“Kan aydınlıkta dökülür.”[1]
“var olma süreci aynı zamanda
metalaşma sürecidir”[2]
Yaşadığımız
sömürü düzeni, uyumsuzluklar, çarpıklıklar, kopukluklarla deneyimleniyor.
İnsan, artık bütünlüğü parçalanmış bir varlık. Yaşamı anlamlı kılan değer,
ilke, özgünlük, erdem, inanç, onur üretildiği/ içinden çıktığı bütünlükten
soyutlanmış durumda. İnsanı insan yapan aile, inanç birliktelikleri,
arkadaşlık, dostluk, aşk, toplumsal yapılar, özü boşaltılarak, birer vitrin
süsüne çevrildi. Sömürü düzeninin devam etmesi için bu anomali yaşanmak
zorunda.
Bugün
burjuvazi, kültürün ve bireycileşmenin aracı olarak feodalizmi, kast sistemini,
ilkelliği, tarikatçılığı, skolastikliği, köleliği yeniden üretiyor. Ekonomik
olarak tarihsel ilerleme yaşanıp eski toplum düzeni iktisadi olarak yıkılsa da
burjuvazinin eskiyi yeniden üretmesi, bu anlamda tarihsel akışın kültürel
anlamda geriden beslenmesi, ama iktisadi ve teknolojik alanda ilerlemenin hızla devam
etmesi söz konusu.
Andersen’in
masalında şeytanın yaptırdığı aynaya bakanlar gerçek temsillerini göremezler; ayna,
bozuk bir görüntü sunar; bu aynaya bakan kişi de çarpıtılmış görüntüyü kendi
gerçek görüntüsü zanneder. Bugünkü sömürü düzeni de şeytanın yaptırdığı aynayı
sunar insana. Sömürünün devam etmesi için sömürülenler ve ezilenler, yaşamın
anlamını emek ve hak mücadelesinde görmemelidir.
Yaşamın
anlamı ve bunu keşfetme araçları diye sunulanlar, Kemal Sunal’ın Köşeyi
Dönen Adam filmindeki çiklettir. Filmde anlatılanlar, 80’li yıllara yakın
dönemde sınıflar mücadelesinin yükselişine tekabül eder. Sendikanın toplu
sözleşmeyi iptal etmesi karşısında çare arayan patronlar bir toplantı yapar.
Toplantıyı yöneten yetkili/müdür, çare olarak çikleti sunar. Amerika’da yapılan
bir araştırmaya göre çiklet çiğneyen işçi sınıfının çiğnemeyenlere göre hak
arama mücadelesinde atıl kaldığını ve bu yüzden işçilere ve halka çiklet
çiğnettirilmesi gerektiğini patronlara telkin eder. Patronlardan biri
dindardır, diğer patronlar çiklet ve oruç konusunda ona yüklendiklerinde, bu
patron, gerekirse çikletin orucu bozmadığına yönelik fetva “çıkarttıracağını”
söyler.
Çiklet
burada bir semboldür. İşçi ve emekçi sınıfların mücadele yürütmesine engel
olabilecek her türlü yöntem ve araç, çiklet sembolünün içini doldurur. Çikletin
bir özelliği de çiğnedikçe bitmemesidir. Bu yüzden, gereksiz uzatılan
sohbetlerde lafın sakız edildiğine yönelik tepkiler geliştirilir. Çiklet aynı
zamanda bireye “özel”dir.
Batı
Marksizminden ve postmodern düşünürlerden alıntılar yapmadan Yeşilçam’dan ve
kendi edebiyatımızdan örnek vermeye devam edersek, Orhan Kemal’in Bereketli
Topraklar Üzerinde romanının film versiyona geçelim. Çukurova’da toprak
ağaları ırgatları çalıştırır, fakat işin gerektirdiği kadar ırgat sayısını
karşılamazlar. Bu durum bir ırgatın daha fazla çalışmasına neden olur, uzun
saatler boyunca Çukurova sıcağı altında çalışmak ırgatlara reva görülür. Bu can
dayanmaz sömürünün sürmesi için işçiler, ağa emrinde çalışan ırgatbaşı
tarafından (kır taşeronluğu) uyuşturucuya/esrara, kumara, hatta fuhşa
alıştırılır. Irgatbaşının bir ırgata parayı ne yaptığını sorması, esrar ve
kumar kullanmadığı için onun ne biçim bir “adam” olduğunu söylemesi dikkat
çekicidir. Irgatbaşının yoz kişiliğinden kaynaklı kendi kızı genelevdedir, bu
kadın bir sahnede babasına olan öfkesini ifade eder. Filmde ataerkilliğin
üretilme pratikleri sık sık sahnelenir. Irgatbaşı da Gezi’deki palalılar ve eli
sopalı fırıncılar gibi halk değildir. Fuhşu müzikleriyle savunan Bandista’nın
da yaptığı, sanat değildir.
“yoldan
gelip geçenler yığını ile
kitle arasındaki farkı bilmek ve belirtmek gerekir
ölmeden ya da yenilmeden önce”[2]
Projeksiyonu
Çukurova’dan kaldırıp Nazilere tutalım. Nazi subaylarının amfetamin tarzı
uyuşturucu/ uyarıcı maddeler kullanarak uzun süre uyumadan savaşta kaldıklarını,
günümüz emperyalistlerinin işgal ettikleri ülkeleri uyuşturucu tarlasına
çevirdiklerini ve sonra bölge halkını “gerici/yobaz/ilkel” ilan ettiğini
hatırlayalım. Nazilerin sonunu getiren Sovyet insanının uyuşturucuyla değil,
inançla savaştığını da unutmayalım. Bu inancı en güzel ifade eden cümleler Sakindi
Oranın Şafakları’ndaki askerin ifadeleridir, çünkü Almanlara bir karış
toprak verilmeyeceğine ve bir adım geri çekilmenin yok olmak demek olduğuna
yönelik sarf ettiği sözler, yaşamın anlamını inşa etmede ilke ve değerle
örülmüş bir mücadelenin taşıdığı önemi çok net şekilde vurgular.
Bugün
sömürü düzeni, mutsuzluk, değersizlik, inançsızlık, umutsuzluk ve kirlenme
üretiyor. Din, sanat, hukuk gibi üst yapılar, sömürü düzeninin devamı için
birer ideolojik aygıta dönüştürülüyor ve böylece alt yapıyı da etkiliyor. Size
her dakika “birey” olmanız gerektiği ve kurtuluşunuzun kendi “bireyliğinizde”
olduğu söyleniyor. Barınma hakkını karşılamayan sistem, bunun mücadelesini
vermemeniz için “minimal yaşam tarzı” adı altında kümes öneriyor, sosyal
medyada bireyci anarşizm motivasyonuyla “20-30 metrekare evde ya da karavanda
nasıl güzel yaşanır?” videoları yayınlanıyor. Yanınızda taşıyacağınız kolye ve
sihirli taşlarla mutlu olacağınız telkin ediliyor. Düzen, gelecek kaygısı
oluşturuyor. Kaygıyı bastırmak için fallar devreye koyuluyor. Fala baktıran
kişi, geçmişe ve şimdiye yönelik cümle duymak istemiyor, asıl duymak istediği,
o belirsiz olan geleceğe yöneliktir, çünkü güvencesiz bir toplumsal düzende
işten ilişkilere kadar her şey belirsizliğin esareti altındadır.
“zaman
kendi ayin oyuncaklarını yanında getirir
oynayalım diye
sırf amblemi uğruna satın alınabilen
şeylerin ve sarışınların cenaze törenleri”[2]
Fuhşun
aslında “seks ticareti” olduğu ve kadının kendi bedeni üzerindeki hakkının ve
inisiyatifinin gereği böyle bir çalışma alanının meşru olduğu propaganda
ediliyor. Bu söylemi de fonlanan kadın ve cinsel kimlik hareketleri üretip
yayıyor. İşsizlik ya da geçinememe sorununa karşılık egemenlerin ezilenlere ve
sömürülenlere bu yozluğu önermesi tepki toplayacağından, bu görev bugün kadın
ve kimlik hareketlerine devrediliyor, çünkü ağacın kurdu içindedir. Bırakalım
kadın olmayı, insan olmanın onuru hiçe sayılıyor. Bunun adı “sol/culuk” olunca
depresyon toplumunun insanları daha da çaresizleşiyor. Kadın hareketinin
yürüyüşlerindeki dövizlerde aşkın eski bir “palavra” olduğu yazıyor. Aşk hiçe
sayılıyor, birliktelik cinsel özgürlüğe indirgeniyor, sonra aşka olan inanç parçalanıyor,
mutsuz birliktelikler toplumu ortaya çıkıyor. İdeolojik mücadele de aşkın
kapsamında olduğundan aşka inanmayanın kurtuluş mücadelesine de inancı kalmıyor.
Her ikisine de emek verilmiyor ve mutsuzluk düzeni her dakika yeniden
üretiliyor. İnsandan bindiği dalı kesmesi isteniyor, ama sizi ve onurunuzu
kurtaracak tek şeyin bugün saldırı altında olan “aşk” ve “romantizm” olduğunun
üstü örtülmeye çalışılıyor.
Kişiler
arası ilişkiler bağlamında düşünüldüğünde, ataerkilliği kadın hareketi yeniden
üretiyor. Bedeni metaya indirgeyen anlayış kadını da pazara çıkarıyor. Bu
söylem toplumsallaşıyor ve “zengin” olmayan erkek sözde “aşk” ilişkileri
sahnesinin dışına itiliyor. Bu sistem, bu alanda/ilişkilerde erkeği sömürüyor.
İlkel dönemde de en çok avı mağaraya getiren erkeğin tercih edildiği söylemi
sistem tarafından telkin edilerek ilkellik yeniden üretiliyor. 5 yaşını
geçmeyen lüks bir araca, yatırım hesaplarına ve ihtiyaç dışı mülklere sahip
olunması erkeği daha da “çekici” yapıyor. Aslında daha açık ifade edilirse,
parayı bulsun da “hangi yolla” bulursa bulsun denilen, bu fikre uygun kıvama getirilmiş bir erkek modeli piyasaya sürülüyor.
Bu düzenin yarattığı ilişkiler bunun üzerine kurulu. Bunun sonucunda ortaya
çıkan mutsuzluk ve depresyonun da kaynağı tam da burası. Hangi değer/lerle
birliktelik kuruluyor? Bu sorgulanmıyor. Sistemle mücadele etmeyen erkekler ve
kadınlar topluluğu “makbul” bireyler yan yanalığı olarak pazarlanıyor. Eğlence
sektörü, barlar, tekstil, ulaşım sanayii, telekomünikasyon araçları gibi vb.
alanların hepsi ihtiyaç dışına yönelerek, kadın-erkek ilişkisinin
köprüleri/araçları olarak iş görüyor. Kapitalizm, insanı duygusuzlaştırarak
tarihten koparıyor. Bir klişeye dönüştürülen Yeşilçam’ın zengin-yoksul teması
ve karikatürize edilen Tamirci Çırağı bugünün ilişkilerinin tek gerçeği.
Aşkın
ve romantizmin geriye çekilip meta-pazar ilişkisinin öne çıkarıldığı
kadın-erkek ilişkilerinde dikkat edilmesi gereken bir yer var ki o da sorunun
bam teli: Meta olan, kullanım değerine indirgenendir ve aynı ürünün daha “kaliteli”si
üretildiği sürece meta fetişizmi de kendini yeniler, aynı metaya bağlılık
geçici bir durumdur/yanılsamadır, modeller rekabeti hâkim kılınır. Bu gerçekle
karşılaşıldığında, ilişkinin dağılması karşısında yaşanan depresyon ve
değersizlik duygusu kaçınılmazdır, çünkü aşk diye pazarlanan duygu artık
romantik değil ticaridir, yani nitelik değil, kalite tercih edilmiştir ve
yaşanan değersizlik bunun sonucudur. Kapitalizm, bencillik dışında bir değer
üretemediğinden, aşk da dâhil, tüm mevcut değerlerin içeriğini boşaltarak onun
özünü değiştirmiştir. Gerçek aşk da onur da parayla satın alınmayandır, ama bu
düzende “aşk” satın alınabilirdir, yaşanan süreç, müşteri-pazarcı arasındaki
meta/hizmet ilişkisidir. Bazı kadına şiddet vakalarında en yoksul aileden gelen
kadının psikopat-sadist bar, işletme sahibi ya da zengin erkekle kurduğu
ilişkinin yükseldiği temelin sınıfsal olduğu önermesi kabul edilirse düzen
içinde geliştirilen ilişkilerin de ne kadar gerçeklikten uzak ve yoz olduğu
görülebilir.
Bu
tespit size klişeleşmiş hayalciliğin ürünüymüş gibi mi geldi? Klişe olsaydı, Naziler de Sovyetler
karşısında yenilmezdi. O yüzden sürekli genç kalmalısınız, ölüme karşı
narsisizm sistem tarafından beslenmelidir, çünkü insan için en büyük tehdit
yaşlanmaktır. Kadınsanız, tüm yatırım bedene ama erkekseniz bankaya yapılmalıdır,
o zaman içsel mutluluk da gelecektir. Yanılsama burada başlar. Size mutluluk
araçları diye pazarlanan her hizmet/meta tıpkı masaldaki gibi gece on ikiye
geldiğinde balkabağı gibi tekrar eski hâline/aslına dönüşecektir. Yaşanan, geçici bir pansumandır ya da illüzyondur. Ayakkabı sahibi genç kızın prens
tarafından aranması da aynı diyalektik sürecin sonucudur: deneme-yanılma
yoluyla daha “iyisine” ulaşma.
“gençlik,
pazar payı demektir
sistemin gramerinde
o kendisini çılgın ve asi sanır”[2]
Gençlik
bir beden değil, bir ruh/duygudurum meselesidir. Bu ruhu verense aşkınlaşmış,
yani bireyi de aşarak bütüne bağlanmış bir mücadele dinamizminden geçer. İnsan, anlama ve değere mahkûm bir varlıktır. Bu ruh, öğrenmeye, yeniliğe, kendini her
an yeniden aşmaya ve üretmeye, mücadeleye bağlı şekilde var olur. Böyle
algılanmadığı sürece beden ruha, iradeye ve değerlere üstün gelerek, depresyonu,
değersizlik duygusunu ve yılgınlığı yaratır. Şeytanın aynası artık sömürünün
elindedir. O size bu aynayı tutar ve sizden gerçek kendinizi/beninizi/özünüzü
görmenizi istemediği için “bozuk” temsili kendiniz sanmanızı ister. Yaş aldıkça
bedeni yavaşlatan da biyolojik bir durumdan öte sömürünün yarattığı “hayat
yorgunluğudur” ya da “sömürü kimleri yormuştur!”
Sömürü
için insan, hem hizmet üreticisi hem de metadır. Bu yüzden sömürü
düzeninde insan, camekana çıkarılan cansız mankendir. Düzenin tüm araçlarıyla
saldırdığı insana anlattığı masalda da yenik düşmüş insan ona verilen aynaya
sorar: “Ayna ayna söyle bana, var mı bu dünyada (sosyal medyada, çevremde en
azından vs.) benden daha güzeli/çekicisi/heyecanlısı/başarılısı/zengini?” Bu
sorunun yanıtı yazının sonunda yer alacak.
Avrupa
Yeşilleri/Sol partileri, esrar kullanımını bireysel özgürlük sayan açıklamalar
yapıyor ve ülkemiz reformist solu buradan besleniyor. Sizden uyuşmanız ve kısa
süreliğine de olsa halüsinasyonlar görerek “mutlu” olmanız, “gündelik sorun ve
streslerden” -aslında sömürü çelişkisinden- uzaklaşmanız isteniyor.
Uyandığınızda/ayıldığınızda sömürünün yarattığı stres, mutsuzluk ve bunalım
yanı başınızda duruyor. Öyleyse beyin kimyası tekrar uyuşturularak yeniden
gerçeklikten kopmanız isteniyor. Emeğinizin karşılığı olan kazancınız, insan
olmanın onuru, bedeniniz, iradeniz, duygularınız uyuşturucuyla kirletiliyor. Bunun
adı “bireysel özgürlük” oluyor, insanın bedenini pazarlaması ve uyuşturması
“bireysel tercih” oluyor, “asıl/gerçek” solun da bunu savunan “ilericilerden”
oluşması isteniyor. Bunu emperyalist sömürü düzeni istiyor. Tıpkı fuhşun seks
ticareti olarak görülüp işsizliğe karşı çözüm diye sunulması ve zenginleşmenin
aracı olabilecek meslek olarak pazarlanması gibi torbacılık da yoksullara
yoksulu zehirlemesi için kolay kazanç yolu olarak pazarlanıyor.
Bugün
en işçici olduğunu iddia edip, hatta bu işçici çizginin dışında kalan solları “Narodnik,
maceracı, anarşist, mahalleci” ve tabii ki “gerici” sayan çevreler neden işçinin
zehirlenmesi karşısında ses çıkarmaz ve mücadele etmez? Oysaki Bereketli
Topraklar Üzerinde’de görüldüğü gibi sömürüye en makbul/uygun ırgat ve işçi, uyuşturucu kullanan, kumar oynayan, fuhuş yapandır. Biraz daha “gericileşelim”:
Alkol ve sigara da aynı bataklığın mahsulüdür. Alınan her yudum ya da nefes, öfkeyi bastırmaya ve tekellere kâr elde ettirmeye yarar. Bu yüzden sigaranın ve
alkolün kaçağı yasaktır, çünkü sizin sağlığınızı düşündükleri için değil,
sermayenin mutluluğu için yasaklanmalıdır, tekelleşmenin dışında bir tehdit yok
edilmelidir. Mutsuzluğunuzun, çaresiz ve çıkışsız hissetmenizin bir nedeni de
bu çarpıklığa ses çıkarmayan bir solla emperyalizmin sizi kuşatmasındandır,
çünkü tuz kokmuştur.
Şeytanın
aynasını tutarken telkin ve sakız veren sadece burjuvazi değil, onun açtığı ve
gösterdiği alanda var olan sollardır. Burjuvazi için en makbul halk da her
türlü yöntemle uyuşturulmuş bir halktır, emperyalizm için de uyuşturulmuş
halklardır. O zaman asıl soru şudur: Uyuşturucu bataklığı neden kurutulmaz?
Güvenliğimiz için olduğu söylenen -aslında egemenler ve burjuvazinin güvenliği
adına kontrol mekanizması- bu kadar kamera ağıyla çevrilmiş kent yaşamında
neden uyuşturucu bu kadar kolay pazarlanır? Sorunun yanıtı da kendi içinde. O
kameralar ve son teknoloji güvenlik sistemleri, hangi sınıfın güvenliği için kayıttaysa, o sınıfın faydasına işler.
Aldığınız
telkinle çiğnediğiniz sakız sizi şeytanın aynasının karşısına geçirir. Aynanız
sosyal medyanızdır. Ne yaşıyorsanız, orada yaşayıp birey olabilmelisiniz.
Mesela bol bol fotoğraf paylaşmalısınız. Gidip gördüğünüz yeri ve yemeği
paylaşmalısınız ki o an görünmelisiniz. Görünme, bir var olma şartına
dönüşmüştür. O an nerede nasıl eğlendiğiniz görünmezse aslında eğlendiğinizin
bir anlamı yoktur, çünkü kimse bunu görmüyordur. Gittiğiniz mekânın konumunu
paylaşmalısınız. Kahve içtiğiniz mekânı “popüler” hâle getirmelisiniz ki hem
siz statü ve sınıf atlayın hem de işletme sattığı kahveye daha fazla zam
yapabilsin. Yaptığınız sporla ve aldığınız takviyelerle geliştirdiğiniz
kaslarınız sosyal medyada gösterilmelidir. O kasların etkisiyle çevreye “korku”
salabilmelisiniz, fakat kâğıttan kaplanlık burada başlar. O en cesur kaslı
terminatörlerin cesareti egemenler karşısında hiç olur. Yine sosyal medyadan
milliyetçi, sosyalist, göçmen düşmanı, mezhepçi, feminist, anarşist gibi “her
şey” olabilirsiniz, çünkü artık şeyleştiğinizden, bütün sosyal meydan tam olarak
sosyal medyadır. Protestocu rahatlama, dijitaldir. Tüm bu süreç, insana dayatılan
değersizlik yanılsamasının sonucudur. “Nasıl olsa toplum/kitle böyle” diyen
sollar da kendi sitesine üyelik formu koyarak sizi mücadeleye çağırır. Sitesinde
form olmayan sollar ise “tehlike” saçar egemenlere!
Sonuç olarak bu sömürü düzeninde insan olmak, sadece biyolojik bir var oluştan ibarettir. Onun yarattığı değerler şeytanın aynasında çarpıtılmıştır, bozuk bir temsilin tecessümüdür.
Bu düzende barınma hakkınız yoktur. Bırakınız ev almayı,
kirada oturmak bile lükstür; kiralar bir işçi ve emekçinin asgari ücretini
aşmıştır. Bu düzende kiralanmayan daire/konut fazlası var, fakat kapısı kilitli
şekilde boş tutuluyor. Bu düzende toplu taşımada üst üste gidip birbirinizle
kavga etmek size reva görülendir. Milyonlarca insan, sömürü çarklarının
belirlediği zaman çizelgesine göre hareket etmek zorunda. Bir dakika geç kalmak
mobbinge maruz kalmaya kapı aralar. Tüm bu koşuşturmaca, egemenlerin ve patronların
daha rahat yaşaması için. Size yaşam diye sunulanlar; eğlence adına bar ve
alkol, var olma adına kamera ve sosyal medya, çocuk yetiştirme adına tablet ve
telefon kullanımı, gerçeklerden uzaklaşarak mutlu olma adına uyuşturucu
kullanımı, statülü/saygın olma adına lüks araçlara sahip olmak, muhalif olma
adına sosyal medya protestoculuğu, bitmeyen krediler, borçlar, değersizlik… Tüm
bunların sonucu çöküş: depresyon. Depresyonu aşmak için bütünlüğe sahip bir
aileniz bile yok, işinizden ayrılıp kendinizi dinleyeceğiniz zaman size
tanınmaz, hipodromda sakatlanan atlar gibi temsilî bir son bekler sizi. Kapitalizmin
ve özgürlükçü solların anlattığı masal artık sonuna geldi. Şimdi soruyorsunuz:
“Ayna ayna söyle bana, var mı bu dünyada (sosyal medyada, çevremde en azından
vs.) benden daha güzeli/çekicisi/heyecanlısı/başarılısı/zengini?” Yanıt: “Evet,
var: ‘Bir halk ayaklanması!”
Direnmeyen/lerin
çürüdüğü bir düzende yaşıyoruz. Bunun yolu, birey olarak kendimizin sandığımız
aslında egemenlerin ve burjuvazinin belirlediği köşeye çekilip “gen bencildir”
arabeskine sığınıp insanın kötü bir varlık olduğu telkinine kapılarak
burjuvazinin bize verdiği sakızı çiğneyip onun şeytani aynasına aldanmak
değildir. Bu düzende aşktan inanca kadar her insani alan sömürünün metasına
dönüşmüştür. Tüm bu değerler, insan olarak bizim yüzlerce yıllık emeğimizin ve
mücadelemizin ürünüdür/sonucudur. Burjuvazi bu değerleri yok edemediğinden,
onları özüne yabancılaştırmaktadır. Yapmamız gereken, tüm bu değerleri ve
ilkeleri mücadele ederek tekrar ayakları üzerine oturtmaktır. Aksi durumda
yeşil ışıkta bile size yol vermeyen araç sürücüsü, fırsatçı insan yapısı,
mutsuz birliktelikler, birbirinize yönelen şiddet, bir köşede uyuşturucu
krizine giren yakınınız, kabalık, bencillik, faşistlik, erkek kadın ayırt
etmeden devam eden sömürü, ev sahibinizle tartışmanız ve bunun gibi özümüze
yabancı her türlü yaşam pratikleri bizi tek tek kuşatarak esir alamaya devam
edecek ve tüm bu sürecin sorumlusu olarak bizi gösterip bizi suçlayacaktır.
Hiçbir
insanın antidepresana, uyuşturucuya, alkole, kumara ve hiçbir sapmaya
“ihtiyacı” yoktur. Mutluluk ve yaşamın anlamı diye sunulan her türlü araç,
pratik ve yaşam biçimi daha önce defalarca denendi, ama “başarıya” hiçbir
şekilde ulaşmayarak tüm anomali bir kartopu yığını gibi günümüze kadar geldi.
Artık “ben sadece kendimden sorumluyum” ya da “başka bir insan beni
ilgilendirmiyor” diyemeyecek kadar kuşatılmış ve birbirimize “muhtaç”
durumdayız. 28 Mayıs’a kadarki ve o tarihten sonraki süreç de gösterdi ki
mücadele etmekten başka çaremiz yok.
Bu
gerçek gün yüzüne çıktıkça son haftalar grev, direniş ve hak arama
mücadeleleriyle geçmeye başladı. Kırmızı Pazartesi’de kasabada işlenecek
cinayetten herkesin haberi vardır, fakat kimse bunu maktule söylemez ve cinayet
işlenir: herkesin işleneceğini bildiği, ama işlenmesine engel olmadığı bir cinayet. Bize
dayatılan sömürü düzeni de aynı gidişata sahip. Onun mutluluk reçetesi ya da yüce
birey için yaptığı putları kendi iç çelişkileriyle birer birer yıkıldı.
Putların devrilme süreci tıpkı Asaf Hâlet Çelebi’nin İbrâhîm şiirindeki gibi
gerçekleşiyor:
“ibrâhîm
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim
güneş
buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrâhîm
güneşi evime sokan kim
asma
bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı
ibrâhîm
gönlümü put sanıp da kıran kim”[3]
S. Adalı
19
Ağustos 2023
Dipnotlar:
[1] Işık Ergüden. Sessizliğin Anarşisi. İstanbul, Kaos Yayınları, 2001,
s. 31.
[2]
Murathan Mungan. İkinci Hayvan. İstanbul, Metis Yayınları, 2010, s. 54,
42, 48, 79.
[3] Asaf Hâlet Çelebi. Şiirler. İstanbul, YKY, 1998, s. 12.
0 Yorum:
Yorum Gönder