Sol,
milyonlarca insanın yıkımına yol açan, muazzam toplumsal maliyetlere sebep olan
gelişmeleri savunmacı bir yaklaşımla karşıladı. İlgili yaklaşım, solun
ideolojik projesini mahvetti. Aynı zamanda sol, bu süreçte neoliberalizmin
birbiriyle bağlantılı ama aslında kendi aralarında çelişkili olan görüşlerinin
iğvasına kapıldı. Bu görüşleri şu şekilde özetlemek mümkün:
a.
Ekonomiye öncelik veren, tüm insanların hareket etme gerekçelerini homo
economicus idealine indirgeyen tümüyle sorunlu ve hatalı felsefi
antropolojiyle desteklenen ideoloji;
b.
“Tarih hep ileri gider”, “Her yeni olan, eskiden daha iyidir” diyen, uç
biçimlerinde geçmişten miras kalmış toplumsal ve kültürel değerleri reddedip
“devrimci manada” ortadan kaldıran yaklaşıma sebep olan “ilerleme” ideolojisi;
c.
Her şeyi toplumun inşa ettiği bir şey olarak gören, doğayı hakir görüp inkâr
eden yaklaşım. Bu yaklaşıma eşlik eden, derin ekolojideki antihümanizm;
d.
Devletin araçsalcı bir yaklaşımla ele alınması, politik iktidarın ve devletin
hegemonyasının niteliğinin anlaşılamaması.
Bunlara
bir de Mayıs 1968’in sonucu olan şu üç ideolojiyi ekleyebiliriz:
a.
“Her şeye izin var”, “Her türden baskı zulümdür” diyen, mantıksal çıkarımları
bile baskıcı bulan, ahlaki yükümlülükleri zulüm olarak gören, akla ve ahlaka şüpheyle
yaklaşan liberter gevezelik;
b.
“Dilediğim şeyi yaparım” diyen aşırı iradecilik. 68’in “Ne tanrı ne efendi”
diyen anarşistleri, bugün sermayenin mucize çocuklarının pahalı kıyafetlerini
üzerlerine geçirdiler, “anarkokapitalizm”in vaizleri hâline geldiler;
c.
Bireysel nefs tapıncı. Bu yeni din, bireyciliği yok etmiş olan kolektivist
deneylerin çöküşü ve başarısızlığı neticesinde ortaya çıktı.
İlerleme
Ne Anlama Geliyor?
Neoliberalizm
muhafazakâr değildi. “Sol” radikalizmin inşa ettiği yapıyı sahiplendi. Geleneği
yıkma, yeni şeyler inşa etme konusunda sergilediği hırs, solun sevdası olan “ilerleme”
dalgasını tetikledi. Sol, ilerleme denilen kavramın çift anlamlı olduğunu, onun
kapitalizmin tasallutu altında gerçekleştiğini hiçbir zaman anlamadı.
Suçlu
görülen eski toplumsal başarıları, mücadelenin meyvesi olan kurumları içerir. Eskiye
yönelik saldırı ilericiymiş gibi görünür ama halk katmanlarının elindeki gücü
yok eder ve onları parçalar.
Neoliberal
politikaların insanlık dışı sonuçlarına yönelik tepkilerine ve savurduğu
küfürlere rağmen sol, alternatif bir model öneremedi. Süreç içerisinde sol, neoliberalizmin
“liberter” ve “ilerici” diline teslim oldu. “İlerici” dili kültür sahasına
galebe çaldı. Sol, kültür alanına girebilmek için duyarcılık temelli ajandayı
kullandı.
Fakat
bu süreç, statik ve pürüzsüz değil. Tuhaf durumlar oluşabiliyor. Örneğin Siyonizmi
savunanlar, Filistin’le dayanışma eylemi yapanları “duyarcı sol” olmakla
suçluyorlar. Yeni muhafazakârların solu “duyarcı” olarak tanımlaması yerinde. Neticede
sol da bu kanaati boşa düşürecek bir şey yapmıyor.
İsrail’in
Filistin’de gerçekleştirdiği soykırıma karşı yapılan eylemler ve yürüyüşler,
duyarcı aktivizmin hâkim olduğu, duyarcı sola mensup öğrencilerin, profesörlerin
ve idarecilerin faaliyet yürüttüğü kampüslerde gerçekleşti. Amerikalı yeni
muhafazakârların ve liberal ya da solcu İsrailli Siyonistlerin ilgili suçlamayı
yöneltmelerinin sebebi bu.
Yeni
Düşünce Akımları
Oysa
ortada, duyarcı aktivizminin hâkim tarzından farklı olan iki unsura sahip bir
hareket var:
a.
Bu harekete Filistinli olmayan insanlar öncülük ediyorlar. Bu, önemli bir
husus. Duyarcı ajandaya göre, maruz kalınan ayrımcılığı veya adaletsizliği
ancak onu çekenler anlayabilir. Başkaları onlara ancak destek sunabilir, sürece
doğrudan dâhil olanların adımlarını takip edebilir. Burada “temsiliyet” diye
bir şeye yer yoktur. Kişinin ait olmadığı bir kimlik grubu adına konuşma
çabası, “kültürel mülk edinme” olarak görülüp eleştirilir.
Bu
kanaate göre, empati denilen şey, kimlik grubunun üyelerinin mevcut sınırlarını
aşamaz. Duyarcılığın ajandası herkesi kucaklayamaz. Cemaatçidir. Oysa bugün Filistin
cemaatine mensup olmayanlar sokakta. Kültürün ve kimliğin sınırlarını aşan bir
dayanışma pratiği ortaya koyuyorlar. Evrensel olma potansiyeli taşıyan yeni bir
projeyi takdim ediyorlar.
b.
İkinci unsur, hareket içerisinde yer alan genç Amerikalı Yahudilerin oynadığı
rol. ABD’de önemli bir yerde duran, kendisini Siyonist devletle tanımlayan bir
etnik cemaate mensuplar. Bu kadar da değil. Bu kesim, üstelik ABD’deki en güçlü
etnik azınlık lobisine sahip. İktidar mekanizmalarında, kültür alanında ve
kamusal alanda güçlü ağlar örmüşler. Bu lobi, ABD dış politikasını etkiliyor,
seçim kampanyalarını kontrol ediyor.
Bugün
tam da böylesi bir cemaat içerisinde kriz açığa çıktı. Gençler, cemaatin İsrail’le
tanımlanmasına karşı çıktı. Üstelik bunu Yahudi kimliklerini reddetmeden
yaptılar. Bu reddiye, “Benim adıma hiçbir şey yapma” sloganında dil buldu. Bir
kimlik grubu, düşman görülen kimlik grubuyla dayanışma ilişkisi geliştirdi. Böylelikle,
empatinin cemaatin sınırlarını aşmasının imkânsız olduğunu söyleyen öğreti boşa
düşürüldü.
Terminoloji
ve Yeni Koşullar
Bu
iki unsur üzerinden, duyarcı ajandanın solu ele geçirdiğini söyleyebilir miyiz?
Duyarcılığın
muhafazakâr muhalifleri bile yürüttükleri polemiklerde duyarcılığın terimlerini
kullanıyorlar. Örneğin Siyonistler, Filistin yanlısı kampüs eylemlerini Yahudi
öğrencilerin “kendilerini güvende hissetmemelerine sebep olduğu” gerekçesiyle
eleştiriyorlar. Bu isimler, İsrail eleştirisi yapan Judith Butler gibi duyarcı
ajandaya bağlı aydınları eleştirseler de esas olarak duyarcılığın terimlerini
kullanıyorlar: “Kendini güvende hissetmeme” ifadesi, duyarcılığın güvenliği
esas alan yaklaşımına atıfta bulunuyor.
Duyarcılık,
kurbanları öncelik sıralamasına göre tasnif ediyor. Kendi terimlerini ve değer
anlayışını başkalarına öğretiyor. Geçmişi yok edemeyen duyarcılığın izi hiç
silinemiyor. Politik dili belirleyen sözlükçesini herkes benimsiyor. Duyarcılık,
şirketlerin dünyasına alternatif bir dünya öneremiyor.
Neoliberalizm,
muhaliflerine acısız, konforlu bir alan sundu. Ama bu alanın sınırları zamanla
daraldı. ABD’deki toplumsal kriz, küreselleşmeciliğin ekonomik ve jeopolitik
itkisi bu tür bir sonuca yol açtı.
İkinci
Dünya Savaşı sonrası tüm dünyada tesis edilmiş olan jeopolitik düzen sona erdi.
Sınırların meşruiyeti, onun önemli bir özelliğiydi. Artık bu özellik hükmünü
yitirdi. Dünya bugün yeniden taksim ediliyor, sınırlar yeniden çiziliyor, sınır
ihlalleri meşru görülüyor. Öte yandan, bugün Birleşmiş Milletler, lafta da olsa
belirli bir otoriteden mahrum olan, paslanmış bir “terörist” örgüt olarak
görülüp eleştiriliyor.
Ulus-Devlet
Denilen Unutulmuş Özne
Bugün
yeni mutlakiyetçi rejim, yeni bir toplum inşa ediyor, dışarıya da azami
düzensizlik düşüyor. Tali özellikleriyle, faşist ve kaba diliyle bu yeni rejim,
o unutulmuş olan ulus-devlet isimli öznenin politik ajandasını dünya gündeminin
merkezine oturtuyor. Ulusu ve devleti dünya görüşlerinden çıkartıp atmış
olanların içine düştükleri politik açmaza herkes bizzat tanık oluyor.
Bağımlı
ülkeler, duyarcı ajandayı taklit ediyorlar. Bu ülkeler, Biden yönetiminin
emirlerini harfiyen yerine getiriyor. Ama Trump başa gelince her şey birden
değişiyor. Demokratlar başa geçince yeniden duyarcı ajandaya bağlanılıyor.
Köleleştirilmiş
elitlerin bu duyarcı politikaları bağımlı ülkelere dayatmaları yıkıcı yan
etkilere yol açıyor. Kimlikler parçalanıyor. Ulus-devlet değer kaybediyor. Postmodernizmin
“büyük anlatılar”a yönelik reddiyesi, etnik yapıyı inkâr edelimciliği güçlendiriyor.
Yabancı
kurumların, fonların, kamusal projeksiyon yapılarının oluşturduğu ağın
rehberliğinde hareket eden aydınlar, bilhassa tarihçiler ve siyaset bilimciler,
“Vatan” kavramını şeytanlaştırıyorlar. Bu süreçte ulusun tarih bilinci
açısından büyük bir sembolik değere sahip eylemler, halkın kendisi ve ona ait
semboller eleştiriliyor, yapısöküme uğratılıp tahrip ediliyor, tarih bu yıkım
pratiği üzerinden yeniden yazılıyor.
Bağımlı
ülkelerde duyarcı ajanda, bir tür silah olarak kullanılıyor. Bu silahın amacı, küresel
kazan içerisinde eritilene dek bağımlı ülkenin bağımlılığını artırmak.
Radikal
solundan ortanın soluna ve merkez sağa kadar herkes bu hattı takip ediyor. Giderek
kâmilliğini yitiren radikal sol, reel sosyalizmin çöküşü sonrası politik ve
ideolojik düzlemde hiç kimseye ilham veremiyor. Radikal sol, bu “sol” ideolojiler
bloğu içerisinde imkân ve fırsatlara kavuşabileceğini düşünüyor. Radikal sol,
topluma yabancılaşıyor, nihayetinde bir kadavraya dönüşüyor.
Diyonisis G. Drossos
8
Şubat 2025
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder