Son otuz beş yıldır toplum teorisi, akıl sağlığı ile ilgili akademik çalışmalardan silindi. Sosyolojide ve onunla bağlantılı disiplinlerde eleştirel düşünme pratiği, mevcut toplumsal politikayla bağlantılı olarak, “pragmatik” çalışmaları öne alan neoliberal ajanda karşısında kurban edildi.
Sonuçta akıl sağlığı araştırmalarına dönük hâkim yaklaşımlar, günümüzde yürürlükte olan politik ajandaya destek sunmak dışında bir katkı sunamıyorlar.
İster genel nüfus içerisinde “akıl hastalığı”nın düzeylerini ele alan, büyük veriye dayalı epidemiyoloji çalışmaları, isterse psikiyatrik deneyimlere yönelik ufak, ama derinlikli analizler şeklinde yürütülsün, günümüz araştırmaları, genelde akıl hastalığı sistemini, psikolojiyle alakalı meslekleri veya bu tür mesleklerin uzman olduklarını iddia ettikleri psikiyatri dilini sorunsallaştırmaktan uzaklar.
Ne yazık ki akıl sağlığı işine dair tuhaf kaçan soruları sormayı büyük
ölçüde bu mesleklerden insanlara bıraktık. Mevcut akıl hastalıklarının
geçerliliği olup olmadığını, gündelik davranışların bile tıbbın konusu hâline
getirilişini, ilâç şirketleriyle kurulan sıkı bağları ve bu grupların toplumsal
kontrol düzleminde iş gören ajanlar olarak rol oynadıklarını ancak bu tür insanlar
sorgulayabiliyorlar.
Birçok
sosyolog, önemli meseleleri ele almaktan korkuyor. Bu noktada “psikiyatri
karşıtı” damgası yemek veya hayatta kalanın/kullanıcının deneyimini inkâr eden
kişi olarak görülmekle ilgili korkuları olan sosyologlar, kapitalist toplumda
akıl sağlığı sisteminin niteliği ve amacıyla ilgili ciddi sorular sordukları
vakit fon akışından uzak tutulacakları konusunda endişeye kapılıyorlar. Oysa
tıp alanını inceleyen sosyologlar, sağlık ve hastalık gibi meseleleri doğru bir
biçimde araştırma konusunda gerçekten ciddi olsalar, incelediğimiz alana
yönelik ilgimizi ısrarla koruyabilsek, tarihte ve günümüzde güç ilişkileri
bağlamında kendi yürüttüğümüz çalışmalarımızı belirli bir bağlama oturmanın
zaruri olduğunu görürüz. Vincente Navarro’nun (1980: s. 200) daha önce net bir
dile ifade ettiği biçimiyle:
“Bir toplumda hastalık,
ancak onun tarihsel varlığı o özel toplumsal formasyonda varolan politik,
ekonomik ve ideolojik güç ilişkileri dâhilinde analiz edilerek incelenebilir.
Burada ben, hastalığın doğal tarihinden ziyade, bu hastalığın politik, ekonomik
ve ideolojik açıdan oluşmasında belirleyici olan, temelde toplumsal üretim
ilişkilerine dayanan tüm güç ilişkilerinden kaynaklanan unsurların analiz
edilmesini kastediyorum. Bu güç ilişkileri, hastalığın niteliğini ve tanımını,
tıbbi bilgiyi ve tıbbi uygulamayı tayin ederler.”
Burada
benim amacım, akıl sağlığı sosyolojisi içerisinde eleştirel düşünce sürecini
yeniden başlatacak çalışmalara katkıda bulunmaktır. Bu çaba dâhilinde ilk
olarak, ekonomik ve toplumsal eşitsizlikleri tarihsel bir süreç dâhilinde izah
etmeyi amaçlayan, kapitalist toplumun dayandığı politik ekonominin eleştirisi
anlamında, Marksist “materyalizm” teorisinin genel çerçevesi sunulacak.
Kanaatimce
Marksist teoriyi kavramak, bize kapitalizmi, sadece emeğin ve emtianın değiş
tokuşuyla alakalı faaliyetlerde değil, ayrıca toplumsal, kültürel ve politik
hayatın tüm yönlerinde yeniden üretilen temel eşitsizliklerle malul bir
ekonomik sistem olarak görme imkânı verecektir. Başka bir ifadeyle kapitalizm, kurumsal,
grupsal ve kişisel dünya anlayışlarının ve ona verilen tepkilerin genel
çerçevesini verir. Bu çerçeve, akıl sağlığı sistemine ait yapıyı, uygulamaları
ve öncelikleri de içerir. Bu mesele, daha önce Marksist teoriyi tıp ve
psikiyatri alanına tatbik etmiş, Navarro, Waitzkin, Brown ve Parker gibi isimlere
atıfla ele alınmaktadır. Bu akademisyenlerin izinden gitmek suretiyle ben,
çalışmanın geri kalan kısmında, akıl sağlığı sisteminin politik ekonomisine
dair Marksist bir değerlendirme sunmaya çalıştım. Bu değerlendirme, çok renkli
ve ürkütücü olan toplumsal-tarihsel örnekler analiz edilerek yapıldı. Bu
noktada, psikiyatrinin ve onunla bağlantılı mesleklerin ekonomi ve ideoloji
düzleminde kapitalizmin ihtiyaçlarına nasıl hizmet ettiğini göstermek adına,
sakinleştirici sandalyeler, mastürbasyon, lobotomiler, vibratörler, şok
tedavisi ve envai çeşit ilâç gibi örnekler ele alındı.
Tarihsel
Materyalizm
Sağcı
ve solcu akademisyenler, Karl Marx’ın kapitalizm analizinin gelişmiş sanayi
toplumlarında tanık olunan temel ekonomik ve toplumsal eşitsizliklerin
oluşumunu ve sürekliliğini açıklayan önemli bir teorik müdahale olduğunu kabul
ederler. Marx’ın tarihsel materyalizm teorisi, insandaki ilerlemenin ve
tarihsel değişimin kaynağının “hukuki ilişkiler”de veya “politik biçimler”de
değil, “hayata ait maddi koşullar”da aranması gerektiğini söyler (aktaran: Howard
ve King 1985: s. 4). Marx bu tespitinde, insanlar arasında kurulan ekonomik
ilişkilerin o toplumdaki diğer tüm ilişkileri belirlediği üzerinde durmaktadır.
Her bir tarihsel dönemde insanların ortaya koyduğu çabaların asli temelini,
aklın ve derin düşünce biçimlerinin gelişimi değil, maddi düzlemde sergilenen
hayatta kalma gayreti teşkil eder (Palumbo ve Scott 2005: 42).
Kendi
çağdaşlarının bireyci ve liberal teorilerine karşı çıkan Marx’a göre sanayi
toplumu, özgür iradeyle donanmış akıllı bireylerden oluşan, tümüyle yeni bir
toplum meydana getirmek şöyle dursun, Ortaçağ’da feodal toplumda görülen
serflik düzenini birçok yönden taklit eden yeni bir sınai kölelik biçimini
gündeme getirmiştir. Dolayısıyla, Marx’a göre sanayi toplumunda “özgürlük”,
Marx’ın kapitalizmin “altyapısı” dediği şeyin parçası olan politik ve hukuki
kurumların yeniden üretildiği ve kurulan ekonomik ilişkileri uygun ve adil
ilişkilermiş gibi gösterip beslediği karmaşık bir toplumsal ilişkiler kümesince
imal edilmiş bir yanılsamadan ibarettir. Bu tespitini izah ederken Marx şunları
söyler (akt.: Howard ve King 1985: s. 5):
“İnsanlar, sürdürdükleri
toplumsal üretimde, iradelerinden bağımsız ve vazgeçilmez olan belirli
ilişkilere girerler; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretim güçlerindeki
belirli bir gelişme aşamasına denk düşer. Bu üretim ilişkilerinin toplamı,
toplumun ekonomik yapısını oluşturur: yani, hukuki ve siyasi üstyapıların
dayanağı olan ve belirli toplumsal bilinç biçimlerinin denk düştüğü gerçek temeli.
Maddi hayattaki üretim tarzı, toplumsal, siyasal ve düşünsel yaşam süreçlerinin
genel mahiyetini belirler. İnsanların varoluşunu belirleyen, bilinçleri
değildir; bilakis, toplumsal varoluşları bilinçlerini belirler.”
Marx’a
göre herhangi bir dönemde üretim tarzı, (teknoloji ve hammadde gibi unsurları
içeren) üretim güçlerinden ve “mülkiyetle ilgili kanunları temel alan,
toplumsal düzeyde örgütlenmiş emek biçimleri”ni (Palumbo ve Scott 2005: s. 44)
şart koşan üretim ilişkilerinden oluşur. Üretim ilişkileri, insanların
statülerini ve toplumsal sınıf konumlarını tayin eder. Üretim araçlarına (yani
fabrikalara, bürolara, işyerlerine vs.) sahip olanlar, yönetici sınıflardır,
“burjuvazi”dir, sahip olmayanlarsa işçiler, yani “proletarya”dır. Kapitalist topluma
has bir özellik olarak üretim araçları özel kişilerin mülküdür. Egemen
sınıfların yegâne amacı, üretilen emtia için oluşmuş, rekabete açık ve giderek
genişleyen pazar üzerinden kâr biriktirmek ve onu azami düzeye çıkartmaktır
(Palumbo ve Scott 2005: 45). Bu sebeple kapitalist toplum, halkın çoğunluğunu
oluşturan, emeğini burjuvaziye satma “hürriyeti” bulunan işçi sınıfı ile
ekonomik temelin sahibi olup, onu kontrol eden küçük bir seçkin grubu arasında
oluşmuş, ekonomik kaynakların dağılımındaki derin eşitsizliğin izini taşır.
Kapitalizm,
işçilerin emekleri üzerinden egemen sınıflar için “artı değer” ürettikleri,
kendi ürettiklerine yabancı oldukları, ilgili süreç eliyle metalaştırıldıkları
bir sömürü sistemidir (Palumbo ve Scott 2005: s. 46). İşçiler, geçimlerini
sağlamaya ancak yetecek ücretler almaya devam ederlerken, elitlerin elinde
büyük bir servet birikir, bu anlamda, Marx’ın tabiriyle, zengin daha da zengin
olurken, fakir daha da fakirleşir. Her ne kadar sanayi kapitalizmi ilerledikçe
böylesi bir durumla yüzleşilmeyeceği iddia edilse de 35 yıl önce
neoliberalizmin ortaya çıktığı günden beri batı toplumlarında servet ve gelirde
eşitsizliklerin varlığını sürdürdüğüne ve zenginle fakir arasındaki uçurumun
derinleştiğine dair yığınla kanıta ulaşmak mümkündür (bu konuda bkz.:
Organisation for Economic Co-operation and Development 2015).
Bu
temel üzerinden Marx, kapitalist toplumu çelişkilerle malul, kaotik ve anarşik
bir yapı olarak tarif eder. Nihayetinde bu sistemi, proletarya ile burjuvazinin
arasında üretim araçlarının sahibinin kim olacağı sorusu üzerinden yaşanan
kesintisiz mücadele tanımlamaktadır. Bahsi edilen çelişkide işçiler, ayaklanma
ve devrim yoluyla kazanmaya, nihayetinde de ihtiyaçları temel alan, kaynakların
eşit dağıtıldığı, ortak mülkiyetin tanımladığı yeni bir sosyalist veya komünist
toplumu yaratmaya yazgılıdırlar (Crossley 2005: s. 291).
Brown’un
tespitiyle (1974: s. 17) “kapitalizmin çelişkilerinden biri de sömürmek için
var ettiği işçi sınıfının gelişiminin kapitalist sistemin kaderini belirlemesidir,
zira burjuva sınıfını alt edecek olan, işçi sınıfıdır.” Kapitalist toplum,
kendi içinde yıkımının tohumlarını taşır. Toplumsal sınıflar arasındaki
çelişki, işçi sınıfının “sınıf bilinci”ne ulaşmasıyla, yani kapitalizm
koşullarında gerçek toplumsal ve ekonomik varoluşunu anlamasıyla sona erer. Ama
bir yandan da Marx, kapitalizmde sömürü koşullarının işçileri toplumsal
gerçekliklerine yabancılaştırdığını söyler. İnsanlarda doğal olarak varolan
toplumsallaşma ve ortaklaşma becerisi, kapitalizmde tecrübe edilen koşulların
ağırlığı sebebiyle ortadan kalkar (Palumbo ve Scott 2005: s. 47).
Marx’ın
teorisine göre işçilerde “kişiler arası ilişkiler yerini şeyler arası ilişkiye
bırakmıştır.” Meta fetişizminde toplumsal ilişkiler yerine nesneler belirli bir
değere ve anlama sahiptir (Palumbo ve Scott 2005: s. 47). İşçi sınıfında
gelişen “yanlış bilincin” bir biçimi de budur. Yanlış bilinç, egemen sınıfın
ideolojisinin bir parçası olarak emtiaya dair biçilmiş sahte değerlerin
kapitalizmin gerçek niteliğine dair bilincin yerine ikame edildiği sürecin
adıdır. Kapitalizmin ideolojisini kilise, devlet, adalet sistemi, eğitim
sistemi, medya ve sağlık sistemi gibi sivil topluma ait kurumlar ve altyapı
daimi kılar.
Marx’ın
tarihsel materyalizm teorisini tıp ve psikiyatri alanına nasıl uygulanacağını
ele alan bu çalışmada benim üzerinde durduğum ana tespit şudur: Batı’daki
sağlık hizmetleri sisteminde karşılaştığımız uygulamalar ve belirlenmiş olan
öncelikler, kapitalizmin hedeflerine ulaşmak için yürüdüğü yolu iki şekilde temizlemektedir:
birincisi, dolaylı ve dolaysız kâr birikimi, ikincisi, egemen sınıflara ait
hâkim norm ve değerlerin ideolojik yeniden üretimi ve sapkın kişilerin
toplumsal açıdan kontrol altına alınmasıyla.
Marksizm,
Tıp ve Akıl Sağlığı
Fransa’yı
İngiltere’ye bağlayan Manş Tüneli’nin inşa edildiği yıllarda (1986–1992), projenin
İngiltere tarafında çalışan bir hemşireyle sohbet etme imkânı bulmuştum.
Dediğine göre proje, çok büyük bir projeydi. İşlerin bitiş tarihleri net bir
biçimde belirlenmişti, dolayısıyla işçiler, tünel içerisinde korkunç koşullarda
çalışmak zorunda kalıyorlardı (inşaat süresince toplamda on işçi öldü -Smith
2015). Böylesine büyük bir projede sahada görevli bir sağlık personeli olarak
çalışmanın karmaşık yönlerini merak ettiğim için bu konuyla ilgili sorular
yönelttim kendisine. “O kadar da karmaşık bir iş değildi” cevabını veren
hemşire, “insanların çoğunlukla korkunç bir baş ağrısıyla kendisine
geldiklerini, tek işinin işçilere iki aspirin verip, onları en kısa sürede
tünele geri göndermek olduğunu” söylemişti.
Kapitalizm
koşullarında tıbba dair kelam eden isimlerden Waitzkin (2000: s. 37) en
nihayetinde bir bakım işi olarak sağlıkla alakalı algı ile gereksiz çileleri ve
ölümleri ortadan kaldırma hedefi doğrultusunda çalışanların önüne engeller
çıkartan toplum arasındaki çelişkiye işaret ediyor ve “tıbbın toplumsal düzeyde
örgütlenmiş hâlinin, tıbbın nispeten daha insani olan gayeleriyle çelişen
zulmetme yollarını sağlamlaştırdığını” söylüyor. Waitzkin’e göre “tıp alanı
içerisinde gelişen bu zulmetme yolları, en geniş manada toplumun baskıcı
yönlerini yankılıyor ve yeniden üretiyor.”
Tıp
sahasını çalışan Marksist akademisyenler, sınıf mücadelesinin kendisini sağlık
sistemi içerisinde yeniden üretme biçimlerini teorize ettiler. Onlara göre,
sınıf mücadelesi sağlık sistemi alanında kendisini üç ayrı yoldan üretmekte.
1.
Kurumların belirledikleri öncelikler, kapitalizmin ve egemen sınıfın
önceliklerine destek sunuyor. Örneğin modern sağlık hizmetleri sistemi,
sağlıklı ve güvenilir sanayi işgücü ihtiyacından doğdu (Waitzkin 2000: s. 48). İşçi
sınıfının sağlığına dair endişe, emperyalist savaş gündeme geldiği vakit
zirveye ulaştı. Öte yandan, bugün tıbbi araştırmaların büyük bir bölümü, kanser
ve bulaşıcı hastalıklar konusunda hayat kurtaracak tedavilere dair araştırmalar
yerine, dünya pazarı için “ben de isterem”ci, makyaj niyetine yapılan tedavileri
ve yaşam tarzını öncelikli gören araştırmalardan oluşuyor (Rapaport 2015).
2.
Kapitalist toplumlarda sömürüye dayalı iş ilişkileri, kendilerini tepede duran,
karar alma yetkisine sahip yüksek ücretli üst orta sınıfa mensup danışmanlarla,
orta kademede duran, danışmanları idare eden, alt orta sınıfa mensup müdürlerle
ve sağlık yöneticilerinin kaprislerini çeken, hiçbir yetkisi bulunmayan,
piramidin en altında olan, düşük ücretli, işçi sınıfına mensup hademeler ve
yedek personelle tanımlı katı tıp hiyerarşisi içerisinde kendilerini yeniden
üretiyor. Navarro’nun (1976: s. 446) tespitiyle, tıp mesleğine mensup kişilerde
genel eğilim, bu sınıfsal ilişkileri “sağlık hizmetleri dâhilinde hem “bilgi ve
becerileri dağıtarak hem de teknolojiyi kontrol ederek” muhafaza edip
pekiştirme yönünde.
3.
Sağlık sistemi, toplumsal kontrol için teşkil edilmiş bir kurum gibi işliyor. Bu
anlamda sağlık sistemi, kapitalizmin gözetleme ve etiketleme pratikleri
üzerinden ona ait hâkim değerleri ve normları besliyor Freidson’ın (1988: s. 252)
ifadesiyle, tıp, hastalık “yok edilecek veya kontrol altına alınacak” olumsuz
bir şeymiş gibi görüldüğü ölçüde “ahlaki bir müteşebbis”miş gibi hareket
ediyor. Ona göre “kanser bile mesleğin toplumsal açıdan değerli kıldığı bir
şey. Kanser, bedene dair nesnel değil, ahlaki bir yargı. Üstelik “insanların
birçoğu bu yargıya katılıyor” (Freidson 1988: s. 252).
Tıbba
dair Marksist bir yaklaşım ortaya koymak için sağlıkla ilgili mesleklerin,
toplumsal sapmayı hastalık olarak etiketlemek ve “tıbbileştirmek”le ilgili
gözetleme işlevini, bunun yanında, kapitalizmin ideolojik ayrıcalıklarını doğal
ve ortak akla ait şeylermiş gibi anlayıp besleyen yönünü görmek gerekiyor
(örneğin biyomedikal müdahaleler üzerinden bireye odaklanan tıp, bireyin ait
olduğu geniş toplumsal ortama hiçbir şekilde bakmıyor.)
Altmışlardan
beri Marksist ya da değil, birçok akademisyen, psikolojiyle alakalı mesleklerin
iş pratikleri ve bilgileri dâhilinde yerine getirdikleri toplumsal kontrol
işlevine odaklandı (Conrad 1975; Goffman 1961; Rosenhan 1973; Scheff 1966). Bilimsel
tarafsızlık ve nesnellik iddiaları üzerinden, akıl sağlığı uzmanlarının
insanların davranışları konusunda dile getirdikleri ahlaki yargılar, onlara
hâkim toplumsal düzenle çelişen sapkınlık biçimlerine onay verme imkânı sundu.
Örneğin Szasz’ın 1964’te dile getirdiği biçimiyle, “agorafobi hastalıktı, çünkü
kişi, açık alandan korkmamalıydı. Eşcinsellik hastalıktı, çünkü
heteroseksüellik toplumsal normdu. Boşanmak hastalıktı, çünkü o, evliliğin bir
hata olduğuna delildi” (akt.: Freidson 1988: s. 249)
Daha
da özelde Marksistlerin psikolojiyle alakalı mesleklerin toplumsal kontrolün
ajanları olduğuna dair tespitlerinin odağında, bu uzmanların insanların kendi
yaratıcılık becerilerine yabancılaşmasına katkı sunma tarzları duruyor. Bu
uzmanlar, ellerindeki insani davranışa dair bilgiden grup ve toplum düzeyinde
toplumsal dönüşüm için ortaya konulan çabaları siyasetin dışına atmak için
kullanıyorlar, buna bağlı olarak, bireysel çözümleri tek muhtemel çözüm olarak
takdim ediyorlar. Neticede, Parker’ın ifade ettiği gibi, “akıl sağlığı alanında
çalışanlar toplumsal hayatı psikolojikleştiriyorlar, böylelikle insanları
gerçekleştirebilecekleri yegâne değişimin kıyafette ve kendilerini başkalarına
takdim etme şekillerinde mümkün olabileceğini düşünmeye teşvik ediyorlar”
(2007: s. 2).
Buna
karşılık, Marksist politik ekonomi eleştirisi, kapitalizmin temel ekonomik
imtiyazları bağlamında ideolojinin işlevi üzerinde durmak zorunda. Psikolojiyle
alakalı meslekler, sapkın ve “akıl hastası” kabul edilen kişilerin toplumsal kontrol
altına alınması işleminde piyasanın özel ihtiyaçları uyarınca hareket ediyorlar
ve bu noktada bireysel tedaviler üzerinden kasalarını dolduruyorlar,
profesyonel hizmet alanını genişletiyorlar veya uygun tedavi sonuçlarına
ulaşmak adına, işteki ve ailedeki düzeni besliyorlar.
Psikiyatri
tarihiyle ilgili eleştirel çalışmasında Scull, psikiyatri mesleğinin yeni
kurulan piyasa ilişkilerinin, sapkınlıkların toplumsal örgütlenmesi sahasında
gündeme getirdiği değişikliklerin bir sonucu olarak ortaya çıktığını söylüyor (1993:
s. 10). Scull’ın iddiasına göre, sanayi toplumunun ortaya çıkmasıyla birlikte
toplumsal sapkınlıklara farklı açılardan yaklaşan, onları farklı düzlemlerde
ele alan bir cevap üretilmesine ihtiyaç duyuldu. Bilhassa artık toprağa bağlı
olmayıp emeğini yeni ortaya çıkan burjuvaya satma “hürriyetine” sahip olan
grupları uygun şekilde kontrol altına alma ve bedensel engeli bulunanları
(hastaları, engellileri, yoksulları, alkolikleri, aylakları ve yaşlıları)
“sağlıklı” toplumdan ayırma ihtiyacı gündeme geldi. Bu anlamda “deliler” için
inşa edilen akıl hastaneleri sayıca arttı, çünkü ekonomik açıdan verimli bir
araç olarak görülen bu tür kurumlar eliyle sapkın gruplar, toplumun geri
kalanından fiziken ayrıştırıldılar ve uzman kişilerden oluşan, yeni kurulan
kurumlarca yakından takip ve gözetim altında tutuldular (Scull 1993: s. 33).
Scull’ın ifadesiyle:
“Deliler gibi sapkınlık
biçimlerini ayrıştıran araçların gündeme gelmesinin ana nedeni, olgunlaşan
kapitalist piyasa ekonomisinin yol açtığı sonuçlar ve o ekonomiyle bağlantılı
olarak, varoluşun tümüyle ticarileşmesiydi.” (1993: s. 29).
Bu
anlamda, sanayi toplumunun toplumsal sapkınlara yönelik cevaplarına asıl yön
veren, en nihayetinde kapitalizmin hedefleridir. Psikiyatri mesleğini meydana
getirecek olan tıbbi bakım hizmetlilerinin, deli doktorlarının ve akıl
hastalığı uzmanlarının ortaya çıkışının sebebini de bu hedeflerde aramak
gerekir.
Akıl
sağlığı sistemini anlamak için geliştirilen Marksist bir yaklaşım, mesleğin
örgütlenme pratiğini, geliştirdiği dili ve ortaya koyduğu uygulamaları hem
ekonomik hem de ideolojik düzeylerde analize tabi tutmalıdır. Brown’un
tespitiyle, psikolojiyle alakalı mesleklere dair Marksist bir yaklaşım, bizim
“kapitalist ekonomik ilişkilerin o devasa teknoloji zemininde nasıl tezahür
ettiğini anlamamıza katkıda bulunacak, böylece psikoloji ve psikiyatrinin
ekonomik sınıfsal yapıya ve kişisel duygusal yapıya aracılık etmeyle ilgili
rolünü anlamamızı sağlayacaktır” (1974: s. 17–18).
Scull
ise “bilimsel pratik olduğunu iddia eden psikiyatrinin toplumsal hayatı düzene
sokmaya yönelik çabaları siyasetin dışına atıp meşrulaştırma ve tedaviye cevap
vermeyen, toplumsal açıdan yıkıcı olan insanları hizaya sokma konusunda muazzam
bir değere sahip olduğunu” söyler (1993: s. 392–393). Oysa akıl sağlığı
uzmanlarının sapkınlıkları tıbbileştirme çabaları, iktidarın belirlediği
düzende yola getirilen grupları ve özel kişisel biçimleri belirleyen ekonomi
temelinden ayrı ve farklı bir şey olarak ele alınmamalıdır.
Parker’ın
psikoterapiyle ilgili ifadesinde dile getirdiği biçimiyle, Marksist analiz,
bize kapitalizmde bu mesleği “sadece değer üretimine katılan değil, ayrıca hem
devlet hem de sivil toplum alanında öznelliğin üretimi, dolaşımı ve yönetiminde
giderek daha fazla önemli hâle gelen bir aygıt olarak anlamamıza imkân sağlar” (2014:
s. 167).
Çalışmanın
bundan sonraki bölümünde psikiyatri tarihine ait kimi örnekler analiz edilecek,
bu örneklerde toplumsal kontrol ajanları olarak, öznelliği yönetmek için kullanılan
teknikler üzerinde durulacak, ayrıca bu teknikler üzerinden, ekonomik değerin
nasıl üretildiğine bakılacak.
Sanayileşme
ve Deli Doktorları
Resmî
psikiyatri tarihçileri, Philippe Pinel’in 1793’te Paris’te “delilerin
zincirlerini çözmesi”ni son derece sembolik bir an olarak değerlendirirler:
Deliler, tarihte ilk kez hapsedilip kötü muameleye maruz bırakılmak yerine, tedavi
amaçlı müdahaleye muhtaç olan birer insan olarak kabul edilmişlerdir (Lieberman
2015: 35–36). Psikiyatrist mesleği resmiyette bu şekilde doğmuştur. Ortaya, akıl
hastalarını cezalandırmaya değil, bakım ve tedavilerini üstlenmeye kendini
adamış yeni bir tıp uzmanları grubu çıkmıştır. Pinel’in traitement moral yöntemi
(Anglo-Amerikan âleminde moral treatment veya moral therapy olarak
bilinen “ahlaki tedavi”), bundan böyle delilerin idaresinde yeni endüstriyel
dünyanın rasyonalizmini yansıtan, gerçek anlamda insancıl bir yaklaşım olarak
göklere çıkarılacaktır. Pinel’in felsefesi, delilere insanca bakım sağlamayı
vurgular; amaç, saygılı, tedavi edici konuşmalarla onları “aklıselime” ve
sağlığa döndürmektir. Gelgelelim Pinel, ahlaki tedavi hakkında yaptığı
açıklamalarda, “başarılı tedavinin, akıl hastalarının itaatini sağlamak üzere
psikolojik dehşet ve korkunun devreye sokulmasına bağlı” olduğunu söyler (Porter 2002: s. 104).
Daha
psikiyatri pratiğinin doğuşunda tehditlere, itaate ve karakterin düzeltilmesine
atfedilen bu önem, “tedavi” düzleminde bugün hâlâ rastlanan bir unsurdur.
Burada esas olan, üretici güçlerdeki değişimle ve toplumsal sapkınlığın
idaresiyle tamamen uyuşan yeni delilik kavrayışlarının ortaya çıkışıdır.
Psikiyatrinin başarısı, burjuvazinin had safhada düzenli ve uyumlu bir işgücü
ihtiyacı da dâhil olmak üzere, endüstriyel düzenin gereklerinin yerine getirilmesinde
psikiyatristlerin göreceği işe bağlıdır. Meslekten kişilerin alaycılıktan zerre
iz taşımadan, ilk dönemki gelişmeleri “ahlaki tedavi” olarak adlandırmakta bu
kadar ısrarcı olmaları, bu açıdan asla tesadüfi değildir.
Pinel’in
izinden giden William Tuke ve Sarsıcılar tarikatına bağlı meslektaşları,
İngiltere’de kurdukları York Enstitüsü’nde ahlaki tedavi ilkelerini hayata
geçirdiler. Bu taşrada inşa edilmiş binada hastalar, insan onuruna yakışır,
müşfik bir muamele görüyorlardı. Fiziksel kısıtlamalar asgari düzeydeydi,
yöneticiler, onun yerine, davranışsal uyum biçimlerini teşvik ediyorlardı.
Ancak “normal” konusunda kabul edilmiş ölçütlere ve uygun bulunan davranışlara
ters düşen hiçbir şeye müsamaha gösterilmiyordu. Hastalardan, boş durmak yerine
bir işle veya hobiyle meşgul olmaları bekleniyor, her daim terbiyeli olmaları,
düzgün giyinmeleri ve Enstitü personeliyle, diğer hastalarla ve ziyaretçilerle
ilişkilerinde kibar olmaları gerekiyordu (Foucault 1988a: s.
241–278). Üç hastaya bir personelin düştüğü enstitüde Tuke’un iddiasına
göre, hastaların yüzde yetmişi iyileşiyordu (Whitaker 2010b: s. 24).
Bugün
enstitüye dair yorumlarda bulunan araştırmacılar, ahlaki tedaviyi ve York
Enstitüsü’ndeki uygulamaları, ruh sağlığı hizmetlerinin nasıl olması
gerektiğini gösteren iyi bir örnek olarak kabul etmeyi sürdürüyorlar (örneğin Borthwick
vd. 2001). Oysa bu tür kurumlar, Viktorya toplumunun toplumsal sapkınlara karşı
geliştirdiği püriten tepkilerin yansıması olan bir felsefeyi temel alıyorlardı.
Sanayi kapitalizmi koşullarında karakterin düzeltilmesi, hem makbul hem de
gerekli bir şeydi. Akılsız yurttaş, irade gücüyle yeniden akla kavuşacaktı. Foucault’nun
öne sürdüğü gibi (1988a: s. 241–278) ahlaki tedavi, “deli” diye damgalananların
idare edilme şeklindeki bir değişime işaret ediyordu, zira yeni disiplin
aygıtı, yeni toplumsal ilişkilerde otoriteye itaati aşılamak için kişisel
davranışı daha yakın takibe almıştı. Kirk ve arkadaşlarının çalışmalarında dile
getirdiği biçimiyle, York Enstitüsü de insanları iradeleri hilafına kapalı
tutan ve onları “psikolojik ve fiziksel uyumluluğa” zorlamak için ödül/ceza
sistemini kullanan bir kurumdu (2013: s. 45). Bu ahlaki tedavi sisteminde
ilerleme kaydedebilmek için hastaların itaat etmesi ve uygun davranışlar
sergilemesi gerekiyordu. Hasta kurallara uymadığında, toplumsal statüsü ve kurum
içi imtiyazları zarar görüyor, uzak noktalarda olan, içindeki kişilerin daha az
saygı gördüğü, rahat etmenin mümkün olmadığı koğuşlara zorla aktarılan hastaların
huzuru bozuluyordu. Hastaların fiziki ve toplumsal ortamları kontrol altına
almak isteyen akıl sağlığı uzmanları/ahlak yöneticileri, disiplin dayatmaya
yönelik mekanizmalara başvuruyorlardı.
Sosyal
sapmanın ahlaki idaresi, on dokuzuncu yüzyılın ilerleyen yıllarında akıl
hastanelerinin genelinde hekimler/deli doktorları tarafından benimsenip
yinelendi. Bu tür tesislerde hayata geçirilen kitlesel hapis uygulaması,
“sokakları yoksullardan, muhtaçlardan, delilerden, evsizlerden ve göz zevkini
bozan dilencilerden temizlemeyi” ziyadesiyle kolaylaştırdı (Breggin
1993: s. 145) ama bir yandan da insancıllığı ve iyileşme imkânını
vurgulayan bir bakım ve tedavi felsefesini devreye soktu. Deli doktorları, akıl
hastalığıyla ilgili ikna edici bir tıbbi retorik sayesinde, akıl hastaları
üzerinde tam bir otorite kurmayı başardılar. Oysa Abbott’ın da belirttiği gibi,
uyguladıkları işlemler arasında “herhangi bir etkisi olan tek şey hapsetmeydi;
bu da psikiyatristlerin, sürekli dem vurdukları tıbbi bilim, bakım ve tedavi
modeline rağmen, yerlerini aldıkları gardiyanlardan çok da farklı olmadıkları
anlamına geliyordu” (aktaran: Kirk vd. 2013: s. 9)
Yeni
oluşan akıl hastanesi sisteminin sorumluları, endüstriyel düzenin karmaşalarına
denk düşen, daha incelikli bir toplumsal denetim biçimini gündeme getirdiler.
Ahlaki tedavinin ilk savunucularının dinî tarikatlar olması, bu açıdan ilginç. Deli
doktorları/akıl hastalığı uzmanları, yöntemlerini onlardan almışlardı. Bu
süreçte bilim çağının manevi otorite makamına, din yerine psikiyatri kuruldu.
Abbott’ın
tespitiyle, psikiyatrinin ilk dönemlerinde elde ettiği başarı, bireyleri yeni
toplumsal düzene uyarlama vaadine dayanıyordu (1988: s. 298). Abbott’a göre,
“önleme çabasıyla
ilgilendiği günlerden, hatta ahlaki tedavinin uygulandığı dönemden itibaren
psikiyatri, bireyin toplumla kurduğu ilişkiyi öne çıkarttı. Psikiyatrideki
önleme anlayışı, sinir hastalıklarını ve akıl hastalıklarını bireyle toplum
arasındaki uyumda yaşanan bozukluğa bağlıyordu. Psikiyatrinin toplumsal
denetime yönelik tüm uygulamalarının temelinde uyarlama yatıyordu: Gençler
nizami hayata, askerler siper savaşına, işçiler fabrikaya uygun hale
getirilmelilerdi.”
Foucault
çalışmasında, “ta başından beri psikiyatri projesini toplumsal düzene ait bir
işlev hâline getirmek için uğraştı” (1988b: s. 180) derken, Abbott’ın tespitini
yineliyor.
Ancak
egemen elitlerin toplumsal ve ekonomik endişelerini yansıtan ve onlara cevap
olan tıp anlatısının inşası üzerinden deli doktorları, “deli” olarak etiketlenmiş
insanlarla ilgili yargılama süreçlerinde belirgin bir kontrole sahip oldular.
Bu hususu sonrasında Foucault da vurguladı (1988b: s. 180–181). Kendisini on
dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan akıl sağlığı uzmanlarının ve psikiyatristlerin
yerine koyan Foucault’ya göre,
“toplum, sokakta, işte,
ailede, kısacası her yerde bir yığın sorunla karşılaşıyor. Bu anlamda biz
psikiyatristler, toplumsal düzen için çalışan memurlarız. Bu düzensizlikleri
giderip her şeyi yoluna koymak, bizim işimiz. Psikiyatrinin asıl meşguliyeti
bu. O, bu türden bir içerikle ve hedefle tanımlı.”
West
Virginia eyaletinin Weston şehrinde bulunan Trans-Allegheny Akıl Hastanesi’ne
kapatılanların giriş kayıtları, psikiyatrinin sanayi toplumundaki manevi nüfuz
alanının ne kadar genişlediğini gösteren iyi bir örnek. 1864-1889 yılları
arasında tutulmuş olan kayıtlarda sıralanan kapatılma gerekçelerinden bazıları
şu şekilde: “bozuk viski”, “kocası tarafından terk edilmek”, “ahlaka mugayir
hayat tarzı”, “roman okumak”, “siyasete karışmak”, “rahim hastalığı”.
Deli
doktorları, “kamu sağlığı” adı altında, sapkın sayılan veya endüstri elitleri
açısından tehdit edici bulunan davranışları hastalık kategorisine sokuyorlardı.
Szasz’ın da tespit ettiği biçimiyle, bu tür davranışlardan biri de “tıp
tarihinde en çok tanısı konan ve en büyük şevkle tedavi edilmeye çalışılan akıl
hastalıklarından” olan mastürbasyon deliliği idi (2000: s. 35) Tabirin de
işaret ettiği üzere, psikiyatristler, mastürbasyonun sadece sağlığa zararlı ve
sapkın bir davranış olmakla kalmayıp, deliliğe, hatta intihara yol açtığını varsayıyorlardı
(Szasz 2000: s. 36) Bu “hastalara”, ta otuzlarda bile, “kısıtlayıcı aletler ve
mekanik tertibatlar, sünnet, klitoridektomi ve kastrasyon” önerilmekteydi (Szasz
2000: s. 36).
İngiliz
psikiyatrisinin kurucusu kabul edilen Henry Maudsley, mastürbasyon yapan
insanları açıktan hor gören isimlerden biriydi. Ona göre “mastürbasyon yapan
kişi bu işi yaptıkça alçalıp itibarsızlaşacak, dolayısıyla, dünyanın ondan
kurtulması en iyi çözüm yolu” idi (akt.: Szasz 2000: s. 36). Bu örnek bize,
yönetici sınıfların, akıl hastalığı kurgusuna derinden işlemiş olan ekonomik ve
ideolojik kaygılarını saptama imkânı sunuyor. Szasz’ın belirttiği üzere, potansiyel
olarak nüfusun tamamına uygulanabilecek bir “bozukluk” olması sebebiyle
mastürbasyon, psikiyatrinin alanının genişlemesine katkıda bulunan bir şeydi (2000:
s. 35). Çocuklar ve yetişkinler, erkekler ve kadınlar, herkes, mastürbasyon
deliliği denilen hastalığın ağına yakalanabilirdi. Bu sınıflandırma, deli
doktorlarının normalden sapan davranışları tıbbileştirme yöntemlerinin bariz
bir örneği. Aynı zamanda, cinselliğin ve cinsiyetlerin tıbbileştirilmesi
aracılığıyla psikiyatrinin yetki alanını nasıl genişlettiğini ortaya koyuyor.
Aile
birliğini güçlendirmek ve işgücünün üretkenliğini artırmak gibi ihtiyaçları da
bu örnek üzerinden okumak mümkün. White’ın da tespit ettiği biçimiyle,
mastürbasyon denilen deliliğin (kellik, kekeleme, körlük ve deri hastalığı gibi)
kimi fiziki tezahürleri “erkeklerin faaliyetleri üzerinde toplumsal kontrol
tesis etme aracı” olarak kullanıldılar (White 2009: s. 21). Cinsel faaliyet
üreme ile sınırlandırıldı, mastürbasyon ise sanayi toplumunda asla hoş
görülemeyecek bir maraz olarak, tembellikle ilişkilendirildi. Buna ek olarak
psikiyatrinin de hızla benimsediği ve pıtrak gibi çoğalan öjeniye dair fikirler
de işçi sınıfının deliliğe meyilli olduğunu, işçilerdeki bu deliliğe meyilli olma
hâlinin “deliler” zorla kısırlaştırılmadığı sürece varlığını muhafaza edeceğini
söylüyorlardı. Bu sebeple mastürbasyon deliliği için hadım yöntemi önerildi. İlgili
yöntem, “aşağı neslin” üreme sürecini durdurma çabasını “hijyenik” bir müdahale
olarak teorize etmekteydi. Örneğin epey şöhretli olan Pensilvanyalı jinekolog William
Goodell, 1882’de gelecekte uygulanacak en sağlam politikanın tüm deli erkekleri
hadım edip tüm deli kadınları kısırlaştırmak suretiyle deliliğin seyrini
durdurmak olduğunu söylüyordu. Bu görüşü paylaşan Texas Medical
dergisinin yayın yönetmeninin kanaatine göre “deli erkeklerin mastürbasyon
yapmasına mani olacak bir tedavi ek faydalar sunacaktı” (akt.: Whitaker 2010b: s.
57–58).
Bilhassa
eş olmak, annelik ve ev hanımlığı gibi asli görevlerinden uzaklaşan kadınlara “mastürbasyon
deliliği” damgası vuruluyordu. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında
psikiyatri mesleği, histeri ve nemfomani (aşırı seks arzusu) gibi kadınlarda
görülen “akıl hastalıkları”nda uzmanlaştı. Sanayi kapitalizmi, kadının yerinin
evi olduğunu söylüyordu. Dolayısıyla, psikiyatri de belirlenmiş cinsiyet
rolünden ve görevinden sapmış olan kadınların toplumsal düzlemde kontrol altına
alınması üzerinden bu ataerkil normları beslemekteydi.
Londra
Gebelik Derneği’nden Isaac Baker Brown, kadınlarda görülen deliliğin asli
sebebinin mastürbasyon olduğuna inanıyor, çalışma arzusunda olan bu kadınlarda
hastalığa ait semptomların görülebileceğini, bu kadınların ev içi yükümlülüklerine
karşı kayıtsız olduklarını söylüyordu (Showalter 1980: s. 176–177). 1859
yılından itibaren Brown, kadınlara ve kızlara (ki bu kızlar arasında 10
yaşındaki çocuklar da bulunuyordu) üzerinde klitoridektomi tedavisi uygulamaya
başladı. Tedavinin uygulandığı insanlar arasında annesinin sözüne karşı gelmiş
biri, çok kitap okuyan bir kadın ve “önüne gelen erkekle yatan” ama hiç evlilik
teklifi almamış olan bir kadın ve hiç evlenmemiş, sindirim sorunları yaşayan
bir terzi bulunuyordu (Showalter 1980: s. 177). Klitorisin bir kısmını veya
tamamını kesip alan Brown, bu tedavi yöntemini eşiyle birlikte olmayan
kadınlara öneriyordu. Showalter’ın aktarımına göre, Brown klitorisin alınması
yöntemini boşanmaya çalışan kadınlara zorla uyguluyor, operasyonun evli
kadınları daha kanaatkâr ve daha yönetilir kılacağına inanıyordu (1980: s. 177).
Eldeki kayıtların da ortaya koyduğu biçimiyle, söz konusu cerrahi müdahale,
ellilere kadar akıl hastanelerinde uygulanmaya devam etti (Whitaker 2010b: s. 79).
Akıl
hastalığının tarihinde tuhaf başka bir sapmaya tanık olundu. Psikiyatrinin itaatsiz
kadınların mastürbasyon yapmasına ve heteroseksüel evliliğin sınırları dışında
cinsel zevk peşinde koşmasına mani olmak için radikal müdahalelerden istifade
ettiği dönemde, bir yandan da özel uygulamalara başvuran kimi psikiyatristler
psikiyatrik tedavi adı altında, tıptaki ilerlemelere işaret ederek, “frijit” ve
evlilik dâhilinde eşi üzerinden tatmin olmayan “histerik” hastalarını orgazmla
tanıştırmak adına, onlara mastürbasyon yapıyorlardı. Maines’in de tespit ettiği
biçimiyle, “tedavi edilen orta sınıfa mensup kadınlara ‘histerik’ etiketi
vurmak epey kârlı bir işti.” On dokuzuncu yüzyılın sonunda yeni bir tıbbi
yardım aracının ve geleceğin seks oyuncağının, yani vibratörün sahneye çıkması,
bu işe epey katkıda bulundu. Birbirleriyle çelişiyormuş gibi görünseler de bu
iki uygulamayı da aile düzeninin, evliliğin ve sanayideki işbölümünün korunması
yoluyla kadın bedenini hastalıklı gösterme ve kontrol altına alma konusunda
psikiyatrinin başvurduğu muhtelif girişimlerin bir parçası olarak anlamak mümkün.
Bruce M. Z. Cohen
[Kaynak:
Psychiatric Hegemony: A Marxist Theory of Mental Illness, Palgrave
Macmillan, 2016, s. 27-41.]
Kaynakça:
Abbott, A. (1988) The System of Professionals: An Essay on the Division of
Expert Labor. Şikago: The University of Chicago Press.
Borthwick,
A., Holman, C., Kennard, D., McFetridge, M., Messruther, K., ve Wilkes, J.
(2001) “The Relevance of Moral Treatment to Contemporary Mental Health Care”, Journal
of Mental Health, 10(4): s. 427–439.
Breggin,
P. R. (1993) “Psychiatry’s Role in the Holocaust”, International Journal of
Risk & Safety in Medicine, 4(2): s. 133–148.
Brown,
P. (1974) Towards a Marxist Psychology. New York: Harper & Row.
Conrad,
P. (1975) “The Discovery of Hyperkinesis: Notes on the Medicalization of
Deviant Behaviour”, Social Problems, 23(1): s. 12–21.
Crossley,
N. (2005) Key Concepts in Critical Social Theory. Londra: Sage.
Foucault,
M. (1988a) Madness and Civilization: A History of Insanity in the Age of
Reason. New York: Vintage Books.
Foucault,
M. (1988b) Politics, Philosophy, Culture: Interviews and Other Writings, 1977–1984.
New York: Routledge.
Freidson,
E. (1988) Profession of Medicine: A Study of the Sociology of Applied Knowledge.
Şikago: University of Chicago Press.
Goffman,
E. (1961) Asylums: Essays on the Social Situation of Mental Patients and Other
Inmates. Londra: Penguin.
Howard,
M. C., ve King, J. E. (1985) The Political Economy of Marx (2. Baskı). Harlow:
Longman.
Kirk,
S. A., Gomory, T., ve Cohen, D. (2013) Mad Science: Psychiatric Coercion, Diagnosis,
and Drugs. New Brunswick: Transaction Publishers.
Lieberman,
J. A. (2015) Shrinks: The Untold Story of Psychiatry. New York: Little, Brown
and Company.
Navarro,
V. (1976) “Social Class, Political Power and the State and Their Implications
in Medicine”, Social Science and Medicine, 10(9): s. 437–457.
Organisation
for Economic Co-operation and Development (2015) In It Together: Why Less
Inequality Benefits All. Paris: OECD Publishing.
Palumbo,
A., ve Scott, A. (2005) “Classical Social Th eory II: Karl Marx and Émile
Durkheim”, Yayına Hz.: Harrington, A., Modern Social Th eory: An Introduction
içinde (s. 40–62). Oxford: Oxford University Press.
Parker,
I. (2014) “Psychotherapy under Capitalism: The Production, Circulation and
Management of Value and Subjectivity”, Psychotherapy and Politics International
, 13(3): s. 166–175.
Porter,
R. (2002) Madness: A Brief History. Oxford: Oxford University Press.
Rapaport,
L. (2015) “U.S. Needs to Raise Investment, Shift Medical Research Priorities”, Reuters (erişim tarihi: 21 Nisan 2016).
Rosenhan,
D. L. (1973) “On Being Sane in Insane Places”, Science, 179(4070): s. 250–258.
Scheff,
T. J. (1966) Being Mentally Ill: A Sociological Theory, Şikago: Aldine.
Scull,
A. (1993) The Most Solitary of Afflictions: Madness and Society in Britain, 1700–1900.
New Haven: Yale University Press.
Showalter,
E. (1980) “Victorian Women and Insanity”, Victorian Studies, 23(2): s. 157–181.
Smith,
O. (2015) “Th e Channel Tunnel: 20 Fascinating Facts”, Telegraph (erişim tarihi: 21 Nisan 2016).
Szasz,
T. S. (2000) “Remembering Masturbatory Insanity”, Ideas on Liberty, 50:
s. 35–36.
Waitzkin,
H. (2000) The Second Sickness: Contradictions of Capitalist Health Care.
Lanham: Rowan & Littlefield Publishers.
Whitaker,
R. (2010b) Mad in America: Bad Science, Bad Medicine, and the Enduring
Mistreatment of the Mentally Ill New York: Basic Books.
White, K. (2009) An Introduction to the Sociology of Health and Illness (2. Baskı), Londra: Sage.
0 Yorum:
Yorum Gönder