Devletin 2004’te çıkarttığı, devlet okullarında
başörtüsünün yasaklanmasını öngören kanun ile 2010 yazında Romanların sınır
dışı edilmeleri, esasen seçimlere yönelik hamlelerdir ve ırkçılıkla yabancı
düşmanlığını bu noktada kullanma amacını güdüyor.
Burada, halkın gerici kesimindeki korku ve
irrasyonellik temelli tepkisi olarak ırkçılık, halkın öfkesi bağlamında
değerlendiriliyor, halkın yeni hareketli ve çok uluslu dünyaya uyum
sağlayamadığı üzerinde duruluyor. Bu bağlamda devlet, bu kesimlere teslim
olmak suretiyle kendi ilkelerine ihanet etmekle suçlanıyor. Böylelikle, halktaki irrasyonellik karşısında devletin rasyonalitenin, aklın temsilcisi
olduğu düşüncesi, iyice perçinleniyor.
Bu oyunda sözde solcu eleştirmenlerin benimsedikleri görüş ile son yirmi yıldır çıkan ırkçı kanunları ve kararları uygularken sağın
kullandığı görüş, birbirine epey benziyor. Sonuçta söz konusu ortak görüşe göre tüm
bu tedbirler, aynı akıl adına alınıyorlar. Yasadışı göçmenler tehdit oluşturuyorlar,
suç işliyorlar. Düzen sağlanmadıkça bu tehditler ve suçlar, ırkçılığın
güçlenmesine neden oluyorlar. Sonuçta bu suçlar ve tehditler, hukukun
evrenselliği ilkesine tabi kılınmalı ki ırkçılık, kimseyi rahatsız etmesin.
Sol ve sağ, bu oyunu 1993’te çıkan
Pasqua-Méharignerie kanunlarından beri oynuyor. Bu türden kanunlar bağlamında
halktaki öfkenin karşısına, akıl sahibi devletin evrenselci mantığı çıkartılıyor,
yani devletin ırkçı politikalarına ırkçılık karşıtı hüviyeti kazandırılıyor. Bu
tedbirleri meşrulaştırmak için kullanılan devlet aklı ile “öteki” ya da suçlu
düşman arasındaki ilişkide devlet, halkın öfkesini bir bahane olarak öne
çıkartıyor. Esasında devlet, halktaki ırkçılığın basıncı ile değil, popülist veya
aşırı sağcı öfkeye tepki olarak harekete geçiyor. Öteki ile ilgili imajı
asıl besleyen, devletin politikası. Devlet, çıkarttığı kanunların
sorumluluğunu o ötekinin sırtına yüklüyor.
On beş yıl önce bu süreci tanımlarken “soğuk
ırkçılık” terimini önermiştim. Bugün cebelleştiğimiz ırkçılık ise fikrî bir
inşa olarak, kasti ırkçılıktır. Bu ırkçılığı ise temelde devlet yaratmıştır.
Hukukun egemenliğinden ve onun polis devletiyle
ilişkisinden bahsettiğimiz koşullarda devletin özü itibarıyla polis devleti
olduğunu görmemiz gerekiyor. O, kimlikleri, mekânı ve hareketleri
belirleyen, kontrol altında tutan kurumdur. Bu kurum, yarattığı kimliklerden
taşan her türden fazlalıkla sürekli kavga içerisindedir; devlet, her daim,
politik öznelerin eylemi aracılığıyla ortaya konulan kimliklere ait mantığın
aşırılıklarına karşı mücadele eder.
Küresel ekonomik düzen, devletin sadece bu alanda
faaliyet yürütmesine izin veriyor. Devletler, sorumlu oldukları toplumlarda
sermaye dolaşımının yol açtığı yıkıcı etkiye artık karşı koyamıyorlar. Bu
devletler, yapmak istedikleri şeyleri artık yapamıyorlar. Bu nedenle onlar yüzlerini,
sadece güçlerinin yettiği alana, kişilerin dolaşımda olduğu mekâna çeviriyorlar.
Dolaşımı kontrol altına alan devletler, kendi
hedeflerini göçmenlerin tehdidi altındaki yurttaşların güvenliğini sağlamak
olarak belirliyorlar. Esasen devletlerin asli işi, güvensizlik üretip onu
yönetmekten ibarettir. Bu işse giderek devletin meşruiyet aracı, devletin
varlık gerekçesi hâline geliyor.
Devletler, hukuku iki temel işlevi yerine getirmek
için kullanırlar: güvenliği tehdit eden bir konu bulmayı ifade eden ideolojik
işlev ve sınırın bu tarafı ile diğer tarafını sürekli organize etmeyi, akışkan
kimlikler oluşturmayı, böylelikle içeride olanın dışarıya akmasını sağlamayı
ifade eden pratik işlev.
Her şeyden önce göç ile ilgili kanunlarda amaç,
Fransa içinde alt bir kategori oluşturmak ve Fransız toprağında Fransız
anne-babadan doğmuş insanları akışkan göçmen kategorisi içine sokmaktır.
Yasadışı göçle ilgili kanunlardaki amaçsa yasal “göçmenler”i yasadışı
kategorisine dâhil etmektir. Burada, “yabancı kökenli Fransız” anlayışının
kullanılmasını mümkün kılan aynı mantık işler. Romanları hedef alan da bu
mantıktır. Böylelikle Avrupa sınırları içerisinde kişilerin serbest dolaşmaları
ilkesine karşı çıkılır ve “gerçekten Fransız olmayan Fransızlar” kategorisi
gibi, “gerçekten Avrupalı olmayan Avrupalılar” kategorisi oluşturulur.
Devlet, bu türden askıda kimlikler oluştururken
başını çelişkilerle derde sokmak istemez ve göçmenlerle ilgili tedbirlere
başvurur. Bir yandan devlet, yurttaşın hukuk karşısında eşit ve genel olduğu
fikri üzerinden insanları damgalayan adımlar atar, bir yandan da ayrımcı
kanunlar çıkartır. Yurttaşın eşitliğine ve genelliğine aykırı olduğu söylenen
uygulamalar cezalandırılır ve/veya damgalanıp kötülenir.
Bir yandan da devlet, herkes için aynı olan bu
yurttaşlık kapsamında “yabancı kökenli Fransız” gibi ayrımcı kategoriler
oluşturur. Sonuçta bir yandan devlet, tüm Fransız yurttaşlarının aynı olduğunu
söyler, olmayanı dışlar, ama bir yandan da tüm yurttaşların aynı olmadığını
söyler ve bu gerçeği unutanlara “yazıklar olsun” der!
Dolayısıyla bugün ırkçılık, halkın öfkesi değil,
devlete ait bir kılıftır. Devletin yaslandığı bu mantık, her şeyden önce gerici
kesimler değil, entelektüeller eliyle sürdürülmektedir. Aslında ırkçı kampanyalar,
“popülist” olarak nitelendiren aşırı sağcı kesimlerin elinden çıkmazlar. Bu
kampanyaları solcu, cumhuriyetçi ve laik olduğunu iddia eden aydınlar
yürütürler.
Artık ayrımcılık, aşağı ve üstün ırklara dair
argümanları temel almıyor. Bugün ayrımcılık, cemaatçilik, yani etnik veya dinî
cemaatleri esas alan tikelciliğe karşı mücadele temelinde destekleniyor, bu
aşamada hukukun üstünlüğü, tüm yurttaşların hukuk karşısında eşitliği ve kadın-erkek
eşitliği üzerinde duruluyor.
Bu mücadele esnasında da söz konusu fikrin
savunucuları, başlarının mevcut çelişkilerle derde girmesini istemiyorlar ve esas
olarak eşitlik veya feminizm ile ilgileniyorlar. Bu noktada, istenmeyen özneleri
tanımlamak için klişelere başvuruluyor: böylelikle göçmen, mülteci, gerici,
İslamcı, erkek ve terörist, yan yana getiriliyor. Evrenselci, genellemeci dil, tikellik lehine maniple ediliyor: devlet, keyfi biçimde, buraya kimlerin ait
olduğuna karar veriyor.
Kime kimlik verileceğine, kimin kimliğinin yırtılıp
atılacağına dair karar devlete aittir. Bu yetkiyle bağlantılı olarak devlet,
bireyleri her daim tanımlanır ve teşhis edilir olmaya, devletin görebileceği
bir yerde bulunmaya zorlar. Çarşafın veya tüm İslamî tesettürün yasaklanmasında
bu bakış açısına başvurulur.
Belirli bir dine mensup birkaç yüz kişi için özel
bir kanun çıkartmak güç bir iştir. Bu noktada devlet, çözümü kişilerin
yüzlerini kamusal alanda gizlemelerini yasaklamakta bulur. Bu kanun, hem
çarşafı hem de maske veya başörtüsü takmayı yasaklayacaktır. Ayrıca başörtüsü,
gerici Müslüman’a ve terörist ajitatöre ait ortak işaret olarak takdim edilir.
Bu aşamada cumhuriyetçi düşünce, gerekli formülü temin eder ve bu tür göçle
ilgili tedbirlerde görüldüğü üzere, söz konusu tedbir konusunda da sol,
çekimser kalarak desteğini sunar.
Bu noktada Kasım 2005’te geceleri eylem yapan
maskeli ve kukuletalı gençlere ilişkin tartışmaları hatırlayabiliriz. Üzerinde
durabileceğimiz diğer bir örnek de İslamcıların “fetva”sı ile tehdit edilen
felsefe profesörü Robert Redeker ile ilgili gelişmelerdir. Redeker’in Müslüman
karşıtı sözlerinde başvurduğu asıl bahane, g-string giyilmesinin
yasaklanmasıdır. Bu yasak üzerine Seine nehrinin iki yakası kamusal plaja
dönüşmüştür. Redeker, Paris Belediyesi’nin getirdiği yasağın İslamî
köktenciliğe, nefretini ve şiddetini kamusal alanda çıplak olmayı yasaklayarak
ortaya koyan bir dine saygı duyulmasının bir sonucu olduğunu söylemiştir. Sonuçta
laiklik ve cumhuriyetçi evrensellikle ilgili sözler süreç içerisinde, ister
kaldırım taşı döşenmiş isterse kumla kaplı olsun, kamusal alanın tamamında
herkesin görünür olması gerektiği ilkesine doğru evrilmiştir.
Sonuç olarak: bilhassa
Ulusal Cephe’de cisimleşmiş olan belirli bir ırkçılık türüyle mücadelede epey
enerji harcandı, toplumun gerici kesimini temsil eden beyaz “cahiller”in
başvurduğu dil olarak ırkçılığa karşı ciddi kavgalar verildi. Ama bu enerjinin
önemli bir kısmıyla yeni bir ırkçılık biçimi inşa edildi: devletin ırkçılığı ve
sol aydın ırkçılığı. Belki de artık insanları damgalamaya ilişkin teori ve
pratikle mücadele etmenin, düşüncemizi bu yöne kanalize etmenin vakti
gelmiştir.
Jacques Rancière
11 Eylül 2010
0 Yorum:
Yorum Gönder