Gelgelelim
süreç içerisinde başka bir unsurun öne çıktığına tanık olundu. Irkçılığa maruz
kalan, bir biçimde damgalanan, işçi mahallelerinde oturan kadınlar
örtünmekteydi. Rivera’nın ifadesiyle, başörtüsünü “proletaryanın başörtüsü”
olarak görmek mümkündü.
Süreç
içerisinde laiklik gerici bir içerikle radikalleşti, Müslüman işçileri etnik ve
ırk temelinde ele alıp onları uyumsuz öteki olarak görerek kültürel bir engel
inşa etti, bu da Müslümanların ekonomik, politik ve mekânsal açıdan
marjinalleştirilmesini sağladı.
Bugün
eğitim, söz konusu dışlama pratiklerinden kurtulma imkânı sunuyor. Belki de
devlet, okullarda başörtüsünü tam da bu sebeple yasaklıyor. Kenar mahalleler
gibi belirli mekânlarda süren damgalama ve marjinalleştirme pratikleri, esasen
kapsamlı bir sürecin parçası: sanayi işçisinin dünyası ve sahip olduğu
örgütlenme ve temsil biçimleri bu süreç dâhilinde dağılıyor.[3] Solun günümüzde
işçi sınıfının yürüdüğü yolu ve sahip olduğu anlamı ele alan tartışmalar
yürütmesi tam da bu sebeple önemli.
Terra
Nova düşünce kuruluşuna göre Sosyalist Parti’nin işçi tabanı giderek daraldı,
kitle sayıca küçüldü, sahip olduğu değerler büyük ölçüde değişti. Sol ise
liberal değerleri benimseyip İslam’a, eşcinsel haklarına ve farklılığa açık
hâle geldikçe işçiler ters yöne doğru ilerlediler. İşçilerin maddi güvenliğinin
tehdit edildiği süreçte bu insanlar kendi içlerine kapandılar, göçmenlere,
sosyal yardım alanlara düşman kesildiler, toplumdaki düzensizlik sebebiyle
yollarını şaşırdılar ve ahlakî değerlerini yitirdiler.[4] İşçiler, kendilerini
artık solun değerleriyle tanımlamıyorlar, sola oy vermiyorlar.
Terra
Nova’ya göre tam da bu sebeple Sosyalist Parti, sosyal popülizmi benimsemeden
işçilerle kurduğu eski ittifakı asla yeniden tesis edemez.[5] Göç yanlısı
yazarlar kolektifi Cette France-là’ya
(“Öteki Fransa”) göre[6] bu argümana karşı çıkanlar, yanlış yapıyorlar. Solun
gözle görünür azınlıklara vurgu yapmak yerine gözle görünmeyen çoğunluğa yüzünü
çevirip laiklik, ahlak ve geleneksel değerler gibi beklentilere ve inançlara
cevap vermesi gerekiyor. Bu anlayışa göre sol, çocuksu çokkültürcülük savunusu
yapacağına cemaatçilere itiraz etmeli.
Bu
argümana göre yeni işçi sınıfı çok az vasfa sahip, ağırlıklı olarak düşük
ücretlerin ödendiği işkollarında çalışıyor ve güvencesizliğin, alt seviyeye
düşme korkusunun, tecrit edilme hissinin pençesinde kıvranıyor. Bu sınıf,
temelde finans piyasalarının, cemaatçilikteki artışın ve borç krizinin zulmüne
maruz kalıyor. Ekonomik güçsüzlük ve güvencesizliğin oluşturduğu söz konusu
bileşke, sadece ekonomik değil ayrıca fiziksel ve toplumsal bir olgu.
Solun
göç meselesiyle ilişkisi konusunda şikâyette bulunan kesime göre Ulusal Cephe,
insanlara hem içeride hem de dışarıda korumacı bir siyaset öneriyorken
popülizmi reddeden partiler koruma meselesinin üzerinden atlıyorlar.[7]
Bu
noktada Gauche Populaire (“Halkçı
Sol”) ağına mensup insanlar, çokkültürcülüğe karşı kimlik temelli laikliğin
savunulması, ekonomik korumacılıkla kimliğin korunması siyasetinin
ilişkilendirilmesi gerektiğini söylüyorlar.[8]
Bu
türden değerlendirmelerde göç meselesi ile ekonomik liberalizm arasında sürekli
bağ kuruluyor. Christophe Guilluy’nun ifadesiyle “göçmenler, ortalıkta dolanmak
suretiyle dünya ekonomisine entegre olup liberal küreselleşmenin mantığına uyum
sağlıyorlar.”[9] Küreselleşme ve çok uluslu göçmen, aynı madalyonun birbirine
tabi iki ayrı yüzünü ifade ediyor. İşçiler ekonomik zulme maruz bırakılıyorlar,
genç göçmenlerse suç dünyasına mahkûm ediliyorlar. Devletse göçmen akışını
durdurmayı beceremiyor.[10]
Terra
Nova’nın üzerinde durduğu görüşler ile ona karşı duran görüşler belirli bir
noktada ortaklaşıyorlar: her iki taraf da beyaz olmayan azınlığın ülkeye
izinsiz girişine tepki olarak hâkim beyaz çoğunluğun başvurduğu seçenekler
etnik ayrımları esas alıyorlar.[11] Başka bir ifadeyle toplum ırksal çizgilere
göre ayrıştırılıyor. Bu görüşe “beyaz işçi sınıfı” kategorisinin akademik
araştırmalar ve medya yorumları için gerekli bilgileri temin eden ana unsur
olarak iş gördüğü Britanya ve ABD gibi yerlerde popülist partiler ve göç
konusunda yürütülen tartışmalarda yaygın olarak rastlanılıyor.
Fransa’da
Guilluy ve Bouvet, Britanya’da Ford ve Goodwin gibi isimler şu tarz bir
çıkarımda bulunuyorlar: yoksul beyaz işçi erkekler “sıradan seçmenlerin göçle
ilgili endişelerine kulak asmayan politik elitler tarafından göz ardı edildiler,
küreselleşme süreci sayesinde unutuldular.”[12]
Esasen
Ford ve Goodwin’in Revolt on the Right
[“Sağdaki İsyan”] isimli çalışması, kendi sundukları delillere karşı çıkan
politik argüman dillendiren araştırmalara dair mükemmel bir örnek. Kitapta
sunulan verilere bakılacak olursa 2017 öncesinde İşçi Partisi’nin güçlü olduğu
bölgelerde eskiden Muhafazakâr Parti’ye oy veren işçilerin belirli bir kısmının
yüzünü Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’ne döndüğü görülür. Yazarlara göre
bu durum İşçi Partisi için önemli bir tehdit, dolayısıyla göçmen karşıtı
endişelerin bir biçimde idrak edilmesi şart.
Bu
konuda benzer analizler dile getirilmesine karşın, İşçi Partisi’nin göçmen
karşıtı gündem üzerinden hareket etmek yerine, yeniden dağıtımı,
millileştirmeyi ve tasarruf tedbirlerinin sonlandırılmasını esas alan
politikalar üzerinden göç meselesine hiç de ilerici olmayan bir tavır
sergilediği Brexit sonrası ortamda, Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi 2017
seçiminde ciddi bir hezimete uğradı.
İşçilerin
etnik kimlikleri üzerinden politik tercihte bulunduklarına, göçmen
karşıtlığının toplumun derinlerinden çıkan bir yaklaşım olduğuna dair yüzeysel
tespit, mevcut mitleri aydınlığa kavuşturmak veya izah etmek yerine onları bir
biçimde besliyor.
Seksenlerde
Ulusal Cephe’nin seçimlerde yaşadığı sıçrama sonrası akademisyenler ve
gazeteciler, bu partinin aldığı oyların kaynağının göç olduğuna ilişkin görüşü
servis ettiler ve Ulusal Cephe’nin aldığı oyların göçmenlerin varlığı ile
ilişkili olup olmadığına dair çalışmalar kaleme aldılar. Oysa bu partinin
aldığı oy, temelde işsizlikle ve evsizlikle alakalı idi.[13]
Göçmen
karşıtlığı denilen suçu bizatihi keyfi bir kurgu olan “beyaz işçi sınıfı”na
isnat etme arzusu, göçmenlere ve çocuklarına yönelik “hoşgörüsüzlüğün” kaçınılmaz
olarak oluşacağı görüşünü besliyor. Ayrıca bu yaklaşım, göçmenlere dair
algıların dayandığı çokboyutlu gerçekliğin üzerini örtüyor.
Öteki
Fransa Kolektifi’nin de ortaya koyduğu biçimiyle, 1994’ten beri yapılan tüm
anketler, halkın çoğunluğunun seçimlerde yabancılara oy kullanma hakkının
verilmesine destek verdiğini ortaya koyuyor. Kasım 2011’de bu oran yüzde 61’di.
Bu insanların yüzde altmışı işçi, seçmenlerin dörtte üçü on sekiz ilâ otuz dört
yaş arasında.[14]
2003
ve 2005’teki anketler ise halkın büyük bir çoğunluğunun göçmenlere pozitif
ayrımcılık yapılması görüşüne destek sunduğunu ortaya koyuyor.[15] Öteki Fransa
Kolektifi’nin tespitiyle halkın göçmenleri ve görünür azınlıkları reddetme
eğiliminde olduğu görüşü tümüyle yanlış, dolayısıyla bu görüşe yabancı
düşmanlığını esas alan politikadan kopmak için karşı çıkmak gerekiyor.
Söz
konusu görüş, doğalında ırkçı ya da ırkçılık karşıtı değil ama onun temelde
anlatılan hikâyelerle biçimlendirildiğini görmek gerekiyor. Irkçılığın
yaygınlaştırılması konusunda net politikaların üretilmediği koşullarda
bağnazlığı teşvik edecek veya yayacak partilerin yol alacağı açık. Asıl mesele,
azınlıkları halkın karşısına çıkartan akademisyenlerin ve gazetecilerin halkı
beyaz olarak takdim edip, etnik azınlıkları insan olarak görmemelerinde.
Fransa’da
entegrasyon denilen efsane kökleştiği için göçmenlerin ve çocuklarının
yaşadıklarına dair bir anlayış geliştirilemiyor. Entegrasyon süreci pürüzsüz
bir şey olarak takdim ediliyor, öte yandan alt kültürler üzerinden farklı biçimler
alabilecek bu süreç, soyut bir evrensel modelle ilişkilendirilip bu model
giderek entegrasyonun ana zemini kılınıyor. Entegrasyonun cumhuriyetçi model
eliyle işlediğine veya sürdürüldüğüne ilişkin yanılsama, cumhuriyetçi modelin
karşısına Anglosakson modeli çıkartmak suretiyle pekiştiriliyor. Bouamama’nın
da ifade ettiği biçimiyle bu türden kurgular, ABD, Britanya ve Fransa’daki
gerçeklikleri homojenleştirip küreselleştiriyor, buradan da her bir ulusun
doğasında belirli bir özün bulunduğundan bahsediliyor, toplumsal, politik ve
ekonomik bağlamların farklı olmadığı iddia ediliyor.[16]
Bouamama,
bugün entegrasyon sürecini iki önemli faktörün etkilediğinden bahsediyor. İlk
faktör, eskiden her türden Fransa kaynaklı modele kıyasla daha verimli ve etkin
bir entegrasyon sürecine tabi olan işçi sınıfı kültürünün istikrarsızlaştırılmasının
süreci altüst etmiş olması.[17] Eskiden işçilerin katılımı, politikleşmesi ve
temsil edilmeleri, işçi olma statüsüne sembolik bir anlam ve değer katıyordu.
Bu kolektif kimlik anlayışının dağılması ve politik-ideolojik çimentonun ortadan
kalkması, işçi figürünün değersizleşmesine neden oldu ve atomizasyona katkı
sundu.[18]
İkinci
faktör ise sömürgecilik mirasının ciddi bir ağırlığa sahip olması. Zira
Fransa’ya göç eden insanların büyük bir çoğunluğu eski sömürgelerden geliyor.
Dolayısıyla bu insanların ülkeye kabul süreçlerini temelde Fransız devletinin
sömürgecilik mirasına verdiği anlam biçimlendiriyor.[19]
"Birleşik
ulusal kimlik" miti, günümüz toplumuna ait gerçekliğin üzerini örten bir
kılıf. Said Bouamama’nın da ifade ettiği biçimiyle, çeşitlilik denilen şey,
salt folklorik veya kültürel meselelere indirgenemez, üstelik çeşitlilik,
sürekli aksi iddia edilmiş olsa da, ideoloji
düzleminde Fransa’nın en temel vasıflarından biri olagelmiştir. Ayrıca
“toplumlar, kararnamelere göre evrim geçirmeyip sadece ideolojik modellerle
kısıtlanmış olgular olmadıkları için”[20] çeşitlilik, ülkenin kalıcı
vasıflarından biri olmaya devam edecektir. Ülkeye yeni gelenlerin kendilerini
tanımlayan unsurları silikleştirmek suretiyle varlık imkânı bulabildiği
“bütünleşmiş” ulusal kültür miti, esasen ekonomik ve toplumsal meseleleri
kültür düzlemine taşır.[21] Bu noktada bilhassa toplumsal eşitsizlik ve ırkçı
ayrımcılık perdelenir. Irkçı yaklaşımların konusu hâline gelen kişilerin toplum
dâhilinde hareket etme kabiliyetini kısıtlayan kurumsal çerçeve, bu kişilere
ait kültürün, dinin veya geleneklerin Fransız ulusal kimliğinin dayandığı
normlara “uygun” olup olmadığına göre değerlendirilmesiyle göz ardı edilir.[22]
Bu türden girişimler, ister istemez, Fransa’nın gerçekte kültür ve toplum
düzeyinde sahip olduğu çeşitliliğin inkârını ve toplum içerisinde müşterekler
üzerine kurulu, uyumu gözeten gerçek çabaların üzerinin örtülmesini beraberinde
getirmektedir.[23] Buna mukabil, muhtelif çalışmaların da altını çizdiği bir
olgu olarak “farklılıkların tanınması” meselesi, Fransız Müslümanlar için
eşitlikten nispeten daha az önemli bir taleptir esasında.[24]
Görebildiğimiz
kadarıyla devrimci sol, henüz işçi sınıfının “yeni sosyoloji”sine kendisini
uydurabilmiş değildir. Devrimci sol, güvencesizlikle ve işsizlikle paramparça
olmuş bir toplumsal kategori dâhilinde sayıları giderek artan, göçmen geçmişi
bulunan, ırkçı saldırılara maruz kalan kişilerle alakalı gelişmeleri epey yavaş
idrak etmiştir.[25] Bu kişiler, geçiş aşamasındaki çalışma koşullarında
istihdamın o müşterek koşulları karşısında, birliği gündemlerine pek
almamaktadırlar. Reformist ve devrimci solun ayrımcılıkla bağlantılı meselelere
yönelik kayıtsızlığı, İslamofobiye karşı koyma ihtiyacını gören ırkçılık
karşıtı özerk bir hareketin gelişimini hızlandırmıştır. Bazı yazarların da dile
getirdiği biçimiyle bu, esasen destek eksikliğinin ispatı ve zafiyetin emaresi
olarak görülebileceği gibi, aynı zamanda kapsamlı bir biçimde yürütülmesi
gereken kampanyalara dair bir işaret olarak da algılanabilir.[26] Öte yandan
ırkçılığa maruz kalan eylemcilerin “beyaz solcular” dedikleri kesimlere yönelik
alaycı tutumlarını ayrışmanın ana sebebi olarak görmemek gerekmektedir. Asıl
zararı veren, SOS Racisme gibi
“ahlakçı ırkçılık karşıtları”nın başarısızlığa uğramış örgütlenme pratikleri,
önde gelen sosyalist isimlerin ayrımcı ve ırkçı politikaları ile söylemleri,
ayrıca İslamofobiye karşı koymayan devrimci sol örgütlerdir.
Bugün
Fransa’da tanık olduğumuz önemli bir gelişme de başını siyahların ve Arapların
çektiği örgütlerin kuruluyor olmasıdır. Hüda Asal’ın mülâkat yaptığı bir CCIF
(Fransa’da İslamofobi Karşıtı Kolektif) üyesinin de ifade ettiği biçimiyle, bu
gelişme, Tarık Ramazan’dan Huriye Butelca’ya birçok önde gelen ismin
şeytanileştirilmesini ve böylesi örgütlere yönelik düşmanlığı kısmen izah
ediyor: “İnsanların asıl canını sıkan, mücadeleye Müslümanların öncülük ediyor
olmasıdır.”[27] Dekolonyalizm Yaz Kampı
türünden bağımsız girişimler de benzer bir şiddetle yüzleşiyorlar. 2016 yazında
ırkçılık karşıtı siyahların ve etnik azınlık mensuplarının örgütlediği bu kamp,
mevcut can sıkıntısını perçinliyor. Uluslararası Irkçılık ve Antisemitizm
Karşıtı Birlik (LICRA) başkanı Alain Jakubowicz, söz konusu kampla ilgili
olarak, “Rosa Parks mezarında ters dönmüştür” dedi. Ardından da “siyahları
tıpkı Ku Klux Klan gibi beyazlardan ayırıp ‘mücadeleyi ayrımcılık görenler
yürütmeli’ diyen birinin sahtekâr” olduğunu söyledi.[28] SOS Racisme ise kampı ağır bir dille eleştirip onu, “kimlikle
alakalı nevrotik tutumlarını politik nefrete dönüştürmüş olan kişilerce
örgütlenmiş aleni ırkçı bir çalışma" olarak tanımladı.[29] Ayrıca
aralarında Başbakan Valls’ın da bulunduğu üç bakan, kampı sert bir dille
eleştirdi ve “beyaz karşıtı ırkçılık” iddiası temelinde yasaklanması yönünde
çağrıda bulundu. Sürekli “homofobik, antisemitik ve ırkçı” olmakla eleştirilen
Huriye Butelca’ya yönelik karalama kampanyası, esasen bu “politik ırkçılık
karşıtlığı”nın ortaya çıkışına yönelik benzer türde bir tepkinin bir parçası.
Bu kampanyaya çoğunlukla ırk ve İslamofobi gibi kavramları mahkûm eden ifadeler
eşlik ediyor.[30]
Asal’ın
da tespit ettiği üzere, "İslamofobiyle mücadele, politik olarak varolmak
adına ırkçılık mağdurlarının ve işçi mahallelerinde yaşayanların uzun süredir
verdikleri o kadim mücadelenin bir parçası esasında.”[31] Asal’ın dile
getirdiği formülasyon, Abdulmelik Seyyid’in doksanlarda sorduğu şu soruya
dayanıyor: “Politik olarak varolmadan, göçmenlere bahşedilmiş bu ufak,
tesadüfi, lüzumsuz, kırılgan, dar ve sakatlanmış bir varoluş dâhilinde, millet
denilen o sosyo-politik düzende varolmak nasıl mümkün olabilir ki?”[32]
Merkezî
bir konu olarak seksenlerden beri ülke genelinde tartışılan ulusal kimliğin
inşası meselesi, günümüz Fransa’sında görülmekte olan kimlik krizinin bir
parçasıdır. Butelca’nın da dile getirdiği biçimiyle bu kriz, Müslüman sorunu
ile ilgili değildir. Bu ülkede “bir beyaz sorunu vardır. Bir Fransız sorunu
vardır. Fransız kimliği krizdedir. Fransa’nın çöküşte olmasıdır asıl sorun.”[33]
İmparatorluk mirası olan ülkenin sahip olduğu tüm sorunlar İslamofobiyi
beslemektedir. Bu sorunlardan biri de modern, çokkültürlü bir toplum gerçeği
ile uzlaşmaya ve giderek derinleşen toplumsal ve politik kutuplaşma bağlamında
Fransız sömürgeciliğinin geride bıraktığı mirasla yüzleşmeye dönük reddiyedir.
Savaş sonrası siyaset âlemine hükmetmiş olan parti sisteminde tanık olunan ve
hâlen daha devam eden dağılma ve faşist köklere sahip aşırı sağcı gelenekteki
diriliş türünden yukarıda sözünü ettiğimiz kutuplaşmaya ait semptomlar, temelde
yapısal işsizlik, kurumsal ırkçılık ve giderek artan eşitsizliklerin eseridir.
Bu sorunların sebeplerini açıklamak ve ortadan
kaldırmak için genel bir çerçeve geliştirmek yerine bilinçli bir şekilde
“Müslüman sorunu” icat eden siyasetçiler ve devlete bağlı kadrolar, tüm dünya
genelinde süren terörle mücadeledeki İslamofobik söz ve eylemlerin, Fransa’nın
sömürgecilik mirasının ve yetmişlerden beri radikalleşen sağın diline doladığı
“kültürel ırkçılık” ile alakalı lügatin temin ettiği kaynaklara dayanmaktadır.
Rancière’nin de ifade ettiği biçimiyle, bu süreci “gerici toplumsal gruplar”
değil, “halkın öfkesine bakmak yerine devleti meşrulaştıran entelektüel
seçkinlerin belirli bir bölüğü yönetmektedir.”[34] Bugün cumhuriyetçi laikliğin
gerici pratiği, sağcı ve solcu partilerin elinde ayrımcılık ve dışlama amacıyla
kullanılan bir tür silâh hâlini almış, bu pratik, devletin otoritesini
toplumsal ilişkilerin asli efendisi, uzlaşmak nedir bilmeyen hakemi olarak
görüp desteklemiş, söz konusu hakemlik, zaman içerisinde kültür ve etnisite
penceresinden görülmeye başlanmıştır. İslamofobi temelli günah keçisi
arayışında, her yere sızan otoriterizmde, demokratik düzlemde hesap verme
gerekliliğinin ortadan kaldırılmasında, kültürel çoğulculuğa yönelik husumette
söz sahibi olan dinamiklerin birbirlerini karşılıklı olarak beslediğini görmek
gerekmektedir. Tüm bu dinamiklerde asıl ihtiyaç duyulan şeyse halkın en geniş
kesimlerinin itaat etmesi ve rıza göstermesidir. Dolayısıyla o dinamiklere
karşı koymak, tekerlerine çomak sokmak ve yollarını kesmek zaruri ise o vakit
itaatsizliğe ve muhalefete, aynı zamanda anlamlı ve pratikte karşılığı olan bir
dayanışmaya, ayrıca ahenk içindeki bir politik iradeye ihtiyaç vardır.
Jim Wolfreys
[Kaynak: Republic of Islamophobia: The Rise of Respectable Racism in France,
Oxford University Press, 2018,s. 196-204.]
Dipnotlar
[1]
Rivera, Les dérives de l’universalisme,
s. 52–3.
[2]
A.g.e., s. 100.
[3]
A.g.e., s. 101.
[4]
Cette France-là, Xénophobie d’en haut. Le
choix d’une droite éhontée, Paris: La Découverte, 2012, s. 159.
[5]
A.g.e., s. 160. Ayrıca bkz. Baumel,
Laurent ve François Kalfon, L’équation
gagnante. La gauche peut-elle enfin remporter la présidentielle?, Paris: Le
Bord de l’eau, 2011; ve Baumel, Laurent ve François Kalfon, Plaidoyer pour une gauche populaire: La
gauche face à ses électeurs, Paris: Le Bord de l’eau, 2011.
[6]
Cette France-là, Xénophobie d’en haut.
[7]
Mergier, Alain ve Jérôme Fourquet, Le
point de rupture. Enquête sur les ressorts du vote FN en milieux populaires,
Paris: Fondation Jean Jaurès, 2011.
[8]
Cette France-là, Xénophobie d’en haut,
s. 165.
[9]
Guilluy, Christophe, Fractures Françaises,
Paris: Flammarion, 2013, s. 44.
[10]
Aktaran A.g.e., s. 165–8.
[11]
Cette France-là, Xénophobie d’en haut,
s. 168.
[12]
Ford, Robert ve Matthew J. Goodwin, Revolt
on the Right: Explaining Support for the Radical Right in Britain, Londra:
Routledge, 2011.
[13]
Bkz. Fysh, Peter ve Jim Wolfreys, The
Politics of Racism in France, Basingstoke: Palgrave Macmillan, 2003.
[14]
Cette France-là, Xénophobie d’en haut,
s. 171.
[15]
IFOP anketi, le Journal du Dimanche,
16 Aralık 2003; BVA 2005, aktaran: Hargreaves, Multi-Ethnic France: Immigration, Politics, Culture and Society,
Abingdon: Routledge, 2007, s. 162.
[16]
Bouamama, Saïd, La France. Autopsie d’un
mythe national, Paris: Larousse, 2008, s. 112.
[17]
A.g.e., s. 112.
[18]
Beaud, Stéphane ve Michel Pialoux, Violences
urbaines, violences sociales: genèse des nouvelles classes dangereuses,
Paris: Fayard, 2003. Aktaran: Talpin, Julien, Julien O’Miel ve Frank Frégosi
(ed.), L’islam et la cité. Engagements
musulmans dans les quartiers populaires, Lille: Presses universitaires du
Septentrion, 2017, s. 21.
[19]
Bouamama, La France. Autopsie d’un mythe
national, s. 113.
[20]
Said Bouamama, La France. Autopsie d’un
mythe national, s. 114.
[21]
A.g.e., s. 115.
[22]
A.g.e., s. 112.
[23]
Talpin vd., L’Islam et la cité, s.
25.
[24]
A.g.e., s. 26.
[25]
A.g.e., s. 21.
[26]
A.g.e., s. 57.
[27]
A.g.e., s. 161.
[28]
Eschapasse, Baudouin, ‘Pourquoi le “camp décolonial” fait polémique’, Le Point, 25 Ağustos 2016, son erişim tarihi: 16 Ağustos
2017.
[29]
SOS Racisme, ‘“Camp d’été décolonial”: un rassemblement
ouvertement raciste’, 26 Ağustos 2016, son erişim tarihi: 16 Ağustos 2017.
[30]
Bkz. Birnbaum, Jean, ‘La gauche déchirée par le “racisme antiraciste”’, Le Monde, 9 Haziran 2017, son erişim tarihi: 16 Ağustos 2016
ve ‘Vers l’émancipation, contre la calomnie. En soutien à Houria Bouteldja et à
l’antiracisme politique’, Le Monde, 19 Haziran 2017, son erişim tarihi: 16 Ağustos
2016.
[31] A.g.e., s. 163-4.
[32]
Sayad, Abdelmalek, L’immigration ou Les
paradoxes de l’alterité: L’illusion du provisoire, Paris: Raisons d’agir,
2006, s. 13.
[33]
Houria Bouteldja, Yazarla yapılan söyleşi, Paris, 21 Mayıs 2016.
0 Yorum:
Yorum Gönder