Hamit Erdem Söyleşisi
Ekim 2018
Mustafa
Suphi’nin ilk yılları ve aile çevresi ile başlayalım…
Mustafa
Suphi, Türkiye komünist hareketinin önde gelen şahsiyetlerindendir. Yaşadığı
dönem, 20. yüzyılın ilk çeyreği, Türkiye’nin toplumsal ve siyasi olarak en
çalkantılı yıllarıdır. Türkiye’nin toplumsal ve politik yapısının alt üst
olduğu, modern anlamda sınıfsal bölünmenin ve sınıf mücadelesinin başladığı,
siyasal yaşamda emekçi sınıfların bilinçli temsilcilerinin ön plana çıktığı,
emperyalizme karşı ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesinin iç içe girdiği bir
dönemdir. 1882 yılında Giresun’da doğumludur. Babası Osmanlı’da üst düzey
bürokrat olması sebebiyle Anadolu’nun çeşitli yerlerinde görev yapmış, Mustafa
Suphi’nin de çocukluğu Kudüs, Şam, Erzurum’da geçmiş, bu şehirlerde süren
eğitimini İstanbul (Mekteb-i Sultani/Galatasaray Lisesi) ve Paris’te (L’ecole
Libre des Sciences Politiques/ Siyasal Bilimler Okulu)tamamlamıştır. Babası
Ali Rıza (Özütürk) Cumhuriyet döneminde de bürokrasi içindeki konumunu
korumuştur. Öyle ki Ali Rıza Özütürk 1930’da Samsun valisi olarak
görülmektedir.
Mustafa
Suphi’nin Türkiye’deki yılları ve sosyalizm ile ilgisi; örneğin Ahmet Cevat
Emre ve Dimitr Şişmanov onun 1910’lu yıllarda da sosyalist olduklarını
yazmışlardır, bunun gerçeklik payı nedir?
1913
öncesi sosyalist olduğuna dair bir bilgi yoktur. Paris’te okul yıllarında
sosyalizmi ve ünlü Jean Jaurés’i izlediği bilinmektedir. Ve Paris’te
öğrenciyken, aynı zamanda İttihatçıların yayın organlarından Tanin
gazetesine yazılar yazmıştır.
1910
yılında Türkiye’ye dönünce hem gazetecilik, hem öğretmenlik yapmaya başlamış,
siyasetle de ilgisini sürdürmüştür. Öyle ki bazı kaynaklar, 1911’de İttihatçıların
Selanik’te topladığı son gizli kongrede onun Anadolu delegesi olduğunu
yazmaktadırlar. İttihat ve Terakki partisi içinde liberal eğilimiyle bilinen
Mehmet Cavit Bey’e yakındır ve İttihatçıların önemli aydın ve bürokratları onun
yakın dostları arasındadır. Küçük Talat Bey, Yusuf Akçora Bey, Ağaoğlu Ahmet
Bey, Ferit (Tek) Bey, Mehmet Hafız Efendi, Yusuf Kemal (Tengirşek) ilk akla
gelenlerdendir.
Mustafa
Suphi, 1912 yılında İttihatçılarla ilk kopuşu yaşamış ve özünde genel hattı
‘Türkçü’ parti olan, programında liberal ve sosyal maddelere yer veren, âdemi
merkeziyetçi hatta kimi açıdan özgürlükçü diyebileceğimiz unsurlar barındıran
Milli Meşrutiyet Fırkası’na katılmıştır. Yöneticileri arasında Ferit Bey
(Kütahya Mebusu), Cami Bey (Fizan Mebusu), Yusuf Akçura gibi aydınların
bulunmaktadır. Mustafa Suphi partinin yayın organı durumundaki İfham ve Vazife
gazetelerinin yönetimini üstlenmiştir.
1912’de
İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali dolayısıyla yazdığı “Vazife-i Temdin”
broşüründe bu çizgiyi zorlayan bir çıkış yaparak; Batı’nın kendi dışındaki tüm
dünyaya biçtiği “onları uygarlaştırma görevine” karşı çıkmış, “uygar denilen
Avrupa ırklarının yalnızca servet kazanmak uğruna yaptıkları bu seferlerin,
fethettikleri topraklarda yaptıkları büyük vahşetle anılacağını” yazmıştır.
Ancak bu yıllarda sosyalizm ve sosyalistleri izlediğine dair bir bilgi
paylaşmak isterim. 1913’te İfham gazetesinin 120. sayısında Jean
Jaurés’in bir makalesini yayımlamıştır.
Sosyalist
olmayan ama sosyalizmi izlediğine dair bilgiler olan bir Mustafa Suphi
portresinden sonra Sinop sürgünü günleri başlıyor. Sinop’ta ne kadar kalmış ve
asıl önemlisi, oradan kaçtıktan sonra neden dilini bildiği ve yaşadığı
“Batı’ya” örneğin Paris’e değil, Bakü’ye gitmeyi seçmiştir?
18
Haziran 1913’de İstanbul’da Mahmut Şevket Paşa’ya düzenlenen suikast Mustafa
Suphi’nin yaşamında yeni bir devir başlatmıştır. İttihatçıların bu fırsattan
yararlanarak bütün muhalefeti susturma politikası sonucu, liberal-sosyalist
bütün muhalifler İstanbul’dan uzaklaştırılmıştır. Mustafa Suphi’de “Payitaht’ın
selamet-i umumiyesi” için Bahr-i Cedit vapuruyla Sinop’a gönderilen muhalifler
arasındadır. Mustafa Suphi Sinop’a 1913 yılı ortalarında sürülmüş, 1914 yılı
Mayıs ayına kadar yaklaşık bir yıl Sinop’ta kalmış, 1914 yılı Mayısında on
sürgün arkadaşıyla Karadeniz’i dikine geçerek Sivastopol’e kaçmıştır. Evet,
aslında beklenen Kırım’dan Mustafa Suphi’nin Batı’ya, bildiği Paris’e
gitmesiydi. Burada Mustafa Suphi’nin kişiliğinin ipuçlarını da görüyoruz.
Anti-emperyalizm duyarlılığı, İttihatçı terörüne karşı özgürlük, Türkiye’den
kopmamak ve İstanbul’dan Yusuf Akçora vasıtasıyla tanıdığı Tatar aydınlanmasını
yakından tanımak. Belki de bunların hepsi. O, Bakü’ye gidip orada bir gazete
çıkarma isteğindedir.
Nitekim
Kırım’da reformcu görüşleriyle tanınan Kırım Tatarı Gaspıralı İsmail Bey,
Mustafa Suphi’nin işbirliği yaptığı dönemin önemli aydınlarındandır.
Birinci
Dünya Savaşı Mustafa Suphi’yi Kafkasya’da yakalamıştır. Bu tarihten sonra
ikinci kez sürgünlüğünü yaşayacaktır. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Rus
Hükümeti “yabancı ve düşman” unsurları tedbir olarak toplama kamplarına
göndermeye başlamıştır. Tatar araştırmacı Subayev’e göre Mustafa Suphi Kasım
1914’te Kaluga kentine sürgün edilen kafilenin içindedir. Kaluga’da bir yıl
kalan Mustafa Suphi savaşın seyri Rusya aleyhine gelişmeye başlayınca, daha iç
bir bölge olan Ural’a sürülmüştür.
Rusya’da
bu döneminde Mustafa Suphi; Bolşevikler, Müslüman Komünistler ve Sosyalist
Devrimciler; o dönemin bütün siyasi oluşumlarının iç içe olduğu bir coğrafyada
yaşamıştır. Politik şekillenişi üzerine neler söyleyebiliriz?
Birinci
Dünya Savaşı yıllarını –yaklaşık üç buçuk yıl– sürgünde geçiren Mustafa Suphi,
bu dönem Rusya’da kendini derinden derine hissettiren sol muhalefeti yakından
tanımış, sizin de belirttiğiniz gibi Bolşeviklerin, Sosyalist Devrimcilerin
(SR), Müslüman Komünistlerin tezlerini yakından izlemiş, Marksizm’i öğrenme
imkânı bulmuştur. Yine Subayev’in yazdığına göre, Mustafa Suphi 1915’de Rus
Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ne katılmıştır.
Rusya’daki
devrim, sürgünde bulunan muhalifleri de özgür kılınca (1918 Şubat) Mustafa
Suphi Moskova’ya gelmiştir. Moskova’da, daha 1914 yazında (Bakû’da)
gerçekleştirmeyi düşündüğü‚ yeni bir Türkçe gazete çıkarmak fikrini bu defa
Marksist bir kimlikle yapmak istemektedir. Bu amaçla Moskova’da Rusya Komünist
(Bolşevik) Partisi’ne bağlı Müslüman Komiserliği’ne başvurmuştur.
Mustafa
Suphi’nin Rusya’da sol siyasi mücadeleye başladığı 1918 yılında, ‘Bolşevikler’e
mi, ‘Sosyalist Devrimciler’e mi daha yakın olduğu tartışılmıştır.
Mustafa
Suphi’nin 1914 ile 1918 yılları arasında sürgünde geçirdiği dönem ve bulunduğu
bölgeler Rusya’da faaliyet gösteren sol ve komünist partiler içinde ‘Sosyalist
Devrimciler’in (Es-Er veya S. R.) yoğun ve daha örgütlü olduğu bölgelerdir.
Sosyalist Devrimciler, Rusya’da proletaryanın yoğun olduğu sanayi bölgelerinin
dışında ve kırsal alanda daha örgütlü bir parti durumundaydı. Mustafa Suphi’nin
yardım istediği Müslüman Komiserliği’nin kurucularından Mollanur Vahidov ile
Şerif Manatov Bolşevik, Galimcan İbrahimov ise Müslüman komünistler arasında
çok iyi bilinen Sosyalist Devrimci kanadın önderleri arasındadır. Türk ve Tatar
Müslümanlar arasında Sosyalist Devrimciler daha örgütlüdür ve bu örgütlülüğün
nedenleri arasında, onların siyasi ve ideolojik çizgileri ile Müslüman
kesimlerin talepleri arasındaki yakınlık önemli olmaktadır.
Mustafa
Suphi’nin 1914’de Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ne girdiği yazılmakla
birlikte, Müslüman Komiserliğe gittiğinde Sosyalist Devrimciler’e daha yakın
olduğu ihtimal dâhilindedir.
Müslüman
Komiserliği’nde Vahidov ve Stalin’le görüşen Mustafa Suphi, “Yeni Dünya”
gazetesini yayımlanmaya başlamıştır.
Mustafa
Suphi’nin bir örgütlenme aracı olarak düşündüğü Yeni Dünya bu şekilde
doğmuştur ve kendisini “Merkez Müslüman Sosyalistler Komitesinin Türkçe Naşir-i
Efkârı” olarak tanımlamıştır.
22
Temmuz 1918’de Moskova’da yapılan Türk Sosyalistleri Kongresi, 4 Kasım 1918’de
yapılan Müslüman Komünistler Kurultayı Mustafa Suphi’nin içinde olduğu
faaliyetlerdir. Türk Sosyalistleri Kongresi Mustafa Suphi önderliğindeki
Türkiyeli komünistlerin ilk örgütlenme faaliyetinin başlangıcıdır. Müslüman
Komünistler Kurultayı’nda ise Kazanlı İsmail Rahmetellin ve bazı delegeler
Mustafa Suphi’yi “sosyal şovenlik”le suçlamış, Mustafa Suphi suçlamalara aynı
tonda karşılık vermiş, sonuçta kurultay başkanlığı Türk Heyeti’nin Kurultay’a
iştirakini kabul etmiştir.
O
dönemin en önemli olaylarından biri herhalde Komünist Enternasyonal ve bu
çerçevede yapılan tartışmalardır. Doğu ve Batı komünistlerini ilk defa “Ekim
Devrimi” ertesinde bir araya getiren bu forumlarda Mustafa Suphi’nin tutumu
nedir?
Ondan
önce şu küçük ayrıntıyı eklemeliyim. 1919 yılı başlarında Türk Komünist
Teşkilatı, Anadolu’ya daha yakın olabilmek için Kırım’a taşınmış, yayın ve
örgütlenme faaliyetlerine burada devam etmiş, Mustafa Suphi Komünist
Manifesto’yu Türkçeye çevirmeye başlamış, Beyaz Ordu’nun Kırım’a saldırısı
ve Kırım’ı işgali, Türk Komünist Teşkilatı ve Mustafa Suphi’nin yeniden
Moskova’ya dönmek zorunda kalmıştır.
Sizin
de belirttiğiniz gibi III. Enternasyonal, II. Enternasyonal’in gevşek ve yatay
örgütlenmesine tepki olarak doğmuş, Doğu ile Batı’yı karşı karşıya getirmiştir.
Mustafa Suphi Moskova’da, 2-6 (1919) Mart tarihlerinde, elliden fazla temsilci,
on dokuz farklı ülkedeki komünist parti veya grubun katılımıyla toplanan III.
Enternasyonal Birinci Kongresi’ne Türkiye Komünist Teşkilatı’nı temsilen
katılmıştır.
Bu
dönemde Bolşevik partisi ve Komünist Enternasyonal içinde; gelecek devrimlerin
“Batı’daki kapitalist metropol ülkelerde mi, yoksa Doğu’daki sömürge ve bağımlı
ülkelerde mi” olacağına ilişkin büyük bir tartışma devam etmekteydi.
Sultangaliyev ve M. Nath Roy gibi komünistler “Batı’daki devrimlerin kaderi
Doğu’daki devrimlere bağlıdır” görüşündeydiler. Mustafa Suphi burada yaptığı
konuşmada, “Batı ülkelerinin proleter hareketleri ve devrim potansiyeli ile Doğu’daki
sömürge ve bağımlı ülkelerdeki halkların devrimci mücadeleleri arasındaki
zorunlu ilişkiye” dikkat çekmiş ve Komünist Enternasyonal’i Doğu emekçilerine
“daha fazla” yardıma çağırmıştır.
Özellikle
Komünist Enternasyonal II. Kongresi’nde bu tartışmalar sürmüştür ve Mustafa
Suphi’nin bu kongreye katılmadığını biliyoruz, bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye
Komünist Fırkası’nın kurulacağı eylül ayına kadar Mustafa Suphi ve teşkilatının
faaliyetlerine katıldığı iki önemli toplantı vardır. Temmuz ayı ortalarında
Petrograt’ta toplanan Komünist Enternasyonal II. Kongresi ve Eylül başında
Bakü’de toplanan Birinci Doğu Halkları Kurultayı’dır.
Komünist
Enternasyonal İkinci Kongre’sinde İtalyan komünist Serrati’nin, “Avrupa
devrimlerini tamamlamadan Asya’nın kaderinin değişmeyeceği”; Hindistan
komünisti Roy’un ise, “Batı devrimlerinin kaderi bütünüyle Doğu devrimlerine
bağlıdır” tezlerinin hararetle tartışıldığı forumlara sahne olmuştur.
Lenin
ise, “sömürge ve bağımlı ülkelerde, ulusal demokratik kurtuluş hareketlerinin
desteklenmesi gerektiğini savunmuş, bu desteğin, milli burjuvazinin;
komünistlerin, köylü ve işçilerin örgütlenmelerine olanak tanıyıp tanımamaları
şartına bağlanmasını” önermiştir.
Mustafa
Suphi Komintern’in İkinci Kongre’sine katılmamıştır. Bunun muhtemel sebepleri
arasında İttihatçılardan arındırmaya ve yeniden kurmaya çalıştığı teşkilatın
ertelenemez çalışmaları olabilir. Türkiye Komünist Teşkilatı’nı Enternasyonal
İkinci Kongresi’nde İsmail Hakkı temsil etmiştir.
Mustafa
Suphi, Yeni Dünya’nın 8 Temmuz tarihli (51. sayısında) yazdığı “Tarihi
Vazife” başlıklı makalesinde, İkinci Kongre tartışmalarını değerlendirmekte ve
“Türkiye Komünistlerinin Milli Mücadeleye olan temel yaklaşımını ortaya koymakta
ve komünist teşkilatın örgütlenebilmesinin aynı derecede önemde bir mesele”
olarak altını çizmektedir.
Mustafa
Suphi’nin buradaki yaklaşımı Lenin’in çözümlemesine yakındır.
“Tarihi
Vazife’de Suphi şunları yazacaktır:
“[…] Biz Türkiye’de milli müdafaa
şeklinde baş gösteren ayaklanmaya, müşterek düşman emperyalizm tarafından bu
hareketin söndürülmesine yol vermemek için her türlü yardımı, bu yardım
mutaassıp milliyetçilere bile olsa, tarihin bize yüklediği bir vazife olarak
biliyoruz. […] Hayat ve mücadele ruhunu mağdur halk kitlelerinde
derinleştirmeye çalışan İştirakiyun Teşkilatının (TKF’nın) memleket içinde
açılıp yayılmasına gelince, bunun da Kuvay-ı Milliye yönetiminin karşısında
duran, yine o ehemmiyette tarihsel bir mesele olduğunu zannediyoruz”
Bakü’de
toplanan Birinci Doğu Halkları Kurultayı üzerine de zaman zaman ilginç
değerlendirmelere rastlıyoruz. Bu kurultayın ayrıntıları ve Sultangaliyef’in
Kurultay’a katılmayışı, Enver Paşa faktörü üzerine neler söylersiniz?
Doğu
Halkları Birinci Kurultayı 1-8 Eylül 1920 tarihinde Bakü’de düzenlenmiştir.
Kurultay’ın hedefi; Doğu’da yalnızca komünist ve sol siyaset içinde bulunan
grup ve partileri değil, tarafsız veya İslamcı, emperyalizme veya kendi
egemenlerine karşı mücadele eden bütün halkların katılımını sağlamaktır.
Kurultay’ın
hazırlık çalışmalarının bazı toplantılarına Mustafa Suphi’nin de katıldığı
toplantı tutanaklarından anlaşılmaktadır.
Kurultay’ın
4 Eylül tarihli oturumunda Enver Paşa’nın bildirisi okunmuştur. Enver Paşa Kurultay’a
‘Fas, Tunus, Cezayir ve Trablusgarp inkılapçıları’nı temsilen katılmıştır.
İslam ülkeleri üzerindeki etkisi gerekçesiyle Komintern yönetiminin Kurultay’a
katılmasını teşvik ettiği Enver Paşa’nın bildirisini Kurultay Sekreteri
Ostrovki (Rusça) okumuş ve Mehmet Emin tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Enver
Paşa’nın Kurultaya katılmasını Mustafa Suphi yönetimindeki Türkiye Komünist
Teşkilatı açıkça protesto etmiş, Dağıstan temsilcisi Celal Korkmazov, “Milli
Mesele ve Sömürgeler Sorunu Raportörü” Pavloviç, Mutuşev ve Bünyadzade gibi
önemli isimler ‘Osmanlının emperyalist’ emellerinin uygulayıcısı bu eski paşayı
kınamışlardır. Evet, Mustafa Suphi’nin yakın çalışma arkadaşlarından
Sultangaliyev’in Kurultay’a katılması ise engellenmiştir. Bunun nedeni, Müslüman
Komünistlerle iktidarı elinde tutan Bolşevik partisinin gerilen ilişkileridir.
Mustafa
Suphi’nin Kurultay’a katıldığı halde konuşma yapmaması, (Türkiye adına İsmail
Hakkı konuşmuştur) ve Kurultay sonrası oluşan Komintern organı “Propaganda ve
Hareket Sovyeti”nde Mustafa Suphi’ye yer verilmemesi; Mustafa Suphi ile
Komintern arasında özellikle Enver Paşa üzerinden oluşan bir anlaşmazlık ve
bunun devamında bir soğukluk olduğunu düşündürmektedir.
Türkiye
Komünist Fırkası Kuruluş Kongresi olarak bilinen 10 Eylül 1920’deki kongre bazı
yorumlarda “Kuruluş Kongresi” olarak kabul edilmezken, 15 Şubat 1925 tarihinde
Şefik Hüsnü’nün İstanbul’da topladığı kongrenin “Kuruluş Kongresi” olduğu ileri
sürülmektedir. Bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
8
Eylülde biten Birinci Doğu Halkları Kurultayı’nın ardından, 10 Eylül 1920’de
Bakü’de ‘Türkiye Komünist Teşkilatları Birinci Kongresi’ adıyla bir kongre
toplanmıştır. Bu kongre, farklı komünist teşkilatları birleştirirken, aynı
zamanda “Türkiye Komünist Fırkası Birinci Kongresi” olarak da anılacaktır.
Türkiye Komünist Fırkası kuruluşu ve bunun bileşenleri konusunda Anadolu’dan
fırkaya katılım, Ankara hükümeti ve Kazım Karabekir’in komünistleri sıkı takibi
sonucunda Bakü Komitesi’nin istediği düzeyde gerçekleşmemiştir. Hükümetin o
sırada denetleyemediği İstanbul ise daha farklıdır. İstanbul’dan Türkiye İşçi
Çiftçi Sosyalist Fırkası ve (İstanbul Komünist Grubu) temsilcileri olan Ethem
Nejat ve Hilmioğlu Hakkı Enternasyonal İkinci Kongresi’ne katılmak üzere yola
çıkmışlar Moskova’ya yetişemeyerek Bakü’ye gelmişlerdir. Ethem Nejat ve
Hilmioğlu Hakkı’nın görev almasıyla Mustafa Suphi’nin partide çok ihtiyaç
duyduğu entelektüel boşluk, Marksist formasyonları yüksek İstanbul Komünist
Grubu temsilcilerinin katılımıyla karşılanmıştır.
Kongrenin
son gününde Ethem Nejat ve Hilmioğlu Hakkı; “Anadolu’nun çeşitli yerlerinden
gelen komünistler, İstanbul Komünist Grubu ve Bakü’de bulunan Türkiye Komünist
Teşkilatı’nın” birleşmesi için bir önerge vermişler ve bütün dağınık durumdaki
kişi, grup ve teşkilatların birleşmesini teklif etmişlerdir. Bu teklif
oybirliği ile kabul edilmiş ve şu satırlarla son bulmuştur:
“Biz sahib-i selâhiyet
delege olmak sıfatıyla İstanbul Komünist Grubu’nun Türkiye Komünist Fırkası ile
birleşmeye âmâde olduğunu ilan ve diğer teşkilatlarında aynı veçhile hareket
eylemelerini büyük gayemiz namına teklif ve rica ederiz.”
Bence
bu konu farklı değerlendirmelere konu olamayacak kadar açıktır.
Türkiye
Komünist Fırkası Programı’nda ilk bakışta en dikkatinizi çeken altbaşlık nedir?
Programı
böyle değerlendirmek doğru olmayabilir ancak kimi ilginç ayrıntılar bugünün
sorunlarına ışık tutabilir. Türkiye Komünist Fırkası Programı 49 maddeden
meydana gelen ayrıntılı bir programdır. Kongre günleri, o zamana dek Türkiye
emekçi sınıflarına ait sorunların bu boyutuyla görüşüldüğü ilk meclistir.
Kongre,
Türkiye’nin yönetim şekli olarak, ‘federasyon’ biçiminde örgütlenmiş bir
‘Şuralar Cumhuriyeti’ni, öngörmektedir.
Kongre;
Anadolu’daki etnik yapıyı dikkate alarak, ‘Türk-Ermeni-Kürt-Rum’ milletlerinin
geçmişteki kanlı çatışmalarına gönderme yapmakta, tüm bu çatışmaların
kaynağının emperyalizm-kapitalizm ve bunların dolaysız sonucu olan “her
milletin kendi burjuva cumhuriyeti”ne kalkışması sonucuna varmaktadır. Bu
konuyu Mustafa Suphi şöyle kaleme almıştır:
“Fırkamız Türk amele ve
rençperlerini mutaassıp İttihat ve İtilafçılar veya hain sosyalistler tesiri
altından kurtarmaya ne derece mecbur ise, Türkiye’de yaşayan Rum, Ermeni, Kürt
milletlerinin mağdur sınıflarını da; Etniki Eterya, Taşnak ve Bedirhan
teşkilatlarından ayırarak menfaat ve maksadı müttehid (birleşmiş) bir sınıf
halinde hem dâhili tufeylilere (asalak), hem de istilâcı harici kuvvetlere
karşı birleştirip ayaklandırmak vazifesiyle mahmuldür (yüklü).
Fırkamız her ne nam
altında yaşarsa yaşasın, bu idrake mahzar olmadıkça, beynelmilel mübareze
cephesinde iş görmeye ve ‘Enternasyonal’ muhitinde kuvvetli müteneffiz
(nüfuzlu) bir mevki tutmaya liyâkat kazanamaz…”
Şuralar
Cumhuriyeti’nin ise, bütün milletlerin emekçi köylü ve işçilerini içine
alacağını, her milletin dil ve kültürünü özgürce geliştirebileceğini ve bu
konudaki bütün ayrıcalıkların kaldırılacağını, “federasyon’un, hür milletlerin
hür ittihadı” (birliği) esasını temel aldığını, eğer bir milletin “amele ve
rençper sınıfı da” bağımsız yaşamak istiyorsa, sorunun çözümünün “halk
oylamasıyla ve barışçı” olacağını öngörmekte ve “ayrılma hakkına” imkân
vermektedir.
Program,
bütün ‘ruhani müesseselerin’ hükümet ve yönetimden ayrılarak cemaatlerin kendi
içlerinde örgütlenebileceklerini önermektedir, bu şekilde gerçek anlamda vicdan
özgürlüğü ve laisizmden yanadır.
Programda
köy iktisadiyatı ve köylü örgütlenmesi ayrı bir öneme sahiptir. Kongre,
Türkiye’de emperyalizme karşı devam etmekte olan mücadeleyi ‘milli inkılâp’
olarak kabul etmiş, tam desteğini açıklamış, bu milli hareketin memleket
dâhilinde gelişerek derinleşmesiyle emekçi sınıfların bilinçleneceğini, onlarda
‘sınıf şuurunun’ meydana geleceğini, böylece yarınki ‘içtimai inkılâba’ uygun
bir zemin yaratacağını kaydetmiştir.
Türkiye
Komünist Fırkası Kongresi faaliyetini Anadolu’ya nakletmeye karar verdikten
sonra “Dönüş Süreci” tartışmaları başlamıştır. Parti yönetiminin dönüş kararı
alması nasıl olmuştur? Bu konuda Türkiye ile temasların yanında Komintern’in
tutumu üzerine neler söylersiniz?
Bu
süreçte iki uyarıdan söz ediliyor. Şerif Manatov’un ve Ankara’dan, Türkiye Halk
İştirakiyun Fırkası yöneticilerinin Suphilere “Ankara’ya gelmeyin” mektupları
gönderdikleri yazılmaktadır.
Türkiye
Komünist Fırkası, kongre ertesinde faaliyetini Anadolu’ya taşımaya karar
vermiştir.
Dönüş
için Komintern’in Doğu Seksiyonu’nda (Doğu Halkları Propaganda ve Hareket
Sovyeti) oluşan tereddütler karşısında Mustafa Suphi, bir an önce dönme
düşüncesini savunanların başında gelmektedir.
Türkiye
ile temas konusunda şu bilgilere sahibiz. Mustafa Suphi Bakü’ye geldikten sonra
Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir paşalar ile kurulan ilişkiler; Mustafa
Suphi’nin Mustafa Kemal’e yazdığı 15 Haziran 1920 ve Kasım 1920’deki mektuplarına
karşılık, Mustafa Kemal’in Süleyman Sami vasıtasıyla gönderdiği birinci (bu
mektup bulunamamıştır) ve 13 Eylül 1920 tarihli ikinci mektubu; Türkiye
Komünist Teşkilatı temsilcileri Tâlibzade Yusuf Ziya ve Salih Zeki’nin Kazım
Karabekir’i ziyaretleri, Süleyman Sami’nin Ankara temaslarında partinin
Anadolu’ya nakli konusunda bir sorun yaşanmayacağına dair oluşan kanaat; Ankara
hükümetinin Azerbaycan temsilcisi Memduh Şevket Bey’in de bu karara açık
desteği; yönetim düzeyinde ilişkileri belli bir aşamaya taşımıştır.
1920
sonbaharında Hükümet, Mustafa Suphi ve Türkiye Komünist Fırkası’nın Anadolu’ya
gelişine gönülsüz de olsa “evet” demiştir. Yine 1920 yılı sonbaharında Mustafa
Suphi’de oluşan kanaat; onu tereddüde düşürecek olumsuz örnekler yaşansa da,
“fırkanın Anadolu’ya nakli” konusunda, gerek Ankara’nın gerekse de Kazım
Karabekir Paşa’nın söz ve davranışlarından, bir engel çıkmayacağı yönündedir.
Aynı
günlerde Anadolu’dan gelen; paşaların Türk komünistlerini tutuklama, baskı,
suikast ve yok etme haberleri, Şerif Manatov’un Türkiye’den sınırdışı edilmesi
ve Mustafa Suphi’ye uyarıları, Doğu Halkları Propaganda ve Hareket Sovyeti’nin
Türkiye’ye gidişi zamansız bulması ve bekleme tavsiyesini; bu faktörlerin
tümünü, Merkez-i Heyet’te “Anadolu’ya dönüş”ü tartışan Mustafa Suphi ve diğer
parti yöneticilerinin değerlendirmediği düşünülemez. TÜSTAV’ın yayımladığı
“Dönüş Belgeler I-II” adlı belgelerde bu konuların Merkez-i Heyet’te detaylı
olarak konuşulduğunu bilmekteyiz.
Ancak;
Mustafa Suphi, Anadolu’da devam etmekte olan milli mücadele “Komünist Partisiz”
yol alır ve başarıya ulaşırsa; mücadelenin fiili kuvvetini elinde tutan eski
Osmanlı paşaları ve iktidarını adım adım kuran Türk burjuvazisi, bu yeni
kurulan düzende Türk komünistlerini sistemin dışına atmak, meşruiyetini hep
tartışmalı tutmak ve giderek yok etmek politikasını ‘siyasetlerinin belkemiği’
yapacaklarını görmüş olmalıdır.
Bu
durumda Türkiye Komünist Fırkası yöneticileri; Anadolu’da büyük bir mücadele
varken; ya paşaların tehditlerine boyun eğip –Bakü’de– mücadele gücünü
tüketmiş, etkisiz, sürgünde bir Türk komünist partisine sahip olmak; ya da
görünür görünmez tehditlere karşı koyup, paşaların ve elçilerin güvencelerine
karşın yine de risk almak –ve mücadeleyi Anadolu’ya taşımak– seçenekleriyle
karşı karşıyaydılar.
Bir
diğer faktörü yine Merkez-i Heyet’ten Süleyman Nuri aktarmaktadır. Dönüş
kararının alındığı oturumda Mustafa Suphi, ‘siyasi havanın Kafkaslar’da kalmaya
müsait olmadığını’ belirterek farklı bir noktaya dikkat çekmektedir. Artık
Kafkaslar’da yeni dengeler kurulmuş, devrimler tamamlanmış ya da tamamlanmak
üzeredir. Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan’da devrimci hükümetler iktidar
sorununu çözmüş ve kendi içlerine dönmüşlerdir. Türkiye ile diplomatik ilişkiler
kurmaya, elçiler gidip gelmeye, devletler düzeyinde yeni bir hukuk şekillenmeye
başlamıştır. Bu yeni durum, varlık nedenini Türkiye’ye gitmek, Türkiye’de
örgütlenmek ve ülkeyi bir sosyal devrime hazırlamak hedefine bağlayan parti
için hareket alanlarının kaybolacağı yolun başlangıcı demektir.
Diğer
taraftan hızla gelişen olaylar, 1920 yılının sonlarına doğru Türkiye’nin
politik iklimindeki temel parametreleri değiştirmeye başlamıştır.
Mustafa
Suphi ve Türkiye Komünist Fırkası Merkez-i Heyet’i Bakü’de, İsmail Hakkı ve
Süleyman Nuri’den oluşan ‘Dış Büro’ bıraktıktan sonra 19 Aralık ile 25 Aralık
tarihleri arasında gruplar halinde Kars’a doğru hareket etmişlerdir.
Mustafa
Suphi ve arkadaşları 28 Aralık’ta Kars’a gelmişlerdi.
Aynı
kafilede Ankara’ya gelmekte olan Sovyet Sefiri Budu Mdivani’de bulunmaktaydı ve
kafileyi Kazım Karabekir törenle karşılamıştır.
Mustafa
Suphi Kars’ta yaklaşık üç hafta kalmıştır. Bu sırada Moskova’ya gitmekte olan
Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Ali Fuat Paşa ile yine Sovyetler’e gitmekte
olan İktisat Vekili Yusuf Kemal ve Maarif Vekili Dr. Rıza Nur ile karşılaşmış
ve görüşmüşlerdir.
THİF’nin
uyarıları…
Mustafa
Suphi ve arkadaşlarının Bakü’den Ankara’ya dönüş hazırlıkları sürecinde,
Anadolu’ya temsilci olarak gönderilen Süleyman Sami’nin Ankara’dan dönüşünde
oradaki temaslarıyla ilgili olarak mektuplar getirdiği bilinmektedir.
Sözü
edilen bu mektuplardan biri de Ankara’da Hafi TKP tarafından, Süleyman Sami’ye
gizlice verildiği iddia edilen mektuptur. Mektubun içeriği; ‘Ankara hükümetinin
komünistler üzerinde baskısı büyüktür ve Bakü’den yola çıkacak kafilenin gelişi
ertelenmelidir’ şeklindedir.
Yakın
zamana kadar –o dönemle ilgili bilgiler yalnız anılarla sınırlı iken– bu
mektubun varlığı güçlü ihtimal olarak kabul edilmiş, Mustafa Suphi ve
arkadaşlarının bu uyarıya rağmen dönüş kararını ertelememeleri olayın bu
boyutunu da tartışılır hale getirmiştir.
Bu
bilgilerin kaynağı Süleyman Nuri’nin (anılarındaki) kendi kanaati ve bir
başkasının, Affan Hikmet’in anılarıdır.
Süleyman
Nuri buradaki iddiasında, hain Süleyman Sami’nin diğer mektupları verdiği
halde, Bakü’lü komünistleri yurda dönmemeleri konusunda uyaran THİF
yöneticilerinin mektubunu sakladığını, bunu yine THİF’ından Affan Hikmet’in
anılarında da anlattığını yazmaktadır.
İddiaya
kaynak olan Affan Hikmet’in anılarında ise olay şöyle anlatılmaktadır:
“1920 senesi Ekim ayından
Mustafa Suphi yoldaş Süleyman Sami adında bir adamla Halk İştirakiyun Partisi
merkez heyetine gönderdiği mektupla memlekete gelmeye hazırlandığını yazmıştı.
Türkiye Halk İştirakiyun Partisi cevabında memlekette mürteci unsurların
başkaldırdıklarını ve komünist işçilere karşı şiddetli takibat başladığını
göstererek, şimdilik memlekete hareket etmemelerini istemişti. Fakat sonradan
anlaşıldığına göre, Türkiye Halk İştirakiyun Partisi’nin bu cevabını Mustafa
Suphi yoldaş anlamamıştı.”
Affan
Hikmet’in anıları, kitabı yayına hazırlayan editörün de belirttiği gibi olaydan
yıllar sonra kaleme alınmıştır. Nitekim aynı yerde (zamanlama hatasıyla)
Süleyman Sami’nin Ankara’ya gelişinin tarihi Bakü’deki kongre sonrası (Ekim
1920) olarak yazılmıştır.
Süleyman
Sami’nin Ankara’yı ziyareti Ağustos (1920) ayıdır. Ağustos’ta ise Ankara’da
hâlâ Yeşil Ordu ve Hafi TKP faaliyette bulunmaktadır. Henüz Türkiye Halk
İştirakiyun Fırkası’nın kurulmasına (7 Aralık) birkaç ay bulunmaktadır. Anılar
ise Bakü’ye mektubu yazanın –olması gerektiği gibi– THİF olduğunda hemfikirdir.
Affan
Hikmet’in anılarındaki bu bölümü doğrulayacak bir belge (şimdilik) bulunmamaktadır.
Muhtemelen anılar, olacaklar olduktan sonra olayları mantık zeminine oturtmak
için yazılan, belki son derece iyi niyetli, belki de sonuçları hesap edilmemiş
basit yanılgıları gerçekmiş gibi anlatmaktadır. Anılar doğal olarak belge
değildir. Kimi zaman sübjektiftir. Ancak bilgilerin sistemli olarak
karartıldığı ve adamakıllı saklandığı dönemlerde bazı bilgi kırıntıları dahi
kanaatlerin oluşması için yeterli olmaktadır.
Gerçekte
ise TÜSTAV’ın yayımladığı ‘Dönüş Belgeleri 1 ve 2’ adlı kitaplarda yer alan
Bakü’deki TKP’nin Merkez Komitesi tutanaklarında, Türkiye İştirakiyun
Teşkilatı Haziran-Eylül 1920 adlı yapıtta ve yine ‘Türkiye Halk
İştirakiyun Fırkası’ adlı kitapta ayrıntılı olarak yer alan rapor, doküman
ve belgelerde, ayrıca THİF yöneticilerinin İstiklal Mahkemesi’ndeki
ifadelerinde yukarıdaki olayları doğrulayacak herhangi bir bilgi
bulunmamaktadır.
Süleyman
Sami Ankara’ya geldiğinde Mustafa Kemal ve hükümet çevreleriyle görüştükten
sonra Ankara’da Tokat mebusu Nazım, Salih Hacıoğlu, Şerif Manatov ile de
görüşmüştür.
Süleyman
Sami, Ağustos ayında Yeşil Ordu veHafi TKP yöneticilerini ziyaret etmiş ve
içeriği bilinen sekiz maddeden oluşan bir mektup Hafi TKP’nin 21 Ağustos 1920
tarihli Merkez-i Heyet toplantısı sonrasında Süleyman Sami’ye verilmiştir.
Affan
Hikmet’in anıları ve Süleyman Nuri’nin değerlendirmeleri bu yeni belgelerin
ışığında okunduğunda, Ankaralı komünistlerin ne Süleyman Sami ile ne de bir
başka şekilde, Bakü’deki Türkiye Komünist Partisi ve Mustafa Suphi’ye içeriği;
‘hükümetin komünistler üzerinde baskısı büyüktür ve Bakü’den yola çıkacak
kafilenin gelişi ertelenmelidir’ şekilde bir mektup göndermemişlerdir.
1920
yılı sonuna doğru Ankara’da değişen nedir? Çerkes Ethem ve Kuvayı Seyyare’nin
tasfiyesi, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın kapatılması ve Mustafa Suphi ve
TKF heyetinin başına gelenler. Ankara’da komünizmin ezilmesi için genel
mutabakat mı oluşmuştu?
Dönüş
yolu Türkiye Komünist Fırkası heyetinin gıyabında tam bir ölüm yoluna dönüşecektir.
Bir
tarafta hâlâ Anadolu’da iktidar düşü kuran kıyıcı bir İttihatçı mekanizma
yaşamaktadır.
Diğer
yanda Anadolu’da fiilen iktidar olan; burjuva devrimin yönetimini
İttihatçıların elinden alan, Meclis’te, askeri ve sivil bürokraside, basında
vb. bu iktidar yapısını giderek güçlendiren Kemalistler bulunmaktadır. Eski
İttihatçılar ve Teşkilat-ı Mahsusa elemanları, yeni iktidar profiline uygun
olarak Kuvay-ı Milliye kumandanlarına dönüşmüşlerdir.
Siyasi
dengelerin bıçak sırtında yaşandığı bu iklimde; 1920 yılı sonunda Ankara’ya
gelmek için Bakü’den yola çıkan Türkiye Komünist Fırkası heyetinin Ankara’ya
sokulmaması için Hükümet karar almıştır. Tarihçi Cemal Kutay’ın deyişiyle,
“onları Ankara’ya sokmamak, Yunan’ı denize dökmek kadar önemliydi!”
Doğu’nun
Kumandanı Kazım Karabekir Paşa, Erzurum Valisi (Deli lakaplı) Hamit Bey ve
Mustafa Kemal Paşa arasında gidip gelen telgraflar;(25 Aralık 1920’de Kazım
Karabekir Paşa’nın Müdafaa-i Milliye Vekâletine gönderdiği telgrafla başlayan
ve 29 Ocak 1921’de Erzurum Valisi Hamit Bey’in Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği
son telgrafla tamamlanan haberleşme trafiği) Mustafa Suphi ve arkadaşlarının 28
Kânunusani 1921’deki korkunç akıbetini belirlemiştir.
Bu
haftalarda Mustafa Kemal Paşa ve Ali Fuat Paşa’nın mektuplarına yansıyanlarla,
Meclis’teki gizli oturumlarda hâkim olan ‘sol’ düşmanlığını da birlikte okumak
gerekmektedir. Devlete hâkim olan Kemalistlerin tehdit algılamasında ‘sol’ en
üst sıraya alınmışken, -Kemalistler- Meclis’teki burjuva-eşraf-ağa bloğunun
hararetli desteğini arkalarına alarak sol hareketi yok etmişlerdir.
Doğu
Cephesi’nde yukarıdaki gelişmeler olurken (Ankara’da) Meclis’te de önemli
görüşmeler yapılmaktaydı. Büyük Millet Meclisi’nde yapılan tartışmalarda,
Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın; “Müslümanlığın ve Komünizmin birbirini
tamamlayan ideolojiler” olduğu şeklindeki; dünyaya ‘aşağıdakilerin’
penceresinden bakan, din ulularının yoksul ve ezilenlerin yanında olduğunu
iddia eden, ‘inancın’ ancak ezilenlerin insanca yaşaması için gösterilecek
çabada yattığını söyleyen düşünceleri, Meclis’teki çoğunluk olan
varlıklı-Müslüman milletvekilleri tarafından ‘zındıklık’ olarak ilan
edilecektir. Milletvekilleri İslam’da, mülkiyetin ve mirasın (ve iktidarın)
kutsallığı konusunda birleşmişlerdir.
Komünizmi,
İttihatçı-halkçı bir potaya dökmeye çalışan Çerkes Ethem’in tasfiyesi de aynı
kapsamdadır. Öte yandan, Ankara’da hükümetin kurduğu ve paşalarla Kemalist milletvekillerinin
yönetiminde olduğu, asıl önemlisi de Mustafa Kemal Paşa’nın kişisel olarak
güvendiği İttihatçıların içinde yer aldığı (Resmi) Komünist Fırkası ile
‘komünist hareket’ hükümetin tekeline alınmış ve bunun dışındaki çalışmaların
tümü yasa dışı ilan edilmiştir. Komünist parti ve çevrelerin birleşmesi
ihtimali bütün paşaların ortak korkusu olmuştur.
15’ler
katliamıyla ilgili çok şey yazılmıştır. Bu yazılar ve değerlendirmeler bile
ayrı bir araştırma konusu olabilir. Ne dersiniz?
Evet,
Bakü’den Anadolu’ya dönüşlerinde, Mustafa Suphi, eşi Maria Hanım ve onunla
birlikte diğer Türkiye Komünist Fırkası yöneticisi ve üyelerinin nasıl ve
kimler tarafından öldürüldüğü üzerine o günden bu yana birçok yazı yazılmış ve
araştırma yapılmıştır. Kısa bir döküm yapabiliriz:
Son
Osmanlı sadrazamlarından Kamil Paşa’nın torunu olan Hint Tarihi Ordinaryüs Profesörü
Hikmet Bayur; Mustafa Suphi’lerin katledilmeleri emrini veren kişinin,
Ankara’daki devlet büyüklerinden hiç kimsenin olamayacağı gibi Kazım Karabekir
Paşa’nın da asla böyle bir işe girişmeyeceğini, Yahya Kâhya’ya emrin olsa olsa
İttihatçılar tarafından verilmiş olabileceğini yazmaktadır.
Cinayetin
İttihatçılar tarafından işlendiğine ilişkin değerlendirmelerde bulunanların
dayanakları farklılık göstermektedir.
Mustafa
Suphi’nin İttihatçı karşıtlığı, İttihatçıların Anadolu’daki örgütleri kanalıyla
iktidara oynaması ve Mustafa Suphi’yi bir engel olarak görmeleri, Türkiye
Komünist Fırkası içindeki “ittihatçı ajanlar” ve Ord. Prof. Hikmet Bayur gibi
“devlet büyüklerinin böyle kirli işlere kalkışmayacağı” inancı farklı
araştırmacılarca İttihatçıları cinayet zanlısı yapmaktadır.
İttihatçı
tezlerin en önemlilerinden biri, Türkiye Komünist Fırkası içinde bulunan ve
“dönüş yolunda devlete ajanlık teklif ettiği için canını kurtaran” Süleyman
Sami üzerinden yapılan değerlendirmelerdir. Yaşamının ana çizgileri artık bilinebilen
Süleyman Sami’nin, farklı bir insanla; Teşkilat-ı Mahsusa’nın militanı (Hacı)
Selim Sami ile karıştırılması yanlış yargılara neden olmuştur.
Mahmut
Goloğlu, Rasih Nuri İleri, (eski) Türkistan Milli Komite Reisi (Hocaoğlu) Osman
Hoca gibi yazarların yanında günümüzden Mehmet Perinçek de, Süleyman Sami’nin,
(Hacı) Selim Sami olduğunu ileri sürerek ve bunun üzerinden katliamın sorumlusu
olarak İttihatçıları görmektedirler. Gerçekte ise Süleyman Sami ve Hacı
Sami’nin farklı insanlar olduğu artık kesindir.
Cinayet
üzerine gözlerin çevrildiği Kazım Karabekir Paşa da Türkiye Komünist Fırkası
heyetinin, Mustafa Suphi’nin İttihatçı karşıtlığı nedeniyle ortadan
kaldırıldığını yazmaktadır.
Yazar
Samim Kocagöz, “Mustafa Suphi’yi ve arkadaşlarını İttihatçıların öldürttüğü
anlaşılmaktadır” diyerek kesin yargısını belirtmektedir.
Yazar
İsmet Bozdağ, “Kemal Tahir Söyleşileri; Mustafa Suphi’lerin katledilmesinin
karanlık öyküsü” adlı yazı dizisinde Kemal Tahir’in; Lenin ve Stalin’in, Mustafa
Suphi’yi Galiyev çizgisinde olduğundan Mustafa Kemal Paşa’ya para karşılığında
öldürttüğüne” inandığını yazmaktadır.
Yalçın
Küçük, “Erzurum Valisi Hamit Bey, Kazım Karabekir Paşa ve Erzurum’daki
Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti’nin terörü marifetiyle, linçten kurtarma
gerekçesiyle boğulmak üzere Erzurum’dan Trabzon’a götürüldüler” diye
yazmaktadır.
Gazeteci
Metin Toker, cinayetler için “neden acaba” diye sormuş ve “Ankara, olayı hep
deniz kazası olarak niteledi, Sovyetler bilgi sordular, onlara da aynı cevap verildi.
Tabii o konjonktür içinde böyle bir temizleme hareketi Sovyetler’in göstereceği
tepki bakımından cüretli bir teşebbüstü ama demek Sovyetler’e iyi teşhis
konmuştu” diye cevaplamıştır.
1925’de
Türkiye Komünist Partisi’nin Merkez Komitesi’nde yer alan, sonra da Kemalizm’i
seçen Şevket Süreyya Aydemir, Mustafa Suphi cinayetinde yer alan kişileri;
Kazım Karabekir Paşa, Erzurum Valisi Hamit Bey ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
üyeleri olarak yazmaktadır.
Fethi
Tevetoğlu; uzun değerlendirmelerinin sonunda, “Trabzonluların ve Atatürk’ün
basireti sayesinde yok edilmişlerdir” diyerek net bir yargıya varmaktadır.
Yavuz
Aslan uzun, detaylı ve pek çok açıdan önemli ve yeni bilgiler içeren kitabının
sonunda cinayetlerle ilgili muhtemel çevreleri uzun uzun tartışmış, sonuç olarak
“İttihatçıların Mustafa Suphi ve arkadaşlarını öldürtmüş olma ihtimali, diğer
ihtimallere göre çok daha fazladır” diyerek, İttihatçıları öne çıkarmış,
devletin ve hükümetin katliamdaki rolünü reddetmiştir.
Mete
Tunçay, cinayetin Kazım Karabekir Paşa – Vali Hamit Bey’in ortak kararlarıyla;
kendi inisiyatifleri, kendi dünya görüşleri ve Doğu’da kurdukları egemenlik
düzeninin gereği sonucunda öldürüldükleri görüşündedir.
Suphi’lerin
öldürülmesinde son halkada yer alan kişilerin arasında (Trabzon’un kabadayılarından
İttihatçı ve Kuvay-ı Milliye Kumandanı) Yahya Kâhya da bulunmaktadır. Mete
Tunçay’ın “Türkiye’de Sol Akımlar” kitabının basılmasından sonra Yahya
Kâhya’nın oğlu Osman Kâhya, Mete Tunçay’a bir mektup yazarak babasının eylemini
savunmuş ve şöyle yazmıştır:
“Yahya Kâhya Bey o zamanki
faktörlere göre vatani vazifesini yapmıştır, asıl katilin bugün tapılan biri
olduğunu zaman gösterecektir.”
23
Haziran 1921’de Komintern Başkanı Zinovyev’e gönderilen bir belgeye göre;
Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Ali Fuat Paşa “Mustafa Suphi ve diğer Türk
komünistlerinin öldürülmesine hükümetin kayıtsız kaldığını” kabul etmemekte ve “Suphi’lerin
öldürülmesini engellemeyen Trabzon Valisi ve emrindekilerin ağır ceza
aldıklarına dair verileri –böyle bir veri hiç olmadı– ” bildireceğini
söylemiştir.
Murat
Bardakçı yeni yayımlanan Enver adlı kitabında, Enver Paşa’nın karısına
yazdığı mektuplarını yayımlamıştır. Bu mektuplara göre Enver Paşa, Suphiler
katliamını da karısına anlattıktan sonra katliamdan memnun kaldığını
satırlarına eklemiştir.
Saray
damadı Enver Paşa’nın, Osmanlı padişahının yeğeni olan karısı Naciye Sultan’a
“ruhum, cicim, efendim…” diye başlayan; “Bir İslam imparatorluğu kuracağım” ve
“O imparatorluğu da senin ayaklarının altına sereceğim Naciyem...” diye hem
romantik, hem megaloman bir ruhla mektuplar yazıp; sonra, karısına böyle
korkunç bir katliamdan her gün yapılan işler gibi söz etmesi, onun çeteci
ruhunu ortaya çıkarmasının dışında, olan bitene önemli bir yenilik
getirmemiştir.
Yazılanlara
göre, (Enver Paşa) Mustafa Suphi’den ilk defa 20 Şubat 1921’deki mektubunda
bahsetmiş; “…Bu sırada burada komünist olmuş ve Rusların hemen oyuncağı olan
Suphi ve rüfekasının Trabzon’dan kaçmaya mecbur olduklarını ve galiba bir
tarafta öldüklerini söylediler” dedikten sonra, 24 Nisan 1921 tarihli
mektubunda da “…Komünist Partisi Reisi Suphi Bey, Bakü’de aleyhimde bulunduğu
için biçareyi Trabzon’da evvela karla tükürükle hamallar epeyce ıslattıktan
sonra bir motorbotla Batum’a iade etmek üzere yola çıkarmışlar. Hâlbuki yanına
yüz yirmi bin Rus altını olduğundan kendisini zanlarınca yolda öldürmüşler,
paralarını almışlar. Mamafih bunu benim için yaptıklarından memnun olduğumu ve
başkasına söylememelerini tembih ettim…” demektedir.
Enver
Paşa bu mektuplarını yazdığı dönemde Anadolu’da yeni iktidar odağı olan
Kemalist iktidarın gücü ve ilişkileri her geçen gün elinde topladığını
görmektedir. Paşa’nın eski adamları artık yeni iktidar yapısı içinde ya yer
almıştır ya da almak üzeredir. Bu nedenle, yani mevcut iktidarın onaylamadığı
bir şeyi yapmak, herkesin kendi geleceğinin selameti açısından kolay değildir.
Sonra
Enver Paşa, padişahın damadı olarak kendi mülkü kabul ettiği memlekette cereyan
eden her şeyi onun dahli olsun olmasın, kendisi için yapıldığını (doğal olarak)
kabul etmeye yatkındır.
Mektup
bir belge, olayları açıklayacak yeni bir unsur olma niteliğinden çok Paşa’nın
çok sevdiği karısı ile dehşetengiz bir sohbet olarak kabul edilebilir.
Bakü’de
kalan TKF üyesi Ahmet Cevat 2 Nisan 1921 tarihinde Pavloviç’e gönderdiği
mektupta şöyle yazmaktadır:
“Korkunç ve kanlı darbe
yoldaşlarımıza 28 Ocakta indirildi; iki aydan uzun süreden beri yoldaşlarımız
kayıp ve birçok rapora göre, Trabzon burjuvazisi ve bizzat hükümet tarafından
satın alınmış cellâtların darbeleri altında yaşamlarını yitirdiler…”
Mustafa
Suphi veTKF heyetinin öldürülmelerinin 2. yılında anıları için Moskova’da
çıkarılan kitapta; İlhami Saffet “Büyük Ölülerimiz ve Anadolu Diktatörlüğü” ,
Ahmet Cevat “Matem Günü Dolayısıyla” başlıklı makalelerinde; “Memleket
dâhilinde bir nutuk irad etmemiş ve bir makale neşretmemiş 15 siyasinin alçakça
itlafı nasıl kabil olabilir” diye sorulmakta ve “fedakâr yoldaşlarımız Kars’ta
tilki izaz (hürmet) ve ikramatı (ikramlar) görmüştü, onlar; sınıfi farkların,
sınıfi istismarların, sınıfi muhasama ve mübarezelerin lafını bile işitmeye
tahammül edemeyen Türkiye bürokrat ve burjuva sınıflarının kendi sınıf
menfaatlerini muhafaza için en vahşiyane cinayetler önünde zerre kadar tereddüt
etmezler” denilmektedir.
Türkiye
Komünist Partisi’nin önemli isimlerinden Abidin Nesimi’nin 15’ler cinayeti için
yorumu şöyledir:
“Benim görüşüm şu ki, bu
olay Komintern’in kendi iç çelişkisi ile Mustafa Kemal’in çıkarlarının
çatışması sonucu olmuştur. O tarihlerde Komintern’in sevk ve idaresi Zinovyev,
Radek ekibinin elindeydi. Bu ekipse ihtilâli dışarı taşırmak yandaşıydı.
Mustafa Suphi de bu görüşteydi. Oysa karşılarında, içlerinde Lenin ve Stalin’in
de olduğu grup tam tersi düşünüyordu. Ankara o esnada Türk komünistlerini
tasfiye ediyordu. Hakkı Behiç, Nazım Bey gibi grupları. Baktılar ki Rusya bu
olaylara ses çıkarmıyor, iyice cesaretlendiler. Hep Kazım Karabekir’e
yüklenilir ama bence sorumlusu Ankara’dır.”
Abidin
Nesimi, katliamdan sonra Sovyetler’in sessiz kalmalarını ve güçlü bir tepki
vermemelerini bu tezi doğruladığını yazmaktadır.
Tablonun
görünen yüzünün gerisinde cereyan eden olaylar ise Ankara’da tırmanmaya
başlayan iktidar mücadelesinde; 1920 yılının ortalarından yılsonuna kadar geçen
zaman diliminde iklimin oldukça değiştiği, komünizme ve komünistlere bakışın bu
geçen dönem içinde farklılaştığı; Meclis’teki eşraf, ağa, büyük toprak sahibi
bloğuyla, İttihat ve Terakki’nin tedrisatından geçmiş Batı yanlısı burjuva paşa
ve memurların büyük ittifakın ‘komünistleri’ dışarıda bırakmak üzere geliştiği
görülecektir.
Katliamın
organize edilmesinde önemli rolü olan kişi, Kazım Karabekir Paşa’dır. Kazım
Karabekir Paşa, TKF yöneticileri katledildikten sonra Tiflis’teki TBMM
temsilcisi Kazım (Dirik) Bey’e bir telgraf göndermiştir. Kazım Karabekir
Paşa’nın bu telgrafı sorumluluğun kabulünün bir başka anlatımıdır.
“…eğer Suphi olayını
sorarlarsa, memlekette aleyhine büyük nümayiş olduğu için Batum’a kaçan Mustafa
Suphi’nin; -onun aslında- memlekete İngilizler tarafından ve onların namına
ihtilal çıkarmaya gönderildiğini, bunların Hürriyet ve İtilaf partisi yandaşı
olduklarını, bilhassa şaki Çerkes Ethem’in iki kardeşiyle bir olup komünizm
taraftarı oldukları ve Yunanlılarla müştereken hükümet ve ordu aleyhine isyan
çıkarmak üzere memlekete ayak basar basmaz her türlü anarşist şahısla ilişkiye
geçtiği ve hakkında dehşetli nümayiş ...”
Kazım
Karabekir Paşa’nın o anda aklına gelen bütün uğursuz yalanlar bunlar olsa
gerek, bunları aynı anda yapan birisi olarak gösterilmesini istemiştir.
15’ler
katliamının Bakü’deki yankılanışı bir hayal kırıklığı mıdır?
Bakü’deki
Türkiye Komünist Fırkası mensupları, önderlerinin öldürüldüğünü katliam
gününden 33 gün sonra öğrenebilmiştir. 3 Mart 1921’de “Anadolu’da acı vaka”
gündemiyle toplanan TKF toplantısına İsmail Hakkı Tiflis’te bulunduğu için
Ahmet Cevat başkanlık etmiştir. 4 Mart’ta Harici Büro büyük bir anma töreni
düzenlemiştir. Türkiye Komünist Fırkası, öldürülen yöneticilerinin karşı
karşıya kaldığı olayları Doğu Halkları Propaganda ve Hareket Sovyeti’ne
(muhtemelen) 5 Mart’ta bildirmiştir. Ancak merkezi Bakü’de bulunan Doğu
Halkları Propaganda ve Hareket Sovyeti herhangi bir tepkide bulunmamış,
Azerbaycan gazeteleri olaydan bahsetmemiştir.
Ahmet
Cevat, 2 Nisan’da Komünist Enternasyonal Doğu Şubesi Müdürü ve Doğu Halkları
Propaganda ve Hareket Sovyeti Başkanlık Kurulu üyesi Pavloviç’e yazdığı uzun
mektupta olayları anlatmış ve: ‘Korkunç ve kanlı darbe yoldaşlarımıza 28
Ocak’ta indirildi. İki aydan uzun süreden beri yoldaşlarımız kayıp ve birçok
rapora göre, Trabzon burjuvazisi, bizzat hükümet tarafından satın alınmış
cellâtların darbesi altında yaşamlarını yitirdiler’ diye yazmıştır. 21 Mayıs
1921 tarihinde ise bu defa Dış Büro Şefi İsmail Hakkı, Pavloviç’e, (Pavloviç’in
ona Nisan ve Mayıs’ta yazdığı mektuplarına karşı) bir mektup yazmıştır. Ahmet
Cevat’ın mektubundan sonra Pavloviç’in neler yaptığı bilinmemektedir. İsmail
Hakkı’nın mektubunda Pavloviç’e “partimizin savunulması konusunda göstermiş
olduğunuz desteğe teşekkür ediyorum” demesinden bu konuda duyarsız kalmadığı
anlaşılıyor, ancak Komintern’in kamuoyuna yönelik bir açıklama veya tepkisine
rastlanmamıştır.
İsmail
Hakkı’nın mektubunda Suphi’lerin öldürülmelerinde hükümetin rolü konusunda
düşüncelerini ve (muhtemelen o sırada yayımlanan) Komünist Enternasyonal
yöneticisi Skaçko’nun “Türk komünistlerini maceracılıkla” suçlayan bir broşür
karşısında, hayal kırıklığına uğradığını yazmıştır.
İsmail
Hakkı, mektubunun sonunu şöyle bitirmiştir:
“Sadece bir şeye çok üzülüyorum,
benim için çok beklenmedik bir şey oldu, Partimiz karşıtları tarafından
kandırıldığı belli olan Skaçko yoldaş bir broşür yazarak burada TKP’nin tüm
üyelerinin maceracı olduğunu belirtti. Ancak Skaçko, yoldaşlarımızın komünist
idealler için öldüklerini, üst düzey örgütçülerin ve ajitatörlerin her zaman
tehlike altında olduklarını bilmiyor. Ama biz ileri yürümekten vazgeçmiyoruz ve
komünist düşüncelerimizi bir kenara bırakmadan yürüyoruz ve hiçbir tehlike bizi
korkutmuyor. Komünist selamlarımı ve en iyi dileklerimi yolluyorum.”
Yalnız
Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin, radyogram (telgraf)ile Mustafa Suphi’nin
sağlıyla ilgili Ankara’dan bilgi istemiş, Ankara Hükümeti buna, “Mustafa
Suphilerin hareketi sırasında Karadeniz fırtınalı olduğundan bir kazaya kurban
gitmeleri muhtemeldir” şeklinde yanıt verdiği yazılmıştır.
Gerek
Komintern ve Doğu Halkları Propaganda ve Hareket Sovyeti, gerekse de
Sovyetlerin bu katliam karşısındaki tepkisizliği veya zayıf tepkilerinin
nedenleri incelenebilir. Ancak olay, 1920 yılının büyük sıkıntıları içinde;
Türkiye Cumhuriyeti ile Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti arasında
devletten devlete olan ilişkilerin rasyonalitesine, mecburiyetine, karanlığına
boğulmuştur.
15’ler
katliamından hemen sonra hazırlıkları beş-altı aydır süren Türkiye ile
Sovyetler arasında “Dostluk ve Kardeşlik” anlaşması 16 Mart 1921’de
imzalanmıştır. Bu Anlaşmanın 8. maddesi Rusya ve Türkiye’nin kendi
topraklarında, karşı ülke aleyhine olacak örgütlenmelere yasak getirmektedir.
TKP Dış Bürosu ise bu tarihten sonra işlevini büsbütün yitirmiştir. İlginç bir
çakışma olarak İngiliz-Rus Ticaret anlaşması da aynı gün, 16 Mart 1921’de
imzalanmıştır. Bu anlaşmada da bizdeki 8. maddeyi hatırlatan bir hüküm
bulunmaktadır.
15’ler
katliamından sonra Ankara’da nasıl bir tablo var?
15’ler
katliamındaki sorulardan biri, Kâhya Yahya’ya öldür emrinin kimin tarafından
verildiğidir.
Ancak
katliam giderek büyük bir karanlık içinde kalmıştır. Öldürmeye bizzat karışan
katillerde bir süre sonra ortadan kaldırıldılar. 3 Temmuz’da (1922) Mustafa
Suphi’lerin katlinden bir buçuk yıl sonra, Kâhya Yahya Trabzon’da arabasının
içinde vurularak öldürülmüştür. Yahya’nın (uluorta, üzerime gelmeyin her şeyi
açıklarım) tehditleri onun da sonu olmuş ve Yahya sırlarıyla gitmiştir.
Yahya’nın
öldürülmesi üzerine Büyük Millet Meclisi, milletvekillerinden oluşan bir
soruşturma heyeti kurmuştur. Soruşturma Heyeti’ne sonradan Trabzon milletvekili
Ali Şükrü Bey’de dâhil olmuştur. Kurulun Trabzon’daki incelemelerinden sonra
raporun sonucunu Kazım Karabekir Paşa şöyle duyurmuştur:
“Trabzon Mebusu Ali Şükrü
Bey başkanlığındaki komisyon esrar perdesini kaldırdı. Katiller Ankara’dan
gitmiş. (Topal) Osman Ağa’nın adamları imiş. Perde kalktı. Cinayetin nereden
geldiğini anlayan Trabzon Mebusları ellerimi öptüler.”
Devlet,
Suphiler katliamında kılını kıpırdatmazken, Yahya suikastının Ankara’dan gelen
Topal Osman’ın adamlarınca işlendiğini -Karabekir’in yardımı ile- Trabzon
Milletvekili Ali Şükrü Bey heyetince tespit etmiştir.
Topal
Osman Ağa, 1923 yılı başında Ankara’da Mustafa Kemal Paşa’nın koruması görevine
getirilmiş bir çeteciydi. Aynı Topal Osman Ağa, 26 Mart 1923’te hemşerisi -ve
Yahya suikastını soruşturma heyeti başkanı- Trabzon milletvekili Ali Şükrü
Bey’i kahve içme bahanesiyle evinde boğarak öldürttükten sonra Çankaya
yakınlarında gömdürmüştür. Cinayetin duyulmasından sonra Topal Osman teslim
olmamış ve onu da Mustafa Kemal Paşa’nın Muhafız Tabur Kumandanı (sonradan
General) İsmail Hakkı Tekçe çatışmada öldürülmüştür. 15’ler cinayetinde,
katillerin katilleri de ortadan kaldırılmıştır.
15’ler
cinayetinin temel sebebi ve özel olarak da Mustafa Suphi’nin kaybı üzerine
neler söylersiniz?
Mustafa
Suphi’nin alanı ‘iktisat’tı.
Şerif
Mardin, “iktisat’ın, Osmanlı aydınlarının en az ilgilendikleri konu” olduğunu
yazmıştır. Mustafa Suphi belki bu konuda bir istisnaydı ve bu özelliği başından
beri toplumsal mücadelede ‘sınıf gerçeğini’ hissetmesiyle çağdaşı Osmanlı
aydınlarından ayrılmasını sağlamıştı.
Mustafa
Suphi, Arapça, Farsça, Fransızca, Rusça ve Türkçe bilmekteydi.
Doğu’dan
Hayyam’ı, Şirazi’yi, Bedreddin’i, Batı’dan Marks’ı okumuştu. Türkiye’nin
aydınlanma yolundaki en önemli duraklarından 1908 devriminin içinde ve onun
tanığıydı. 1917’de ise Rusya’daki Ekim Devrimi, Mustafa Suphi’yi Marksist bir
aydın yapmıştı.
Mustafa
Suphi’nin yalnız kendisinin değil, birlikte döndüğü Türkiye Komünist
Fırkası’nın bütün diğer yöneticilerinin benzeri bir hayat öyküsü bulunmaktaydı.
Türkiye’ye
dönmekte olan Mustafa Suphi ve TKF yöneticileri, devrim yapmak için değil,
kurulmakta olan yeni düzen içinde emekçi sınıfların hakkını ve hukukunu
savunmak, meşru ve açık siyaset yapmak isteklerini her kademede ilan
etmişlerdi.
Birçok
ulusun yaşadığı Anadolu’da eşit ve adil bir “Şuralar Cumhuriyeti”ni
programlarına yazmışlardı.
Milliyetçi,
dini, mezhepsel çatışmaların kan gölüne çevirdiği Anadolu’da, milliyetçi ve
sosyalist ideolojilerin iç içe geçtiği o günlerde; “Anadolu’da dil ve hars
(kültür) nokta-i nazarından her milletin tam hürriyetini temin, bir veya diğer
millete mahsus her türlü imtiyazı ilga”, “hür milletlerin, hür ittihadı
prensibi esas olmak üzere ülkenin idare şeklinin federasyon olacağı”, “ayrı ve
müstakil yaşamak isteyen milletlerin aralarında kanlı nizalar (kavga) çıkmasına
meydan vermemek için bu gibi meselelerin ‘plebisit’ usulüyle, umumi reye
müracaatla halline delalet eder” fikirlerini belgelerine geçirmişlerdi.
Ankara’da
iktidarı elinde tutanlar açısından ise; “yoksul ve emekçi sınıfların aynı zamanda
hükümet olabileceği fikri ile birbirine düşman edilen farklı milletlerin eşit
ve adil bir ülke kurabilecekleri hayali” inanılmaz ürkütücüydü. 15’ler
cinayetinin temel nedeni bu ürkütücü düşüncelerin kitlelerin içinde ses
bulmasını önlemekti. 28 Kânunusani’de yapılan da buydu.
Son
olarak yeni çıkan kitabınızdan da söz eder misiniz?
Türkiye
Sol Hareketi’nin 1920’li yıllarına ışık tutacak bir “dergi koleksiyonu”,
yayımlanışından 95 yıl sonra; Osmanlıcadan günümüz Türkçesine çevrilerek
meraklılarının bilgisine sunulmuştur.
“Türkiye
Halk İştirakiyun Fırkası” Yayın Organı YENİ HAYAT Dergisi (Mart-Eylül 1922) adlı
çalışma bir grup arkadaşımla birlikte imece usulüyle gerçekleşti.
Sosyal
Tarih Yayınları (Türkiye Sosyal Tarih Araştırmaları Vakfı) tarafından basılan
belge/kitap; 1922 yılında faaliyet gösteren Türkiye Halk İştirakiyun
Fırkası’nın yayın organı olan “Yeni Hayat” dergilerinin yirmi sayılık
koleksiyonunu kapsamaktadır.
Türkiye
Halk İştirakiyun Fırkası, 1920-1922 yıllarında Ankara’da faaliyet göstermiştir.
O dönem, sol hareket içinde “Komünizm” ve “İştirakiyun” kavramları aynı anlamda
kullanılmıştır. Ve Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası, Türkiye’nin ilk komünist
partilerindendir.
Yeni
Hayat ise, 1922 yılının Mart ile Eylül ayları (yaklaşık 7-8 ay)
arasında yayımlanmış haftalık, 16 sayfa, ‘ilmi, içtimai, iktisadi ve siyasi
mecmua’ alt başlığıyla Cumartesi günleri basılan bir dergidir. Sahibi ve
sorumlusu, aynı zamanda Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası Katib-i Umumisi (Genel
Sekreteri) olan Tokat (eski) Mebusu Nazım (Resmor) Bey’dir. Derginin 5.
sayısından itibaren kapağının en üstünde: ‘Bütün Dünyanın Emekçileri ve Mazlum
Halkı Birleşiniz’ ibaresi bulunmaktadır. 17. sayıdan itibaren ise ‘Halk
İştirakiyun Fırkası Naşir-i Efkârı’ belgisi ilave edilmiştir.
Kitabın
“Giriş” bölümünde 1920-1922 yılında Türkiye’de sınıf mücadelesi, Türkiye Halk
İştirakiyun Fırkası; kuruluşu-mücadelesi-yayınları ve özel olarak Yeni Hayat
dergisi üzerine açıklayıcı bilgiler bulunmaktadır.
Yeni
Hayat dergilerinde neler var ve Yeni Hayat
kendini nasıl ifade etmektedir?
Yeni
Hayat’ta haftalık bir derginin boyutlarını oldukça aşan, çok farklı
alanlarda yazılar yer almıştır. Başmakale görevi yüklenen deneme türünde
yazılar, partinin somut bir konu hakkındaki görüşlerini açıklayan makaleler,
komünist-devrimci kişilere ait tanıtım biyografileri, propagandif ve heyecan
yüklü makaleler, şiirler, hikâyeler, Marksist literatürün önemli konularını
anlatan teorik çeviriler, Komünist Enternasyonal meclislerinde tartışılan
konular ile ilgili yazılar, farklı ülkelerden siyasi ve ekonomik içerikli
bilgilendirmeler, emek dünyasına ait haberler, anmalar ve yorumlar vb. yer
almıştır.
Yeni
Hayat, toplam 26 sayı yayımlanmıştır. Yeni Hayat’ın 26.
sayısında yazarlarından Nizamettin Nazif tarafından yazılan ve Başbakan Rauf’u
(Orbay) hedef alan, “Başvekilin Enseköküne Bir Şaplak” başlıklı yazının
derginin kapatılmasına neden olduğu yazılmaktadır. Bu bilgiler ışığında Yeni
Hayat, Ekim ayı sonlarında kapatılmış olmalıdır.
Bugün
bakıldığında; Yeni Hayat dergilerinde yer alan yazıların bir bölümü
tarihseldir.
Neredeyse
yüz yıl önce yazılmıştır ve 1922 yılının bütün sıcak konuları, yazılarının da
konularıdır.
Bazı
makaleler ise, -bir yanıyla- sanki o çok uzak zaman diliminin metinleri, diğer
yanıyla da -aynı makaleler-, neredeyse yüz yıllık zaman farkını bir anda
sıfırlayan, sanki bugünün Türkiye’sinin sorunlarını bütün çıplaklığı ve
somutluğuyla birebir yansıtan yazılardır. Geçen bir asra rağmen o dönem dile
getirilen toplumsal taleplerin ve sorunların bugün aşılamamış olması –ironik
bir şekilde– Yeni Hayat yazılarını güncel yaparken; okuyucuya şu vahim
soruyu sordurmaktadır: Sorunlarımız ve yaşananlar bugün –hâlâ– bu kadar ortak
olabilir mi?
Yeni
Hayat dergilerinde; isimlerini tanıdığımız ve sonraki yıllarda
izlerine sol hareket içinde rastladığımız birçok kişi yazı yazmış veya
çevirileriyle katkıda bulunmuştur.
Yeni
Hayat’ta farklı konularda yazı dizileri de bulunmaktadır: Örneğin,
Ekim Devrimi’nin önemli kadın liderlerinden Aleksandra Kollontay’ın; kapitalizm
ve sosyalizmde kadın sorununu tartıştığı “Fahişelik ve Onunla Mücadele”
başlıklı yazı dizisi yedi sayı boyunca devam etmiş; Maksim Gorki birbirinin
devamı iki yazıda Lenin’i anlatmıştır. Yine ilk kez bir derginin bütün yazıları
1 Mayıs’a ayrılarak 7. sayı “1 Mayıs Fevkalâde Nüshası” olarak basılmış,
“Anadolu komünistlerinden Yunan komünistlerine” çağrılar ve Nazım Hikmet’in
Moskova’dan gönderdiği iki şiiri ilk kez Yeni Hayat’ta yayımlanmıştır.
“Türkiye
Halk İştirakiyun Fırkası Yayın Organı YENİ HAYAT Mart-Eylül 1922” kitabı;
bu konuya ilgi gösteren araştırmacı ve okurların beklentilerini karşılayacağı
gibi, sol siyasetteki özgün pratiği ile günümüze de katkıda bulunacaktır.
İştirakî Dergisi
Sayı
12 s. 33-53.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder