12 Ekim günü Kuzey Kore’de faaliyet yürüten propaganda
amaçlı internet sitesi Arirang Meari, Netflix’te yayınlanan ve tüm
dünyada büyük ilgi gören Squid Game [“Kalamar Oyunu”] isimli dizinin,
çürümenin ve düzenbazlığın her yanı sardığı Güney Kore’deki “vahşi kapitalizm”i
ifşa ettiğini söyledi. Güney Kore’de çekilen, bugünlerde
dünya genelinde Netflix’e yönelik ilginin artmasına sebep olan bu dokuz
bölümlük dizi, sadece Kuzey Kore kaynaklı demagojiyi değil, filmin tuttuğu
aynada kapitalizmin acımasız gerçekliğinin yansıdığını söyleyen birçok yerli ve
yabancı ismin eleştirilerini teşvik etti.
Battle Royale [“Ölüm
Oyunu”], As the Gods Will [“Tanrıların İstediği Gibi”] ve Hunger
Games [“Açlık Oyunları”] gibi çalışmalara ait detayları bir araya getiren
dizi, görsel efekt konusunda da başarılı bir çalışma. Kanlı sahneleri ve
karakterlerinin düz olmasına rağmen, bu Güney Kore’den çıkma kültürel ürün,
Netflix’te en çok izlenen diziler arasına girdi. Elde ettiği başarı sayesinde Squid
Game, Netflix’in abone sayısının artmasına katkı sundu, ayrıca yayıncılık
alanında süren savaşta şirketin elini güçlendirdi.
Birçok gözlemci, en azından Kuzey Kore
medyasındakiler, dizide aktarılan, borç batağında olduğu için ölümle
sonuçlanacak bir yarışmanın içine giren ve hiçbir yardım görmediği için ölüp
giden insanların anlatıldığı dramatik hikâyenin Güney Kore’nin toplumsal
gerçekliği ile gayet iyi örtüştüğü iddiasındalar.
Kuzey Kore’deki ajitprop çalışmasının ürünü olan bakış
açısı da dâhil, filmle ilgili tüm bakış açıları, kapitalizmin acımasız şiddeti
ile kimsenin kazanmadığı oyun arasındaki alegorik ilişkiyi hep bir ağızdan
dillendirdiler. Diziyi izleyenlerin büyük bir bölümü, dramatik kurgusunun
amacının kapitalizmi eleştirmek olduğu fikrini hemen benimsedi. Gelgelelim,
benim bu konuda şüphelerim var.
Squid Game’in ne
anlattığı konusunda elimizde bir ipucu var aslında. Filmin bir sahnesinde,
masanın üzerinde Jacques Lacan’ın Arzunun Teorisi isimli kitabının
Kore’de basılan hâli duruyor. Aynı sahnede Lacan’ın on birinci semineri de
gösteriliyor. Arzunun Teorisi kitabının yanında ise René Magritte’in
resimlerinin yer aldığı kitap var. Bu kitaplar aslında, o heyecan verici
oyundan çıkartılacak ahlakî sonuca anıştırmada bulunuyorlar. Bu türden ağır ve
etkili kitaplar, esasen, yönetmenin seyirciyi maniple etme niyetini ve bu yönde
ortaya koyduğu çabaların ardındaki gizli motivasyon kaynağını ifşa ediyor.
Buradan anlıyoruz ki bu Kore dizisinin amacı, arzu
sorunu ve onun hayatta kalma oyunu ile ilişkisini ele almak. Yüzeyden
bakıldığında, sanki kapitalizmi eleştiriyormuş gibi yapıyor ve borç üzerine
kurulu ekonominin acımasız gerçekliğine işaret ediyor. Ama öte yandan dizi,
politik eğilimini hiç gizleme gereği duymadan ortaya koyuyor ve neoliberal
kurgunun borçlu yoksulları ortaya çıkartmasını eleştiriyor.
Ama şunu da kabul etmek lazım: Dizinin hikâyesinin,
kapitalizmdeki yapısal eşitsizliği tüm yönleriyle ortaya koyduğunu
söyleyemeyiz. Aksine dizi, bireyin kuralları çiğneyerek oyunun herkesi
eşitleyen hakkaniyetli yanına halel getirdiği üzerinde duruyor. Hikâyenin
üzerinde durduğu ana nokta, eşitsizliklerin ortadan kaldırılması değil, adil
kanunlar çıkartılması talebi.
Bu bakış açısı ise Marx’tan çok Bentham’ın görüşüne
yakın duruyor. Çünkü film, oyun sürecini sınıf mücadelesi değil, disiplin
sürecini yöneten ve cezaları veren bir panoptikon olarak tarif ediyor.
Bentham, bu hapishaneye “Denetim Evi” veya “Deneyevi”
adını veriyor. Bu tür bir yapının amacı ise sorun çıkartan bireylerin disipline
edilmesi. Yapıdaki dairesel gözetleme sistemi, suçluların rehabilite edilmesi
için kullanılıyor. Yanlışları düzelten bu evin en gerekli unsuru ise denetleme
ilkesi.
Bentham’a göre, “kendilerini denetlemek zorunda olan
kişilerin gözünden ne kadar çok insan denetlenirse, kurulu düzenin belirlediği
amaca o kadar kusursuz bir biçimde ulaşılır.[1] Islahevi işlevini denetçi
üzerinden görür, gözetleme işlemi herkese eşit olarak tatbik edilir.
Squid Game,
panoptikonun en önemli ilkesinin insanların gönüllü itaati üzerine kurulu bir
rejimde onların kontrolünü sağlamak olduğunu ortaya koyuyor. Kuzey Koreli
internet sitesinin yaptığı analizin aksine dizide aktarılan Kore toplumu,
esasen acımasız kapitalizmi değil, gerçekliğin ideolojik yeniden üretimini
anlatıyor.
Her ne kadar bu Netflix dizisi, gözetleme
kapitalizmini eleştiriyormuş gibi görünse de aslında amacı, kapitalizmi
kötülemek değil, kapitalist sistem için sıkıntıyı ifade eden, kanunların ihlali
meselesini eleştirmektir.
Dizinin baş kahramanı Gi-hun’un son sahnede aldığı
karar, dizinin yeni sezonu çekilsin diye eklenmiş bir bahaneden ibarettir, ama
aynı zamanda bu sahne, hikâyenin ana konusunu da ortaya koymaktadır.
Özetle, Squid Game dizisi, adil bir oyunun
kurallarını bile isteye ihlal eden yoksul insanların cezalandırılmasını anlatan
didaktik bir oyundan başka bir şey değildir. Anladığımız kadarıyla Kore’deki
gelişkin kapitalizmi sembollerle anlatan film, arzu meselesini Lacancı anlayış
üzerinden analiz etmektedir. Dizinin arzuyu tarifi ise daha çok faydacı
liberalizme yakın düşmektedir.
Kumar dâhil her türden oyunun ana ilkesi, herkese eşit
şans sunmaktır. Piyangoda da durum bu şekildedir. Oysa Gi-hun, filmde insafsız
denetçilerin kendisini kandırdıklarını ve kendi iyi niyetinden istifade
ettiklerini anlar. Ayrıca Gi-hun, panoptikonun kurucusunun kim olduğunu da
öğrenir ki bu, aslında Bentham’ın istediği bir şey değildir. Gi-hun’un
öğrendiği bir şey de panoptikonun kurucusunun merhametli insanlar olabileceği
ihtimaline inanmayan bir kişi olduğudur.
Gi-hun’un tepesi, tam da oyunun eşitsiz işleyişi
üzerine atar. Yoksulluk, o Malthusçu fare yarışına katılmaya itmişse de onu
harekete geçiren şey, kumarda olduğu gibi çok para kazanmak değildir. Son
sahnede de gördüğümüz üzere Gi-hun, oyuna tekrar katılmaya, yaşadığı yoğun öfke
sebebiyle karar verir.
Peki Gi-hun tam kaçacakken o ölüm oyununa neden geri
dönmüştür? Özgürlüğünden neden vazgeçmiş, hayatını neden riske atmıştır? Sanki
özgür insanın cesaretlendiği, kendisini kahraman gibi hissettiği o an Gi-hun’u
değiştirmiş gibidir, oysa onu bu karara iten gizli itki ondaki suçluluk
duygusudur. Attığı adımın ahlakla değil, bu tür bir oyuna devam etme arzusuyla
alakası vardır. Ölüm korkusu etrafında oluşan hazza yönelik takıntısından
vazgeçemez. Gi-hun’daki etik duruş, bu berbat ama gerçek tavrını gizlemek içindir.
Dolayısıyla Squid Game kapitalizme yönelik
köklü bir eleştiri sunmaz. Dizinin odağında hakkaniyetli ve adil oyun fikri
durur, o ölümcül yarışa yönelik bir reddiyeyi kesinlikle içermez.
Gi-hun’un kendisinde eklenti gibi duran o ahlakî
duruşu, esasen hazzın dağıtılması ve adaletin sağlanması noktasında aynı
kuralların tüm katılımcılar için geçerli olmasına vurgu yapmaktadır. Faydacı
fikriyatın biçimlendirdiği zeminde saklı olan mesaj ise adil rekabete bir
şekilde hile karıştırmış, oyunda mızıkçılık yapmış bir avuç suçlu şahsında,
yoksulların cezalandırılması anlayışı üzerine kuruludur.
Dizinin o rahatsız edici hikâyesi sürekli, oyundan
atılanların neden atıldıklarına ilişkin salak saçma sebepler öne sürmektedir.
Oyunu izleyen zenginlerse berbat bir biçimde resmedilmişlerdir. Bu açıdan dizi
de burjuva edebiyatına ait pornografik klişeleri tekrarlamakla yetinmekte, bu
bağlamda zenginler, sadece oyunu eğlence olsun diye seyreden, oyundan kâr elde
etme derdinde olmayan kişiler olarak takdim edilmektedir.
Beni burada asıl ilgilendirense, bu Kore dizisinin
neden anti-kapitalist bir çalışma olarak algılandığıdır. Bu Kore yapımı Netflix
dizisi, dünya genelinde neden popüler olmuştur? Asıl soru budur.
Madrid’de çıkan İspanyol medya organı El País’e
verdiği röportajda Byung-Chul Han, Squid Game’in elde ettiği
popülaritenin topyekûn hâkimiyete dair bir gösterge olduğunu, ayrıca dizinin
“kapitalizmin en aşırı biçiminin asli yönü”nü temsil ettiğini söylüyor.
Han da bu Netflix dizisini Kuzey Kore sitesindeki kaba
gerçekçilik gibi anlıyor. Han ve Kuzey Kore’deki propaganda mekanizması, Güney
Kore’deki kapitalizm yorumunun dizilere ve filmlere yansıyan hâlinin basit
manada toplumsal gerçekliği yansıtmadığını görmüyor. Sembolik temsil, bu
hâliyle gerçekliğin parçası elbette, ama kapitalizme ait gerçekler, o temsilin
resmi mantığına tümüyle dâhil edilmiyor.
Slavoj Žižek’in ifadesiyle, Squid Game kapitalizmin
berbat gerçekliğini gündelik hayattan gizlemek için üretilmiş kötü bir sanat
ürünü. O hâlde “biz arzuladığımızı düşündüğümüz şeyleri gerçekten istemiyor
olabiliriz.” Aslında arzulama hâlinin devam etmesini istiyoruz.
Byung-Chul Han’ın önermesinin aksine Squid Game,
kapitalizmin tümden bittiğini anlatmıyor, o, kültür endüstrisinin ideolojik
anlamda yürüttüğü aldatma faaliyetinin bir parçası olarak varoluyor.
Bu mekanizma, kendi içinde kapitalizmdeki sapkınlığı
bir biçimde dengeliyor. Netflix, kendisi gibi büyük veri şirketlerini eleştiren
Sosyal İkilem isimli belgesel filmin
yapımcılığını ve dağıtım işini üstlenebiliyor mesela.
Bu çelişki, kapitalizmin bilinçaltımızı tümden
tekeline aldığı anlamına gelmiyor elbette. Bilâkis, o, bize rejime gönüllü
itaat etmedeki insanı edilgenleştiren yanın keyfini çıkarttığımızı anlatıyor.
Žižek’i destekleyen yaklaşımı dâhilinde Robert
Pfaller, “edilgen insanların haz için arzularından kaçtıklarını, o arzuyu başka
insanlara, hayvanlara, makinelere vs. aktardıklarını” söylüyor.[2] Edilgenlik
kavramı, seçme özgürlüğünden vazgeçmenin bize nasıl zevk verebileceğini izah
ediyor.
Squid Game’deki edilgenlikle alakalı düzenlemeleri
dikkate aldığımızda, filmin dramatik kurgusunun da bu edilgenliği kabul
ettiğini görüyoruz.
Biz zaten bu Netflix dizisinin daha onu izlemeye
başlamadan kapitalizm sorununu ortaya koymak zorunda olduğunu “biliyoruz”. Bu
tür bir medya pratiğinde, yani internet yayıncılığındaki mekanik işleyiş
dâhilinde sürece Netflix izleyicisi olarak katılımımız bir tür aşırılık hâlini
alıyor. Başka bir ifadeyle, Netflix dizisindeki faydacılığı esas alan ölçüsüz
arzunun eleştirisi üzerine kurulu içsel mantık, kendisini gerçekleştirirken
izleyiciler olmaksızın kendi varlığını tamama erdiriyor, kapatıyor.
Squid Game’den
keyif almak suretiyle biz, kapitalizmdeki rezilliği fazladan takdir eden
yanımızdan uzaklaşma ve o takdiri Netflix’e gösterme imkânı buluyoruz.
Arzumuzun yerine geleceği o anı ertelememizi sağlayan bu tarafsızlık hâli, yeni
medyanın dayattığı ideolojik bir gerekliliktir.
Fazla arzunun normalleşmesi, algoritmaları esas alan
mekanizmaların edilgen biçimde düzenlenmesiyle daha üst bir aşama geçmiş gibi
görünüyor. Bugün neyi izlemek zorunda olduğumuzu bilmemize gerek yok artık.
Dahası, artık gerçekten arzuladığımız şeyi arzulamamıza bile gerek yok. Bu
normalleşmiş gönüllü itaat hâli, kapitalist üretim tarzının muhafaza
edilmesinin koşuludur.
Alex Taek-Gwang Lee
20 Aralık 2021
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Jeremy Bentham, The Panopticon Writings, Yayına Hz.: Miran Božovič,
Londra: Verso, 1995, s. 34.
[2] Robert Pfaller, Interpassivity: The Aesthetics
of Delegated Enjoyment, Edinburgh: Edinburgh University Press, 2017, s. 16.
[Alex Taek-Gwang Lee, Güney Koreli felsefeci ve kültür
eleştirmenidir. Kendisi, Kyung Hee Üniversitesi’nde kültür çalışmaları
profesörüdür, ayrıca 2016’da yayımlanan The Idea of Communism [“Komünizm
Fikri”] isimli kitabın yayın yönetmenidir.]
0 Yorum:
Yorum Gönder