Kovid’den
önce benim çocuklarımın da gittiği okulda ırkçılıkla ilgili sorunlarla
karşılaşılıyordu. Hatta okuldaki öğretmenler, siyahî öğrencilere yönelik aleni
ırkçı saldırıları görmezden gelmekle suçlanmışlardı.
Irkçılık
öyle yaygınlaşmış ki okul mesele ile ilgili olarak, ebeveynlerin öncülük ettiği
bir komite üzerinden öğrencileri bu yönelimlerinden kurtarmak için çalışma
başlatmak zorunda kalmıştı. Ne var ki okul mezunu siyahîler, söz konusu
komiteyi de ırkçı bulup eleştirmişlerdi.
Bana
o günlerde bu süreç, Demokrat Parti için yürütülen, şirketler eliyle
desteklenmiş politik kampanyanın basit bir bileşeniymiş gibi gelmişti. O
günlerde yumruklarını havaya kaldırıp “Siyahların Hayatı Önemlidir” diye
bağıranlar, zamanla Yurtseverlik Kanunu ve bilcümle ceza kanununun mimarı
olmakla övünen Joe Biden’ın destekçileri hâline geldiler. Oysa okuldan
hapishaneye uzanan yolun da, “terörle mücadele” denilen ırkçı ve sömürgeci
saldırının da, hapishane-sanayi kompleksinin de mimarı Biden’dı.
İşin
tuhaf yanı, her şeyin yönetici sınıfın çıkarlarına hizmet ediyor olması.
Sonuçta o komitenin faaliyetlerine katıldığım için sonrasında kendimi epey kötü
hissetmiştim.
“Siyahların
hayatı önemlidir” diyen bu okul, bugün katı aşı politikasını uygulama
kararlılığı içerisinde.
Oğlum
dedikoduyu sevmez, kimsenin arkasından da konuşmaz. Ama geçen gün tüm okulun
henüz deney aşamasında olan aşıları olmadıkları için birkaç çocuğu ezmeye
çalıştığını söyledi. Oğlum daha önce de zor günler geçiren Siyahî arkadaşı için
de üzülmüş, ırkçı saldırılara maruz kaldığı için öfkelenmişti.
Irk
ve Kovid aşıları ile ilgili buna benzer çok fazla olay yaşanıyor.
Aşı
yaptırımlarının insanları kapalı alanlarda yapılacak aktivitelerden uzak
tuttuğu New York şehrinde Siyahların neredeyse yarısı bu deneysel aşıyı olmayı
reddetti. Bugün Siyahların yarısını kapalı alan aktivitelerine almamaya kim
nasıl kılıf bulacak? Bunun adı nedir?
Ortada
yaptırım ve dayatma olmamasına karşın bazı işyerlerinin aşısız insanları
mekânlarına almaması yanlış bir uygulama. Oysa Kovid’e yakalanma riski obez,
yaşlı ve kronik durumda olmaya göre farklılık arz ediyor.
Bugün
bilim insanları ve doktorlar, aşıların güvenli olup olmaması yanında verimli
olup olmadığını da tartışıyorlar.
Ama
bugün kendilerine “cemaat lideri” diyen bazı işyeri sahipleri, büyük ilâç
tekelleri için çığırtkanlık yapıyorlar ve kendince tercihte bulunan insanları
eleştirip birilerine dalkavukluk yapıyor, buradan da toplumsal hiyerarşide
yukarı tırmanmış olmalarıyla övünüyorlar. Oysa bu süreçte ABD’de Siyahîlerin
sahip olduğu küçük işletmelerin yüzde kırkı kapandı.
Bugün
virüsle mücadele maskesi takan saldırganlar, her şeyi kendilerince
yeniliyorlar. Kimse, suçla, uyuşturucuyla vs. mücadele dâhilinde nelerin olup
bittiğini görmüyor.
Evde
çalışma imkânı bulan veya çalışmama şansına sahip imtiyazlı insanlar için Kovid
dönemi rahat geçti. Ama bu insanlar söz konusu rahatlığa, oligarşi lehine
işleyen ekonomik yeniden inşa sürecinin çilesini çekenlerin hilafına
kavuşabildiler.
Bu
dönemde eşi benzeri görülmemiş bir servet transferine tanık olundu. Zaten
sömürülen halkın elinde olanlar, aşırı zengin ve güçlü insanların avuçlarına
aktı. Bir yandan da bu zenginlerin ve muktedirlerin hayalini kurdukları
neoliberal yeniden yapılanma projesi, hayatları kurtarma bahanesiyle uygulamaya
konuldu.
Sömürü
ve boyun eğdirme pratiğinin sahip olduğu mekanizmanın bu denli basit olduğunu
görünce insanın morali bozuluyor doğrusu. Zengin oligarklar öyle güçlüler ki
her şeye onlar sahipler. Medya onların. Siyaset onların. Hükümetler, bilim
insanları, ordu, onların.
Her
şeye sahip olan bu insanlar bize güçler ayrılığına saygı göstermemiz
gerektiğini, bizim “temsilî demokrasi”ye güvenmek zorunda olduğumuzu, her şeye
sahip olan kişilerin atadığı Anayasa Mahkemesi’nin yönettiği hukuk sistemine
itaat etmeye mecbur olduğumuzu söylüyorlar.
Burada
tek mesele bizi bölmek, zenginleri ve muktedirleri kapitalizmin rahipleri
olarak kutsamak. Çünkü her şeye onlar sahipler, tüm yetkiler onların elinde,
buna karşılık halk güçten de yetkiden de mahrum.
ABD’de
halkın gücünü şirketlerin kölesi olmuş, pisliğe gömülmüş iki politik parti
temsil ediyor. Aslında bu partiler halkı temsil etmiyorlar, ediyormuş gibi
yapıyorlar.
Kapitalizm
çerçevesinde birbiriyle mücadele ediyormuş gibi görünen, şirketlere ait iki
parti üzerine kurulu mekanizma, “demokrasi” temsilini sahnelemede öyle mahir ki
ABD’de toplumsal dinamikleri bu temsil olmadan tartışmak bile mümkün değil.
Bir
Amerikalının ideolojik eğiliminin ne yönde olduğunun bir önemi yok. Tarihsel
efsanelerin, piyeslerin, savaş müsamerelerinin, milliyetçi duygularla yoğrulmuş
destanların, Amerikan bayrağı önünde yapılan saygı törenlerinin biçimlendirdiği
hayat denilen sahne, herkesin bir biçimde içselleştirdiği otoritenin bir
parçası aslında. Bu otorite bu ülkede doğmuş olanların zihinlerine kök salmış,
bedenlerine sinmiş bir şey.
Bugün
birçok muktedir ve zengin, Demokrat Parti ile iltisaklı. Bu noktada Jeff Bezos,
Mark Zuckerberg, George Soros, Bill Gates gibi isimleri sıralamak mümkün. Oysa
patronların çıkarlarını Cumhuriyetçi Parti’nin temsil etmesi beklenirdi. Son
açıklanan rakamlar ana yönelimi ortaya koyuyor sanki:
“ABD’de son açıklanan,
gelirin partilere göre dağılımı şu şekilde: bugün yıllık 500.000 doların
üzerinde gelir elde eden vergi mükelleflerinin yüzde 65’i Demokrat Partili
şehirlerde, yıllık 100.000 dolardan az gelir elde edenlerin yüzde 74’ü ise
Cumhuriyetçi Partili şehirlerde yaşıyor. Buna bir de zaten herkesin malumu olan
şu gerçeği de eklemek gerek: tüm ülke genelinde kongreye temsilci yollayan on
en zengin şehrin hepsinin temsilcisi Demokrat Partili.”
Esasında
insanların politikmiş gibi davranmalarının bir önemi yok. Yani tümüyle
sermayenin elinde olan partilerden birine alkış tutmanız beyhude. Çünkü sizin
paranın toplumsal kurumları nasıl kontrol ettiği, değerlerimizin,
inançlarımızın ve kurallarımızın yönetici sınıfın çıkarlarınca nasıl
belirlendiği, ekonomik kast düzeninin pratikte paranın ve şiddetin
hükümranlığını daim kılmak için kapitalizme özgü yükümlülükleri nasıl dayattığı
konusunda kafa yormanız istenmiyor.
İster
inanın ister inanmayın, bugün bu türden bir muhakeme ve anlayış tarzı “komplo”
olarak damgalanıyor. Şirketlerin işledikleri suçlardan, sonu katliamlarla
neticelenen komplolardan vs. bahsettiğinizde size deli muamelesi yapılıyor.
Oysa
her şey tüm çıplaklığıyla olup bitiyor. Kendilerini istisnai varlıklar olarak
gören zenginler, şirketlere hizmet eden siyaseti haklılık iddiaları üzerinden
hüküm altına alıyorlar. Liberal siyaset, nazik ve kibar yüzüyle sömürgeciliği
sürekli kılıyor. Bunlar olurken birileri çıkıyor, sömürüye dair Marksist
analize “komplo” diyor.
Kapitalizmin
verili mekanizmasını gizleme eğilimi, Kovid döneminde uygulanan kapanmalar ve
aşılar ile ilgili zorlamalara karşı çıkanlarda karşılık buluyor. Bu sürecin
öteki tarafında duranlar, aşı ve kapanmalara karşı çıkanlar açısından tüm bu
seferberlik hâli “komünist bir girişim”den başka bir şey değil.
Haklılar.
Dünya Ekonomi Forumu, IMF, Dünya Bankası vs. üzerinden kendi çıkarlarını daim
kılmak adına komplolar tezgâhlayan o tutucu kapitalistlerin hepsi bugün
komünist. Peki uygun bir adım mı bu? Kapitalizm oportünizm olmadan yapamaz.
Yaşanan
her şeyin belirli bir anlamı ve yeri var. Kapitalist spektrumun her iki ucunda
duran faşistler ve sosyal demokratlar, her zaman kapitalist hegemonyayı daim
kılmak için mücadele ettiler. Günün sonunda bunların nihai hedefi, kapitalist
kast hiyerarşisini ve kendilerinin bu hiyerarşi içerisindeki haklı konumlarını
kalıcı kılmak.
Emperyalist
hegemonyanın hızını dengeli seyreder kılmak adına bazen sol bacak öne atılıyor
bazen de sağ bacak. Zaten tam da bu sebeple Trump, Hilary Clinton eliyle var
ediliyor, Trump da Demokrat Parti’ye varolma gerekçesi sunuyor.
Bir
sol bir sağ… İmparatorluk, ağırlığını bir sola bir sağa vererek ilerliyor.
Emperyalizmin savaş arabasını birlikte yürütürken her türden devrimci çıkışa
onu aşağı çeken, iftiralarla, karalamalarla boğmak isteyen sözlerle saldırıya
geçiyorlar.
Sol
da sağ da kapitalizmin zorunlu olarak yapacağı işlere bağlı olduğu ölçüde
mücadeleden ve tartışmadan kaçıyor. Şirket medyası, tüm söylemin bu dinamiğe
uygun dillendirilmesini güvence altına alıyor. İlgili dinamiğin parçası
olmayanlarsa her iki açıdan şeytanlaştırılıp birer “kafayı kırmış” aşırıcı ve
öteki” olarak takdim ediliyorlar.
Peki
bu imparatorluk, bu otoriteyi simgeleyen haleyi başına nasıl geçirdi?
İmparatorluk, hiç şüphelenilmeyen “iyi insanlar”ı ben koruyorum hilesine
başvurarak yaptı bunu.
Örneğin
halk için hiç de sır olmayan yollardan katillere “gizlice” para akıtırken o
halka “teröristler geliyor” dedi. Halk da bu sözün altındaki mesajı hemen aldı:
“Evet anladım. Koruma bedelini ödemeliyim, yoksa ayvayı yerim.”
Örneğin
halka “salgın kapıda” dediler, sonra da onu aşı olmaya zorladılar. Halk karşı
çıktığında ise insanlar işlerinden atıldı, aileler bölündü, lokantaya gidip
yemek yiyemediler vs. Otoriteye onun belirlediği araçlarla “sağlıklı”
olduğunuzu kanıtlayana dek hepiniz tehlikeli ve hastalıklı bir unsur olarak
damgalandınız.
Bu
noktada masumiyet karinesi de insanların bilgilendirilerek rızasının alınması
zorunluluğu da hükmünü yitirdi.
Otorite,
insanların suçlu olduğunu herhangi bir şüpheye yer bırakmayacak biçimde
ispatlamak zorunda. Çünkü aksi takdirde insanlar keyfi bir biçimde herhangi bir
suçu işlediği iddiası üzerinden suçlanıp cezalandırılabilirler. Bilgilendirme
sonrası rızası alınmayan insanlar, kendilerine “atla” denildiğinde uçurumdan
aşağıya atlamaya zorlanabilirler.
İnsanların
hayatları ve ölümleri konusunda kararlar veren feodal ağalar hemen kendilerini
tanrı katına yerleştirdiler. Hatta bir siyasetçi, Kovid “aşılar”ını Tanrı’nın
gönderdiğini söyledi. Medyatik isimler, aşı olmayanları “doğa kanununa karşı
gelmek”le, bilimi ayaklar altına almakla suçladılar ama bir yandan da Bill
Gates ve onun gibi zehir tüccarlarını tanrılaştırdılar.
Bugün
görünen o ki bu sahte “demokrasi” çöpe atılmış, onun yerine faşist düzeni
andıran, olağanüstü hâl” ve kararnameler üzerine kurulu bir düzen almış.
İnsanlığın
ve Doğanın Sömürgeleştirilmesi
Peki
tüm bunlar nasıl mümkün oldu? Kapitalistlerin saldırıları kademeli olarak
gerçekleşti. İlkin kapitalizm, toplumları istikrarsızlaştırmak, onlara sızmak
ve parçalamak amacıyla bir saldırı gerçekleştirdi. Toplumların dokusunu tahrip
eden kapitalizm, hayatî önemi haiz kurumları işlevsizleştirdi.
Önce
kapitalizm, işgalcilerin suni toplumsal ilişkileri kuran, kaynakları temin
eden, gerçekleri şekillendiren yeni tedarikçilere dönüştükleri zemini
oluşturdu. Ardından sömürgeciler, halkları sömürmek ve onları teslim almak için
kendi inançlarını, kurallarını ve değerlerini kullanarak o halkları
evcilleştirdiler.
Toplumsal
kurumlar sermayenin eline geçti. Halka hizmet eden yönlerini, ana işlevlerini
yitiren bu kurumlar, sonrasında oligarklara satılarak yönetici sınıfın
çıkarlarına hizmet eden mekanizmalara dönüştürüldüler.
Sürecin
her aşamasında insanlar harekete geçirilerek onların kendi kurumlarını tahrip
edip yeniden oluşturmaları, böylece yönetici sınıfa hizmet eden sahte kurumlar
eliyle evcilleştirilmeleri sağlandı.
Şirketlere
çalışan STK’lar, düşünce kuruluşları, satılık akademisyenler, bilim insanları
ve şirketlerin kölesi siyasetçiler bu konuda yardımlarını hiç esirgemediler.
Halk, eğitim hizmetinden işte bu şekilde kopartıldı. Halk, sağlık
hizmetlerinden işte bu şekilde uzaklaştırıldı. Siyaset halktan bu şekilde
kopartıldı.
Halka
ait kurumlar bile isteye kaynaklardan mahrum bırakıldı ki bu kurumlar
işleyebilmek için zenginlere ve muktedirler bel bağlasın. Sonrasında yaşanan
özelleştirme ve şirketleşme süreci kurumları, kâr, beyin yıkama ve
evcilleştirme yönünde çalışan yapılara dönüştürdü.
Ne
kadar çok finans düzleminde mücadele verirseniz sömürü girdabına o kadar çok
kapılırsınız. Kapitalist hiyerarşinin dayattığı tuhaf bir gerçekliktir bu. Bu
gerçeklikte kapitalizmin dayattığı zorunluluklara itaat edenler, müesses nizamı
alaşağı edenleri baskı altına alıyor.
Bunlar
olup biterken imtiyazlı konumda olanlarsa statükoyu koruma altına alıyorlar.
Böylece fikirler, ideolojiler, dinler ve insanlar hiyerarşiye tabi tutuluyor.
Kast sistemi imparatorluğun her yanına siniyor. Muhalif unsurlar, muhalif
fikirler, ideolojiler, dinler ve insanlar sistematik olarak, yapısal düzlemde
ezilirken imparatorluğun hayrına olanlar ön plana çıkartılıyor.
İnsanlar
ne tür sonuçlarla yüzleşeceklerine bakılmaksızın oligarkların çıkarlarına
hizmet etme yarışına girmeye zorlanıyorlar.
İnsanların
beyinleri yıkanarak onların halkı iktidara taşıyan sosyalizmden nefret etmeleri
sağlanıyor, buradan da insanlar, kendilerini boğan ve kapitalizm denilen
sistemi arzulamak durumunda kalıyorlar. Sosyalizmin pratikte toplumumuzda
şeytanlaştırılma sürecindeki aşamalara ait özeti şu şekilde sunmak mümkün:
1.
Emperyalizmin sosyalist ülkelere yönelik saldırılarının sonuçları üzerinde
dur, sonra da sosyalizmin işe yaramadığını iddia et.
Örnekler:
Bu
ülkelere ekonomik yaptırımlar uygula, sonra da onların ekonomilerinin felâket
olduğunu söyle.
Bu
ülkeleri istikrarsızlaştırmak için oralara ölüm timleri gönder, sonra da batı
hegemonyasının düşmanı olan insanları “güçlü adamlar”, “diktatörler” veya
“kasap” olarak nitele.
Hükümetleri
kapsamlı propaganda kampanyalarla yıkmaya çalış, sonra da bu hükümetlerin zalim
olduklarını söyle.
2.
Hiçbir ideolojinin, ülkenin veya hükümetin kusursuz olmadığını söyle,
böylece batılı yönetici sınıfın ve tüm kapitalist hegemonyanın sistemsel ve
yapısal düzlemde dayattığı zulmü, adaletsizliği ve insansızlığı görmezden gel.
Örnek:
Sosyalizm
ve kapitalizmin tarihsel düzlemde olmasa bile pratikte aynı olduğunu söyle.
Kapitalizmin birikmiş servet ve gücü elinde bulunduran güçlerce yönetilen bir
sistem olduğu, kendisini küresel ölçekte emperyalizm olarak ortaya koyduğu
gerçeğini gizle.
Tarihsel
düzlemde sosyalizm, emperyalist sömürü ve teslimiyete karşı koymak için vardır.
Sosyalist ülkeler, emperyalizme bağlı örgütlü güçlerin ağır saldırılarına maruz
kalmışlardır. Emperyalistler sosyalizmle kapitalizmi birbirine denklerken
esasen herkesin gözü önünde işleyen bu türden tarihsel dinamikleri görmezden
gelmekte, bir yandan da kapitalizmin doğasını ve sahip olduğu mekanizmayı
örtbas etmektedirler. İlgili konum, çoğunlukla “totaliterizm” kelimesinin
kullanımında karşılık bulmaktadır.
“Totaliterizm”
terimi, batının kültür dünyasında normalleşmiştir, ancak o daha çok gerici
güçler tarafından kullanılmaktadır. Gerici güçler ilgili kavramı, kapitalizm
çerçevesi dâhilinde hareket eden faşizmle sosyalist ülkeler eşitlemek için
devreye sokmaktadırlar. Buradaki niyetse sosyalist ülkeleri şeytanlaştırmak
yönündedir.
Tüm
şiddetin kapitalist hegemonyanın sosyalist bir ülkeyi hedef almasıyla sona
ereceğini söyle, emperyalist hegemonyanın sosyalist ülkeyi o ülke özsavunma
süreci içine girmediği noktada yıkabileceği gerçeğini de asla unutma.
Batının
hegemonyasına karşı çıkan politik liderleri şeytanlaştır, “Batı zalim olsa bile
diktatörler de kurtarılmaya değmezler” de.
3.
“Sosyalizm”i kendi bütünlüğü içerisinde şeytanlaştırmak için duygu yoğunluğu
olan kişisel hikâyelerden istifade et, sosyalizmin halkın çıkarları için
mücadele eden yönünü görmezden gel, emperyalizme hizmet eden dinamikleri es
geç. Kapitalist medyanın imparatorluk dâhilinde kendi konumlarını güvence
altına almak adına ülkelerine ihanet edenlerin gerici seslerine kulak ver.
Örnekler:
“Dedemi
komünistler öldürdü.”
“Ailemi
sosyalist rejim hapse attı.”
Şu,
şu bir de şu kendi insanlarını öldürüyor. Biliyorum çünkü oralıyım, sen
değilsin.”
4.
Kapitalizme hizmet eden toplumsal kurumların söylediği propaganda
yalanlarına bel bağla.
Örnekler:
Sosyalistleri
alaya al, onları taşla, onlarla dalga geç. Bu tavrın yaslandığı anlayış tümüyle
normaldir, dolayısıyla izahtan varestedir. İspat yükümlülüğü ise anlayışı
eleştirenlere aittir.
Birinci,
ikinci ve üçüncü maddedeki işlemleri propagandatif yalanlara başvurarak yerine
getir.
Peki,
yönetici sınıfın bencil dürtülerinin yönettiği, sağa sola salına salına yürüyen
bu devasa canavar nereye gidiyor? İnsanlığı ve doğayı dijitalleştiren,
finansallaştıran ve transhümanizmin konusu kılıp onları sömürgeleştiren bu
canavarın amacı, hepimizi dijital bir hapishane içerisine tıkmak mı? Bu
canavar, Çin’e savaş açacak mı?
Herkesi
endişeye sevk eden birçok önemli mesele var. Bu meseleleri maalesef kimse
inceleme gereği duymuyor. Düşüncelerimiz, kanaatlerimiz sistematik bir biçimde,
yapısal açıdan kapitalist kurumlarca şekillendiriliyor, böylece kapitalizmin
genel çerçevesine uyum sağlıyor.
Kendi
ekmeği için mücadele eden insanlar pahasına emperyalizm, her şeyi kendi lehine
çevirmeyi biliyor.
Kapitalistler
bizi dövüyor, sonra biz birbirimize düşüyoruz. Mücadele edince de kendi
insanımıza saldırmak durumunda bırakılıyoruz. Bunun sebebi, kurumlarımızın
sömürgeleştirilmiş olması.
Şirketlerin
kurduğu politika sahnesinde şirket yanlısı Biden ile TV yıldızı Trump arasında
yapılacak tercih için milyar dolarlar harcanıyor. Tıpkı sosyalizm, komünizm ve
Marksizm gibi bizim istediğimiz şekilde işleyecek politikayı uygulama iradesi
de kötüleniyor.
Son
salgında doktorlar ve hemşireler suça ortak olmaya zorlandılar. Tedavi
seçeneklerini daraltmak zorunda bırakıldılar. Ivermectin veya HCQ gibi ilk
başta kullanılan ve sayısız insanın hayatını kurtaran ilâçlar “koca karı ilâcı”
denilerek alaya alındılar, böylece deney aşamasındaki gen tedavisi ilâçları
için acil kullanım statüsü alındı.
Bu
süreçte Kovid aşılarından kaynaklı ölümlerin üzeri örtüldü. Sağlık uzmanları,
insanların ölümüne neden olan solunum cihazlarını, remdisivir gibi öldürücü
ilâçları ve kimi ağrı kesicileri kullandılar. ABD’de bu kadar çok insanın
ölmesinin nedeni, her yıl görülen solunum hastalığına gizli bir katil olarak
obezitenin eşlik etmesiydi.
Bu
insanlar, kurum içerisindeki konumlarını korumak için ne kadar çok çaba sarf
ettiyse o kadar çok tavizde bulundular. Bazı doktorlar, bilim insanları ve
sağlık uzmanları kendi mesleklerini korumak istediler, bu sebeple virüsle
ilgili hakikati dillendirildiler, ama bu insanlar sansüre, saldırılara maruz
kaldılar, işten atıldılar, öte yandan emirlere uyanlarsa, kâr dürtüsüyle
şekillendirilmiş tedavi protokolleriyle hastalarını öldürmeye devam ettiler.
Oligarkların
yön verdiği, onlar için işleyen bir sistem, bundan başka bir şeye yol açamazdı.
Oligarkların
sömürü programları birçok alanda krize yol açtı: çevre krizi, sağlık krizi,
barınma krizi, ekonomik kriz, psikiyatri krizi vs. Yönetici sınıf, esasen daha
fazla kâr elde etmek, iktidarını perçinlemek ve kapitalizmin yolunu yeniden
çizmek için önceden hazırladığı şirketlerden yana “çözüm önerilerini dayatmak
amacıyla bu krizlerin içinden birini seçip onun arkasına saklandı.
Süreç
dâhilinde oligarklar, hayatî önemi haiz toplumsal kurumları yok ediyorlar ve
onların evcilleşmesi için yeniliyorlar. Seçilmiş olan krizden ve onunla
bağlantılı şirket yanlısı programlardan başka hiçbir şeyin önemi yok.
Kapitalizmin yolunun yeniden çizilmesi ve kapitalist hiyerarşide yeni bir
ayarlama yapılmasıyla diğer krizler de derinleşiyor.
İnsanları
sömürüp onları boyunduruk altına aldıkları sürece krizler bitmeyecek. Krizler
yolunu kolayca açmayı bilenler için bir engel değil, aksine krizler, bu tür
güçler için fırsatlar sunuyor. Üstelik bu güçlerin süreç dâhilinde
kaybedecekleri bir şey de yok.
Onlar
bizi kendi kurumlarımızı yok etmeye zorluyorlar, kendi işlerini bize
yaptırıyorlar. Bizi sokacakları kafesleri bize yaptırıyorlar. Kurumları
isterlerse satın alıyorlar, alamıyorlarsa onları yok ediyorlar, geriye
kalanları alıp satıyorlar, onları farklı bir ambalaja koyup yeniden halka
satıyorlar.
Kendi
aramızdaki bağlar koptukça, doğayla ve toplumla ilişkimiz kalmadıkça yönetici
sınıfın eline geçen kurumların beyin yıkama faaliyetlerinin ve propaganda
çalışmalarının kurbanı oluyoruz. Psikoloji denilen bilim, bireyleri
davranışları kapitalizme uygun kılma sürecinin dayattığı zorluklara uyumlu
kılmak için kullanılıyor.
Sosyoloji,
kapitalizmin genel çerçevesi dâhilinde kolektif davranışları biçimlendirmek
için devreye sokuluyor. Ekonomi ise kapitalist hâkimiyeti meşrulaştırmak için
kullanılıyor. Siyasetin amacı ise feodal hiyerarşinin normalleştiği süreci
belirli ritüellere, törenlere tabi kılmak.
Bugün
biz bilimin sömürü ve boyun eğdirme amacıyla kullanıldığına tanıklık ediyoruz.
Davranışlarımız,
büyük ölçüde müesses nizamın belirlediği toplumsal ilişkilere, olgulara,
kültürlere vs. dayanıyor. Hayatlarımızda yaşadığımız gerçek olaylara dair
algımıza göre hareket etmiyoruz. Birçoğumuz hayatımızı, yapısal düzlemde
kapitalizmin belirlediği ortamda otomatik pilot modunda yaşıyoruz.
Kovid
süreci, hayatlarımızın bu yönünü tüm netliğiyle ortaya koyuyor.
Detayları
ile izah edildiği vakit insanlar maske takıyorlar, sosyal mesafeye uyuyorlar,
kapanma tedbirlerine göre hareket ediyorlar. Kişisel düzeyde ise birçoğumuz,
dışarıda ölümcül bir salgın varmış gibi davranmıyoruz.
Öldürücü
olduğu söylenen virüsün bulaştığı maskeleri biyolojik açıdan tehlikeli madde
olarak görmüyoruz ve onları her yere atıyoruz. İnsanlar sadece bir restorana
girmek için maske takıyorlar, sonra kapalı bir alanda hiç tanımadığı kişilerle
birlikte yemek yemek için o maskeyi çıkartıyorlar.
Kapitalist
çerçevenin gerçekte tüm algılarımıza yön veren ana ilke olduğunu küçükken
öğreniyoruz. Virüs salgınında da görüldüğü üzere bu durum, bizi toplumsal
hiyerarşide yukarıdan aşağıya yuvarlanma riskine maruz kılıyor.
Talimatlara
uymak zorunda kalınca olgular, algılar ve uzman görüşleri devletin çıkarttığı
kararnameler karşısında hükmünü yitiriyor.
İnsanlık
ve doğa nesillerdir sömürgeleştiriliyor, varlığımızı derinden etkileyen bu
süreç hızlanıyor.
Maddi
gerçekliği temel alan algılardan mahrum kalmak, sonrasında yönetici sınıfın
çıkarlarınca belirlenen zorunlulukları esas alan algılara sahip olmak,
muhalifler arasında oluşan çatlakları daha da derinleştiriyor.
İdeolojik
konumların marjinalleştirilmesi ve kapitalizmin uyguladığı zulüm kimilerini,
başkaları için ne tür sonuçlara yol açacağına bakmadan, kendi koşullarını esas
alan çözüm önerilerini dillendirmeye itiyor. Burada sınıfsal konum belirleyici
bir rol oynuyor, ayrıca emperyalizmin şiddetine maruz kalanlara karşı olmak da
o çözüm önerilerinin içeriğini belirliyor.
Bunun
klasik bir örneğine Suriye’ye karşı başlatılan emperyalist savaş esnasında
tanık olduk.
ABD’nin
Suriye’ye yönelik müdahalesine birçok savaş karşıtı muhalif destek verdi.
Kimileri, Suriye hükümetinin şeytanlaştırılması çabalarına ortak olduğu,
kimileri de ABD destekli teröristleri yücelten ve onları Suriye devletinin
uyguladığı şiddetin mağdurları olarak resmeden batı kaynaklı propagandaya
teslim olduğu için böylesi bir konum aldılar.
Vaktiyle
imparatorluğun düşmanlarından yana olanlar, bu süreçte anti-emperyalist
konumlarını değiştirmek zorunda kaldılar. Siyasi spektrumun farklı kısımlarına
ait olan isimler farklı bir tavır sergilediler. Örneğin Noam Chomsky ve Chris
Hedges gibi “muhalif” addedilen isimler, hedef alınan ülkelerin liderlerini
karaladılar, bu ülkelere yönelik şiddeti meşrulaştıran, hoş gören resmi
propaganda dilini benimsediler. Chomsky ve Hedges, bugün de aşısızlar
karşısında konum aldı ve onlara yönelik ayrımcılık yapılması gerektiğini
söyledi, geçmişte Ortadoğulu liderlere yönelik sert eleştirilerine benzer
eleştirileri yineledi.
Sonuçta
da bu tür insanlar, ABD’nin başvurduğu askerî saldırılara ve Suriye içerisinde
muhalif gruplara verdiği desteğe onay verdiler. Suriye’yi bombalamak ve
çocukların başlarını kesen zorba teröristlere destek vermek suretiyle Suriyeli
çocukları kurtardığını ısrarla dile getiren Amerikalılar, kendi hükümetine ve
ordusuna destek sunan Suriye halkının büyük çoğunluğunun ödediği bedeli,
gösterdiği fedakârlığı asla göremediler.
ABD’nin
öncülük ettiği, Suriye hükümetine karşı başlatılan savaşın şiddetlenmeye
başladığı momentte eylemciler kendi aralarında bölündüler.
Zamanla
süreç terse döndü. Vanessa Beeley ve Eva Bartlett gibi bağımsız gazeteciler,
Suriye’den geçtikleri haberlerde halkın çoğunluğunun hükümetin batı destekli
teröristlere ve ABD’nin Suriye halkını birçok alanda boğan sömürgeci
politikalarına karşı benimsediği politikaya onay verdiğini söylediler.
Tüm
toplumumuzu, ama aynı zamanda küresel dinamikleri doğrudan hedef alan virüsle
mücadele pratiği de bizi böldü. Başkasının algı ve bilgisini görmeyen algı ve
bilgimiz, başkalarının ortaya koydukları eylem sürecini idrak edemememize neden
oldu.
Günde
sekiz saat, haftada beş gün hatta daha uzun bir süre maske takanların, işlerini
korumaya çalışanların, işten atılmamak için zorla aşı olanların veya aşı
olmadığı için işten atılmayı tercih edenlerin yüzleştikleri ağır güçlükleri
aynı koşullarda yaşamayanlar, aynı bakış açısına sahip olmayanlar zerre
anlamadılar.
Virüs
salgını insanları birbirinden koparttı, konuşma hürriyetine mani oldu, toplanma
hürriyetini ortadan kaldırdı, bir yandan da herkesi ayrıştırdı. Bugün ABD’de
medyanın, aşısız olan aile üyelerimizle ve dostlarımızla bağlarımızı
kopartmamızı söylüyor olmasında alınacak çok ders var.
Toplumlar,
içinde öfkenin, hayal kırıklığının ve nefretin bulunduğu kaynayan birer kazan.
Üzücü
olan şu ki mevcut durum ağır virüs tedbirlerine karşı çıkanlar için de iyi
değil. Örneğin bazı insanlar, hükümetin emirlerini yerine getirenlere düşman
gözüyle bakıyorlar. O insanların emirlere uymazlarsa ekmeklerinden olacaklarını
görmüyorlar.
Tanıdığım
bir bar sahibi müşterileri için aşı zorunluluğu getirilmesine cesaretle karşı
çıkıyordu. Ama işletmesi elinden gitmesin diye emirlere uymak zorunda olan bu
adamı kimileri alaya alıp onunla dalga geçtiler.
Bu
iklim, kurucu toplumsal eylemlere mani oluyor. Yaratıcılık ve pratik araçları
temel alan, insanlar arasında gerçek toplumsal ilişkilerin doğal yoldan
gelişmesi önünde engel teşkil ediyor.
Gerçek
bir mücadele, yaşanan olaylara yönelik kendiliğinden tepkileri ve gerçeklere
dair gerçek gözlemleri talep eder. Nihayetinde belirli bir koşulun dışında
duranlar, böylesi bir mücadeleyi öneremezler.
Halktan
yana olan, genel stratejileri koordine eden, insanları sömürü mekanizmaları
konusunda eğiten gerçek bir kurum yoksa bu tarz “saf kalalım” tavrı, yönetici
sınıfın saldırılarına karşı koymak için birleşmek zorunda olanlar arasında
ayrışmaya sebep olur, ayrıca varolan yabancılaşmayı derinleştirir.
Geçen
yüzyıl içerisinde Lenin’in söyledikleri, bu bağlamda hâlen daha geçerlidir.
“Saf kalalım” anlayışı, direnişin yegâne akla yatkın hedefi olarak şehadeti
benimser, bu da yenilgici bir yaklaşıma yol açar.
Müesses
nizam, bu mekanizmayı gayet iyi bilmektedir. ABD imparatorluğunun
sosyalistlerin, komünistlerin ve Marksistlerin örgütlü çalışmalarına bu denli
sert saldırmasının sebebi budur. Devrimci bir itkiye yol açma ihtimali bulunan
her türden unsuru müesses nizamla birlikte taşladığımız sürece sömürü
düzeninden asla kurtulamayız.
Amacımız,
sömürü sistemini değiştirip yerine müşterek mutluluğumuza hizmet eden bir
sistem inşa etmek. Biz insanlar olarak birbirine düşman olan varlıklar olmaktan
kurtulmalıyız.
Bu
noktada halkına karşı ele silâh alanlar ile bu şiddet sonucu aile fertlerini
yitirenleri uzlaştırmayı bilen Suriye hükümetinden öğrenecek çok şeyimiz
vardır.
Çin
Düşmanlığı
Çin
ve virüs salgısını konusunda iki yazı kaleme aldım. (ilk yazı, ikinci yazı) Bu konu
başlığı güncelliğini ve önemini koruyor, çünkü Çin Batılı kapitalist hegemonya
önüne dikilen en büyük engel olmaya devam ediyor.
Her
ne kadar Çin küresel piyasa ekonomisine tümüyle entegre olmuşsa da Batı’daki
neoliberalleşme ve finansallaşma süreci üzerinden Batı’nın kendisine ait
toplumsal dokuya hükmetme ihtimaline karşı koymayı sürdürüyor.
Bu
da bize “Çin kapılarını neden piyasa ekonomisine açtı?” sorusuna gerekli cevabı
verme imkânı sunuyor. Çin, o kapıları tüm ekonomik faaliyetlerini Çin Komünist
Partisi’nin emri altına aldıktan sonra açıyor. Çin’in bir yandan kendi halkının
ihtiyaçlarını karşılamak adına ekonomiyi büyütmesine imkân sağlıyor, bir yandan
da Batı propagandasının ülkeye sızmasına, Batı’nın yön verdiği karaborsanın
gelişimine ve Çin’deki toplumsal yapının Batı kapitalizmi uyarınca yeniden
yapılandırılmasına mani oluyor.
Bugün
Çin karşıtı, Çin düşmanı onca lafın önümüze boca edilmesinin sebebini bu türden
gerçeklerde aramak gerekiyor.
Batı’nın
yürüttüğü tüm savaşlar nihayetinde doğaları gereği emperyalist savaşlardır. Bu
tespit virüsle mücadele için de geçerlidir. Kapanmalara ve deneysel Kovid
aşılarına karşı olduklarını iddia edenler de dâhil kapitalizm çerçevesi
dâhilinde hareket edenler, kendi feodal ağalarına karşı çıkmak zorunda
kaldıkları durumlarda bile, emperyalist düşmanlarına yönelik horgörüsünü ifade
ederken aslında imparatorluğa bağlılıklarını ortaya koyuyorlar.
Tarihsel
planda Batı kapitalizminin yoksulluk, uyuşturucu, terör gibi konu başlıkları
üzerinden yürüttüğü, kendi yapısal bütünlüğünü yeniden biçimlendiren ve daim
kılan mücadeleler, emperyalist dinamiklerle bağlantılı olarak yürütülüyor.
Sloganlar ve sohbetler, her zaman anti-komünist/anti-sosyalist unsurları
içeriyor.
Azınlıkları
yıkıma uğratmak için sürdürülen uyuşturucuyla mücadele, bir yanıyla da ABD
hegemonyasına karşı koyan Latin Amerikalı hareketlerin yok edilmesiyle
ilgiliydi. Terörle mücadele, bir vakitler farklı düzeylerde ABD hegemonyası ile
işbirliği yapmış olan Ortadoğu ülkelerinin yok olmasıyla neticelendi.
ABD,
genel emperyalist çerçevenin dışında yaşama ihtimali bulunan tüm toplumsal
ilişkileri ve bu ilişkileri inşa eden alternatif sistemi asla hoş görmüyor. Bu
yaklaşım, milyonlarca insanın ölmesine neden oldu. Her yüz kişiden biri mülteci
oldu. Ülkeler yok edildi.
Terörle
mücadele süreci, aynı zamanda ABD içerisinde ırkçılığı ve yapısal şiddeti
kurumsallaştırdı, aynı zamanda halkın Ulusal Savunmanın Yetkilendirilmesi
Kanunu, Yurtseverlik Kanunu, gözetim devletinin inşası, polisin
askerîleştirilmesi gibi başlıklar üzerinden hukukî haklardan mahrum kalmasına
neden oldu.
Öte
yandan Çin, sömürgeciliğin saldırılarına, sömürgeci savaşlara,
kimyasal/biyolojik saldırılara, vekalet savaşlarına, propaganda kampanyalarına,
rejim değişikliği operasyonlarına, ticaret ambargolarına, yaptırımlara,
ekonomik savaşlara maruz kaldı, üstelik bu saldırılarla henüz gerçekleştirdiği
devrimle sosyalizm yoluna girmeden önce tanıştı.
Çin
her şeyi gördü.
“Çin
suçludur”, “Çin sistemi kapıda”, Çin insan haklarını ihlal ediyor” gibi lafları
bu sebeple duyuyoruz. Virüsle mücadele de aynı kural üzre işliyor. Bu mücadele
de toplumumuzu oligarşiyi daim kılmak amacıyla yeniden yapılandırıyor, sömürü
ve boyun eğdirme sürecine, bu dönemde de emperyalizmin belirli ülkelere
uyguladığı şiddet eşlik ediyor.
Çin’in
etrafında tam da bu sebeple yüzlerce askerî üs var. Tam da bu sebeple Hong
Kong, Tibet ve Uygur konusunda bunca propaganda faaliyeti yürütülüyor,
Tiananmen Meydanı konusunda yalan söylenmeye devam ediliyor, Çin’in milyonlarca
insanını öldürdüğünü iddia eden apaçık yalanlara bu sebeple başvuruluyor.
Batı’da
inşa edilen direniş hareketi, sömürü ve boyun eğdirme pratiğinin genel
çerçevesi dışına çıkamadığı sürece pratikte ancak emperyalizme hizmet edebilir.
Faşizmle sosyal demokrasi arasında salınmak da emperyalizmin emridir.
Emperyalizmin
genel çerçevesi dâhilinde Nazi Almanyası’nı ABD’li patronlar besledi. Bunu
SSCB’ye saldırmak için yaptılar. Sonrasında aynı patronlar, ABD’nin emperyalist
hegemonyası için çalıştılar, bu konuda gerekli bahaneye kavuştular. Bu süreçte
Nazilere hizmet eden bilim insanları, hatta kimi politik isimler ABD’ye
getirildiler. Bugün oluşan ve emperyalizmin özü kadar tehlikeli olan bu ortam,
hiç de yeni değil.
Bu,
idrak edilmesi zaruri olan bir dinamik.
İdrak
edemezsek, imparatorluğu daim kılacak, onun içerisinde gerçekleşen yeni bir
salınımı mümkün kılarız. Dışarıdan bakıldığında Çin “Büyük Reset” denilen
sürecin parçasıymış gibi görünüyor. Lâkin öte yandan Batılı güçler Çin’i askerî
yönden kuşatmak için silahlanıyorlar.
Çin,
Batı’nın yön verdiği finansallaşma ve neoliberalleşme sürecine teslim olması
yönünde ciddi bir baskı altında. Bu süreç, SSCB ile müttefiklerin kuşatıldığı
ve çevrelendiği süreci andırıyor. Anlaşılan o ki Çin bu dinamikleri gayet iyi
analiz ediyor.
Muhtemelen
bu faşist “Büyük Reset”, süreç içerisinde yeni dönemin ekonomi alanındaki
Nazisini doğuracak, bu da muadiline Batı hegemonyası içerisinde ABD’nin İkinci
Dünya Savaşı sonrası edindiği emperyalist statüye kavuşmasında olduğu gibi,
belirli meşruiyet edinme imkânı sunacak. Tarihin tekrarlanma ihtimali
mevcuttur. Böylesi bir ihtimal göz ardı edilemez. İyi ama imparatorluk
tarafından yok edilecek yeni Nazi devleti olmayı kim ister?
Tüm
aktörler bu dinamikleri idrak ediyorlar. ABD, müttefiklerinin kendi çıkarlarını
tehdit etmesine izin vermez, ayrıca zaten bu ittifaklar imparatorluğun işlerini
yapma görevini yerine getiriyorlar, üstelik onu memnun etme konusunda fazla
hevesliler. Bu noktada büyük ilâç tekellerinin ürettiği aşılarla ilgili ağır
tedbirlerin alınması yanında, dijitalleşme, finansallaşma ve dördüncü sanayi
devrimi ile ilgili atılacak adımlar konusunda cevval olan Avustralya ve Kanada
gibi ülkelere bakılabilir.
Belki
de ilgili dinamikleri görebilmek adına bu aşamada İsrail’in emperyalist
dinamikler dâhilinde oynadığı role bakmak gerekecek. İsrail rejiminin komşusu
olan ülkelere uyguladığı şiddet, savaş üzerine kurulu ABD ekonomisine hizmet
ediyor, bir yandan da emperyalist hegemonyaya meydan okuyanları cezalandırma
işlevi görüyor.
İsrail,
ABD koruması altında imparatorluğa hizmet eden, saldırgan bir bekçi köpeği
olarak iş görüyor, ABD’nin suçlarını üstleniyor, bu sayede emperyalizm içi
ilişkilerde varlığını sürdürme imkânı buluyor. İsrail bir yandan pandemiyle
bağlantılı bir dizi tedbiri alıyor, bir yandan da virüsle mücadelesini tüm
sadakati ve acımasızlığı ile sürdürüyor.
Virüsle
mücadeleyi anlamak için emperyalizmin dinamiklerini anlamak gerek.
Bu
esnada Çin ise emperyalist dinamikler içerisindeki konumunu net bir biçimde
görüyor. Çin’in amacı, SSCB’nin çilesini çektiği, neticede onun yok olmasına
sebep olan neoliberal yeniden yapılanma sürecini başlatmak değil. Çin,
biyolojik saldırı, vekalet savaşı veya ekonomik savaş biçimi almış her türden
sömürgeci savaşı kabullenecek bir ülke hiç değil.
Eğer
Çin, ekonomi alanını kendisine has sosyalizmin bir parçası olarak görmeye devam
ederse virüs salgını ile bağlantılı olarak Batı’da işleyen toplumsal, politik
ve ekonomik yeniden yapılanma sürecinin yol açtığı dalgalarla boğuşma imkânı
bulacaktır.
Çin’in
Batı’dan gelebilecek biyolojik saldırılara karşı gerekli gördüğü hazırlıkları
yapma kararı tümüyle kendisine aittir, bu karar konusunda Batı’ya asla söz
düşmez. Üstelik kitle imha silâhlarının büyük bir kısmı, ayrıca dünyadaki
yüzlerce biyolojik silâh tesisi ABD’nin elindedir. Ayrıca Çin, Kore Savaşı gibi
momentlerde bu türden silâhların kullanıldığına tanık olmuştur.
Çin’in
kendi Kovid aşısını geliştirme kararı tümüyle onuyla ilgilendirir, Batı’yı
zerre ilgilendirmez. Neoliberal yeniden yapılanma ve finansallaşma süreciyle
bağlantılı olarak Kovid salgını üzerinden Batı’da yükselen dalgalara karşı
kendi finansal egemenliğini korumak için virüsle alakalı tedbirler almak da
sadece Çin’i ilgilendiren bir meseledir.
Çin
tüm bu başlıklarda başarılı olur olmaz, ekonomik canlılığını artırır artırmaz,
bilimsel ilerleme ve halkından destek alır almaz, bu konular Batı’yı asla
ilgilendirmez.
Korkuya
teslim olmak, insanları birbirine düşürmek, şirketlerin otoritesini kutsamak,
aileleri parçalamak, toplumları yok etmek, bireyleri ümitsizliğe ve nefrete
mahkûm etmek, doğanın insandan istediği şeyler değil.
Karşımızda
felçli konaklarını çürütüp tüketen asalaklar var. Marx’ın tarif ettiği,
kapitalizm denilen bu insanlık dışı toplumsal formasyonun özü bu. Ona karşı
“direndiği” iddiasında olanların bile kendilerini tarif ettikleri formasyon
olarak “komünizm”e işaret etmeleri, bize esasen çok şey anlatıyor.
Tekrarda
fayda var: sömürgecilerin eline geçmiş olan kurumlar, nihayetinde kapitalizm
için işleyen bir tür kafes olarak kullanılıyorlar. Bu kurumlar, kast sisteminin
ölçü ve ölçeğini yeniden ayarlamak için devreye sokuluyorlar.
Birçok
kez, defalarca aldatıldık. Siyaset sahnesinde kurulmuş oyunlarda dövüşelim diye
arkamızdan ittiler. Toplum denilen sahnede bizim “aktivizm” müsameresini
sergilememizi istediler. Kültür sahnesinde iyi yurttaş rolü kesmemiz için bize
ezberler yaptırdılar. Savaşın kurduğu sömürgecilik sahnesinde bizi “başkaları”
ile dövüşmeye zorladılar.
Oligarkların
belirlediği genel çerçeve içerisinde kaldığımız sürece birbirimizi suçlamaya,
gözden çıkarılacak varlıklar olarak bizi tuzağa düşüren feodal hiyerarşiye ince
ayar çekmeye devam edeceğiz.
Aslında
güç ve servet, onları ellerinde biriktiren o asalak azınlığın değil. Onlar,
doğanın ve kendi içinde uyum hâlinde yaşayan insanlığa ait nimetler.
Oligarklarsa sadece tek bir şeye sahipler, kendileri dışında kalan insanlardan
aşırı zenginler.
Oligarklar,
bize ait olanları insanlığı ve doğayı evcilleştirmek adına tekellerine
alıyorlar. Oysa hayat, ilkel bir kafesin içine hapsedilemez. Bu nedenle
oligarklar, hayatın niteliğini değiştirip onun kendi krallıklarının genel
çerçevesine uyduruyorlar. Daha fazla susuyoruz, cesaretimiz kayboluyor, daha
fazla sinik ve iki yüzlü oluyoruz. Bunlar, bulunduğumuz yerden bakıldığında
asla kabul edilmeyecek şeyler.
Mevcut
toplumsal formasyon, türümüz için oldukça yıkıcı sonuçlara yol açacak bir yapı.
Durumu
gereğince kavrayamazsak, gen terapisi ilâçları, psikotropik ilâçlar,
davranışları koşullayan işlemler vs. mevcut durumun daha da kötüleşmesi için
devreye sokulacak, hayatlarımız daha fazla dijitalleştirilip
finansallaştırıldıkça zihinlerimiz ve bedenlerimiz de aynı ölçüde
metalaştırılacak.
Tüketilecek
ürünler hâline geldiğimizde planlı eskime sürecine tabi hâle geleceğiz,
kalitemiz düşecek, çeşitliliğimiz azalacak. Böylece bizim dışımızdaki ürünlere
benzeyeceğiz, basit bir ürüne dönüşeceğiz.
Tüm
toplumsal kurumları ahtapot gibi kuşatıyorlar. Maddi gerçeklik kendi
çıkarlarına uysun diye kurumların görevleriyle oynuyorlar, diledikleri zaman bu
kurumların yetkilerini azaltıyorlar, dilediklerinde de artırıyorlar. Bu sayede
yanılsamalar, yalanlar, aldatmalar, uyuşturucular, havuç-sopa oyunu ile halkı
felç ediyorlar, bizi diri diri mideye indiriyorlar.
Biz
bu asalak toplumsal formasyonu hak etmiyoruz.
Bize
insanın ve doğanın uyumunu mümkün kılan maddi gerçekliği güvence altına alacak
bir sistem lazım. Para ve zor üzerine kurulu bu feodal düzenin dışına çıkmak
için bize şirketlerin kulu olmuş siyasetin o saçma sapan ritüelleri, sağlıktan
yanaymış gibi duran ama aslında kapitalizmi savunan sloganlar lazım değil.
Bir
adım geri atıp olan bitene bakmalı, asalaklara “asalaksınız” demeyi bilmeliyiz.
Dünya
genelinde ülkeleri yok eden aynı sömürgeciler, bugünlerde bize karşı psikoloji
temelli asimetrik bir kent savaşı sürdürüyorlar. Birbirimizi vurduğumuz bu
koşullarda bize hep birlikte olduğumuz söyleniyor.
Onlar
diyorlar ki sadece şirketlerin yalayıp yutacağı ölçüde dümdüz edilmiş
toplumların virüs kaynaklı ölüm eğrisinin düzleştiğini görecek.
Peki
biz, kendi ihtiyaçlarımızı esas alan toplumsal ilişkilere sahip toplumları
nasıl inşa edebiliriz? Herkese hizmet eden bir toplumsal formasyonun inşasına
katkı sunacak toplumsal kurumları nasıl oluşturabiliriz?
Asalaklar
konaklarını yiyip bitiriyor, çünkü yaratıcı bir hayat süreci içerisine girme
becerisine sahip değiller. Onlar kendilerine tabi kıldıkları halkı esir almak
için yalan söylemek, o halkı aldatmak, böylece esirlerin asalaklar için bir
krallık kurmak zorunda kalmasını sağlamak zorunda. Asalaklar kendilerini öyle
sunsalar bile asla her şeyi gören tanrılar değiller.
Gezegenimizdeki
türlerden bir tür olarak, kâinatın sunduğu nimetlere sahip olup hayatta kalmak
adına hepimiz, bu yıkıcı pratiği görmeli, ötesine bakabilmeliyiz.
Elimizden
sadece çığlık atmak geliyor. Türümüzün önündeki aleni engelleri mesele eden,
insanlığa ait küçük bir grubuz aslında.
Aşağıdaki
cümleler, Kaliforniya’daki San Quentin Hapishanesi’nde katledilmesinden kısa
bir süre önce George L. Jackson tarafından kaleme alınmış (Kısa süre önce bu
sözü aktardığı için John Steppling’e teşekkür ederim.):
“Didişmelerinize
bir son verin, bir araya gelin, mevcut durumumuzun gerçekliğini idrak ediğin,
faşizmin yürürlükte olduğunu görün, kurtarılması mümkün olan insanların neden
öldüklerini sorgulayın, nesillerin harekete geçmediğimiz takdirde daha da
yoksullaşacağını, yarım hayatlar yaşayacaklarını artık anlayın. Yapılması
gerekeni yapın, insanlığınızı ve devrime olan sevdanızı yeniden keşfedin.”
Fred
Hampton da aynı şeyi söylüyor: “Bir devrimciyi öldürebilirsiniz ama devrimi
öldüremezsiniz.”
Hiroyuki Hamada
1 Şubat 2022
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder