04 Şubat 2024

,

Mustafa Suphi, TKF ve Dönüş Süreci Tartışmaları Üzerine


Hamit Erdem Söyleşisi

Ekim 2018

İştirakî



Mustafa Suphi’nin ilk yılları ve aile çevresi ile başlayalım…

Mustafa Suphi, Türkiye komünist hareketinin önde gelen şahsiyetlerindendir. Yaşadığı dönem, 20. yüzyılın ilk çeyreği, Türkiye’nin toplumsal ve siyasi olarak en çalkantılı yıllarıdır. Türkiye’nin toplumsal ve politik yapısının alt üst olduğu, modern anlamda sınıfsal bölünmenin ve sınıf mücadelesinin başladığı, siyasal yaşamda emekçi sınıfların bilinçli temsilcilerinin ön plana çıktığı, emperyalizme karşı ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesinin iç içe girdiği bir dönemdir. 1882 yılında Giresun’da doğumludur. Babası Osmanlı’da üst düzey bürokrat olması sebebiyle Anadolu’nun çeşitli yerlerinde görev yapmış, Mustafa Suphi’nin de çocukluğu Kudüs, Şam, Erzurum’da geçmiş, bu şehirlerde süren eğitimini İstanbul (Mekteb-i Sultani/Galatasaray Lisesi) ve Paris’te (L’ecole Libre des Sciences Politiques/ Siyasal Bilimler Okulu)tamamlamıştır. Babası Ali Rıza (Özütürk) Cumhuriyet döneminde de bürokrasi içindeki konumunu korumuştur. Öyle ki Ali Rıza Özütürk 1930’da Samsun valisi olarak görülmektedir.

Mustafa Suphi’nin Türkiye’deki yılları ve sosyalizm ile ilgisi; örneğin Ahmet Cevat Emre ve Dimitr Şişmanov onun 1910’lu yıllarda da sosyalist olduklarını yazmışlardır, bunun gerçeklik payı nedir?

1913 öncesi sosyalist olduğuna dair bir bilgi yoktur. Paris’te okul yıllarında sosyalizmi ve ünlü Jean Jaurés’i izlediği bilinmektedir. Ve Paris’te öğrenciyken, aynı zamanda İttihatçıların yayın organlarından Tanin gazetesine yazılar yazmıştır.

1910 yılında Türkiye’ye dönünce hem gazetecilik, hem öğretmenlik yapmaya başlamış, siyasetle de ilgisini sürdürmüştür. Öyle ki bazı kaynaklar, 1911’de İttihatçıların Selanik’te topladığı son gizli kongrede onun Anadolu delegesi olduğunu yazmaktadırlar. İttihat ve Terakki partisi içinde liberal eğilimiyle bilinen Mehmet Cavit Bey’e yakındır ve İttihatçıların önemli aydın ve bürokratları onun yakın dostları arasındadır. Küçük Talat Bey, Yusuf Akçora Bey, Ağaoğlu Ahmet Bey, Ferit (Tek) Bey, Mehmet Hafız Efendi, Yusuf Kemal (Tengirşek) ilk akla gelenlerdendir.

Mustafa Suphi, 1912 yılında İttihatçılarla ilk kopuşu yaşamış ve özünde genel hattı ‘Türkçü’ parti olan, programında liberal ve sosyal maddelere yer veren, âdemi merkeziyetçi hatta kimi açıdan özgürlükçü diyebileceğimiz unsurlar barındıran Milli Meşrutiyet Fırkası’na katılmıştır. Yöneticileri arasında Ferit Bey (Kütahya Mebusu), Cami Bey (Fizan Mebusu), Yusuf Akçura gibi aydınların bulunmaktadır. Mustafa Suphi partinin yayın organı durumundaki İfham ve Vazife gazetelerinin yönetimini üstlenmiştir.

1912’de İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali dolayısıyla yazdığı “Vazife-i Temdin” broşüründe bu çizgiyi zorlayan bir çıkış yaparak; Batı’nın kendi dışındaki tüm dünyaya biçtiği “onları uygarlaştırma görevine” karşı çıkmış, “uygar denilen Avrupa ırklarının yalnızca servet kazanmak uğruna yaptıkları bu seferlerin, fethettikleri topraklarda yaptıkları büyük vahşetle anılacağını” yazmıştır. Ancak bu yıllarda sosyalizm ve sosyalistleri izlediğine dair bir bilgi paylaşmak isterim. 1913’te İfham gazetesinin 120. sayısında Jean Jaurés’in bir makalesini yayımlamıştır.

Sosyalist olmayan ama sosyalizmi izlediğine dair bilgiler olan bir Mustafa Suphi portresinden sonra Sinop sürgünü günleri başlıyor. Sinop’ta ne kadar kalmış ve asıl önemlisi, oradan kaçtıktan sonra neden dilini bildiği ve yaşadığı “Batı’ya” örneğin Paris’e değil, Bakü’ye gitmeyi seçmiştir?

18 Haziran 1913’de İstanbul’da Mahmut Şevket Paşa’ya düzenlenen suikast Mustafa Suphi’nin yaşamında yeni bir devir başlatmıştır. İttihatçıların bu fırsattan yararlanarak bütün muhalefeti susturma politikası sonucu, liberal-sosyalist bütün muhalifler İstanbul’dan uzaklaştırılmıştır. Mustafa Suphi’de “Payitaht’ın selamet-i umumiyesi” için Bahr-i Cedit vapuruyla Sinop’a gönderilen muhalifler arasındadır. Mustafa Suphi Sinop’a 1913 yılı ortalarında sürülmüş, 1914 yılı Mayıs ayına kadar yaklaşık bir yıl Sinop’ta kalmış, 1914 yılı Mayısında on sürgün arkadaşıyla Karadeniz’i dikine geçerek Sivastopol’e kaçmıştır. Evet, aslında beklenen Kırım’dan Mustafa Suphi’nin Batı’ya, bildiği Paris’e gitmesiydi. Burada Mustafa Suphi’nin kişiliğinin ipuçlarını da görüyoruz. Anti-emperyalizm duyarlılığı, İttihatçı terörüne karşı özgürlük, Türkiye’den kopmamak ve İstanbul’dan Yusuf Akçora vasıtasıyla tanıdığı Tatar aydınlanmasını yakından tanımak. Belki de bunların hepsi. O, Bakü’ye gidip orada bir gazete çıkarma isteğindedir.

Nitekim Kırım’da reformcu görüşleriyle tanınan Kırım Tatarı Gaspıralı İsmail Bey, Mustafa Suphi’nin işbirliği yaptığı dönemin önemli aydınlarındandır.

Birinci Dünya Savaşı Mustafa Suphi’yi Kafkasya’da yakalamıştır. Bu tarihten sonra ikinci kez sürgünlüğünü yaşayacaktır. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Rus Hükümeti “yabancı ve düşman” unsurları tedbir olarak toplama kamplarına göndermeye başlamıştır. Tatar araştırmacı Subayev’e göre Mustafa Suphi Kasım 1914’te Kaluga kentine sürgün edilen kafilenin içindedir. Kaluga’da bir yıl kalan Mustafa Suphi savaşın seyri Rusya aleyhine gelişmeye başlayınca, daha iç bir bölge olan Ural’a sürülmüştür.

Rusya’da bu döneminde Mustafa Suphi; Bolşevikler, Müslüman Komünistler ve Sosyalist Devrimciler; o dönemin bütün siyasi oluşumlarının iç içe olduğu bir coğrafyada yaşamıştır. Politik şekillenişi üzerine neler söyleyebiliriz?

Birinci Dünya Savaşı yıllarını –yaklaşık üç buçuk yıl– sürgünde geçiren Mustafa Suphi, bu dönem Rusya’da kendini derinden derine hissettiren sol muhalefeti yakından tanımış, sizin de belirttiğiniz gibi Bolşeviklerin, Sosyalist Devrimcilerin (SR), Müslüman Komünistlerin tezlerini yakından izlemiş, Marksizm’i öğrenme imkânı bulmuştur. Yine Subayev’in yazdığına göre, Mustafa Suphi 1915’de Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ne katılmıştır.

Rusya’daki devrim, sürgünde bulunan muhalifleri de özgür kılınca (1918 Şubat) Mustafa Suphi Moskova’ya gelmiştir. Moskova’da, daha 1914 yazında (Bakû’da) gerçekleştirmeyi düşündüğü‚ yeni bir Türkçe gazete çıkarmak fikrini bu defa Marksist bir kimlikle yapmak istemektedir. Bu amaçla Moskova’da Rusya Komünist (Bolşevik) Partisi’ne bağlı Müslüman Komiserliği’ne başvurmuştur.

Mustafa Suphi’nin Rusya’da sol siyasi mücadeleye başladığı 1918 yılında, ‘Bolşevikler’e mi, ‘Sosyalist Devrimciler’e mi daha yakın olduğu tartışılmıştır.

Mustafa Suphi’nin 1914 ile 1918 yılları arasında sürgünde geçirdiği dönem ve bulunduğu bölgeler Rusya’da faaliyet gösteren sol ve komünist partiler içinde ‘Sosyalist Devrimciler’in (Es-Er veya S. R.) yoğun ve daha örgütlü olduğu bölgelerdir. Sosyalist Devrimciler, Rusya’da proletaryanın yoğun olduğu sanayi bölgelerinin dışında ve kırsal alanda daha örgütlü bir parti durumundaydı. Mustafa Suphi’nin yardım istediği Müslüman Komiserliği’nin kurucularından Mollanur Vahidov ile Şerif Manatov Bolşevik, Galimcan İbrahimov ise Müslüman komünistler arasında çok iyi bilinen Sosyalist Devrimci kanadın önderleri arasındadır. Türk ve Tatar Müslümanlar arasında Sosyalist Devrimciler daha örgütlüdür ve bu örgütlülüğün nedenleri arasında, onların siyasi ve ideolojik çizgileri ile Müslüman kesimlerin talepleri arasındaki yakınlık önemli olmaktadır.

Mustafa Suphi’nin 1914’de Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ne girdiği yazılmakla birlikte, Müslüman Komiserliğe gittiğinde Sosyalist Devrimciler’e daha yakın olduğu ihtimal dâhilindedir.

Müslüman Komiserliği’nde Vahidov ve Stalin’le görüşen Mustafa Suphi, “Yeni Dünya” gazetesini yayımlanmaya başlamıştır.

Mustafa Suphi’nin bir örgütlenme aracı olarak düşündüğü Yeni Dünya bu şekilde doğmuştur ve kendisini “Merkez Müslüman Sosyalistler Komitesinin Türkçe Naşir-i Efkârı” olarak tanımlamıştır.

22 Temmuz 1918’de Moskova’da yapılan Türk Sosyalistleri Kongresi, 4 Kasım 1918’de yapılan Müslüman Komünistler Kurultayı Mustafa Suphi’nin içinde olduğu faaliyetlerdir. Türk Sosyalistleri Kongresi Mustafa Suphi önderliğindeki Türkiyeli komünistlerin ilk örgütlenme faaliyetinin başlangıcıdır. Müslüman Komünistler Kurultayı’nda ise Kazanlı İsmail Rahmetellin ve bazı delegeler Mustafa Suphi’yi “sosyal şovenlik”le suçlamış, Mustafa Suphi suçlamalara aynı tonda karşılık vermiş, sonuçta kurultay başkanlığı Türk Heyeti’nin Kurultay’a iştirakini kabul etmiştir.

O dönemin en önemli olaylarından biri herhalde Komünist Enternasyonal ve bu çerçevede yapılan tartışmalardır. Doğu ve Batı komünistlerini ilk defa “Ekim Devrimi” ertesinde bir araya getiren bu forumlarda Mustafa Suphi’nin tutumu nedir?

Ondan önce şu küçük ayrıntıyı eklemeliyim. 1919 yılı başlarında Türk Komünist Teşkilatı, Anadolu’ya daha yakın olabilmek için Kırım’a taşınmış, yayın ve örgütlenme faaliyetlerine burada devam etmiş, Mustafa Suphi Komünist Manifesto’yu Türkçeye çevirmeye başlamış, Beyaz Ordu’nun Kırım’a saldırısı ve Kırım’ı işgali, Türk Komünist Teşkilatı ve Mustafa Suphi’nin yeniden Moskova’ya dönmek zorunda kalmıştır.

Sizin de belirttiğiniz gibi III. Enternasyonal, II. Enternasyonal’in gevşek ve yatay örgütlenmesine tepki olarak doğmuş, Doğu ile Batı’yı karşı karşıya getirmiştir. Mustafa Suphi Moskova’da, 2-6 (1919) Mart tarihlerinde, elliden fazla temsilci, on dokuz farklı ülkedeki komünist parti veya grubun katılımıyla toplanan III. Enternasyonal Birinci Kongresi’ne Türkiye Komünist Teşkilatı’nı temsilen katılmıştır.

Bu dönemde Bolşevik partisi ve Komünist Enternasyonal içinde; gelecek devrimlerin “Batı’daki kapitalist metropol ülkelerde mi, yoksa Doğu’daki sömürge ve bağımlı ülkelerde mi” olacağına ilişkin büyük bir tartışma devam etmekteydi. Sultangaliyev ve M. Nath Roy gibi komünistler “Batı’daki devrimlerin kaderi Doğu’daki devrimlere bağlıdır” görüşündeydiler. Mustafa Suphi burada yaptığı konuşmada, “Batı ülkelerinin proleter hareketleri ve devrim potansiyeli ile Doğu’daki sömürge ve bağımlı ülkelerdeki halkların devrimci mücadeleleri arasındaki zorunlu ilişkiye” dikkat çekmiş ve Komünist Enternasyonal’i Doğu emekçilerine “daha fazla” yardıma çağırmıştır.

Özellikle Komünist Enternasyonal II. Kongresi’nde bu tartışmalar sürmüştür ve Mustafa Suphi’nin bu kongreye katılmadığını biliyoruz, bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Türkiye Komünist Fırkası’nın kurulacağı eylül ayına kadar Mustafa Suphi ve teşkilatının faaliyetlerine katıldığı iki önemli toplantı vardır. Temmuz ayı ortalarında Petrograt’ta toplanan Komünist Enternasyonal II. Kongresi ve Eylül başında Bakü’de toplanan Birinci Doğu Halkları Kurultayı’dır.

Komünist Enternasyonal İkinci Kongre’sinde İtalyan komünist Serrati’nin, “Avrupa devrimlerini tamamlamadan Asya’nın kaderinin değişmeyeceği”; Hindistan komünisti Roy’un ise, “Batı devrimlerinin kaderi bütünüyle Doğu devrimlerine bağlıdır” tezlerinin hararetle tartışıldığı forumlara sahne olmuştur.

Lenin ise, “sömürge ve bağımlı ülkelerde, ulusal demokratik kurtuluş hareketlerinin desteklenmesi gerektiğini savunmuş, bu desteğin, milli burjuvazinin; komünistlerin, köylü ve işçilerin örgütlenmelerine olanak tanıyıp tanımamaları şartına bağlanmasını” önermiştir.

Mustafa Suphi Komintern’in İkinci Kongre’sine katılmamıştır. Bunun muhtemel sebepleri arasında İttihatçılardan arındırmaya ve yeniden kurmaya çalıştığı teşkilatın ertelenemez çalışmaları olabilir. Türkiye Komünist Teşkilatı’nı Enternasyonal İkinci Kongresi’nde İsmail Hakkı temsil etmiştir.

Mustafa Suphi, Yeni Dünya’nın 8 Temmuz tarihli (51. sayısında) yazdığı “Tarihi Vazife” başlıklı makalesinde, İkinci Kongre tartışmalarını değerlendirmekte ve “Türkiye Komünistlerinin Milli Mücadeleye olan temel yaklaşımını ortaya koymakta ve komünist teşkilatın örgütlenebilmesinin aynı derecede önemde bir mesele” olarak altını çizmektedir.

Mustafa Suphi’nin buradaki yaklaşımı Lenin’in çözümlemesine yakındır.

“Tarihi Vazife’de Suphi şunları yazacaktır:

“[…] Biz Türkiye’de milli müdafaa şeklinde baş gösteren ayaklanmaya, müşterek düşman emperyalizm tarafından bu hareketin söndürülmesine yol vermemek için her türlü yardımı, bu yardım mutaassıp milliyetçilere bile olsa, tarihin bize yüklediği bir vazife olarak biliyoruz. […] Hayat ve mücadele ruhunu mağdur halk kitlelerinde derinleştirmeye çalışan İştirakiyun Teşkilatının (TKF’nın) memleket içinde açılıp yayılmasına gelince, bunun da Kuvay-ı Milliye yönetiminin karşısında duran, yine o ehemmiyette tarihsel bir mesele olduğunu zannediyoruz”

Bakü’de toplanan Birinci Doğu Halkları Kurultayı üzerine de zaman zaman ilginç değerlendirmelere rastlıyoruz. Bu kurultayın ayrıntıları ve Sultangaliyef’in Kurultay’a katılmayışı, Enver Paşa faktörü üzerine neler söylersiniz?

Doğu Halkları Birinci Kurultayı 1-8 Eylül 1920 tarihinde Bakü’de düzenlenmiştir. Kurultay’ın hedefi; Doğu’da yalnızca komünist ve sol siyaset içinde bulunan grup ve partileri değil, tarafsız veya İslamcı, emperyalizme veya kendi egemenlerine karşı mücadele eden bütün halkların katılımını sağlamaktır.

Kurultay’ın hazırlık çalışmalarının bazı toplantılarına Mustafa Suphi’nin de katıldığı toplantı tutanaklarından anlaşılmaktadır.

Kurultay’ın 4 Eylül tarihli oturumunda Enver Paşa’nın bildirisi okunmuştur. Enver Paşa Kurultay’a ‘Fas, Tunus, Cezayir ve Trablusgarp inkılapçıları’nı temsilen katılmıştır. İslam ülkeleri üzerindeki etkisi gerekçesiyle Komintern yönetiminin Kurultay’a katılmasını teşvik ettiği Enver Paşa’nın bildirisini Kurultay Sekreteri Ostrovki (Rusça) okumuş ve Mehmet Emin tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Enver Paşa’nın Kurultaya katılmasını Mustafa Suphi yönetimindeki Türkiye Komünist Teşkilatı açıkça protesto etmiş, Dağıstan temsilcisi Celal Korkmazov, “Milli Mesele ve Sömürgeler Sorunu Raportörü” Pavloviç, Mutuşev ve Bünyadzade gibi önemli isimler ‘Osmanlının emperyalist’ emellerinin uygulayıcısı bu eski paşayı kınamışlardır. Evet, Mustafa Suphi’nin yakın çalışma arkadaşlarından Sultangaliyev’in Kurultay’a katılması ise engellenmiştir. Bunun nedeni, Müslüman Komünistlerle iktidarı elinde tutan Bolşevik partisinin gerilen ilişkileridir.

Mustafa Suphi’nin Kurultay’a katıldığı halde konuşma yapmaması, (Türkiye adına İsmail Hakkı konuşmuştur) ve Kurultay sonrası oluşan Komintern organı “Propaganda ve Hareket Sovyeti”nde Mustafa Suphi’ye yer verilmemesi; Mustafa Suphi ile Komintern arasında özellikle Enver Paşa üzerinden oluşan bir anlaşmazlık ve bunun devamında bir soğukluk olduğunu düşündürmektedir.

Türkiye Komünist Fırkası Kuruluş Kongresi olarak bilinen 10 Eylül 1920’deki kongre bazı yorumlarda “Kuruluş Kongresi” olarak kabul edilmezken, 15 Şubat 1925 tarihinde Şefik Hüsnü’nün İstanbul’da topladığı kongrenin “Kuruluş Kongresi” olduğu ileri sürülmektedir. Bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

8 Eylülde biten Birinci Doğu Halkları Kurultayı’nın ardından, 10 Eylül 1920’de Bakü’de ‘Türkiye Komünist Teşkilatları Birinci Kongresi’ adıyla bir kongre toplanmıştır. Bu kongre, farklı komünist teşkilatları birleştirirken, aynı zamanda “Türkiye Komünist Fırkası Birinci Kongresi” olarak da anılacaktır. Türkiye Komünist Fırkası kuruluşu ve bunun bileşenleri konusunda Anadolu’dan fırkaya katılım, Ankara hükümeti ve Kazım Karabekir’in komünistleri sıkı takibi sonucunda Bakü Komitesi’nin istediği düzeyde gerçekleşmemiştir. Hükümetin o sırada denetleyemediği İstanbul ise daha farklıdır. İstanbul’dan Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası ve (İstanbul Komünist Grubu) temsilcileri olan Ethem Nejat ve Hilmioğlu Hakkı Enternasyonal İkinci Kongresi’ne katılmak üzere yola çıkmışlar Moskova’ya yetişemeyerek Bakü’ye gelmişlerdir. Ethem Nejat ve Hilmioğlu Hakkı’nın görev almasıyla Mustafa Suphi’nin partide çok ihtiyaç duyduğu entelektüel boşluk, Marksist formasyonları yüksek İstanbul Komünist Grubu temsilcilerinin katılımıyla karşılanmıştır.

Kongrenin son gününde Ethem Nejat ve Hilmioğlu Hakkı; “Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelen komünistler, İstanbul Komünist Grubu ve Bakü’de bulunan Türkiye Komünist Teşkilatı’nın” birleşmesi için bir önerge vermişler ve bütün dağınık durumdaki kişi, grup ve teşkilatların birleşmesini teklif etmişlerdir. Bu teklif oybirliği ile kabul edilmiş ve şu satırlarla son bulmuştur:

“Biz sahib-i selâhiyet delege olmak sıfatıyla İstanbul Komünist Grubu’nun Türkiye Komünist Fırkası ile birleşmeye âmâde olduğunu ilan ve diğer teşkilatlarında aynı veçhile hareket eylemelerini büyük gayemiz namına teklif ve rica ederiz.”

Bence bu konu farklı değerlendirmelere konu olamayacak kadar açıktır.

Türkiye Komünist Fırkası Programı’nda ilk bakışta en dikkatinizi çeken altbaşlık nedir?

Programı böyle değerlendirmek doğru olmayabilir ancak kimi ilginç ayrıntılar bugünün sorunlarına ışık tutabilir. Türkiye Komünist Fırkası Programı 49 maddeden meydana gelen ayrıntılı bir programdır. Kongre günleri, o zamana dek Türkiye emekçi sınıflarına ait sorunların bu boyutuyla görüşüldüğü ilk meclistir.

Kongre, Türkiye’nin yönetim şekli olarak, ‘federasyon’ biçiminde örgütlenmiş bir ‘Şuralar Cumhuriyeti’ni, öngörmektedir.

Kongre; Anadolu’daki etnik yapıyı dikkate alarak, ‘Türk-Ermeni-Kürt-Rum’ milletlerinin geçmişteki kanlı çatışmalarına gönderme yapmakta, tüm bu çatışmaların kaynağının emperyalizm-kapitalizm ve bunların dolaysız sonucu olan “her milletin kendi burjuva cumhuriyeti”ne kalkışması sonucuna varmaktadır. Bu konuyu Mustafa Suphi şöyle kaleme almıştır:

“Fırkamız Türk amele ve rençperlerini mutaassıp İttihat ve İtilafçılar veya hain sosyalistler tesiri altından kurtarmaya ne derece mecbur ise, Türkiye’de yaşayan Rum, Ermeni, Kürt milletlerinin mağdur sınıflarını da; Etniki Eterya, Taşnak ve Bedirhan teşkilatlarından ayırarak menfaat ve maksadı müttehid (birleşmiş) bir sınıf halinde hem dâhili tufeylilere (asalak), hem de istilâcı harici kuvvetlere karşı birleştirip ayaklandırmak vazifesiyle mahmuldür (yüklü).

Fırkamız her ne nam altında yaşarsa yaşasın, bu idrake mahzar olmadıkça, beynelmilel mübareze cephesinde iş görmeye ve ‘Enternasyonal’ muhitinde kuvvetli müteneffiz (nüfuzlu) bir mevki tutmaya liyâkat kazanamaz…”

Şuralar Cumhuriyeti’nin ise, bütün milletlerin emekçi köylü ve işçilerini içine alacağını, her milletin dil ve kültürünü özgürce geliştirebileceğini ve bu konudaki bütün ayrıcalıkların kaldırılacağını, “federasyon’un, hür milletlerin hür ittihadı” (birliği) esasını temel aldığını, eğer bir milletin “amele ve rençper sınıfı da” bağımsız yaşamak istiyorsa, sorunun çözümünün “halk oylamasıyla ve barışçı” olacağını öngörmekte ve “ayrılma hakkına” imkân vermektedir.

Program, bütün ‘ruhani müesseselerin’ hükümet ve yönetimden ayrılarak cemaatlerin kendi içlerinde örgütlenebileceklerini önermektedir, bu şekilde gerçek anlamda vicdan özgürlüğü ve laisizmden yanadır.

Programda köy iktisadiyatı ve köylü örgütlenmesi ayrı bir öneme sahiptir. Kongre, Türkiye’de emperyalizme karşı devam etmekte olan mücadeleyi ‘milli inkılâp’ olarak kabul etmiş, tam desteğini açıklamış, bu milli hareketin memleket dâhilinde gelişerek derinleşmesiyle emekçi sınıfların bilinçleneceğini, onlarda ‘sınıf şuurunun’ meydana geleceğini, böylece yarınki ‘içtimai inkılâba’ uygun bir zemin yaratacağını kaydetmiştir.

Türkiye Komünist Fırkası Kongresi faaliyetini Anadolu’ya nakletmeye karar verdikten sonra “Dönüş Süreci” tartışmaları başlamıştır. Parti yönetiminin dönüş kararı alması nasıl olmuştur? Bu konuda Türkiye ile temasların yanında Komintern’in tutumu üzerine neler söylersiniz?

Bu süreçte iki uyarıdan söz ediliyor. Şerif Manatov’un ve Ankara’dan, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası yöneticilerinin Suphilere “Ankara’ya gelmeyin” mektupları gönderdikleri yazılmaktadır.

Türkiye Komünist Fırkası, kongre ertesinde faaliyetini Anadolu’ya taşımaya karar vermiştir.

Dönüş için Komintern’in Doğu Seksiyonu’nda (Doğu Halkları Propaganda ve Hareket Sovyeti) oluşan tereddütler karşısında Mustafa Suphi, bir an önce dönme düşüncesini savunanların başında gelmektedir.

Türkiye ile temas konusunda şu bilgilere sahibiz. Mustafa Suphi Bakü’ye geldikten sonra Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir paşalar ile kurulan ilişkiler; Mustafa Suphi’nin Mustafa Kemal’e yazdığı 15 Haziran 1920 ve Kasım 1920’deki mektuplarına karşılık, Mustafa Kemal’in Süleyman Sami vasıtasıyla gönderdiği birinci (bu mektup bulunamamıştır) ve 13 Eylül 1920 tarihli ikinci mektubu; Türkiye Komünist Teşkilatı temsilcileri Tâlibzade Yusuf Ziya ve Salih Zeki’nin Kazım Karabekir’i ziyaretleri, Süleyman Sami’nin Ankara temaslarında partinin Anadolu’ya nakli konusunda bir sorun yaşanmayacağına dair oluşan kanaat; Ankara hükümetinin Azerbaycan temsilcisi Memduh Şevket Bey’in de bu karara açık desteği; yönetim düzeyinde ilişkileri belli bir aşamaya taşımıştır.

1920 sonbaharında Hükümet, Mustafa Suphi ve Türkiye Komünist Fırkası’nın Anadolu’ya gelişine gönülsüz de olsa “evet” demiştir. Yine 1920 yılı sonbaharında Mustafa Suphi’de oluşan kanaat; onu tereddüde düşürecek olumsuz örnekler yaşansa da, “fırkanın Anadolu’ya nakli” konusunda, gerek Ankara’nın gerekse de Kazım Karabekir Paşa’nın söz ve davranışlarından, bir engel çıkmayacağı yönündedir.

Aynı günlerde Anadolu’dan gelen; paşaların Türk komünistlerini tutuklama, baskı, suikast ve yok etme haberleri, Şerif Manatov’un Türkiye’den sınırdışı edilmesi ve Mustafa Suphi’ye uyarıları, Doğu Halkları Propaganda ve Hareket Sovyeti’nin Türkiye’ye gidişi zamansız bulması ve bekleme tavsiyesini; bu faktörlerin tümünü, Merkez-i Heyet’te “Anadolu’ya dönüş”ü tartışan Mustafa Suphi ve diğer parti yöneticilerinin değerlendirmediği düşünülemez. TÜSTAV’ın yayımladığı “Dönüş Belgeler I-II” adlı belgelerde bu konuların Merkez-i Heyet’te detaylı olarak konuşulduğunu bilmekteyiz.

Ancak; Mustafa Suphi, Anadolu’da devam etmekte olan milli mücadele “Komünist Partisiz” yol alır ve başarıya ulaşırsa; mücadelenin fiili kuvvetini elinde tutan eski Osmanlı paşaları ve iktidarını adım adım kuran Türk burjuvazisi, bu yeni kurulan düzende Türk komünistlerini sistemin dışına atmak, meşruiyetini hep tartışmalı tutmak ve giderek yok etmek politikasını ‘siyasetlerinin belkemiği’ yapacaklarını görmüş olmalıdır.

Bu durumda Türkiye Komünist Fırkası yöneticileri; Anadolu’da büyük bir mücadele varken; ya paşaların tehditlerine boyun eğip –Bakü’de– mücadele gücünü tüketmiş, etkisiz, sürgünde bir Türk komünist partisine sahip olmak; ya da görünür görünmez tehditlere karşı koyup, paşaların ve elçilerin güvencelerine karşın yine de risk almak –ve mücadeleyi Anadolu’ya taşımak– seçenekleriyle karşı karşıyaydılar.

Bir diğer faktörü yine Merkez-i Heyet’ten Süleyman Nuri aktarmaktadır. Dönüş kararının alındığı oturumda Mustafa Suphi, ‘siyasi havanın Kafkaslar’da kalmaya müsait olmadığını’ belirterek farklı bir noktaya dikkat çekmektedir. Artık Kafkaslar’da yeni dengeler kurulmuş, devrimler tamamlanmış ya da tamamlanmak üzeredir. Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan’da devrimci hükümetler iktidar sorununu çözmüş ve kendi içlerine dönmüşlerdir. Türkiye ile diplomatik ilişkiler kurmaya, elçiler gidip gelmeye, devletler düzeyinde yeni bir hukuk şekillenmeye başlamıştır. Bu yeni durum, varlık nedenini Türkiye’ye gitmek, Türkiye’de örgütlenmek ve ülkeyi bir sosyal devrime hazırlamak hedefine bağlayan parti için hareket alanlarının kaybolacağı yolun başlangıcı demektir.

Diğer taraftan hızla gelişen olaylar, 1920 yılının sonlarına doğru Türkiye’nin politik iklimindeki temel parametreleri değiştirmeye başlamıştır.

Mustafa Suphi ve Türkiye Komünist Fırkası Merkez-i Heyet’i Bakü’de, İsmail Hakkı ve Süleyman Nuri’den oluşan ‘Dış Büro’ bıraktıktan sonra 19 Aralık ile 25 Aralık tarihleri arasında gruplar halinde Kars’a doğru hareket etmişlerdir.

Mustafa Suphi ve arkadaşları 28 Aralık’ta Kars’a gelmişlerdi.

Aynı kafilede Ankara’ya gelmekte olan Sovyet Sefiri Budu Mdivani’de bulunmaktaydı ve kafileyi Kazım Karabekir törenle karşılamıştır.

Mustafa Suphi Kars’ta yaklaşık üç hafta kalmıştır. Bu sırada Moskova’ya gitmekte olan Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Ali Fuat Paşa ile yine Sovyetler’e gitmekte olan İktisat Vekili Yusuf Kemal ve Maarif Vekili Dr. Rıza Nur ile karşılaşmış ve görüşmüşlerdir.

THİF’nin uyarıları…

Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Bakü’den Ankara’ya dönüş hazırlıkları sürecinde, Anadolu’ya temsilci olarak gönderilen Süleyman Sami’nin Ankara’dan dönüşünde oradaki temaslarıyla ilgili olarak mektuplar getirdiği bilinmektedir.

Sözü edilen bu mektuplardan biri de Ankara’da Hafi TKP tarafından, Süleyman Sami’ye gizlice verildiği iddia edilen mektuptur. Mektubun içeriği; ‘Ankara hükümetinin komünistler üzerinde baskısı büyüktür ve Bakü’den yola çıkacak kafilenin gelişi ertelenmelidir’ şeklindedir.

Yakın zamana kadar –o dönemle ilgili bilgiler yalnız anılarla sınırlı iken– bu mektubun varlığı güçlü ihtimal olarak kabul edilmiş, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının bu uyarıya rağmen dönüş kararını ertelememeleri olayın bu boyutunu da tartışılır hale getirmiştir.

Bu bilgilerin kaynağı Süleyman Nuri’nin (anılarındaki) kendi kanaati ve bir başkasının, Affan Hikmet’in anılarıdır.

Süleyman Nuri buradaki iddiasında, hain Süleyman Sami’nin diğer mektupları verdiği halde, Bakü’lü komünistleri yurda dönmemeleri konusunda uyaran THİF yöneticilerinin mektubunu sakladığını, bunu yine THİF’ından Affan Hikmet’in anılarında da anlattığını yazmaktadır.

İddiaya kaynak olan Affan Hikmet’in anılarında ise olay şöyle anlatılmaktadır:

“1920 senesi Ekim ayından Mustafa Suphi yoldaş Süleyman Sami adında bir adamla Halk İştirakiyun Partisi merkez heyetine gönderdiği mektupla memlekete gelmeye hazırlandığını yazmıştı. Türkiye Halk İştirakiyun Partisi cevabında memlekette mürteci unsurların başkaldırdıklarını ve komünist işçilere karşı şiddetli takibat başladığını göstererek, şimdilik memlekete hareket etmemelerini istemişti. Fakat sonradan anlaşıldığına göre, Türkiye Halk İştirakiyun Partisi’nin bu cevabını Mustafa Suphi yoldaş anlamamıştı.”

Affan Hikmet’in anıları, kitabı yayına hazırlayan editörün de belirttiği gibi olaydan yıllar sonra kaleme alınmıştır. Nitekim aynı yerde (zamanlama hatasıyla) Süleyman Sami’nin Ankara’ya gelişinin tarihi Bakü’deki kongre sonrası (Ekim 1920) olarak yazılmıştır.

Süleyman Sami’nin Ankara’yı ziyareti Ağustos (1920) ayıdır. Ağustos’ta ise Ankara’da hâlâ Yeşil Ordu ve Hafi TKP faaliyette bulunmaktadır. Henüz Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın kurulmasına (7 Aralık) birkaç ay bulunmaktadır. Anılar ise Bakü’ye mektubu yazanın –olması gerektiği gibi– THİF olduğunda hemfikirdir.

Affan Hikmet’in anılarındaki bu bölümü doğrulayacak bir belge (şimdilik) bulunmamaktadır. Muhtemelen anılar, olacaklar olduktan sonra olayları mantık zeminine oturtmak için yazılan, belki son derece iyi niyetli, belki de sonuçları hesap edilmemiş basit yanılgıları gerçekmiş gibi anlatmaktadır. Anılar doğal olarak belge değildir. Kimi zaman sübjektiftir. Ancak bilgilerin sistemli olarak karartıldığı ve adamakıllı saklandığı dönemlerde bazı bilgi kırıntıları dahi kanaatlerin oluşması için yeterli olmaktadır.

Gerçekte ise TÜSTAV’ın yayımladığı ‘Dönüş Belgeleri 1 ve 2’ adlı kitaplarda yer alan Bakü’deki TKP’nin Merkez Komitesi tutanaklarında, Türkiye İştirakiyun Teşkilatı Haziran-Eylül 1920 adlı yapıtta ve yine ‘Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’ adlı kitapta ayrıntılı olarak yer alan rapor, doküman ve belgelerde, ayrıca THİF yöneticilerinin İstiklal Mahkemesi’ndeki ifadelerinde yukarıdaki olayları doğrulayacak herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.

Süleyman Sami Ankara’ya geldiğinde Mustafa Kemal ve hükümet çevreleriyle görüştükten sonra Ankara’da Tokat mebusu Nazım, Salih Hacıoğlu, Şerif Manatov ile de görüşmüştür.

Süleyman Sami, Ağustos ayında Yeşil Ordu veHafi TKP yöneticilerini ziyaret etmiş ve içeriği bilinen sekiz maddeden oluşan bir mektup Hafi TKP’nin 21 Ağustos 1920 tarihli Merkez-i Heyet toplantısı sonrasında Süleyman Sami’ye verilmiştir.

Affan Hikmet’in anıları ve Süleyman Nuri’nin değerlendirmeleri bu yeni belgelerin ışığında okunduğunda, Ankaralı komünistlerin ne Süleyman Sami ile ne de bir başka şekilde, Bakü’deki Türkiye Komünist Partisi ve Mustafa Suphi’ye içeriği; ‘hükümetin komünistler üzerinde baskısı büyüktür ve Bakü’den yola çıkacak kafilenin gelişi ertelenmelidir’ şekilde bir mektup göndermemişlerdir.

1920 yılı sonuna doğru Ankara’da değişen nedir? Çerkes Ethem ve Kuvayı Seyyare’nin tasfiyesi, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın kapatılması ve Mustafa Suphi ve TKF heyetinin başına gelenler. Ankara’da komünizmin ezilmesi için genel mutabakat mı oluşmuştu?

Dönüş yolu Türkiye Komünist Fırkası heyetinin gıyabında tam bir ölüm yoluna dönüşecektir.

Bir tarafta hâlâ Anadolu’da iktidar düşü kuran kıyıcı bir İttihatçı mekanizma yaşamaktadır.

Diğer yanda Anadolu’da fiilen iktidar olan; burjuva devrimin yönetimini İttihatçıların elinden alan, Meclis’te, askeri ve sivil bürokraside, basında vb. bu iktidar yapısını giderek güçlendiren Kemalistler bulunmaktadır. Eski İttihatçılar ve Teşkilat-ı Mahsusa elemanları, yeni iktidar profiline uygun olarak Kuvay-ı Milliye kumandanlarına dönüşmüşlerdir.

Siyasi dengelerin bıçak sırtında yaşandığı bu iklimde; 1920 yılı sonunda Ankara’ya gelmek için Bakü’den yola çıkan Türkiye Komünist Fırkası heyetinin Ankara’ya sokulmaması için Hükümet karar almıştır. Tarihçi Cemal Kutay’ın deyişiyle, “onları Ankara’ya sokmamak, Yunan’ı denize dökmek kadar önemliydi!”

Doğu’nun Kumandanı Kazım Karabekir Paşa, Erzurum Valisi (Deli lakaplı) Hamit Bey ve Mustafa Kemal Paşa arasında gidip gelen telgraflar;(25 Aralık 1920’de Kazım Karabekir Paşa’nın Müdafaa-i Milliye Vekâletine gönderdiği telgrafla başlayan ve 29 Ocak 1921’de Erzurum Valisi Hamit Bey’in Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği son telgrafla tamamlanan haberleşme trafiği) Mustafa Suphi ve arkadaşlarının 28 Kânunusani 1921’deki korkunç akıbetini belirlemiştir.

Bu haftalarda Mustafa Kemal Paşa ve Ali Fuat Paşa’nın mektuplarına yansıyanlarla, Meclis’teki gizli oturumlarda hâkim olan ‘sol’ düşmanlığını da birlikte okumak gerekmektedir. Devlete hâkim olan Kemalistlerin tehdit algılamasında ‘sol’ en üst sıraya alınmışken, -Kemalistler- Meclis’teki burjuva-eşraf-ağa bloğunun hararetli desteğini arkalarına alarak sol hareketi yok etmişlerdir.

Doğu Cephesi’nde yukarıdaki gelişmeler olurken (Ankara’da) Meclis’te de önemli görüşmeler yapılmaktaydı. Büyük Millet Meclisi’nde yapılan tartışmalarda, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın; “Müslümanlığın ve Komünizmin birbirini tamamlayan ideolojiler” olduğu şeklindeki; dünyaya ‘aşağıdakilerin’ penceresinden bakan, din ulularının yoksul ve ezilenlerin yanında olduğunu iddia eden, ‘inancın’ ancak ezilenlerin insanca yaşaması için gösterilecek çabada yattığını söyleyen düşünceleri, Meclis’teki çoğunluk olan varlıklı-Müslüman milletvekilleri tarafından ‘zındıklık’ olarak ilan edilecektir. Milletvekilleri İslam’da, mülkiyetin ve mirasın (ve iktidarın) kutsallığı konusunda birleşmişlerdir.

Komünizmi, İttihatçı-halkçı bir potaya dökmeye çalışan Çerkes Ethem’in tasfiyesi de aynı kapsamdadır. Öte yandan, Ankara’da hükümetin kurduğu ve paşalarla Kemalist milletvekillerinin yönetiminde olduğu, asıl önemlisi de Mustafa Kemal Paşa’nın kişisel olarak güvendiği İttihatçıların içinde yer aldığı (Resmi) Komünist Fırkası ile ‘komünist hareket’ hükümetin tekeline alınmış ve bunun dışındaki çalışmaların tümü yasa dışı ilan edilmiştir. Komünist parti ve çevrelerin birleşmesi ihtimali bütün paşaların ortak korkusu olmuştur.

15’ler katliamıyla ilgili çok şey yazılmıştır. Bu yazılar ve değerlendirmeler bile ayrı bir araştırma konusu olabilir. Ne dersiniz?

Evet, Bakü’den Anadolu’ya dönüşlerinde, Mustafa Suphi, eşi Maria Hanım ve onunla birlikte diğer Türkiye Komünist Fırkası yöneticisi ve üyelerinin nasıl ve kimler tarafından öldürüldüğü üzerine o günden bu yana birçok yazı yazılmış ve araştırma yapılmıştır. Kısa bir döküm yapabiliriz:

Son Osmanlı sadrazamlarından Kamil Paşa’nın torunu olan Hint Tarihi Ordinaryüs Profesörü Hikmet Bayur; Mustafa Suphi’lerin katledilmeleri emrini veren kişinin, Ankara’daki devlet büyüklerinden hiç kimsenin olamayacağı gibi Kazım Karabekir Paşa’nın da asla böyle bir işe girişmeyeceğini, Yahya Kâhya’ya emrin olsa olsa İttihatçılar tarafından verilmiş olabileceğini yazmaktadır.

Cinayetin İttihatçılar tarafından işlendiğine ilişkin değerlendirmelerde bulunanların dayanakları farklılık göstermektedir.

Mustafa Suphi’nin İttihatçı karşıtlığı, İttihatçıların Anadolu’daki örgütleri kanalıyla iktidara oynaması ve Mustafa Suphi’yi bir engel olarak görmeleri, Türkiye Komünist Fırkası içindeki “ittihatçı ajanlar” ve Ord. Prof. Hikmet Bayur gibi “devlet büyüklerinin böyle kirli işlere kalkışmayacağı” inancı farklı araştırmacılarca İttihatçıları cinayet zanlısı yapmaktadır.

İttihatçı tezlerin en önemlilerinden biri, Türkiye Komünist Fırkası içinde bulunan ve “dönüş yolunda devlete ajanlık teklif ettiği için canını kurtaran” Süleyman Sami üzerinden yapılan değerlendirmelerdir. Yaşamının ana çizgileri artık bilinebilen Süleyman Sami’nin, farklı bir insanla; Teşkilat-ı Mahsusa’nın militanı (Hacı) Selim Sami ile karıştırılması yanlış yargılara neden olmuştur.

Mahmut Goloğlu, Rasih Nuri İleri, (eski) Türkistan Milli Komite Reisi (Hocaoğlu) Osman Hoca gibi yazarların yanında günümüzden Mehmet Perinçek de, Süleyman Sami’nin, (Hacı) Selim Sami olduğunu ileri sürerek ve bunun üzerinden katliamın sorumlusu olarak İttihatçıları görmektedirler. Gerçekte ise Süleyman Sami ve Hacı Sami’nin farklı insanlar olduğu artık kesindir.

Cinayet üzerine gözlerin çevrildiği Kazım Karabekir Paşa da Türkiye Komünist Fırkası heyetinin, Mustafa Suphi’nin İttihatçı karşıtlığı nedeniyle ortadan kaldırıldığını yazmaktadır.

Yazar Samim Kocagöz, “Mustafa Suphi’yi ve arkadaşlarını İttihatçıların öldürttüğü anlaşılmaktadır” diyerek kesin yargısını belirtmektedir.

Yazar İsmet Bozdağ, “Kemal Tahir Söyleşileri; Mustafa Suphi’lerin katledilmesinin karanlık öyküsü” adlı yazı dizisinde Kemal Tahir’in; Lenin ve Stalin’in, Mustafa Suphi’yi Galiyev çizgisinde olduğundan Mustafa Kemal Paşa’ya para karşılığında öldürttüğüne” inandığını yazmaktadır.

Yalçın Küçük, “Erzurum Valisi Hamit Bey, Kazım Karabekir Paşa ve Erzurum’daki Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti’nin terörü marifetiyle, linçten kurtarma gerekçesiyle boğulmak üzere Erzurum’dan Trabzon’a götürüldüler” diye yazmaktadır.

Gazeteci Metin Toker, cinayetler için “neden acaba” diye sormuş ve “Ankara, olayı hep deniz kazası olarak niteledi, Sovyetler bilgi sordular, onlara da aynı cevap verildi. Tabii o konjonktür içinde böyle bir temizleme hareketi Sovyetler’in göstereceği tepki bakımından cüretli bir teşebbüstü ama demek Sovyetler’e iyi teşhis konmuştu” diye cevaplamıştır.

1925’de Türkiye Komünist Partisi’nin Merkez Komitesi’nde yer alan, sonra da Kemalizm’i seçen Şevket Süreyya Aydemir, Mustafa Suphi cinayetinde yer alan kişileri; Kazım Karabekir Paşa, Erzurum Valisi Hamit Bey ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri olarak yazmaktadır.

Fethi Tevetoğlu; uzun değerlendirmelerinin sonunda, “Trabzonluların ve Atatürk’ün basireti sayesinde yok edilmişlerdir” diyerek net bir yargıya varmaktadır.

Yavuz Aslan uzun, detaylı ve pek çok açıdan önemli ve yeni bilgiler içeren kitabının sonunda cinayetlerle ilgili muhtemel çevreleri uzun uzun tartışmış, sonuç olarak “İttihatçıların Mustafa Suphi ve arkadaşlarını öldürtmüş olma ihtimali, diğer ihtimallere göre çok daha fazladır” diyerek, İttihatçıları öne çıkarmış, devletin ve hükümetin katliamdaki rolünü reddetmiştir.

Mete Tunçay, cinayetin Kazım Karabekir Paşa – Vali Hamit Bey’in ortak kararlarıyla; kendi inisiyatifleri, kendi dünya görüşleri ve Doğu’da kurdukları egemenlik düzeninin gereği sonucunda öldürüldükleri görüşündedir.

Suphi’lerin öldürülmesinde son halkada yer alan kişilerin arasında (Trabzon’un kabadayılarından İttihatçı ve Kuvay-ı Milliye Kumandanı) Yahya Kâhya da bulunmaktadır. Mete Tunçay’ın “Türkiye’de Sol Akımlar” kitabının basılmasından sonra Yahya Kâhya’nın oğlu Osman Kâhya, Mete Tunçay’a bir mektup yazarak babasının eylemini savunmuş ve şöyle yazmıştır:

“Yahya Kâhya Bey o zamanki faktörlere göre vatani vazifesini yapmıştır, asıl katilin bugün tapılan biri olduğunu zaman gösterecektir.”

23 Haziran 1921’de Komintern Başkanı Zinovyev’e gönderilen bir belgeye göre; Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Ali Fuat Paşa “Mustafa Suphi ve diğer Türk komünistlerinin öldürülmesine hükümetin kayıtsız kaldığını” kabul etmemekte ve “Suphi’lerin öldürülmesini engellemeyen Trabzon Valisi ve emrindekilerin ağır ceza aldıklarına dair verileri –böyle bir veri hiç olmadı– ” bildireceğini söylemiştir.

Murat Bardakçı yeni yayımlanan Enver adlı kitabında, Enver Paşa’nın karısına yazdığı mektuplarını yayımlamıştır. Bu mektuplara göre Enver Paşa, Suphiler katliamını da karısına anlattıktan sonra katliamdan memnun kaldığını satırlarına eklemiştir.

Saray damadı Enver Paşa’nın, Osmanlı padişahının yeğeni olan karısı Naciye Sultan’a “ruhum, cicim, efendim…” diye başlayan; “Bir İslam imparatorluğu kuracağım” ve “O imparatorluğu da senin ayaklarının altına sereceğim Naciyem...” diye hem romantik, hem megaloman bir ruhla mektuplar yazıp; sonra, karısına böyle korkunç bir katliamdan her gün yapılan işler gibi söz etmesi, onun çeteci ruhunu ortaya çıkarmasının dışında, olan bitene önemli bir yenilik getirmemiştir.

Yazılanlara göre, (Enver Paşa) Mustafa Suphi’den ilk defa 20 Şubat 1921’deki mektubunda bahsetmiş; “…Bu sırada burada komünist olmuş ve Rusların hemen oyuncağı olan Suphi ve rüfekasının Trabzon’dan kaçmaya mecbur olduklarını ve galiba bir tarafta öldüklerini söylediler” dedikten sonra, 24 Nisan 1921 tarihli mektubunda da “…Komünist Partisi Reisi Suphi Bey, Bakü’de aleyhimde bulunduğu için biçareyi Trabzon’da evvela karla tükürükle hamallar epeyce ıslattıktan sonra bir motorbotla Batum’a iade etmek üzere yola çıkarmışlar. Hâlbuki yanına yüz yirmi bin Rus altını olduğundan kendisini zanlarınca yolda öldürmüşler, paralarını almışlar. Mamafih bunu benim için yaptıklarından memnun olduğumu ve başkasına söylememelerini tembih ettim…” demektedir.

Enver Paşa bu mektuplarını yazdığı dönemde Anadolu’da yeni iktidar odağı olan Kemalist iktidarın gücü ve ilişkileri her geçen gün elinde topladığını görmektedir. Paşa’nın eski adamları artık yeni iktidar yapısı içinde ya yer almıştır ya da almak üzeredir. Bu nedenle, yani mevcut iktidarın onaylamadığı bir şeyi yapmak, herkesin kendi geleceğinin selameti açısından kolay değildir.

Sonra Enver Paşa, padişahın damadı olarak kendi mülkü kabul ettiği memlekette cereyan eden her şeyi onun dahli olsun olmasın, kendisi için yapıldığını (doğal olarak) kabul etmeye yatkındır.

Mektup bir belge, olayları açıklayacak yeni bir unsur olma niteliğinden çok Paşa’nın çok sevdiği karısı ile dehşetengiz bir sohbet olarak kabul edilebilir.

Bakü’de kalan TKF üyesi Ahmet Cevat 2 Nisan 1921 tarihinde Pavloviç’e gönderdiği mektupta şöyle yazmaktadır:

“Korkunç ve kanlı darbe yoldaşlarımıza 28 Ocakta indirildi; iki aydan uzun süreden beri yoldaşlarımız kayıp ve birçok rapora göre, Trabzon burjuvazisi ve bizzat hükümet tarafından satın alınmış cellâtların darbeleri altında yaşamlarını yitirdiler…”

Mustafa Suphi veTKF heyetinin öldürülmelerinin 2. yılında anıları için Moskova’da çıkarılan kitapta; İlhami Saffet “Büyük Ölülerimiz ve Anadolu Diktatörlüğü” , Ahmet Cevat “Matem Günü Dolayısıyla” başlıklı makalelerinde; “Memleket dâhilinde bir nutuk irad etmemiş ve bir makale neşretmemiş 15 siyasinin alçakça itlafı nasıl kabil olabilir” diye sorulmakta ve “fedakâr yoldaşlarımız Kars’ta tilki izaz (hürmet) ve ikramatı (ikramlar) görmüştü, onlar; sınıfi farkların, sınıfi istismarların, sınıfi muhasama ve mübarezelerin lafını bile işitmeye tahammül edemeyen Türkiye bürokrat ve burjuva sınıflarının kendi sınıf menfaatlerini muhafaza için en vahşiyane cinayetler önünde zerre kadar tereddüt etmezler” denilmektedir.

Türkiye Komünist Partisi’nin önemli isimlerinden Abidin Nesimi’nin 15’ler cinayeti için yorumu şöyledir:

“Benim görüşüm şu ki, bu olay Komintern’in kendi iç çelişkisi ile Mustafa Kemal’in çıkarlarının çatışması sonucu olmuştur. O tarihlerde Komintern’in sevk ve idaresi Zinovyev, Radek ekibinin elindeydi. Bu ekipse ihtilâli dışarı taşırmak yandaşıydı. Mustafa Suphi de bu görüşteydi. Oysa karşılarında, içlerinde Lenin ve Stalin’in de olduğu grup tam tersi düşünüyordu. Ankara o esnada Türk komünistlerini tasfiye ediyordu. Hakkı Behiç, Nazım Bey gibi grupları. Baktılar ki Rusya bu olaylara ses çıkarmıyor, iyice cesaretlendiler. Hep Kazım Karabekir’e yüklenilir ama bence sorumlusu Ankara’dır.”

Abidin Nesimi, katliamdan sonra Sovyetler’in sessiz kalmalarını ve güçlü bir tepki vermemelerini bu tezi doğruladığını yazmaktadır.

Tablonun görünen yüzünün gerisinde cereyan eden olaylar ise Ankara’da tırmanmaya başlayan iktidar mücadelesinde; 1920 yılının ortalarından yılsonuna kadar geçen zaman diliminde iklimin oldukça değiştiği, komünizme ve komünistlere bakışın bu geçen dönem içinde farklılaştığı; Meclis’teki eşraf, ağa, büyük toprak sahibi bloğuyla, İttihat ve Terakki’nin tedrisatından geçmiş Batı yanlısı burjuva paşa ve memurların büyük ittifakın ‘komünistleri’ dışarıda bırakmak üzere geliştiği görülecektir.

Katliamın organize edilmesinde önemli rolü olan kişi, Kazım Karabekir Paşa’dır. Kazım Karabekir Paşa, TKF yöneticileri katledildikten sonra Tiflis’teki TBMM temsilcisi Kazım (Dirik) Bey’e bir telgraf göndermiştir. Kazım Karabekir Paşa’nın bu telgrafı sorumluluğun kabulünün bir başka anlatımıdır.

“…eğer Suphi olayını sorarlarsa, memlekette aleyhine büyük nümayiş olduğu için Batum’a kaçan Mustafa Suphi’nin; -onun aslında- memlekete İngilizler tarafından ve onların namına ihtilal çıkarmaya gönderildiğini, bunların Hürriyet ve İtilaf partisi yandaşı olduklarını, bilhassa şaki Çerkes Ethem’in iki kardeşiyle bir olup komünizm taraftarı oldukları ve Yunanlılarla müştereken hükümet ve ordu aleyhine isyan çıkarmak üzere memlekete ayak basar basmaz her türlü anarşist şahısla ilişkiye geçtiği ve hakkında dehşetli nümayiş ...”

Kazım Karabekir Paşa’nın o anda aklına gelen bütün uğursuz yalanlar bunlar olsa gerek, bunları aynı anda yapan birisi olarak gösterilmesini istemiştir.

15’ler katliamının Bakü’deki yankılanışı bir hayal kırıklığı mıdır?

Bakü’deki Türkiye Komünist Fırkası mensupları, önderlerinin öldürüldüğünü katliam gününden 33 gün sonra öğrenebilmiştir. 3 Mart 1921’de “Anadolu’da acı vaka” gündemiyle toplanan TKF toplantısına İsmail Hakkı Tiflis’te bulunduğu için Ahmet Cevat başkanlık etmiştir. 4 Mart’ta Harici Büro büyük bir anma töreni düzenlemiştir. Türkiye Komünist Fırkası, öldürülen yöneticilerinin karşı karşıya kaldığı olayları Doğu Halkları Propaganda ve Hareket Sovyeti’ne (muhtemelen) 5 Mart’ta bildirmiştir. Ancak merkezi Bakü’de bulunan Doğu Halkları Propaganda ve Hareket Sovyeti herhangi bir tepkide bulunmamış, Azerbaycan gazeteleri olaydan bahsetmemiştir.

Ahmet Cevat, 2 Nisan’da Komünist Enternasyonal Doğu Şubesi Müdürü ve Doğu Halkları Propaganda ve Hareket Sovyeti Başkanlık Kurulu üyesi Pavloviç’e yazdığı uzun mektupta olayları anlatmış ve: ‘Korkunç ve kanlı darbe yoldaşlarımıza 28 Ocak’ta indirildi. İki aydan uzun süreden beri yoldaşlarımız kayıp ve birçok rapora göre, Trabzon burjuvazisi, bizzat hükümet tarafından satın alınmış cellâtların darbesi altında yaşamlarını yitirdiler’ diye yazmıştır. 21 Mayıs 1921 tarihinde ise bu defa Dış Büro Şefi İsmail Hakkı, Pavloviç’e, (Pavloviç’in ona Nisan ve Mayıs’ta yazdığı mektuplarına karşı) bir mektup yazmıştır. Ahmet Cevat’ın mektubundan sonra Pavloviç’in neler yaptığı bilinmemektedir. İsmail Hakkı’nın mektubunda Pavloviç’e “partimizin savunulması konusunda göstermiş olduğunuz desteğe teşekkür ediyorum” demesinden bu konuda duyarsız kalmadığı anlaşılıyor, ancak Komintern’in kamuoyuna yönelik bir açıklama veya tepkisine rastlanmamıştır.

İsmail Hakkı’nın mektubunda Suphi’lerin öldürülmelerinde hükümetin rolü konusunda düşüncelerini ve (muhtemelen o sırada yayımlanan) Komünist Enternasyonal yöneticisi Skaçko’nun “Türk komünistlerini maceracılıkla” suçlayan bir broşür karşısında, hayal kırıklığına uğradığını yazmıştır.

İsmail Hakkı, mektubunun sonunu şöyle bitirmiştir:

“Sadece bir şeye çok üzülüyorum, benim için çok beklenmedik bir şey oldu, Partimiz karşıtları tarafından kandırıldığı belli olan Skaçko yoldaş bir broşür yazarak burada TKP’nin tüm üyelerinin maceracı olduğunu belirtti. Ancak Skaçko, yoldaşlarımızın komünist idealler için öldüklerini, üst düzey örgütçülerin ve ajitatörlerin her zaman tehlike altında olduklarını bilmiyor. Ama biz ileri yürümekten vazgeçmiyoruz ve komünist düşüncelerimizi bir kenara bırakmadan yürüyoruz ve hiçbir tehlike bizi korkutmuyor. Komünist selamlarımı ve en iyi dileklerimi yolluyorum.”

Yalnız Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin, radyogram (telgraf)ile Mustafa Suphi’nin sağlıyla ilgili Ankara’dan bilgi istemiş, Ankara Hükümeti buna, “Mustafa Suphilerin hareketi sırasında Karadeniz fırtınalı olduğundan bir kazaya kurban gitmeleri muhtemeldir” şeklinde yanıt verdiği yazılmıştır.

Gerek Komintern ve Doğu Halkları Propaganda ve Hareket Sovyeti, gerekse de Sovyetlerin bu katliam karşısındaki tepkisizliği veya zayıf tepkilerinin nedenleri incelenebilir. Ancak olay, 1920 yılının büyük sıkıntıları içinde; Türkiye Cumhuriyeti ile Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti arasında devletten devlete olan ilişkilerin rasyonalitesine, mecburiyetine, karanlığına boğulmuştur.

15’ler katliamından hemen sonra hazırlıkları beş-altı aydır süren Türkiye ile Sovyetler arasında “Dostluk ve Kardeşlik” anlaşması 16 Mart 1921’de imzalanmıştır. Bu Anlaşmanın 8. maddesi Rusya ve Türkiye’nin kendi topraklarında, karşı ülke aleyhine olacak örgütlenmelere yasak getirmektedir. TKP Dış Bürosu ise bu tarihten sonra işlevini büsbütün yitirmiştir. İlginç bir çakışma olarak İngiliz-Rus Ticaret anlaşması da aynı gün, 16 Mart 1921’de imzalanmıştır. Bu anlaşmada da bizdeki 8. maddeyi hatırlatan bir hüküm bulunmaktadır.

15’ler katliamından sonra Ankara’da nasıl bir tablo var?

15’ler katliamındaki sorulardan biri, Kâhya Yahya’ya öldür emrinin kimin tarafından verildiğidir.

Ancak katliam giderek büyük bir karanlık içinde kalmıştır. Öldürmeye bizzat karışan katillerde bir süre sonra ortadan kaldırıldılar. 3 Temmuz’da (1922) Mustafa Suphi’lerin katlinden bir buçuk yıl sonra, Kâhya Yahya Trabzon’da arabasının içinde vurularak öldürülmüştür. Yahya’nın (uluorta, üzerime gelmeyin her şeyi açıklarım) tehditleri onun da sonu olmuş ve Yahya sırlarıyla gitmiştir.

Yahya’nın öldürülmesi üzerine Büyük Millet Meclisi, milletvekillerinden oluşan bir soruşturma heyeti kurmuştur. Soruşturma Heyeti’ne sonradan Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey’de dâhil olmuştur. Kurulun Trabzon’daki incelemelerinden sonra raporun sonucunu Kazım Karabekir Paşa şöyle duyurmuştur:

“Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey başkanlığındaki komisyon esrar perdesini kaldırdı. Katiller Ankara’dan gitmiş. (Topal) Osman Ağa’nın adamları imiş. Perde kalktı. Cinayetin nereden geldiğini anlayan Trabzon Mebusları ellerimi öptüler.”

Devlet, Suphiler katliamında kılını kıpırdatmazken, Yahya suikastının Ankara’dan gelen Topal Osman’ın adamlarınca işlendiğini -Karabekir’in yardımı ile- Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey heyetince tespit etmiştir.

Topal Osman Ağa, 1923 yılı başında Ankara’da Mustafa Kemal Paşa’nın koruması görevine getirilmiş bir çeteciydi. Aynı Topal Osman Ağa, 26 Mart 1923’te hemşerisi -ve Yahya suikastını soruşturma heyeti başkanı- Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey’i kahve içme bahanesiyle evinde boğarak öldürttükten sonra Çankaya yakınlarında gömdürmüştür. Cinayetin duyulmasından sonra Topal Osman teslim olmamış ve onu da Mustafa Kemal Paşa’nın Muhafız Tabur Kumandanı (sonradan General) İsmail Hakkı Tekçe çatışmada öldürülmüştür. 15’ler cinayetinde, katillerin katilleri de ortadan kaldırılmıştır.

15’ler cinayetinin temel sebebi ve özel olarak da Mustafa Suphi’nin kaybı üzerine neler söylersiniz?

Mustafa Suphi’nin alanı ‘iktisat’tı.

Şerif Mardin, “iktisat’ın, Osmanlı aydınlarının en az ilgilendikleri konu” olduğunu yazmıştır. Mustafa Suphi belki bu konuda bir istisnaydı ve bu özelliği başından beri toplumsal mücadelede ‘sınıf gerçeğini’ hissetmesiyle çağdaşı Osmanlı aydınlarından ayrılmasını sağlamıştı.

Mustafa Suphi, Arapça, Farsça, Fransızca, Rusça ve Türkçe bilmekteydi.

Doğu’dan Hayyam’ı, Şirazi’yi, Bedreddin’i, Batı’dan Marks’ı okumuştu. Türkiye’nin aydınlanma yolundaki en önemli duraklarından 1908 devriminin içinde ve onun tanığıydı. 1917’de ise Rusya’daki Ekim Devrimi, Mustafa Suphi’yi Marksist bir aydın yapmıştı.

Mustafa Suphi’nin yalnız kendisinin değil, birlikte döndüğü Türkiye Komünist Fırkası’nın bütün diğer yöneticilerinin benzeri bir hayat öyküsü bulunmaktaydı.

Türkiye’ye dönmekte olan Mustafa Suphi ve TKF yöneticileri, devrim yapmak için değil, kurulmakta olan yeni düzen içinde emekçi sınıfların hakkını ve hukukunu savunmak, meşru ve açık siyaset yapmak isteklerini her kademede ilan etmişlerdi.

Birçok ulusun yaşadığı Anadolu’da eşit ve adil bir “Şuralar Cumhuriyeti”ni programlarına yazmışlardı.

Milliyetçi, dini, mezhepsel çatışmaların kan gölüne çevirdiği Anadolu’da, milliyetçi ve sosyalist ideolojilerin iç içe geçtiği o günlerde; “Anadolu’da dil ve hars (kültür) nokta-i nazarından her milletin tam hürriyetini temin, bir veya diğer millete mahsus her türlü imtiyazı ilga”, “hür milletlerin, hür ittihadı prensibi esas olmak üzere ülkenin idare şeklinin federasyon olacağı”, “ayrı ve müstakil yaşamak isteyen milletlerin aralarında kanlı nizalar (kavga) çıkmasına meydan vermemek için bu gibi meselelerin ‘plebisit’ usulüyle, umumi reye müracaatla halline delalet eder” fikirlerini belgelerine geçirmişlerdi.

Ankara’da iktidarı elinde tutanlar açısından ise; “yoksul ve emekçi sınıfların aynı zamanda hükümet olabileceği fikri ile birbirine düşman edilen farklı milletlerin eşit ve adil bir ülke kurabilecekleri hayali” inanılmaz ürkütücüydü. 15’ler cinayetinin temel nedeni bu ürkütücü düşüncelerin kitlelerin içinde ses bulmasını önlemekti. 28 Kânunusani’de yapılan da buydu.

Son olarak yeni çıkan kitabınızdan da söz eder misiniz?

Türkiye Sol Hareketi’nin 1920’li yıllarına ışık tutacak bir “dergi koleksiyonu”, yayımlanışından 95 yıl sonra; Osmanlıcadan günümüz Türkçesine çevrilerek meraklılarının bilgisine sunulmuştur.

Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası” Yayın Organı YENİ HAYAT Dergisi (Mart-Eylül 1922) adlı çalışma bir grup arkadaşımla birlikte imece usulüyle gerçekleşti.

Sosyal Tarih Yayınları (Türkiye Sosyal Tarih Araştırmaları Vakfı) tarafından basılan belge/kitap; 1922 yılında faaliyet gösteren Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın yayın organı olan “Yeni Hayat” dergilerinin yirmi sayılık koleksiyonunu kapsamaktadır.

Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası, 1920-1922 yıllarında Ankara’da faaliyet göstermiştir. O dönem, sol hareket içinde “Komünizm” ve “İştirakiyun” kavramları aynı anlamda kullanılmıştır. Ve Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası, Türkiye’nin ilk komünist partilerindendir.

Yeni Hayat ise, 1922 yılının Mart ile Eylül ayları (yaklaşık 7-8 ay) arasında yayımlanmış haftalık, 16 sayfa, ‘ilmi, içtimai, iktisadi ve siyasi mecmua’ alt başlığıyla Cumartesi günleri basılan bir dergidir. Sahibi ve sorumlusu, aynı zamanda Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası Katib-i Umumisi (Genel Sekreteri) olan Tokat (eski) Mebusu Nazım (Resmor) Bey’dir. Derginin 5. sayısından itibaren kapağının en üstünde: ‘Bütün Dünyanın Emekçileri ve Mazlum Halkı Birleşiniz’ ibaresi bulunmaktadır. 17. sayıdan itibaren ise ‘Halk İştirakiyun Fırkası Naşir-i Efkârı’ belgisi ilave edilmiştir.

Kitabın “Giriş” bölümünde 1920-1922 yılında Türkiye’de sınıf mücadelesi, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası; kuruluşu-mücadelesi-yayınları ve özel olarak Yeni Hayat dergisi üzerine açıklayıcı bilgiler bulunmaktadır.

Yeni Hayat dergilerinde neler var ve Yeni Hayat kendini nasıl ifade etmektedir?

Yeni Hayat’ta haftalık bir derginin boyutlarını oldukça aşan, çok farklı alanlarda yazılar yer almıştır. Başmakale görevi yüklenen deneme türünde yazılar, partinin somut bir konu hakkındaki görüşlerini açıklayan makaleler, komünist-devrimci kişilere ait tanıtım biyografileri, propagandif ve heyecan yüklü makaleler, şiirler, hikâyeler, Marksist literatürün önemli konularını anlatan teorik çeviriler, Komünist Enternasyonal meclislerinde tartışılan konular ile ilgili yazılar, farklı ülkelerden siyasi ve ekonomik içerikli bilgilendirmeler, emek dünyasına ait haberler, anmalar ve yorumlar vb. yer almıştır.

Yeni Hayat, toplam 26 sayı yayımlanmıştır. Yeni Hayat’ın 26. sayısında yazarlarından Nizamettin Nazif tarafından yazılan ve Başbakan Rauf’u (Orbay) hedef alan, “Başvekilin Enseköküne Bir Şaplak” başlıklı yazının derginin kapatılmasına neden olduğu yazılmaktadır. Bu bilgiler ışığında Yeni Hayat, Ekim ayı sonlarında kapatılmış olmalıdır.

Bugün bakıldığında; Yeni Hayat dergilerinde yer alan yazıların bir bölümü tarihseldir.

Neredeyse yüz yıl önce yazılmıştır ve 1922 yılının bütün sıcak konuları, yazılarının da konularıdır.

Bazı makaleler ise, -bir yanıyla- sanki o çok uzak zaman diliminin metinleri, diğer yanıyla da -aynı makaleler-, neredeyse yüz yıllık zaman farkını bir anda sıfırlayan, sanki bugünün Türkiye’sinin sorunlarını bütün çıplaklığı ve somutluğuyla birebir yansıtan yazılardır. Geçen bir asra rağmen o dönem dile getirilen toplumsal taleplerin ve sorunların bugün aşılamamış olması –ironik bir şekilde– Yeni Hayat yazılarını güncel yaparken; okuyucuya şu vahim soruyu sordurmaktadır: Sorunlarımız ve yaşananlar bugün –hâlâ– bu kadar ortak olabilir mi?

Yeni Hayat dergilerinde; isimlerini tanıdığımız ve sonraki yıllarda izlerine sol hareket içinde rastladığımız birçok kişi yazı yazmış veya çevirileriyle katkıda bulunmuştur.

Yeni Hayat’ta farklı konularda yazı dizileri de bulunmaktadır: Örneğin, Ekim Devrimi’nin önemli kadın liderlerinden Aleksandra Kollontay’ın; kapitalizm ve sosyalizmde kadın sorununu tartıştığı “Fahişelik ve Onunla Mücadele” başlıklı yazı dizisi yedi sayı boyunca devam etmiş; Maksim Gorki birbirinin devamı iki yazıda Lenin’i anlatmıştır. Yine ilk kez bir derginin bütün yazıları 1 Mayıs’a ayrılarak 7. sayı “1 Mayıs Fevkalâde Nüshası” olarak basılmış, “Anadolu komünistlerinden Yunan komünistlerine” çağrılar ve Nazım Hikmet’in Moskova’dan gönderdiği iki şiiri ilk kez Yeni Hayat’ta yayımlanmıştır.

Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası Yayın Organı YENİ HAYAT Mart-Eylül 1922” kitabı; bu konuya ilgi gösteren araştırmacı ve okurların beklentilerini karşılayacağı gibi, sol siyasetteki özgün pratiği ile günümüze de katkıda bulunacaktır.

İştirakî Dergisi
Sayı 12 s. 33-53.

0 Yorum: