadır. Peki onları birbirinden ayıran nedir? Neden insanlık nesnelerin yeşil mi yoksa mavi mi olduğunu dert eder kendisine?

Maddi bir gerçeklik var mıdır? Olmadığını söyleyenler çıkacaktır. Biz onlardan değiliz. Bunu demek Marksizme aykırıdır.

Cinsiyet, Toplumsal Cinsiyet ve Toplumsal Cinsiyetin Akışkanlığı

Cinsiyet önemli mi? Cinsiyetin ne olduğu konusunda birileri bizim kafamızı karıştırmaya çalışıyor. Cinsiyetle (sex) toplumsal cinsiyet (gender) aynı şey mi? Öyle ama, ABD’de yetmişli yıllarda bir grup akademisyen, aynı olmadığına karar verdi. Bu akademisyenler, “toplumsal cinsiyet” kavramını kendilerince kullanmaya devam ettiler. Ona “tüm insanlar arasındaki kadın/erkek ayrışmasını, bu biyolojik farklılaşmayı, onunla ilgili toplumsal beklentileri merkeze alan, toplumsal düzeyde inşa edilmiş olan bir yapı” anlamını yüklediler.

İyi de “kadınla erkek arasındaki biyolojik farklılaşma” dedikleri şey gerçekten var. Sadece insanlarda da değil üstelik. Bu farklılaşma, doğadaki birçok türde mevcut. Doğanın sebep olduğu ayrışmaya bağlı olarak doğurmak doğal bir biyolojik süreç. Doğada yüzleşilen bir olgu bu.

Bu tartışma gelip bizi nasıl buldu, önce bunu hatırlamak gerek. Biz, en az dört beş yıldır birlikte çalıştığımız insanlarda, parti üyelerinde, aday üyeler ve destekçiler arasında kimlik politikasının karşılık bulduğunu, bu ideolojik eğilimin güçlendiğini gördük. İlgili dönemde kimlik politikası bir şekilde moda hâline geldi.

Bir tür moda ve eğilim olarak partinin kapısını çalan kimlik politikası sadece yetmişlerde akademi duvarları arasında sıkışıp kalmışken, birden dünya gündemine oturdu, yaygınlaştı, birileri tarafından reklâm edildi. Bu politikayı reklâm edenler, komünistler ya da sosyalistler değildi ama komünistlerin, sosyalistlerin önemli bir kısmı kimlik politikasını benimsedi. Çünkü onlara yol gösteren, körü körüne itaat etmelerini sağlayan burjuva toplumunun ta kendisiydi.

Burjuva Politika ve Proleter Politika

Ne var ki biz farklı türde bir partiyiz. Dolayısıyla oturup şu soruları sorduk: Parti içinde gelişen bu söylemin gayesi nedir? Bu tartışmanın gayesi nedir? Demokratik merkeziyetçiliğin gayesi nedir? Ancak bu tür sorulara cevap bularak hakikat açığa çıkartılabilir, neyin bir bütün olarak işçi sınıfının çıkarlarına olduğu ancak bu sayede belirlenebilir.

Biz, işçi sınıfının partisi olduğumuzu iddia ediyoruz. Bu, büyük bir iddiadır. Dürüst olmak gerekirse, esasen bu sınıf partisi henüz rüşeym hâlindedir. En nihayetinde devrimi yapacak olan örgüt ve halk hâline gelecek değiliz. Biz daha işin başındayız. Partiyi inşa etme sürecinin ilk aşamasındayız.

Önce işçi sınıfının güvendiği parti seviyesine ulaşmalıyız. İşçi sınıfının en iyi unsurlarını saflarımıza ve örgütümüze katabilmeliyiz. Kitleler içerisine kök salmalı, onların söylediğimiz her şeye güvenen, onları kabul eden bir konuma gelmelerini sağlamalıyız.

Biz hakikati bulmaya gerçekten çalışıyoruz. Hakikatse bu süreçte en büyük müttefikimiz.

Toplumsal Cinsiyetin Maddi Gerçekliği Neden İnkâr Ediliyor?

“Kadın ve erkek diye bir şey yoktur” lafı neden moda hâline geldi? Bence bir iç bülten hazırlanıp parti içi tartışmanın başarıyla yürütülmesi noktasında kullanılmalı. Tartışma, kapımızı Twitter hesabımıza yazılan bazı yorumlar sebebiyle çaldı. Twitter’da hesabımızı kontrol eden arkadaşımız “faşist” ve “ırkçı” türü laflarla mahkûm edildi.

Bu lafların bir karşılığı var mı? Bu kongrede kalkıp tartışmaya giren yoldaşlarımızı mı mahkûm edeceğiz? Onlara “şunları şunları söylerseniz sizi atarız!” mı diyeceğiz?

Yoldaşlığa yakışan bir şekilde tartışma yürütmek bu mudur? Bu üslup ve yaklaşım tartışmalarımızı bir milim ileri taşır mı? Sağlam bir kavrayış edinmemize katkı sunar mı? Hayır! Bu noktada bilimi dikkate almak, toplumsal olguları dikkate almak zorundayız. Sınıfımıza hizmet edecek doğru bir konuma sahip olmaya mecburuz, bunu başaramazsak, örgütümüz varolamaz.

İşçi sınıfı bizsiz kurtulamaz diye bir şey yok. Kurtulabilirler. Ama gene de şunu sormalıyız: dünyayı ve Britanya’yı yorumlama konusunda gerekli beceri ve birikime sahip liderleri geliştirmezsek, onları ileri itmezsek sınıf bu süreçte geriye düşmez mi?

Hem de nasıl! Emekçi halka öncülük edebilecek belirli bir sınıfsal konumu geliştirip savunmanın, belirli bir zemine kavuşup doğru bir yönelim içine girmenin ne denli zor olduğunu biliyoruz. Bu eskiden bir sorundu, bugün de sorun. Çünkü karşımızda bize mani olmayı kendi çıkarına gören ve fiiliyatta mücadele eden bir sınıf var.

Britanya kapitalist sınıfı boş durmuyor, sorun çözmek onları mutlu kılıyor. Ellerinde hazır cevaplar yok, ama güç için gerekli tüm araçlara ve sermayeye sahipler.

Bir aydın işçiyi alıp karşısına bir sorun çıkartırlar, çözümle gelen işçiyi birlikte çalışılır kabul ederler, işe alırlar, küçük bir vaka çalışmasında ayrıştırıcı fikirlerini öne sürerler, böylece insanları kıvama getirirler.

Britanya’da sınıfsal analiz birçok işçiye yabancı, çünkü o modası geçmiş kabul ediliyor artık. Bunun nedeni ise her üniversitenin, her âlim diye ortalıkta gezinenin, her bilgi kaynağının sınıfsal analizi mahkûm etmesi, onu alaya alması. Belirli şeyleri yaptığınızda çocuğunuzu kreşe gönderme, doktora unvanınızı alma ve üniversitede okutman olma hakkına kavuşuyorsunuz.

Endüstride ve bilimde para getirecek bir ilâç veya teknoloji ürettiğinizde hemen ödüllendiriliyorsunuz.

İşçilerin Ekonomik, Fikri ve İdeolojik Açıdan Önemsizleştirilmesi

Tıp fakültesinde okurken fazla bilgili, entelektüel, kendisini beğenmiş ve övüngen bir hocamız vardı. Üst orta sınıfa mensup tipik bir İngiliz olan bu adam, hem Oxford hem Cambridge bitirmişti. Araştırmaları üzerinden edindiği fikri mülkiyet hakkı sayesinde milyoner oldu. Saygı gördü, ama bir yandan da herkesçe kötü bilindi. Sonradan Omeprazole adını alacak olan proton pompası inhibitörünü o keşfedip geliştirmişti.

Midedeki asit oranını düşen bu ilâcın icat edilmesinde önemli bir rol oynayan bu hocamız, birkaç yıl önce Royal Free Hastanesi’nde üniversite öğrencilerine verdiği bir ders esnasında bize elde ettiği sonuçların farklı dergilerde yayınlandığı günlerde New York Borsası’ndan birisinin kendisini aradığını söyledi.

Arayan kişi, üstelik araştırmalarından bile haberdardı. Bu bilgi karşısında şaşıran hocaya telefondaki kişi bir soru yöneltti: “Bu ilâcı belirli bir süre boyunca almak zorunda mıyız yoksa etkisini göstersin diye almaya hep devam mı etmeliyiz?”

Soru üzerine profesör “almaya devam etmelisiniz” cevabını verdi. Borsa’dan arayan kişi “çok teşekkür ederim, bu harika” deyip telefonu kapattı.

Hocanın keşfettiği ilâç, sonrasında ilâç sektörünün en fazla para getiren ilâçlarından biri hâline geldi. Çünkü sürekli para akıtılmasını gerekli kılıyordu. İlâç, sorunu çözmüyordu aslında. Sindirim sistemindeki semptomları kontrol altında tutmak adına ömrünüz boyunca bu ilâcı almak zorunda kalıyordunuz. Böylece ilâç, sektör tarafından sınırsız kazanç kaynağı olarak görüldü.

Bilim sahasında, kalp damarlarındaki anormal genişleme anlamında anevrizma tedavisi için damar içine yerleştirilen stentlerle ilgili son araştırmalara neden tonla para yatırılıyor? Tek bir hastanın iyileştirilmesi için gerekli sağlık harcamasını 50.000 sterlin artıran bu stenti kullanmak yerine toplumun sigara sorunundan kurtulmasına neden katkı sunulmuyor?

Bu milyarlarca dolar para, az sayıda sanayileşmiş ülkedeki belirli sağlık sistemlerinde daha fazla para kazanmak adına, bir avuç zengin iyileşsin diye tedavi yöntemlerini geliştirmeye akıtmak yerine koruyucu sağlık programının geliştirilmesine harcamak daha faydalı olurdu.

Sıtma veya verem araştırmalarına kaç para harcanıyor mesela? Belirli hastalıkları tedavi etmede aspirinin kullanılabileceğini anlamak için ne yapmak gerek? Patenti alınamayan ucuz ilâçların kullanılması ve uygulanması hiç tercih edilmiyor, kimse bu konuyu gündeme getirmiyor.

Kapitalist sınıf, ücretli köleleri sömürerek sermaye biriktirmeyi çıkarına görüyor.

Kültürde Burjuva İdeolojisi: “Tarafsızlık” Lafındaki İkiyüzlülük

İdeolojik görüş diye bir şey var. Bilim ve sanat, burjuvazinin nüfuzundan ari değil. Lenin’in 1905 tarihli o çok güzel yazısında dediği gibi “aydın sınıfı taraf tutmalı.”

“Bitaraf olmayın. ‘Sanat sanat içindir’ demeyin. Paraya sahip olanların, kapitalist yönetici sınıfın beslediği, sipariş verdiği işlerinizin fikrî açıdan bitaraf olduğunu iddia etmeyin. Nesneyi adıyla çağırın. Emekçi halkın sıkı savunucuları olun ve bunu korkmadan dillendirin, daha iyi bir topluma ulaşmanın yolunun özgürleştirici bir kültürün, proleter devrimci ideolojiyi temel alan bir kültürün geliştirilmesi olduğunu çekinmeden söyleyin.”

“Açık açık taraf olmalısınız!” Lenin sanat, kültür ve bilim için bunu söylüyordu.

Cinsiyet ve Cinsel Kimlik

Burada meselemiz cinsellik. Peki buraya kadar söylediklerimizin cinsellikle ne alakası var? Buradan Twitter’daki o aslında masum olan mesaja geri dönelim. Bence bu yazı, anlaşmazlığa yol açacak bir yazı değil, bu anlamda zararsız, hatta eğlenceli.

Orada şunu yazmıştık: “Bugün ortalıkta, aslında maruz kaldığımız zulümle artık mücadele etmeyen, esasen gerçeklikle mücadele eden, ama bir yandan da kendisine sosyalist diyenlerden oluşan bir grup var!” Devamında da bir makalenin linkini vermiştik.

Peki bu lafı neden etmiştik? Orada bahsini ettiğimiz örgüt, Devrimci Komünist Grup denilen, geçmişte oldukça küçük bir örgütten kopmuş olan insanların oluşturduğu bir ekipti. Bu ekibin Kızıl Kavga isminde bir blogları vardı ve orada “toplumsal cinsiyet diye bir şey yok” anlayışını savunuyorlardı.

İddialarına göre toplumsal cinsiyet bir tür “tıbbi komplo” idi. Buna göre doktorlar doğum esnasında gidip bir yerde toplanıyor, kendi aralarında doğan kişiye toplumsal cinsiyet rolü tayin ediyorlardı.

Bu anlayışa göre hamile kadınlar, bebekleri yirmi haftalıkken ultrasona girdiklerinde aslında bebeğin dişi ya da erkek olduğuna bakılmıyor. Kızıl Kavga öyle diyor! Ortada tıbbi bir komplo var! Bebek doğduğunda doktorlar, bebeği inceleyip onun erkek ya da dişi olduğunu söylüyorlar. Kadın erkek, kız çocuğu, erkek çocuğu gerçek değil, böyle şeyler yok aslında!

Bu tür laflar bize saçma ve abes gelmişti, o nedenle o notu yazmıştık. Yazı epey ilgi gördü. Yüz bin civarında kişinin gördüğü yazının altına “siz TERF misiniz?” yorumu düşüldü.

O günlerde TERF’in anlamını bilmiyordum. Sonra öğrendim. “Transları Dışlayan Radikal Feminist” demekmiş. İyi ama ben TERF değilim, çünkü feminist değilim! “Erkek ve kadın anlamında toplumsal cinsiyet diye bir şey var” diyen herkesi faşist ilân ediyor bunlar.

Toplumsal cinsiyet diye bir şeyin olmadığını söyleyen böylesi bir ideolojiyi kim yayıyor? Cinsiyetin yalan olduğunu kimler söylüyor?

Bir de “engelli ayrımcılığı” ve “tercihen engelli ayrımcılığı” diye bir şey var. Bunlar, “İki bacağım iki kolum var. Aslında gerçekte ben engelli olarak dünyaya geldiğimi düşünüyorum” diyorlar.

Dünyada bir ayağı veya bacağını kestirme, hissettikleri neyse, iç sesleri ne diyorsa ona uymak amacıyla fizikî formlarını değiştirmek adına bıçak altına yatma hakkı için imza toplayan insanlar var.

Bu, en nihayetinde idealizm değil de nedir? Felsefi anlamda idealizm, “maddi dünya diye bir şey yok” diyor. “Asıl önemli olan, benim düşündüğüm şeydir” diyor. Bu mantık uyarınca “fikirler aslidir, madde fikirlere uymalıdır” iddiasında bulunuyor. Bu fikriyat, neticede tekbenciliğe, insanın dünyada yalnız olduğu fikrine varıyor. Sizi kuşatan çevrenin maddi gerçekliğine veya başka insanlara atıfta bulunma gereği duymadan, kendi gerçekliğinizi belirleyenin gene kendiniz olduğunuzu, bilince sahip yegâne gücün kendiniz olduğunu düşünüyorsunuz.

Ahlakî planda ise bu yaklaşım, kişinin istediği her şeyin öznel açıdan haklı ve doğru olduğu sonucuna varıyor. Böylece yaptığınız her şeyi meşrulaştırabiliyor, başkalarına karşı işlediğiniz suçlara kendinizce kılıf bulabiliyorsunuz.

Bir felsefe olarak tümüyle yalnızlaştırıcı olan bu yaklaşım, doğalında, bize zulmeden gerçek şeylere, gerçekte varolan maddi ve ekonomik olgulara karşı sınıfsal bir zeminde birleşme, müşterek konularda ortaklaşma fikrini tümüyle çöpe atıyor.

Sermaye, sahip oldukları serveti bize zulmetmek ve bizi köleleştirmek için kullanan bir avuç insanın elinde biriken, geçmiş kuşaklara ait emektir. Biz ücretli köleleriz!

Bu kongrenin düzenlendiği salonun dışına çıkın ve emekçilere gidip, onlara ücretli köleler olduklarını söyleyin! Size itiraz edecek, sizin delirdiğinizi düşüneceklerdir. Yüzünüze “ben köle değilim. Kölelik bitti. ABD’deki siyahlar köleydi” diyeceklerdir. Çünkü onlarda gerçek tarihe ve kültüre dair bir anlayış bulunmamaktadır. Bu, kapitalist eğitimin bilinçli olarak ürettiği bir sonuçtur.

Biz Büyük Britanya Komünist Partisi-Marksist Leninist’in (BBKP-ML) üyeleriyiz ve burada bilimsel bir analiz ortaya koymak için toplandık. Bunun saf idealizmden başka bir şey olmadığı tespitinden hareket etmemiz gerekiyor.

Kapitalist sınıf, toplumsal cinsiyetin akışkanlığı fikrini bir grup akademisyenden alıp, onu dünyaya neden propaganda etti? Bu laf, neden bugün her başbakanın, her bankacının, her kapitalistin ağzında?

Bazen milyarderler, burjuva siyasetçilerin söyleyemedikleri şeyleri bir çırpıda söyleyebiliyorlar. 2008’de bankacılıkta ve dünya ekonomisinde yaşanan krize tanıklık edildiği günlerde Obama Wall Street’e, “sizinle boynunuza inecek kılıçlar arasında yine ben duruyorum” demişti. Milyarderlerin endişelenmelerine mahal yoktu, çünkü Obama onlara “sizi kurtaracağım, sizi koruyacağım” sözü vermişti.

Bu milyarderlerin bazıları, işçi hareketinin eskisine nazaran neden güç kazandığını anlayamadıklarını söylediler. Aslında “bu hareketten nasıl oluyor da kurtulamıyoruz” diyorlardı.

Dünyadaki sekiz trilyonerin toplam serveti, insanlığın toplam nüfusunun servetine denk. Milyarca insan yeterince gıdaya, kıyafete, eve, barınağa sahip değil.

Asıl üzerinde durmamız gereken soru, “sanatı, kültürü, ideolojiyi, siyaseti nasıl ele geçirdiler, emekçi halkı nasıl böldüler, onların kendilerini dağınık hissetmelerini nasıl sağladılar?” olmalı. Eğer insanları aralarındaki farklılıklara kilitlerseniz, herkes birbirinden kopar. Komşular birbirlerinden şüphe etmeye başlarsa, orada ırkçılık devreye girer.

Müslümanlara, Pakistanlılara, Afrikalı-Amerikalılara güvenmemek tabii ki birilerinin işine yarar. Yan evde oturan Nijeryalıyı sevmiyorum, biraz farklı değiller mi?” demek tabii ki birilerinin ekmeğine yağ sürer. Oysa insanlar birbirleriyle iyi anlaşsalar, böylesi sorunları aşarlar.

Kanaatimce göçmenlere yönelik husumetin teşvik edilmesine rağmen bu ülke, benim çocukluğumdaki kadar ırkçı değil. Ama öte yandan şunu da görmek lazım: kapitalistler, insanları bölmek için sürekli yeni yollar arıyorlar.

Burjuva Feminizmi

Hareketimize yeterince emekçi kadın dâhil olmuyor. Youtube’daki videolarımızı izleyenlerin yüzde sekseni doksanı neden erkek mesela? Genç kadınlar, siyasetin kendileri için bir şey ifade etmediğini söylüyorlar. Buradan da burjuva feminizminin işaret ettiği çıkmaz sokağa hep birlikte dalıyorlar.

Kadınların özgürlük hareketi, anlamı olmayan bir yasanın çıkartılmasına dönük talebe dönüştü. Meslek sahibi ve zengin kadınlara düşen payla ilgili şikâyetlere indirgendi. İşçi sınıfına mensup kadınlara ise mutfağa girip ailelerine bakmak kaldı.

Burjuva feministler, erkeklerle eşitlenmenin cinsel açıdan önüne gelenle yatmakla ilgili olduğunu söylüyorlar. Bunlar, Playboy türü dergilerdeki önerileri dillendiriyorlar, “evliliği kafaya takmayın, önünüze gelenle yatın, kafanıza göre takılın, soyunun ve bir porno dergisine malzeme olun” diyorlar. Tüm bu önerileri “özgürlük” adına dillendirip yüceltiyorlar! Bu söylem devamında, kadınların zaten altmışlarda ve yetmişlerde özgürleştiğini iddia ediyor ve onlara “tebrikler kadınlar, tüm sorunlarınız bitti, porno dergilerinde yer alın!” diyorlar.

Tüm bu zırvayı yutmayan emekçi kadınlar, kendilerini işçi sınıfı hareketi içerisindeki sağ burjuva akıma kaptırmıyorlar. Bu işin zor olduğunu söylemek lazım. Bu açıdan güçlü birkaç kadın yoldaşımız olduğu için şanslıyız. Peki ama becerikli, aktif genç işçi kadınlar nerede? Neden partimizde değiller?

Onları, “cinsellik en önemli şeydir. Erkekler seni eziyor. Sorunlarını çözmek için neden bir erkekle yan yana gelesin ki? Asıl sorun erkekler!” diyenler koparttı bizden.

Tüm İşçilerin ve Ezilenlerin Birliği

Kolumuza “biz de eziliyoruz” bandı takarak yol alabileceğimiz anlayışından kopmalıyız. Biz marjinalleştirildiğimiz için küçük bir örgütüz. Hruşçefçi revizyonizm, bizden katbekat büyük ve güçlü olan, Avrupa, Ortadoğu, Asya ve Afrika’da faaliyet yürüten komünist hareketi içeriden böldü. Hareketi parçalamaksa içerideki bu çatlağı fırsat olarak gören, oraya kama sokup ideolojimizi yok eden emperyalizme düştü.

Komünist siyasetle işçi sınıfı arasındaki mesafenin asıl sebebi, bu siyasetten kitlelerin kurtuluş mücadelesine rehberlik edecek güç olarak faydalanılmaması, onun böylesi bir hakikate sahip olmaması.

Biz bu bağı yeniden kurmak istiyoruz. İhtilaflar ve ayrışmalar kuramaz o bağı, gerçeklikle mücadele asla kuramaz.

Biz, ırk, cinsiyet veya cinsel eğilim zemininde yaşanan her türden ayrımcılığa her daim karşı çıktık. Biz, işçi sınıfının en geniş birliğini savunuyoruz. Aynı ekonomik zulme maruz kalan, bu gerçeği değiştirme konusunda çıkarları bir olan emekçileri birleştirmek istiyoruz.

Transların Ezilmesi

Bu kongrede parti içinde yaşanan ve büyük ölçüde yerelliklerde ve parti bülteni içerisinde süren tartışma boyunca bazı yoldaşlarımız, LGBT+ kişilerin yüzleştikleri özel ve sıra dışı baskılardan söz eden bazı makaleler kaleme aldılar. Bu yoldaşlarımız, transların gördüğü bu özel baskıları bir dizi referans ve istatistiki veriye başvurarak ortaya koymaya çalıştılar.

Öncelikle bu sunulan rakamlara ve aktarılan kaynaklara bakmak lazım. Bugün transların işçi sınıfı içerisindeki yüzdesi ne mesela?

Bunu tespit etmek çok zor. [Dinleyicilerden biri “nüfusun yüzde onu!” diyor.]

Hayır, o kadar olamaz. Çok küçük oranları. Ama tabii eşcinsel olanları, “aslında ben transım” diyenleri, ergenlik döneminde kafası karışanları ki ergenlikte herkesin kafası karışıktır, tüm kafası karışıkları hesaba katarsanız, belki bu orana ulaşılabilir. Transı moda bir etiket gibi alıp toplumdan dışlandığını düşünen herkesin üzerine yapıştırırsanız belki o zaman “yüzde on” rakamına ulaşabilirsiniz.

Çünkü bugün toplumdan dışlanan insanlar, geniş bir kitleyi meydana getiriyorlar. Çünkü dışlanma ve yabancılaşma, kapitalist sömürünün, bireyciliğin, onun kimseyi memnun etmeyen, soyutlanmacı, bencil kültürünün bir ürünü.

Aynı şekilde, toplum içerisindeki belirli bir grubu ele alırsanız, aktarılan rakamlar nedenselliği değil bir ilişkiyi ortaya koyar sadece. Örneğin, ikisini tabii ki kıyaslamıyorum ama, eğer “faşistlerin büyük bir kısmı işçidir” lafını ettikten sonra “faşistlerin büyük bir kısmı daha az iş bulabiliyor” dersem, o vakit faşistlerin haklarını savunmamız gerektiğini söylemiş olmam. Argüman inşa ederken kullanılan bu yol, tümüyle yanlış ve anlamsızdır.

“Transların hakları” meselesini ele aldığımızda bu yönelimin ilginç, yeni ve anlamlı olduğunu söylüyorlar ve bu meselenin diğer tüm meseleleri gölgede bırakması gerektiği iddiasında bulunuyorlar. Şunu kimse unutmamalı: bu grup gerçek insanlardan oluşuyor ve işçi sınıfı içerisinde kafa karışıklığına, dağınıklığa sebep olmak için bizzat burjuvazi eliyle imal edilmiş ideolojik bir ürün değil. Dolayısıyla işçi sınıfı içerisinde önemsiz bir niceliğe sahip olan bu kesimin toplumdaki yüzdesinin küçük olup olmamasının bir önemi yok.

Adaletsizliğe sebep olan ve tüm işçi gruplarına tatbik edilen ayrımcılığa karşı olduğumuzu açık bir dille belirtmeliyiz. Bu ifade ve görüş herkesi kapsıyor. Yeterince kapsayıcı yani.

Siyah Milliyetçiliği ve Burjuva Milliyetçiliğine Karşı Proleter Enternasyonalizm

Biz ırkçılığa da bu şekilde yaklaşıyoruz. Geçenlerde Brixton’daydım. Biri yanıma gelip “Burada yaşananlar sence ırkla mı yoksa sınıfla mı alakalı? diye sordu. Bu işçi arkadaşa zulmün temelinin sınıfsal olduğunu söyleyince “Hayır!” deyip uzaklaştı, çünkü siyahîydi. Peki bu kongre salonunda siyahîler neden yok? Olmalılar. Irkçılık ve sömürgeciliğin mirası yüzünden işçi sınıfının en alt kesimi içerisinde kalmaya mahkûm edilmiş siyah işçiler burada olmalı.

Siyah işçiler, kendilerini işçi sınıfı siyasetinin ana yönelimi içerisinde tanımlamıyorlar. Çünkü biz onları böldük. Siyahîlere beyazların ırkçı oldukları söylendi, beyazlar ırkçılığa yönlendirildiler. Her gün ortaya konulan, bizi bölmeye yönelik onca çaba sonuç veriyor: bugün politik örgütlerimiz, kitle örgütlerimiz içerisinde küçük küçük gettolar oluşuyor.

Britanya’da yaşayan Türk yoldaşımız, kendisini Britanyalı işçi mi yoksa bir Türk olarak mı tanımlamalı? O, her şeyden önce Türk müdür? Bu ülkede devrimci hareketin yüzleştiği çok önemli bir sorundur bu.

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki bugün Londra’da birçok konuda benimle aynı fikirde olacak yüzlerce binlerce komünist var. Ama gelip bizim örgüte katılmazlar ve şunu söylerler: “çünkü ben Türküm. Benim mücadelem, kendimi en güçlü bağlarla tarif ettiğim mücadele, şu an Türkiye’de sürmekte. Orada yaşamıyorum, çocuklarım burada okula gidiyor, ben burada yaşıyorum, buranın sorunlarıyla uğraşıyorum, aslında Britanyalı bir işçiyim, çocuklarım Türkçe bilmiyor, ama ben Türküm, çocuklarımın size karışmasını istemiyorum, onların yüzlerini Türkiye’ye dönmesini istiyorum.”

Bu türden bir “devrimci”nin çocuklarını ilgili temelde devrimci siyasete çekmek neredeyse imkânsızdır. Britanyalı oldukları için Türkiye ile gerçek bir ilişki kurmazlar. Burada doğmuşlardır çünkü. Arkadaşlarının, etrafındaki insanların kültürlerini benimsemişlerdir. Britanya’da doğup büyüyen çocuklar kültürel açıdan Britanyalıdır. Onlardaki Britanyalılığı inkâr etmek, Britanya kültürünü değiştirme hakkını ellerinden almak, Britanya işçi hareketine katılmaktan alıkoymak, hayatlarındaki yanlışları düzeltme imkânından onları mahrum bırakmak, her iki kültür içerisinde yaşayanlardan kopmaları anlamına gelecektir.

Peki biz bu şekilde mi devam edeceğiz, ayrışıp bölünecek miyiz? Burjuvazinin dayattığı modayı takip etmek zorunda mıyız?

Bu kimlik hareketini bize dayatan burjuvazi, bunu genç işçilerin kafasını karıştırmak ve onları birbirinden kopartmak için yapıyor.

Son olarak şunu söyleyeyim: “Biz transfobik değiliz!” Bu cümle bizi korkutmasın. Biz işçi sınıfına mensup herhangi bir gruba karşı ayrımcılık yapılması fikrini asla savunmayız. Biz birliği, ortak mücadeleyi, mutabakatı, kapsamlı ve hoşgörülü toplumu savunuruz. Ama öte yandan biz, bu bölücü ideolojiyi asla savunmayız ve burjuvazinin onu bize dayatmasına asla izin vermeyiz!

Teşekkür ederim yoldaşlar.

Proletarian Writers
23 Mart 2019
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder