28 Nisan 2025

Duyarcılığın Ajandası ve Alternatif Sağ Dışında Bir Hayat Var mı?


Sol, milyonlarca insanın yıkımına yol açan, muazzam toplumsal maliyetlere sebep olan gelişmeleri savunmacı bir yaklaşımla karşıladı. İlgili yaklaşım, solun ideolojik projesini mahvetti. Aynı zamanda sol, bu süreçte neoliberalizmin birbiriyle bağlantılı ama aslında kendi aralarında çelişkili olan görüşlerinin iğvasına kapıldı. Bu görüşleri şu şekilde özetlemek mümkün:

a. Ekonomiye öncelik veren, tüm insanların hareket etme gerekçelerini homo economicus idealine indirgeyen tümüyle sorunlu ve hatalı felsefi antropolojiyle desteklenen ideoloji;

b. “Tarih hep ileri gider”, “Her yeni olan, eskiden daha iyidir” diyen, uç biçimlerinde geçmişten miras kalmış toplumsal ve kültürel değerleri reddedip “devrimci manada” ortadan kaldıran yaklaşıma sebep olan “ilerleme” ideolojisi;

c. Her şeyi toplumun inşa ettiği bir şey olarak gören, doğayı hakir görüp inkâr eden yaklaşım. Bu yaklaşıma eşlik eden, derin ekolojideki antihümanizm;

d. Devletin araçsalcı bir yaklaşımla ele alınması, politik iktidarın ve devletin hegemonyasının niteliğinin anlaşılamaması.

Bunlara bir de Mayıs 1968’in sonucu olan şu üç ideolojiyi ekleyebiliriz:

a. “Her şeye izin var”, “Her türden baskı zulümdür” diyen, mantıksal çıkarımları bile baskıcı bulan, ahlaki yükümlülükleri zulüm olarak gören, akla ve ahlaka şüpheyle yaklaşan liberter gevezelik;

b. “Dilediğim şeyi yaparım” diyen aşırı iradecilik. 68’in “Ne tanrı ne efendi” diyen anarşistleri, bugün sermayenin mucize çocuklarının pahalı kıyafetlerini üzerlerine geçirdiler, “anarkokapitalizm”in vaizleri hâline geldiler;

c. Bireysel nefs tapıncı. Bu yeni din, bireyciliği yok etmiş olan kolektivist deneylerin çöküşü ve başarısızlığı neticesinde ortaya çıktı.

İlerleme Ne Anlama Geliyor?

Neoliberalizm muhafazakâr değildi. “Sol” radikalizmin inşa ettiği yapıyı sahiplendi. Geleneği yıkma, yeni şeyler inşa etme konusunda sergilediği hırs, solun sevdası olan “ilerleme” dalgasını tetikledi. Sol, ilerleme denilen kavramın çift anlamlı olduğunu, onun kapitalizmin tasallutu altında gerçekleştiğini hiçbir zaman anlamadı.

Suçlu görülen eski toplumsal başarıları, mücadelenin meyvesi olan kurumları içerir. Eskiye yönelik saldırı ilericiymiş gibi görünür ama halk katmanlarının elindeki gücü yok eder ve onları parçalar.

Neoliberal politikaların insanlık dışı sonuçlarına yönelik tepkilerine ve savurduğu küfürlere rağmen sol, alternatif bir model öneremedi. Süreç içerisinde sol, neoliberalizmin “liberter” ve “ilerici” diline teslim oldu. “İlerici” dili kültür sahasına galebe çaldı. Sol, kültür alanına girebilmek için duyarcılık temelli ajandayı kullandı.

Fakat bu süreç, statik ve pürüzsüz değil. Tuhaf durumlar oluşabiliyor. Örneğin Siyonizmi savunanlar, Filistin’le dayanışma eylemi yapanları “duyarcı sol” olmakla suçluyorlar. Yeni muhafazakârların solu “duyarcı” olarak tanımlaması yerinde. Neticede sol da bu kanaati boşa düşürecek bir şey yapmıyor.

İsrail’in Filistin’de gerçekleştirdiği soykırıma karşı yapılan eylemler ve yürüyüşler, duyarcı aktivizmin hâkim olduğu, duyarcı sola mensup öğrencilerin, profesörlerin ve idarecilerin faaliyet yürüttüğü kampüslerde gerçekleşti. Amerikalı yeni muhafazakârların ve liberal ya da solcu İsrailli Siyonistlerin ilgili suçlamayı yöneltmelerinin sebebi bu.

Yeni Düşünce Akımları

Oysa ortada, duyarcı aktivizminin hâkim tarzından farklı olan iki unsura sahip bir hareket var:

a. Bu harekete Filistinli olmayan insanlar öncülük ediyorlar. Bu, önemli bir husus. Duyarcı ajandaya göre, maruz kalınan ayrımcılığı veya adaletsizliği ancak onu çekenler anlayabilir. Başkaları onlara ancak destek sunabilir, sürece doğrudan dâhil olanların adımlarını takip edebilir. Burada “temsiliyet” diye bir şeye yer yoktur. Kişinin ait olmadığı bir kimlik grubu adına konuşma çabası, “kültürel mülk edinme” olarak görülüp eleştirilir.

Bu kanaate göre, empati denilen şey, kimlik grubunun üyelerinin mevcut sınırlarını aşamaz. Duyarcılığın ajandası herkesi kucaklayamaz. Cemaatçidir. Oysa bugün Filistin cemaatine mensup olmayanlar sokakta. Kültürün ve kimliğin sınırlarını aşan bir dayanışma pratiği ortaya koyuyorlar. Evrensel olma potansiyeli taşıyan yeni bir projeyi takdim ediyorlar.

b. İkinci unsur, hareket içerisinde yer alan genç Amerikalı Yahudilerin oynadığı rol. ABD’de önemli bir yerde duran, kendisini Siyonist devletle tanımlayan bir etnik cemaate mensuplar. Bu kadar da değil. Bu kesim, üstelik ABD’deki en güçlü etnik azınlık lobisine sahip. İktidar mekanizmalarında, kültür alanında ve kamusal alanda güçlü ağlar örmüşler. Bu lobi, ABD dış politikasını etkiliyor, seçim kampanyalarını kontrol ediyor.

Bugün tam da böylesi bir cemaat içerisinde kriz açığa çıktı. Gençler, cemaatin İsrail’le tanımlanmasına karşı çıktı. Üstelik bunu Yahudi kimliklerini reddetmeden yaptılar. Bu reddiye, “Benim adıma hiçbir şey yapma” sloganında dil buldu. Bir kimlik grubu, düşman görülen kimlik grubuyla dayanışma ilişkisi geliştirdi. Böylelikle, empatinin cemaatin sınırlarını aşmasının imkânsız olduğunu söyleyen öğreti boşa düşürüldü.

Terminoloji ve Yeni Koşullar

Bu iki unsur üzerinden, duyarcı ajandanın solu ele geçirdiğini söyleyebilir miyiz?

Duyarcılığın muhafazakâr muhalifleri bile yürüttükleri polemiklerde duyarcılığın terimlerini kullanıyorlar. Örneğin Siyonistler, Filistin yanlısı kampüs eylemlerini Yahudi öğrencilerin “kendilerini güvende hissetmemelerine sebep olduğu” gerekçesiyle eleştiriyorlar. Bu isimler, İsrail eleştirisi yapan Judith Butler gibi duyarcı ajandaya bağlı aydınları eleştirseler de esas olarak duyarcılığın terimlerini kullanıyorlar: “Kendini güvende hissetmeme” ifadesi, duyarcılığın güvenliği esas alan yaklaşımına atıfta bulunuyor.

Duyarcılık, kurbanları öncelik sıralamasına göre tasnif ediyor. Kendi terimlerini ve değer anlayışını başkalarına öğretiyor. Geçmişi yok edemeyen duyarcılığın izi hiç silinemiyor. Politik dili belirleyen sözlükçesini herkes benimsiyor. Duyarcılık, şirketlerin dünyasına alternatif bir dünya öneremiyor.

Neoliberalizm, muhaliflerine acısız, konforlu bir alan sundu. Ama bu alanın sınırları zamanla daraldı. ABD’deki toplumsal kriz, küreselleşmeciliğin ekonomik ve jeopolitik itkisi bu tür bir sonuca yol açtı.

İkinci Dünya Savaşı sonrası tüm dünyada tesis edilmiş olan jeopolitik düzen sona erdi. Sınırların meşruiyeti, onun önemli bir özelliğiydi. Artık bu özellik hükmünü yitirdi. Dünya bugün yeniden taksim ediliyor, sınırlar yeniden çiziliyor, sınır ihlalleri meşru görülüyor. Öte yandan, bugün Birleşmiş Milletler, lafta da olsa belirli bir otoriteden mahrum olan, paslanmış bir “terörist” örgüt olarak görülüp eleştiriliyor.

Ulus-Devlet Denilen Unutulmuş Özne

Bugün yeni mutlakiyetçi rejim, yeni bir toplum inşa ediyor, dışarıya da azami düzensizlik düşüyor. Tali özellikleriyle, faşist ve kaba diliyle bu yeni rejim, o unutulmuş olan ulus-devlet isimli öznenin politik ajandasını dünya gündeminin merkezine oturtuyor. Ulusu ve devleti dünya görüşlerinden çıkartıp atmış olanların içine düştükleri politik açmaza herkes bizzat tanık oluyor.

Bağımlı ülkeler, duyarcı ajandayı taklit ediyorlar. Bu ülkeler, Biden yönetiminin emirlerini harfiyen yerine getiriyor. Ama Trump başa gelince her şey birden değişiyor. Demokratlar başa geçince yeniden duyarcı ajandaya bağlanılıyor.

Köleleştirilmiş elitlerin bu duyarcı politikaları bağımlı ülkelere dayatmaları yıkıcı yan etkilere yol açıyor. Kimlikler parçalanıyor. Ulus-devlet değer kaybediyor. Postmodernizmin “büyük anlatılar”a yönelik reddiyesi, etnik yapıyı inkâr edelimciliği güçlendiriyor.

Yabancı kurumların, fonların, kamusal projeksiyon yapılarının oluşturduğu ağın rehberliğinde hareket eden aydınlar, bilhassa tarihçiler ve siyaset bilimciler, “Vatan” kavramını şeytanlaştırıyorlar. Bu süreçte ulusun tarih bilinci açısından büyük bir sembolik değere sahip eylemler, halkın kendisi ve ona ait semboller eleştiriliyor, yapısöküme uğratılıp tahrip ediliyor, tarih bu yıkım pratiği üzerinden yeniden yazılıyor.

Bağımlı ülkelerde duyarcı ajanda, bir tür silah olarak kullanılıyor. Bu silahın amacı, küresel kazan içerisinde eritilene dek bağımlı ülkenin bağımlılığını artırmak.

Radikal solundan ortanın soluna ve merkez sağa kadar herkes bu hattı takip ediyor. Giderek kâmilliğini yitiren radikal sol, reel sosyalizmin çöküşü sonrası politik ve ideolojik düzlemde hiç kimseye ilham veremiyor. Radikal sol, bu “sol” ideolojiler bloğu içerisinde imkân ve fırsatlara kavuşabileceğini düşünüyor. Radikal sol, topluma yabancılaşıyor, nihayetinde bir kadavraya dönüşüyor.

Diyonisis G. Drossos
8 Şubat 2025
Kaynak

0 Yorum: