Pages

17 Mart 2022

Kalamar Oyunu’nun Arzusu


12 Ekim günü Kuzey Kore’de faaliyet yürüten propaganda amaçlı internet sitesi Arirang Meari, Netflix’te yayınlanan ve tüm dünyada büyük ilgi gören Squid Game [“Kalamar Oyunu”] isimli dizinin, çürümenin ve düzenbazlığın her yanı sardığı Güney Kore’deki “vahşi kapitalizm”i ifşa ettiğini söyledi. Güney Kore’de çekilen, bugünlerde dünya genelinde Netflix’e yönelik ilginin artmasına sebep olan bu dokuz bölümlük dizi, sadece Kuzey Kore kaynaklı demagojiyi değil, filmin tuttuğu aynada kapitalizmin acımasız gerçekliğinin yansıdığını söyleyen birçok yerli ve yabancı ismin eleştirilerini teşvik etti.

Battle Royale [“Ölüm Oyunu”], As the Gods Will [“Tanrıların İstediği Gibi”] ve Hunger Games [“Açlık Oyunları”] gibi çalışmalara ait detayları bir araya getiren dizi, görsel efekt konusunda da başarılı bir çalışma. Kanlı sahneleri ve karakterlerinin düz olmasına rağmen, bu Güney Kore’den çıkma kültürel ürün, Netflix’te en çok izlenen diziler arasına girdi. Elde ettiği başarı sayesinde Squid Game, Netflix’in abone sayısının artmasına katkı sundu, ayrıca yayıncılık alanında süren savaşta şirketin elini güçlendirdi.

Birçok gözlemci, en azından Kuzey Kore medyasındakiler, dizide aktarılan, borç batağında olduğu için ölümle sonuçlanacak bir yarışmanın içine giren ve hiçbir yardım görmediği için ölüp giden insanların anlatıldığı dramatik hikâyenin Güney Kore’nin toplumsal gerçekliği ile gayet iyi örtüştüğü iddiasındalar.

Kuzey Kore’deki ajitprop çalışmasının ürünü olan bakış açısı da dâhil, filmle ilgili tüm bakış açıları, kapitalizmin acımasız şiddeti ile kimsenin kazanmadığı oyun arasındaki alegorik ilişkiyi hep bir ağızdan dillendirdiler. Diziyi izleyenlerin büyük bir bölümü, dramatik kurgusunun amacının kapitalizmi eleştirmek olduğu fikrini hemen benimsedi. Gelgelelim, benim bu konuda şüphelerim var.

Squid Game’in ne anlattığı konusunda elimizde bir ipucu var aslında. Filmin bir sahnesinde, masanın üzerinde Jacques Lacan’ın Arzunun Teorisi isimli kitabının Kore’de basılan hâli duruyor. Aynı sahnede Lacan’ın on birinci semineri de gösteriliyor. Arzunun Teorisi kitabının yanında ise René Magritte’in resimlerinin yer aldığı kitap var. Bu kitaplar aslında, o heyecan verici oyundan çıkartılacak ahlakî sonuca anıştırmada bulunuyorlar. Bu türden ağır ve etkili kitaplar, esasen, yönetmenin seyirciyi maniple etme niyetini ve bu yönde ortaya koyduğu çabaların ardındaki gizli motivasyon kaynağını ifşa ediyor.

Buradan anlıyoruz ki bu Kore dizisinin amacı, arzu sorunu ve onun hayatta kalma oyunu ile ilişkisini ele almak. Yüzeyden bakıldığında, sanki kapitalizmi eleştiriyormuş gibi yapıyor ve borç üzerine kurulu ekonominin acımasız gerçekliğine işaret ediyor. Ama öte yandan dizi, politik eğilimini hiç gizleme gereği duymadan ortaya koyuyor ve neoliberal kurgunun borçlu yoksulları ortaya çıkartmasını eleştiriyor.

Ama şunu da kabul etmek lazım: Dizinin hikâyesinin, kapitalizmdeki yapısal eşitsizliği tüm yönleriyle ortaya koyduğunu söyleyemeyiz. Aksine dizi, bireyin kuralları çiğneyerek oyunun herkesi eşitleyen hakkaniyetli yanına halel getirdiği üzerinde duruyor. Hikâyenin üzerinde durduğu ana nokta, eşitsizliklerin ortadan kaldırılması değil, adil kanunlar çıkartılması talebi.

Bu bakış açısı ise Marx’tan çok Bentham’ın görüşüne yakın duruyor. Çünkü film, oyun sürecini sınıf mücadelesi değil, disiplin sürecini yöneten ve cezaları veren bir panoptikon olarak tarif ediyor.

Bentham, bu hapishaneye “Denetim Evi” veya “Deneyevi” adını veriyor. Bu tür bir yapının amacı ise sorun çıkartan bireylerin disipline edilmesi. Yapıdaki dairesel gözetleme sistemi, suçluların rehabilite edilmesi için kullanılıyor. Yanlışları düzelten bu evin en gerekli unsuru ise denetleme ilkesi.

Bentham’a göre, “kendilerini denetlemek zorunda olan kişilerin gözünden ne kadar çok insan denetlenirse, kurulu düzenin belirlediği amaca o kadar kusursuz bir biçimde ulaşılır.[1] Islahevi işlevini denetçi üzerinden görür, gözetleme işlemi herkese eşit olarak tatbik edilir.

Squid Game, panoptikonun en önemli ilkesinin insanların gönüllü itaati üzerine kurulu bir rejimde onların kontrolünü sağlamak olduğunu ortaya koyuyor. Kuzey Koreli internet sitesinin yaptığı analizin aksine dizide aktarılan Kore toplumu, esasen acımasız kapitalizmi değil, gerçekliğin ideolojik yeniden üretimini anlatıyor.

Her ne kadar bu Netflix dizisi, gözetleme kapitalizmini eleştiriyormuş gibi görünse de aslında amacı, kapitalizmi kötülemek değil, kapitalist sistem için sıkıntıyı ifade eden, kanunların ihlali meselesini eleştirmektir.

Dizinin baş kahramanı Gi-hun’un son sahnede aldığı karar, dizinin yeni sezonu çekilsin diye eklenmiş bir bahaneden ibarettir, ama aynı zamanda bu sahne, hikâyenin ana konusunu da ortaya koymaktadır.

Özetle, Squid Game dizisi, adil bir oyunun kurallarını bile isteye ihlal eden yoksul insanların cezalandırılmasını anlatan didaktik bir oyundan başka bir şey değildir. Anladığımız kadarıyla Kore’deki gelişkin kapitalizmi sembollerle anlatan film, arzu meselesini Lacancı anlayış üzerinden analiz etmektedir. Dizinin arzuyu tarifi ise daha çok faydacı liberalizme yakın düşmektedir.

Kumar dâhil her türden oyunun ana ilkesi, herkese eşit şans sunmaktır. Piyangoda da durum bu şekildedir. Oysa Gi-hun, filmde insafsız denetçilerin kendisini kandırdıklarını ve kendi iyi niyetinden istifade ettiklerini anlar. Ayrıca Gi-hun, panoptikonun kurucusunun kim olduğunu da öğrenir ki bu, aslında Bentham’ın istediği bir şey değildir. Gi-hun’un öğrendiği bir şey de panoptikonun kurucusunun merhametli insanlar olabileceği ihtimaline inanmayan bir kişi olduğudur.

Gi-hun’un tepesi, tam da oyunun eşitsiz işleyişi üzerine atar. Yoksulluk, o Malthusçu fare yarışına katılmaya itmişse de onu harekete geçiren şey, kumarda olduğu gibi çok para kazanmak değildir. Son sahnede de gördüğümüz üzere Gi-hun, oyuna tekrar katılmaya, yaşadığı yoğun öfke sebebiyle karar verir.

Peki Gi-hun tam kaçacakken o ölüm oyununa neden geri dönmüştür? Özgürlüğünden neden vazgeçmiş, hayatını neden riske atmıştır? Sanki özgür insanın cesaretlendiği, kendisini kahraman gibi hissettiği o an Gi-hun’u değiştirmiş gibidir, oysa onu bu karara iten gizli itki ondaki suçluluk duygusudur. Attığı adımın ahlakla değil, bu tür bir oyuna devam etme arzusuyla alakası vardır. Ölüm korkusu etrafında oluşan hazza yönelik takıntısından vazgeçemez. Gi-hun’daki etik duruş, bu berbat ama gerçek tavrını gizlemek içindir.

Dolayısıyla Squid Game kapitalizme yönelik köklü bir eleştiri sunmaz. Dizinin odağında hakkaniyetli ve adil oyun fikri durur, o ölümcül yarışa yönelik bir reddiyeyi kesinlikle içermez.

Gi-hun’un kendisinde eklenti gibi duran o ahlakî duruşu, esasen hazzın dağıtılması ve adaletin sağlanması noktasında aynı kuralların tüm katılımcılar için geçerli olmasına vurgu yapmaktadır. Faydacı fikriyatın biçimlendirdiği zeminde saklı olan mesaj ise adil rekabete bir şekilde hile karıştırmış, oyunda mızıkçılık yapmış bir avuç suçlu şahsında, yoksulların cezalandırılması anlayışı üzerine kuruludur.

Dizinin o rahatsız edici hikâyesi sürekli, oyundan atılanların neden atıldıklarına ilişkin salak saçma sebepler öne sürmektedir. Oyunu izleyen zenginlerse berbat bir biçimde resmedilmişlerdir. Bu açıdan dizi de burjuva edebiyatına ait pornografik klişeleri tekrarlamakla yetinmekte, bu bağlamda zenginler, sadece oyunu eğlence olsun diye seyreden, oyundan kâr elde etme derdinde olmayan kişiler olarak takdim edilmektedir.

Beni burada asıl ilgilendirense, bu Kore dizisinin neden anti-kapitalist bir çalışma olarak algılandığıdır. Bu Kore yapımı Netflix dizisi, dünya genelinde neden popüler olmuştur? Asıl soru budur.

Madrid’de çıkan İspanyol medya organı El País’e verdiği röportajda Byung-Chul Han, Squid Game’in elde ettiği popülaritenin topyekûn hâkimiyete dair bir gösterge olduğunu, ayrıca dizinin “kapitalizmin en aşırı biçiminin asli yönü”nü temsil ettiğini söylüyor.

Han da bu Netflix dizisini Kuzey Kore sitesindeki kaba gerçekçilik gibi anlıyor. Han ve Kuzey Kore’deki propaganda mekanizması, Güney Kore’deki kapitalizm yorumunun dizilere ve filmlere yansıyan hâlinin basit manada toplumsal gerçekliği yansıtmadığını görmüyor. Sembolik temsil, bu hâliyle gerçekliğin parçası elbette, ama kapitalizme ait gerçekler, o temsilin resmi mantığına tümüyle dâhil edilmiyor.

Slavoj Žižek’in ifadesiyle, Squid Game kapitalizmin berbat gerçekliğini gündelik hayattan gizlemek için üretilmiş kötü bir sanat ürünü. O hâlde “biz arzuladığımızı düşündüğümüz şeyleri gerçekten istemiyor olabiliriz.” Aslında arzulama hâlinin devam etmesini istiyoruz.

Byung-Chul Han’ın önermesinin aksine Squid Game, kapitalizmin tümden bittiğini anlatmıyor, o, kültür endüstrisinin ideolojik anlamda yürüttüğü aldatma faaliyetinin bir parçası olarak varoluyor.

Bu mekanizma, kendi içinde kapitalizmdeki sapkınlığı bir biçimde dengeliyor. Netflix, kendisi gibi büyük veri şirketlerini eleştiren Sosyal İkilem isimli belgesel filmin yapımcılığını ve dağıtım işini üstlenebiliyor mesela.

Bu çelişki, kapitalizmin bilinçaltımızı tümden tekeline aldığı anlamına gelmiyor elbette. Bilâkis, o, bize rejime gönüllü itaat etmedeki insanı edilgenleştiren yanın keyfini çıkarttığımızı anlatıyor.

Žižek’i destekleyen yaklaşımı dâhilinde Robert Pfaller, “edilgen insanların haz için arzularından kaçtıklarını, o arzuyu başka insanlara, hayvanlara, makinelere vs. aktardıklarını” söylüyor.[2] Edilgenlik kavramı, seçme özgürlüğünden vazgeçmenin bize nasıl zevk verebileceğini izah ediyor.

Squid Game’deki edilgenlikle alakalı düzenlemeleri dikkate aldığımızda, filmin dramatik kurgusunun da bu edilgenliği kabul ettiğini görüyoruz.

Biz zaten bu Netflix dizisinin daha onu izlemeye başlamadan kapitalizm sorununu ortaya koymak zorunda olduğunu “biliyoruz”. Bu tür bir medya pratiğinde, yani internet yayıncılığındaki mekanik işleyiş dâhilinde sürece Netflix izleyicisi olarak katılımımız bir tür aşırılık hâlini alıyor. Başka bir ifadeyle, Netflix dizisindeki faydacılığı esas alan ölçüsüz arzunun eleştirisi üzerine kurulu içsel mantık, kendisini gerçekleştirirken izleyiciler olmaksızın kendi varlığını tamama erdiriyor, kapatıyor.

Squid Game’den keyif almak suretiyle biz, kapitalizmdeki rezilliği fazladan takdir eden yanımızdan uzaklaşma ve o takdiri Netflix’e gösterme imkânı buluyoruz. Arzumuzun yerine geleceği o anı ertelememizi sağlayan bu tarafsızlık hâli, yeni medyanın dayattığı ideolojik bir gerekliliktir.

Fazla arzunun normalleşmesi, algoritmaları esas alan mekanizmaların edilgen biçimde düzenlenmesiyle daha üst bir aşama geçmiş gibi görünüyor. Bugün neyi izlemek zorunda olduğumuzu bilmemize gerek yok artık. Dahası, artık gerçekten arzuladığımız şeyi arzulamamıza bile gerek yok. Bu normalleşmiş gönüllü itaat hâli, kapitalist üretim tarzının muhafaza edilmesinin koşuludur.

Alex Taek-Gwang Lee
20 Aralık 2021
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Jeremy Bentham, The Panopticon Writings, Yayına Hz.: Miran Božovič, Londra: Verso, 1995, s. 34.

[2] Robert Pfaller, Interpassivity: The Aesthetics of Delegated Enjoyment, Edinburgh: Edinburgh University Press, 2017, s. 16.

[Alex Taek-Gwang Lee, Güney Koreli felsefeci ve kültür eleştirmenidir. Kendisi, Kyung Hee Üniversitesi’nde kültür çalışmaları profesörüdür, ayrıca 2016’da yayımlanan The Idea of Communism [“Komünizm Fikri”] isimli kitabın yayın yönetmenidir.]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder