الحكمة ضالة المؤمن حيث وجدها التقطه ا
“İlim ve
irfan müminin malıdır, nerede bulsa alır.”
I
Amaçlarımı aktarmadan önce, bu
çalışmanın ana kısmını teşkil eden yazıda yer verilen görüşleri izah edeceğim.
Ama öncelikle Medan Moeslimin dergisinin 15 Temmuz 1924 tarihli 14.
sayısında verdiğim sözü hemen yerine getiremediğim için tüm komünist
okurlarımdan, bilhassa dünya üzerinde yaşayan tüm Müslüman dostlarımızdan özür
dilerim. Bu gecikmenin sebebini aşağıda izah edeceğim:
Daha önce gönderdiğim, (Medan
Moeslimin’in 18-24. sayılarında yayımlanan) Cava’dan Manovari’ye (Papua’ya)
yaptığım yolculukla ilgili raporu kaleme aldıktan sonra bazı engellerle
karşılaştım. En büyük oğlum (Masdoeki) hazım güçlüğü çektiğinden, dört gün dört
gece uyumadı, annesini babasını tanıyamayacak duruma geldi. Köydeki dostlarım,
seferber olup oğlumu iyileştirmek için uğraştılar, ama ilâç ve vaatleri batıl
inançtan başka bir şey değildi. Sonra doktor bulduk. Onun uyguladığı tedavi
sonrası çocuk iyileşti de günler sonra uyku uyuyabildi.
Oğlum iyileşti, ama bu sefer de
annem hastalandı. Bu esnada aşırı kan kaybetti. Doktor, muayene edip tedavisini
gerçekleştirdi. Elhamdülillah, şimdi gayet ve mutlu.
Umarım dostlarım, özellikle Medan
Moeslimin okurları tüm bu gecikmeyi anlayışla karşılar.
Esasında İslam ve Komünizm
meselesiyle ilgili yazım, gerçek Müslüman ve komünist olduklarını iddia
edenler, yani İslam dininin ve komünizmin yükümlü kıldığı şeyleri düzenli
olarak yerine getirenler için önem arz etmektedir. Buna karşılık Muhammediye
tarikatı ve Sarekat İslam’ın başındaki Tjokroaminoto gibi sahte bir yaklaşım
içinde olan kişiler için bu üzerinde durduğum konular zehirden farksızdırlar.
Bu iki örgütün gerçek İslam dinine hizmet eden hareketlerin başını çektiğini
kimse söyleyemez. Doğrudur, bu kişiler, sürekli çıkıp Müslümanlıklarıyla
gösteriş yapıyorlar, ama gerçekte burada yapmacıklık ve sahtekârlık söz
konusudur. Bu insanlar, İslam’ın kurallarına uysalar da basit arzularının değer
verdiği kuralları cımbızla seçiyorlar, hoşlanmadıkları kuralları ise rahatlıkla
çöpe atıyorlar. Esasen bu kişiler, her şeyi duyan ve bilen Allah’ın emirlerine
karşı geliyor, bu çağda yol açtığı kötülükler herkesçe görülen kapitalizmin
yerine getirdiği Şeytan’ın (Allah’ın laneti üzerine olsun) iradesinden korkup o
iradeyi seviyorlar.
Aynı durum, İslam’ı yok etmek isteyen
görüşler dile getiren, ama bir yandan da komünist olduğunu iddia eden komünist
dostlarımız için de geçerlidir. Onlar, gerçek komünist değildir, gerçek
komünist konumu hiçbir şekilde anlamıyorlar. Aynı tespiti, komünizmi kabul
etmeyip Müslüman olduğunu söyleyenler için de dile getirmek mümkündür. Bu
insanlar da İslamî konumu tam olarak idrak edemiyorlar.
Avrupa’da olduğu gibi insan
hayatını değersizleştiren ve onunla kendi çıkarları için oynayıp duran fitneyle
mücadele yükümlülüğünü yerine getiren halk hareketleri, bu fitneyi yayanları,
düşmanın kim olduğunu gayet iyi anlıyorlar.
Bu sebeple, aşağıda sunduğum
açıklamayı anlayana dek dostlarımızın yazılanları derinlemesine ve dikkatle
okumasını umut ediyorum.
* * *
Eskiden halk hareketlerinin
mücadele yürüttüğü sahneye Karl Marx isimli şahıs çıkmazdan evvel komünizm diye
bir ifade ya da dile rastlanmıyordu. Ama o dönemde de zulüm ve adaletsizlik,
tüm ağırlığıyla her yanı kuşatmıştı. Bu adaletsizliğin sebebi feodal sınıftı
(aristokratlardı) ve kapitalist sınıftı. O gün de halk meseleleri anlamıyordu,
dünyada yaşadığı sefaletin sebeplerini görmüyordu. İnsanlar ezildikçe zulme
karşı direniyor, ama bu direniş doğru bir biçimde organize edilemiyordu çünkü
bu insanlar, dünyadaki çürümenin sebeplerini belirleyecek gerçek bir örgüt inşa
edemiyorlardı.
Marx, gazeteci olduğu dönemde,
halkın maruz kaldığı koşulları ciddiyetle ele alıp inceledi. Ekonomiyle ve
yoksulların durumuyla ilgilendi. Bu noktada Marx, dünyadaki karışıklığa sebep
olan ana unsurları ve kaynakları tüm açıklığıyla gördü. Karışıklığın sebepleri
ve kaynakları şunlardı:
1. Yoksulluğun sebebi,
kapitalizmdir. Kapitalizm, mülkiyeti bir avuç insanın elinde toplayan, bir
yandan da kâr peşinde koşan düzenin adıdır. Yoksulluğun sebebi, kapitalizmden
kaynaklanan sömürü ve zulümdür. Yoksulluk insanların bedenlerini lime lime
eder, onların hastalıklara yakalanmasına neden olur. Yoksul olan insan,
hayatını heba eder, çünkü o, başını sokacak bir evden, üzerine giyeceği
kıyafetten ve ekmekten mahrumdur. Yoksul kalan insanlar, sokaklarda avare avare
dolaşmakta, pazar yerlerinde, ağaç diplerinde, köprü altlarında
yaşamaktadırlar. Bu yoksullar yardım görmüyorlar, sonra polisin eline
geçiyorlar, hapse atılıyorlar, sürekli kalacakları yeri olmayan bu insanlar,
hapishanelerde 14 gün zorla çalıştırılıyorlar.
Bazı yoksullar, dolandırıcılık,
hırsızlık, otoyol soygunları, haneye tecavüz gibi suçlar işliyorlar.
Tüm bu sorunlar, kapitalizm
yeryüzünden silinip atılmadıkça ortadan kaldırılamaz. Geçinememenizin, bir
geçim yolu bulamamanızın sebebi odur.
Bu dünyada hapishaneler ve polis,
suça ve suç benzeri şeylere mani olmak için vardır. Oysa hapishanelere
bakıldığında, suç oranlarındaki artış incelendiğinde, mani olma çabasının bir
işe yaramadığı görülmektedir. Hapishanelerin ve polisin sayısı azalmak şöyle
dursun, sürekli katlanarak artmaktadır. Kapitalizm, cehennemin dibini
boylamalıdır!
2. Kapitalizm, çağında eğitim
düzeyleri yüksek olsa bile insanların ahlakî ve insanî değerleri giderek
azalmaktadır. Bu zafiyetle birlikte kapitalizm, insanları bir alet gibi
kullanabilmektedir. Kapitalizmin istediği her şeyi hemen yerine getirmeyi bir
mecburiyetmiş gibi gören insanlar, bu taleplerin kendilerine zarar verip
vermeyeceğine, insanlıktan çıkartıp çıkartmayacağına bile bakmamaktadırlar. Bu
durumun en açık kanıtı, Avrupa’da karşımıza çıkmaktadır. Avrupa’da milyonlarca
insan, kapitalizmin yönlendirmesiyle, dizginlenemeyen gazabını açgözlülükle her
yana yaymak isteyen kapitalizm şeytanını yücelttikleri ve destekledikleri için,
hayatlarını kaybetmiştir. Piyasalar da sanayi de bu gazabın önünde diz
çökmektedir.
* * *
Kapitalizm: Sadece kişinin ihtiyaç ve isteklerini öne
alıp, sürekli kâr peşinde koşanların düzeni.
Sermaye: Kâr peşinde koşmak veya elde etmek için
kullanılan şeyler.
Kapitalist: Sadece bir avuç azınlık için kâr üretecek
insanlara ve ve araçlara sahip kişi. Fiyatların düşeceğine veya yükseleceğine
karar verenler bunlardır.
Zanaat atölyelerinin sayısı
giderek azalıyor. Hatta kârı hızla ve kolaylıkla elde etmek için ürün üreten
kapitalistlerin elindeki makinelerin baskısıyla bu atölyeler, tümüyle ortadan
kayboluyor.
Tüm bu yeni şeyleri yaratan
makineler gelişiyor, güncelleniyor, böylelikle üretim artıyor, işçi sayısı düşüyor.
Örneğin önce bir makine
geliştiriliyor ve bu makine, 100 işçi kullanarak günde 10.000 kalem ürün
üretebiliyor. Sonra ondan daha iyisi geliştiriliyor, bu da 50 işçi kullanarak
günde 50.000 kalem ürün üretebiliyor. Bu sebeple diğer elli kişi işten
kovuluyor, geçim imkânlarından mahrum kalıyor. Bu elli kişi gidip başka bir
şirkete teslim oluyor, elleri işlesin diye başka işçilerle rekabet ediyor.
Böylelikle kısa süre içerisinde işçilerin ücretleri düşüyor. Bu durum, işçi
sınıfının elindeki geçim imkânları sadece kapitalist sınıfa bağlı olana dek
devam ediyor. Bu insanlara “proletarya” deniliyor.
İlk geliştirilen makineye sahip
olan kapitalist üzerinde ikinci geliştirilen makinenin doğuşu ile birlikte
baskı hissetmeye başlıyor. İş sahasından çıkmak zorunda kalıyor. Bu da başka
insanların ekmeklerinden olmasına yol açıyor. Hatta o ilk geliştirilen makineyi
kullanan işçilere at arabasıyla sebze meyve satan adam da işsiz kalıyor.
Bu işçilerin ve küçük satıcıların
yüzleştiği sefalet sadece onları etkilemiyor, bu kaderi çocukları, eşleri,
onların eline bakan tüm insanlar paylaşıyorlar.
Bu yoksulluk sebebiyle insanlık
dışı, dini ayaklar altına alan birçok farklı durum ortaya çıkıyor.
Sürekli ürün üreten kapitalist
sınıf ülkesinde yaşayan insanların ihtiyaçlarını asla dikkate almıyor, bu
sebeble ürettiği ürünler talebi her daim aşıyor. Bazı ürünler birikiyor, ülke
içerisinde satılamaz hâle geliyor, zira her gün insanlar kıyafet gibi ürünleri
satın almıyorlar. Bu sebeple bu ürünleri üreten fabrikalar kapanıyor, yüzlerce
işçi kovuluyor, ekmeklerinden oluyor. Sonrasında bu gelişme insanları
insanlıktan çıkartıyor, birçok insan dinin getirdiği yasakları ihlal ediyor.
Kapitalist sınıfın arzusu, kârını
sürekli artırmak yönünde. Onlar hiç kaybetmek istemiyorlar. Bu sebeple
kapitalistlerin çalışanlarının sayısını ve masraflarını sürekli azaltmaları
gerekiyor. Bu insanlar ayrıca o biriken malları ve yeni üretilen diğer ürünleri
satacak pazarlar bulmak için başka ülkelere gitmek zorunda. Bunun dışında
kapitalistler, fabrikalarda ürünlerin üretilmesinde kullanılan hammaddeleri
elde edebilmek için başka ülkelerde o malzemeleri arama ihtiyacı duyuyorlar.
Kapitalist sınıfın kendi ürünlerini kolayca, hiçbir engelle karşılaşmadan
satabilmeleri için onların pazar hâline getirilmiş o ülkeyi tümüyle kendisine
tabi kılması, onu ister barışçıl isterse savaş ve kıyım gibi şiddet araçları
yoluyla, sömürgeleştirmesi gerekiyor.
Makineyle üretilmiş, güzel ve
gelişkin görülen, ucuza satılan ürünlerin gelişiyle birlikte ülkenin kendi
işletmeleri kapanmaya başlar. Ülkenin bağımsızlığı azalır veya tümüyle ortadan
kalkar. Sömürgede yoksulluk yıldan yıla daha da kötüleşir (Bu yoksulluğu
burada, Endonezya’da hissetmek ve görmek mümkündür -yayın yönetmeni)
Kendi ürünlerini satmak veya
sermayesini yatırmak için pazar olabilecek sömürgeler arayışına giren
kapitalistler çoğunlukla bu sömürgeler için birbirleriyle savaşırlar.
Bu savaşlarda top mermilerinin,
bıçakların ve bombaların karşısında heba olan kapitalist sınıf değil, onun
tarafından kurban edilen yoksul halktır.
Bu noktada kapitalist sınıfın
yegâne arzusunun kârını binlerce insanın sefaletini hiç düşünmeden artırmak
olduğunu bir an bile akıldan çıkartmayalım. İşçi sınıfı tam da bu sebeple tüm
zamanını ve enerjisini kapitalist sınıfın kâr arayışında harcamak, kapitalist
sınıfın iktidarına bağlanmak zorunda kalıyor.
Kapitalist sınıf, işçi sınıfını milliyetine
veya dinine bakmaksızın eziyor. Onu ezerken, aklına dindar insanların uymak
zorunda oldukları dinî kurallar hiç gelmiyor. Örneğin Cava’da çalışan 60.000
demiryolu işçisini ele alalım. Bu insanlar, İslam’ın namaz ve oruç gibi
şartlarını terk etmek zorunda kalıyorlar, çünkü namaz kılınacak zaman bizatihi
efendilere, o işçileri sömüren patronlara tahsis ediliyor. Aynı durum
fabrikalarda, limanlarda ve madenlerde çalışan işçiler için de geçerli. Bu
insanlar, karınlarını doyurmak için para kazanmak adına namazı da orucu da terk
etmek zorunda kalıyorlar. Başka seçenekleri olmadığı için bu işçiler
çalışmazlarsa, eşleri ve çocukları ile birlikte açlıktan ölüyorlar.
Her yerde işçi sınıfı, tüm o
enerjisi ve düşüncesinin yanında, dinini de kapitalizm için heba ediyor.
* * *
Yukarıda belirtilen nedenler,
Karl Marx’ı kapitalizmin kötülüğünü görmeye ve kapitalizmin tarihsel
materyalizm yoluyla iki paralık edilebileceğini düşünmeye sevk etmiştir. Daha
sonra Karl Marx, 1847’de Paris’te Komünist Manifesto kitabını yazmıştır.
Manifesto’da bizatihi komünizmin mevcut hâlini görmek
mümkündür.
Karl Marx, komünizmin halkın,
özellikle de işçi sınıfının kalbine bizzat kapitalizm tarafından ekilen tohumun
çatlaması sonucu ortaya çıktığını söylüyor.
Karl Marx, komünizm tohumunu
ekenin kapitalizm olduğunu nasıl söyleyebiliyor? Çünkü özü itibarıyla sermaye,
insanı kapitalizme direnmeye iten, kapitalizm tarafından yaratılan nefret ve
cesaret tohumunu ekebilecek kadar kötü olan bir şeydir.
Kapitalizmin ektiği bu nefret ve
cesaret tohumu, Karl Marx’ın “komünizm” dediği şeydir.
Bazı insanlar, komünizmden bir
hayaletten söz edermiş gibi bahsediyorlar, onu korkunç bir şeymiş gibi
görüyorlar. Bu görüş meşrudur, çünkü iyilik ekersek iyilik biçeriz. Aynı
şekilde biz de yolsuzluk (baskı, sömürü, yozlaşma vb.) ekersek, meyvesini
“direniş” olarak görürüz.
Kapitalizm kötü bir şeydir, çünkü
yukarıda bahsedilenlerin yanı sıra, o, insanlar arasında kin ve kavgaya da
neden olur.
Kapitalizm çağında para,
insanların hayatlarının ana unsuru hâline gelir. Bu yüzden çoğu insan, parayı
körü körüne sevmeye başlar. İnsanlıklarını unutsunlar diye parayla kör olurlar.
Bedenleri ve ruhları sadece paraya teslim edilmiştir.
Biz komünistler, kapitalizmin tüm
küçük numaralarını biliyoruz, bu yüzden bizi manipüle etmek için bu türden
numaraya kimse başvuramaz, çünkü komünizm, gerçekten de kapitalizmin bağrından
çıkan bir hayalettir. Ancak komünist olmayanlar, kolayca manipüle edilirler ve
kapitalizmin araçları olarak kullanılırlar. Onlar, kapitalizmi iyi, doğru,
yardımsever ve övgüye değer bulurlar.
Aslında biz de biliyoruz ki
kapitalizm zekidir! Büyük ve zarif teorileri ve vaatleriyle, her dini alet
olarak kullanabilmek için çabalar.
Ey komünist dostlarımız, bilhassa
Müslümanlar, din temelli olduğunu iddia eden şu hareketlerin her birinin ülkü
ve tavırlarını dikkatle inceleyip düşünün:
1. Başını Tjokroaminoto’nun çektiği
“Beyaz” Sarekat Islam (İslam Birliği -SI);
2. Cavalı Katoliklerin Politik
Birliği;
3. Yogyakarta Muhammediye
Tarikatı;
4. Cemaatü’l Hasenat;
5. Benzer tavırlar içerisinde
olan diğer yapılar.
II: İslamcılığın
Komünizme Dair Açıklaması
فبشر عبا دى الذين يستمعون القول في تبعون احسنه اولئك الذين هداهم الله واو لئك هم اولو الال با ب
“Onlar ki
sözü dinlerler, sonra da en güzelini tatbik ederler,
işte onlar Allah’ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir ve işte onlardır o
temiz akıllılar.”
İslam’ın komünistler ve komünizm
ile ilgili emirlerini açıklamadan evvel ben öncelikle, dinimizi benimseyen
herkesin onu anlayabilmesi ve belirli bir dini benimseyenler, hatta
benimsemeyenler de dâhil herkesin İslam hakkında bir fikri olmasını, bu dünyada
süren hayata ait hakikate dair bir bilgisi olmasını sağlamak adına, İslam’ın
gerçek durumunu açıklayacağım.
İnşallah, dostlarımız, dünyadaki
tüm insanlık, ebedi kurtuluşa ermek için o büyük rehberlikten nasibine düşeni
alır. Bilen gene de O’dur.
* * *
Kardeşlerim:
Hepiniz biliyorsunuz ki bu
dünyada herkes bir dinin müridi. Bu dinler, hakiki oldukları konusunda sürekli
bir rekabet içerisindeler, hatta bu dinlerin müritleri arasında bazen savaşlara
tanıklık edildi, bu savaşlar, hakikat iddiasını ispatlamak ve bu hakkı ele
geçirmek için verildiler. Bu tür bir savaş dinin hedefi değildir, bu savaşlar,
fikriyatı yoldan sapmış olan insanların basit birer hatasıdır. Mesele şu
şekilde izah edilebilir:
Din, dünyadaki tüm insanlar
üzerinde kudret sahibi olan Allah’ın rehberliği olarak tasarlanmıştır.
Böylesine güçlü tek bir Tanrı vardır ve bu nedenle de tek bir gerçek din
vardır. İki veya üç veya daha fazla ilah yoktur, dolayısıyla iki veya üç gerçek
din diye bir şey olamaz.
Kur’an-ı Kerim’de Al’i İmran suresinin
19. ayetinde şu buyruluyor:
ان الدين عند الله الإسلا م
“Şüphesiz,
Allah katında din İslam’dır.”
Bu âyetten dolayı pek çok kimse,
İslâm’ın sadece peygamberimiz ve efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) tarafından
getirilen bir din olduğunu düşünüyor. Bazı Müslümanlar kibre meylediyorlar ve
sadece kendi dinlerini doğru görüyorlar, diğer dinlerin müritlerinin de kendi
dinleriyle övünmelerine ve liderlerini öne çıkartmalarına (yani dinî rekabet
içerisine girmelerine) neden oluyorlar. Bu tür bir durum, aşağıdakilerin açıkça
belirttiği gibi, insanı karanlığa mahkûm ediyor:
Din, Allah’ın rehberliğini ifade
eder.
İslam emniyet [selamet] demektir.
Bu nedenle İslam dini, kurtuluş
yolunu gösteren rehberdir. Bu, Allah tarafından tanınan bir dindir. Dinin
kökenleri, isim bakımından çeşitlidir:
Aslında Allah, dini isimsiz
indirmiştir. İlk başta Allah, “Âdem” adında tek bir insan yarattı. İkincisine
“Havva” adı verildi. Artık elimizde “erkek ve kadın” terimleri var. Âdem ve Havva’nın
bir araya gelmesi, günümüze kadar uzanan süreç boyunca nesillerin ortaya
çıkmasını sağladı. Bu açıdan insanlığın kökeni tektir.
Allah, “Âdem”in ve onun soyundan
gelenlerin yaşamı boyunca, Âdem’in dinini, onun soyundan gelenler arasında
yaymak üzere, Tanrı’nın buyrukları olarak indirmiştir. O’nun emirlerini yerine
getiren ve dini benimseyen tüm torunları, dine “Âdem’in dini” adını verdiler.
Bu ad, yalnızca, diğer dinler gibi, onu yöneten kişinin adı olduğu için
kullanıldı:
1. Dinine İbrahim’in dini denilen
Hz. İbrahim’in emirleri.
2. Dinine “Budizm” denilen Buddha
Guatama.
3. Dinine “Konfiçyüsçülük”
denilen Konfiçyüs.
4. Dinine “Yahudilik” denilen Hz.
Musa’nın emirleri. Hz. Musa Yahudiye bölgesinde doğdu. Bu sebeple dinine
liderinin doğduğu yerin adı verildi.
5. Dinine “Nasrani” denilen Hz.
İsa’nın emirleri. Hz. İsa Nasıra’da dünyaya gelmişti. O dönemde Hz. İsa
çarmıhta vefat edince insanlar inandıkları dine iki ad verdiler. İlk ad Hz. İsa’nın
doğduğu yere atfen “Nasrani” idi. İkinci ad ise O’nun öldürülmesinde kullanılan
aletin adına atfen “Hristiyan” idi.
6. Dinine “Muhammed’in dini” veya
“İslam” denilen Hz. Muhammed’in emirleri. İslam dini ismini Hz. Muhammed’in
doğduğu Arabistan coğrafyasından almadı. İslam ismini güttüğü gayeden, Allah’ın
emirlerine teslim olmaktan aldı.
Dinin ismi dinin belirlediği
hedeften, Allah’ın muradı olan o hedeften aldı. Çünkü Allah, dini insanlar
iyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı bilsinler diye göndermişti.
Tüm insanlar kurtuluşa erebilsin
diye Allah iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar. İnsanlara olan muhabbetinden ve
şefkatinden dolayı Allah, insanlara bu dünyada iyilik yapmayı, iyi olmayı
emreder, bunun karşılığında ahirette onlara çok daha fazla neşeye ve zevke
kavuşturmayı vaat eder ki insanlar iyiliğe meyletsinler.
Allah, bütün insanların kötü
olmasını yasaklar. Kim kötülük yaparsa ahirette azap ve ağır ceza ile tehdit
edilir. Bu tehdit, insanları kötü ve ahlaksız olmaktan korkutur.
Yukarıda, tek bir hak din olduğunu
ve amacının, bu dünyada yaşayan insanlara âhirete varıncaya kadar kurtuluş
yoluna rehberlik etmek olduğunu açıkladım. Buradan yola çıkarak, Allah’ın
insanlara dini indirdiğini, bu dinin Allah’ın insanların kurtuluşu için sunduğu
büyük bir yardım olduğunu düşünebiliriz.
Allah, dini insanlara büyük bir
yardım olarak indirmiştir ki bu yardım, esasen insana kâfi gelen bir yardımdır.
Bu yolda Allah, birçok kez, onlarca elçi göndermiştir.
Allah, kudret sahibidir. Bu
dünyadaki envai çeşit renk, nitelik ve özellik, O’nun kudretinin eseridir.
O’nun kudreti, tartışma kabul etmez bir gerçekliktir. Allah, ilkin Hz. Âdem’i
yarattı, O’nu cennete koydu, cenneti, cehennemi ve melekleri tanımasını
sağladı.
Hz. Âdem (a.s.) Allah’ın
yarattığı her şeyden, hatta meleklerden bile daha fazla tercih edilen ve daha
asil bir varlık idi.
Meleklere Allah tarafından Hz.
Âdem’e teslim olmaları emredildi. O’na Şeytan (İblis) dışında hepsi itaat
ettiler. Bu ret yüzünden Şeytan, Allah’ın gazabına uğradı ve kendisine şiddetli
bir ceza vaat edildi.
Hz. Âdem’e Tanrı tarafından Şeytan’ın
sonsuza dek kendisinin ve soyunun düşmanı olacağı söylendi.
Hz. Âdem, daha sonra soyuna
Tanrı’nın tüm emirlerini açıkladı. Bu açıklamaya inanılıp inanılmadığı,
yalnızca onu açıklamayı işiten bağlıydı.
Allah’ın gönderdiği peygamberler,
Allah’ın razı olduğu şeyleri insanlara yeterli delillerle açıklarlar, fakat o
zaman inanmayan çok insan vardır.
Allah, Hz. Âdem’den Hz.
Muhammed’e (s.a.v.) kadar bütün insanlara kendileri için tartışmalı olanları
açıklamak, böylelikle gaybdan (insanların genelde hakkında cahil oldukları
konuları veya ölmeden önce bilemediği hususları) habersiz kalmasınlar diye
peygamberler göndermeye devam etti.
Şeytan veya şeytanî düşüncelere
sahip insanlar yüzünden, tek gerçek din hiziplere ayrıldı. İnsanların her zaman
ün, güç ve büyük statü için savaştığı feodal zamanlardan başlayarak, dinin
bozulmasına yol açan bu koşullar ortaya çıktı.
Bugün Şeytan’ın değerlerine
uymayan dinî emirler kolayca terk edildi. Ağızlarıyla dine inanıp, kalplerinde
Şeytan’ın peşinden giderek ikiyüzlü olmayı seçiyorlar. Bu husus, aşağıdaki
açıklamamda delilleriyle izah ediliyor.
İslam’da
Komünizm
Allah, insanlığı kendisine kâfi
gelen örgütsel bir düzen içerisinde yarattı ki her bir kişi insanlığın uymak
zorunda olduğu o düzeni iyi bilsin. Tam da bu sebeple Allah kudretlidir. O’nun
istediği her şey yapılmalıdır. Allah’ın kudreti, bu dünyanın muhtevasında tüm
delilleriyle mevcuttur:
1. Farklı görünüşlere sahip
farklı tipte insanlar vardır.
2. Küçük büyük, farklı tipte
ağaçlar yetişmektedir.
3. Çiçekler, yapraklar, meyveler.
4.Gökyüzünde küçük büyük, farklı
tipte yıldızlar vardır.
5. Farklı şekillerde şakıyan
farklı tipte kuşlar vardır.
6. Nehir veya deniz gibi sudan
oluşan ortamlarda yaşayan farklı tipte mahlukat vardır.
Karalar ve içindeki mahlukat,
güneş, ay ve yıldızlarıyla gökyüzü, sudaki balıklar ve diğer hayvanlar…
Bunların hepsinin kendi doğaları, kendi tatları ve kullanımları vardır. İnsan,
bunların hiçbirini yaratamaz, kökenlerini ve nedenlerini bile açıklayamaz.
Ancak, bunları ciddi olarak düşünürsek, tüm bunların Yaratan’dan olduğunu inkâr
etmemiz artık mümkün olmaz; Hepsi, Allah’ın kudretinden değil midir?
Yukarıda, Allah’ın, insana kâfi
gelen bir örgütsel yapıyla ve düzenle birlikte yarattığını, insanın bu dünyada
yaşadığını, onun akıl ve düşünceye sahip olduğunu açıkladım. İnsan, böyle bir
akıl ve düşünce ile ilerleyebilir ve ilerleme, ancak ister işitmek için
kulaklar ister gözler için olsun, ilerleme yoluna işaret eden bu dünyanın
olaylarını görmeye yarayan araçlar kullanarak gerçekleşir. Bu ilerleme azar
azar gerçekleşir, zamanla daha mükemmel hâle gelir, tıpkı okul çocuklarının
seviyeleri gibi. 1. sınıftaki çocuklar 2. sınıftan ders alamazlar, aynı
şekilde, 2. sınıf öğrencileri 3. sınıfın derslerini geçemezler.
Hz. Âdem (a.s.) devrinde
insanlar, hayvanlar gibi bir ahlâka sahiptiler ve bu nesilden nesile aktarıldı.
Çocuklara, toplumları tarafından tamamen normal görüldüğü için bu şekilde
davranmaları öğretildi. Bu nedenle Allah, Hz. Âdem’in (a.s.) torunlarına ders
vermek ve onlara yol göstermek için peygamberler gönderdi. Bu rehberlik, Tanrı’nın
bir lütfudur. İşte bu rehberliğe “din” diyoruz. Yani din, Tanrı’nın rehberliği
demektir.
Hz. Âdem (a.s.) zamanında onun
soyundan gelenler, O’nun dinine “Âdem’in dini” dediler. Yani bu din, Hz. Âdem
tarafından yayılan Allah’ın emirlerini ifade ediyordu.
Hz. Âdem (a.s.) vefat ettikten
sonra epey bir zaman geçti. Allah, bir elçi daha gönderdi. Bu zat, Âdem’in
soyundan olup, sürekli adaleti gözeten ve kalbi her türlü kötülüklerden temiz
olan biri olduğu için seçilmişti.
İkinci lider. Yüce Allah, faydalı olan her şeyde insanın
ilerlemesiyle ilgili kanunu değiştirdi. Bu koşullar ve sürekli gelişimleri
nedeniyle, insanlar, giderek (zihinsel düzeyde) ilerledi.
Çağımızda çoğu insan, sonuçlarını
dikkatlice incelemeden, her türlü ilerlemeyi iyi olarak kabul ediyor. Elbette
bu tür iyilik iddiaları, tamamen yanlıştır, çünkü “ilerleme”, bilgi ve aklı
ilerletmek anlamına gelir, bu bilgi ve akılsa, insan ahlakına ve manevi
değerlerine bağlıdır. Ahlak ve manevi değerler ne zaman zayıflayıp yozlaşmışsa,
ilerleme, insanlara hiçbir fayda sağlamamış, bilâkis, yıkıma dönüşebilen, hatta
dünyadaki güvenliği ve düzeni tehdit eden yolsuzlukları ve sıkıntıları artırmıştır.
Ama iyi ve uygun bir temele sahip ilerlemeye gelince, onun etkisi de dünyadaki
iyilikleri ve doğruluğu artırır.
Bu artık tartışılamaz, çünkü
Allah, Kur’an’da bilgisini kullanmayan, yani doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü
ayırt edebilen, ancak iyiliği kullanmayan, fesatı ve yanlışı ortadan
kaldırmayan bilgili kişilerin olduğunu bildirmiştir. Allah, onlara gazap eder
ve onlar ağır bir azaba katlanırlar. Bu, İslam’a ve Kur’an’a dayandığını iddia
eden Muhammediye tarikatının ve başını Tjokroaminoto’nın çektiği Beyaz Sarekat
İslam’ın tutumlarında, birçok yalan vaatte bulunan bu iki örgütün büyüdükçe
kötüleşmelerinde görülebilir. Bu kötüleşme, Allah’ın gazabının delilidir. Bekleyin
ve görün, bunlar, eninde sonunda kendi mezarlarını kazacaklar. Bu arada, iyilik
ve doğruluk üzerine kurulu tüm ilerlemeler mevzi kazanmaya devam edecek,
iyilikleri ve doğrulukları giderek daha fazla ortaya çıkacaktır. Bunun nedeni, Allah’ın
yüce mesajını göndermek için perdeyi aralamış olmasıdır.
(Onlar, halkın düşmanlarından
ve İslam düşmanlarından talep edip aldıkları yardımı beraberlerinde mezara
götüremeyeceklerdir. -Harun Reşid’in tashihi)
Allah’a kulluk ve Allah korkusu
ile ilgili iman meselelerini anlatan ikinci veya üçüncü peygamberin önderliği
ile insanlığın zihni açılmaya başladı. Ayrıca, insanlığa karşı cömert, âdil ve
merhametli olarak nitelendirilen bir Kral olan Allah’ın niteliklerini de
açıkladı. Bu nedenle Allah, cenneti ve cehennemi, O’nun emirlerine göre yaşayan
insanları ödüllendirmek için cenneti, cehennemi ise yozlaşmış, fesat peşinde
koşan, kötü yaşayan insanları tehdit etmek için yarattı. Cennet ve cehennem,
insanların Allah’ın emirlerine göre iyilikleri kolayca ve mutlulukla yapsınlar,
ifsattan uzak dursunlar ve Allah’ın emirlerine karşı gelmesinler diye insanların
düşüncelerine rehberlik etmek için vardır. Bu, aynı zamanda Allah’ın insanlığa
olan sevgisi ve merhametine de bağlıdır.
Allah, melekleri, insanlar
Allah’ın emirlerini yerine getirebilsinler diye onlara hizmet etmeleri için
yarattı. Allah’ın seçtiği elçiler, insanlığa verilen emirleri melekler
aracılığıyla aldılar. Bazı meleklerse insanların amellerini denetlemek,
nefslerini arındırmak, cennete ve cehenneme bekçilik etmek gibi görevler
üstlendiler. Allah’ın elçileri (resulleri) bu bilgileri, Hz. Âdem’den başlayıp
son peygambere dek insanlığa aktardılar.
Allah’ın elçileri yaratmasına
gelince, bunlar, insanlığa faydalı olan iman meselelerini tebliğ etmenin yanı
sıra, insanların karanlığa düşmesini ve şeytanın fitnesine kapılmalarını
önlemeye de yardımcı olur. Ayrıca, insanî ilerlemeye öncülük etmeye de katkıda
bulunurlar. Bu nedenle, elçilerdeki değişiklikler, (kurtuluş için dünyevi
kuralları ifade eden) şeriatın da Allah’a olan bağlılığın niteliğinde ve
biçiminde de değişikliklere sebep olurlar.
Allah, peygamber (nebi) ve elçi
(resul) olarak yetiştirilen insanları seçer. Burada bir iki değil, onlarca
hatta yüzlerce insandan söz edilmektedir. Elçiler de Allah’ın huzurunda ağır
bir yemin ederler. Elçilerin ve peygamberlerin ettiği bu yeminin Kur’an’daki
hâli şu şekildedir:
“Hani,
Allah peygamberlerden, ‘Andolsun, size vereceğim her kitap ve hikmetten sonra,
elinizdekini doğrulayan bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka iman edeceksiniz
ve ona mutlaka yardım edeceksiniz’ diye söz almış ve ‘Bunu kabul ettiniz mi;
verdiğim bu ağır görevi üstlendiniz mi?’ demişti. Onlar, ‘Kabul ettik’
demişlerdi. Allah da ‘Öyleyse şahid olun, ben de sizinle beraber şahit
olanlardanım’ demişti.” [Âl-i İmrân: 81]
Sevgili okurlarım, sanıyorum ki, “Din”
dediğimiz şeyin biricik olduğunu, yani Tanrı’nın rehberliği olduğunu anlıyoruz.
Günümüzde olduğu gibi çoklu veya bölünmüş dinler yoktur. Dinin bugünkü durumuna
gelinceye kadar yıkımına neyin sebep olduğunu iyice araştırın. Bana göre sebep,
manevi değerleri hakikatten sapan aristokrat, feodal ve kapitalist sınıfların
ahlâkından başkası değildir, öyle ki yazdıkları kitaplar, bize Din’in gerçek
hakikatinden uzak olanı öğretmektedir.
Yukarıda Din için farklı
isimlerin her birinin her grubun arzularından, elçilerin isimlerinden ve
doğdukları topraklardan alındığını açıkladım. Daha sonra ortaya çıkan Din
isimleri, güçlü bir biçimde hissedilene dek, bir kabilecilik duygusu yaratmaktadır,
bu nedenle diğer gruplardan hakikat hakkında tavsiye almak istemezler. Bu nedenle,
Allah, son peygamber olan Hz. Muhammed’e (s.a.v.) onu sadece Din’in amacı
üzerinden isimlendirmesini emretti. Din, Tanrı’nın rehberliği demektir. İslam,
bu dünyada ve ahirette güven içerisinde olsunlar diye, insanlar için umumi
kurtuluş peşinde olmak demektir. Bu vasıflar bir araya getirildiğinde,
karşımıza “İslam Dini” çıkar.
Bundan sonraki kısımda Allah’ın
peygamberi Hz. Âdem’in (a.s.) önderliğinde insanoğlunun hayatı anlatılacaktır. İnsanlar,
kendi başına büyüyen ağaçlardan meyve almanın yanı sıra, insanların yediği
şeylerden de gerekli olanı dikmeye yönlendirildiler.
Örtünmek için yapraklardan ve
ağaç kabuklarından faydalandılar.
Evliliğe gelince, hâlâ aynı anne
babadan olan kendi kardeşleriyle evlenen kardeşleri vardı, çünkü insan sayısı
hâlâ çok azdı.
O zamanlar zaten Allah’ın
emirlerine uymayı sevmeyen insanlar vardı, bu yüzden dinsizdiler. O zamanlar kadınlar
cinayetler işliyorlardı . Bu nedenle,
insanlar, daha sonra akrabaları arasında ayrıma gittiler.
Zaman geçtikçe, tarım ve yemek
pişirme aletleri, ormanlarda ve denizde hayvanları avlamak için aletler vb.
gibi alanlarda insan gelişme kaydetti. Ayrıca kıyafetleri tamir etmek için
aletler de icat edildi. O zamanlar henüz para olmadığı için alım satımın
kuralları yoktu; her şey, her birinin tercihine göre, belirli malları başkaları
için pazarlık ve ticaret yoluyla gerçekleştirildi. Hepsi, Allah tarafından
gönderilen peygamberleri tarafından yönetiliyordu.
Yıllar geçtikçe insan nüfusu
arttı, bu yüzden azken kaldıkları yerlerde kalamaz oldular. Sonra gruplara ve
mahallelere ayrıştılar. En nihayetinde, peygamberlerin ve elçilerin önderlik
ettikleri, tüm insanlığın bir aile olduğuna, tek bir kişiden, Hz. Âdem’den kaynak
aldığına inananlar hariç, tüm insanların ilişkileri giderek koptu, dolayısıyla
kardeşlik ve birlik duyguları yok oldu.
Daha sonra insanları yok etmek
için yola çıkan şeytanî değerler, özellikle Allah’a olan inançları değişsin
diye insanlara musallat oldu. Böylece insanlarda kötülüğe çalan fikirler ortaya
çıktı. Güçlerini ve cesaretlerini, hem kendi akrabalarından hem komşularından hem
de başkalarından çalarak gösterdiler. Hayata duydukları öfke ve güçlü hayvanların
zayıf olanlara zulmedip onlara hâkim olduğuna dair bilgiyle yollarına devam
ettiler. Zamanla insanlar, açıktan mülkiyet haklarının peşine düştüler.
Bu gelişmeler, tek bir aile
olmalarına rağmen, grupların dağılmasına, köy liderlerinin veya başkanlarının
ortaya çıkmasına neden oldu. Bu grupların her birinin, kendi liderleriyle birlikte,
çoğunlukla sadece otoriteyi tesis etmekle ilgili kendi kanunları vardı. Lider
olan insanlar, diğerlerinden daha güçlü olanlardı. Her grubun ayrıca kendi
gelenekleri ve inançları vardı. Bazıları putlara tapardı, bazıları güneşe, aya,
yıldızlara, ineklere vb. Bu nedenle gruplar arasındaki ayrılıklar daha da
güçlendi ve bu noktada bir kabilecilik duygusu ortaya çıktı.
Bu bölünmelerden yoğun düşmanlık,
savaşlar ve çatışmalar ortaya çıktı, sürecin sonunda krallar başa geçtiler. Bu
krallar çağında, hukuka ve hükümete “mutlak monarşi” deniyordu, yani yönetimde
hiçbir sınır yoktu, tüm güç kralın elindeydi. Birinin çocuğunu, karısını veya
malını kaçırmak dâhil her konuda kralın iradesine mani olacak hiçbir şey yoktu
ortada. İnsanları öldürmede bile sınır yoktu. Tüm topraklar, yalnızca krala ve
sadece kral için çalışan insanlara aitti.
Zamanla kralların belirlediği
kanunlar ve onlara ait arzular, halk tarafından redde tabi tutuldu. Bu derin
tiksinme ve nefret duygusu, insanlarda krallara ve yandaşlarına karşı direnme
isteği uyandırdı, bu sebeple, onları ortadan kaldıran isyanlar yaşandı.
Böylece kralların egemenliği
(mutlak monarşi) ortadan kalktı ve feodal yönetim, yani aristokrat sınıfın
(soyluların) egemenliği ortaya çıktı. Bu dönemin koşulları da halkın yararına,
bu yüzden sonunda halk isyan etmek ve o despotik feodal hükümeti devirmek için
bir araya gelip mücadele etmeyi bildi. Feodalizmin çöküşüyle birlikte hükümetler,
aristokratların halka
karşı zulmünü ortadan
kaldıran kanunlar
hazırladılar. Bununla birlikte, bu kanunlar, halkın çoğunluğu için de yararlı
değildi, çünkü onlar aristokratlar tarafından yapılmıştı, sadece onların
hayrınaydı ve sadece onlar, o kanunlardan istifade edebiliyorlardı. Halkı
aldatmak için kullanılan statülerinde ve azametlerinde en ufak bir düşüşe izin
vermediler.
Bu kanunlar halka fayda
sağlamadığı için, 1789 civarında Paris’te, halkı bedbaht eden kanunları ve o kanunlar
üzerinden yapılan haksızlıkları ortadan kaldıran bir devrim gerçekleştirildi.
Bundan sonra, halk tarafından kontrol edilen Paris’te Cumhuriyet tesis edildi.
Böylelikle halk, kendisini temsil eden bir grup insanı meclise gönderme imkânı
buldu. Eskiden mecliste sadece kralın bakanları bulunuyor, halk için atılacak
adımlara onlar karar veriyordu.
Ancak bu meclis de yararlı
olmadı, çünkü sadece güçlü ve kudretli olanlar vekil olma hakkına
kavuşabiliyordu. Halkın çıkarlarını öne koyacak, onun bağrından çıkan gerçek
halk vekilleri, mecliste kendilerine pek yer bulamadılar, hatta bu insanlara
hiç kulak verilmedi.
Endonezya’da kurulan Volksraad
[Hollanda’nın sömürgesi olan Doğu Hint Adalarında 1918-1942 arası dönemde faaliyet
yürütmüş olan meclis –“Halk Konseyi”] içi boş, anlamsız bir meclis. Meclisin sadece
adı var, kendisi yok. Çünkü bu meclisin kendi içerisinde tartışılmış herhangi
bir kararı yürürlüğe koyma hakkı bulunmuyor. Halkın sesine yer vermediği için,
bu meclisin ne kadar zayıf bir yapı olduğu görüldü.
Kararlı bir şekilde halkın
yanında yer alan temsilciler, bugün sadece elitlerin partisi olan Politiek
Economische Bond’un [“Politik Ekonomik Birlik”] üyelerinden oluşuyor. Hâsılı,
meclisle yönetilmek hayırlı bir şey olsaydı, dünya bugünkü hâlde olmazdı (karışıklığın
kural hâlini aldığı bu yozlaşmış dünya düzeninde her milletten ve dinden
insanlar acı çekiyor).
(Bu konuyu tüm açıklığıyla öğrenmek
istiyorsanız, Datoek İbrahim Tan Malaka yoldaşın yazdığı “Parlamento mu Sovyet
mi?” kitabını okuyunuz. -yayın yönetmeni)
Bu noktada, dünyayı iyiliğe
yönlendirmek için peş peşe elçiler gönderen Allah ile ilgili tartışmamıza
dönelim. Bu elçiler, Allah’ın dileklerini kolayca yerine getirsinler diye,
sayıları çok olan, ünlü ve hakikati arayan topluluklardan alındı. Gerçek
liderliği takip etmeyen topluluklar yok edildiler. İyi önderlere uymayan ve helâk
edilenlerin kıssalarını, Kur’an-ı Kerim’de aktarıldığı biçimiyle basit bir
dille anlatmaya çalışalım.
Allah, insanlığa rehberlik eder
ki bu sayede insan başkalarını görmeyen bencillikten uzak durup hakikatten uzaklaşmasın.
Bu tespit, Allah’ın kâinata ve Hz. Muhammed’e verdiği, Kur’an’da Nisâ suresinde
geçen ifadeyle uyumludur:
“Ey
Muhammed! Biz sana Kitab’ı hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın
sana öğrettikleri ile hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma. Allah’tan
mağfiret dile. Allah bağışlar ve merhamet eder. Kendilerine hainlik edenleri
savunma. Çünkü Allah hainliği meslek edinmiş günâhkârları sevmez.”
Bu ayetin açıklamasına gelince,
burada onun hakkında yorum yapmama gerek yok, çünkü hepiniz, kendi başınıza
geniş bir bakış açısına sahip olmamız ve doğruyu aramak için güçlü bir temel
üzerinde tartışmamız gerektiğini kesinlikle anlamışsınızdır.
* * *
Yukarıda Allah’ın her insan
topluluğuna, onları şüpheden uzak, doğru yola iletmek için elçiler
(peygamberler) gönderdiğini ve onların bu dünyada ahirete kadar kurtuluşa
erdiklerini açıkladım.
Allah’ın tüm insanlığa verdiği
tüm bu rehberlik, insan aklının [apaçık] gerçeğine dayanmaktadır ve [gerçekten]
Yüceler Yücesi olan Allah, artık korkulan bir güç değildir.
Bu emirlerin bazıları şu ayette
yazılı:
“Yemin
olsun ki biz, Nûh'u toplumuna gönderdik de o şöyle dedi: ‘Ey toplumum! Allah'a
kulluk ve ibadet edin. Sizin O’ndan başka tanrınız yok. Üstünüze çok büyük bir
günün azabının inmesinden korkuyorum.’ Kavminden ileri gelenler dediler ki: ‘Biz
seni açık bir sapıklık içinde görüyoruz!’ […]” [A’râf:59-60]
Hz. Nuh şöyle buyurdu:
“Ey
milletim! Bende bir sapıklık yoktur, ancak ben Âlemlerin Rabbinin
peygamberiyim, Rabbimin sözlerini size bildiriyor, öğüt veriyorum. Sizin
bilmediğinizi Allah katından ben biliyorum. Sizi korkutmak, sakınmanızı temin
etmek ve böylece de rahmete nail olmanızı sağlamak için içinizden birisine
Rabbinizden vahiy gelmesine şaşıyor musunuz?” [A’râf:61-63]
Burada “korku” kelimesi, takva
anlamındadır ve Allah’ı insanı bu dünyada ve ahirette selamete erdirecek olan emirlerini
imanla yerine getirmeyi ifade eder. Allah korkusu, aynı zamanda yan yana yaşayan
insanlardan korkmamak demektir.
Hz. Nuh, Allah’ın rehberliğinde
hareket etmiş, ama kendi insanları bu önderliğe karşı çıkmışlardır. Ama Allah,
kullarını her daim bağışlar. Bu dünyada ölene kadar insanları selamete
erdirecek olan Allah’ın emirlere Allah’a inanmayanlar bile bağlanacaklardır.
Sonrasında Allah, Hz. Nuh’a kendisi
ve yoldaşları için bir gemi yapmasını emretti. Ardından tufan koptu, her yanı
sel suları bastı. Allah’ın emirlerine karşı gelen herkes o tufanda ölürken, Hz.
Nuh ve yoldaşları kurtuldular.
Allah, hakikati bir kez de değil,
tekrar tekrar göstermek için insanları felâketle yüzleştirdi.
“Fakat
onlar, onu inkâr ettiler, yalancı saydılar, biz de onu ve onunla beraber gemide
bulunanları kurtardık ve ayetlerimizi yalanlayanları suya boğduk. Şüphe yok ki
onlar kör bir kavimdi.” [A’râf:64]
Allah, Hz. Salih’in önderlik edeceği
dini vahyettiğinde O’na karşı gelenler de felâketle yüzleştiler:
“Büyüklük
taslayanlar, ‘Sizin inandığınızı biz inkâr ediyoruz’ dediler ve dişi deveyi
kesip devirdiler; Rablerinin buyruğuna baş kaldırdılar, ‘Ey Salih, eğer sen
peygambersen, bizi tehdit ettiğin azaba uğrat bakalım’ dediler. Bunun üzerine
hemen onları, o sarsıntı yakaladı, yurtlarında diz üstü çökekaldılar.”
[A’râf:76-78]
Hz. Lut’un kavmi de benzer bir durumla
karşılaştı:
“Bunun
üzerine Lut’u ve taraftarlarını kurtardık; yalnız karısı, geride kalıp helâke
uğrayanlardan oldu. Geriye kalanların üzerine öyle bir yağmur yağdırdık ki!
Günâhkârların sonunun nasıl olduğuna bir bak!” [A’râf:83-84]
Yukarıda aktarılan kıssalarda
insanların Şeytan’ın ve hayvanatın yolunda yürümemesi gerektiğinden,
başkalarını düşünmeleri, birbirlerine yardım etmelerinin şart olduğundan
bahsediliyor. Kendi sıradan arzularına kul olanlar, karnını ve cebini doyurmaktan
başka bir şey yapmayanlar eleştiriliyor. Onların doğruyla yanlış arasındaki
ayrımı umursamadıkları, bu sebeple en çok kendilerine ekmek verenlerden korktukları
üzerinde duruluyor.
Rehberlik, Tanrı’nın iradesine
tabidir. İlk zamanlardan bugüne dek Allah’a ve elçilerine iman edenler her
zaman iç içedirler, bu şekilde ilimleri artar, insanî bir ahlaka sahip olurlar.
Henüz peygamberlerden hidayet
almamış olanlar ise, karışık bir ahlâka ve tabiata sahiptirler. Bazıları
ormandaki hayvanlar gibi tabiatlara sahiptir, yani güçlerini ve cesaretlerini
kullanarak, kendi aralarında yiyecek ve kadın kapmak için savaşırlar. Bazıları
ise silâh olarak akıl ve zekâyı kullanırlar.
O devirde biri ölse, kimisi
zalimce davranıp ölünün boynunu keser, başını evlerinde süs olarak kullanırdı,
başkaları ona cesur ve güçlü bir adam desin diye. Hatta bazıları evlerini
kafalarla döşerdi.
Ama bir yandan da bilinen din
kurallarına göre yaşayan, gelgelelim her şeyi işiten ve bilen Allah’ın peygamberlerini
ve elçilerini inkâr eden insanlar da vardır. İçlerinden, peygamberlerin Tanrısı
gibi güç sahibi olduklarını iddia edenler çıkar. Çalışanlarını araçları gibi
kullanarak durumları ve dünya koşullarını belirlerler.
Bu tür kuralların ortaya çıkması,
kraliyet hukukunun gelişmesinin kısmi bir nedeniydi. Geçmişteki krallıklar,
bugünle karşılaştırıldığında, tiranlık açısından hiç de kusurlu sayılmazlardı,
yani tüm toprakların, ormanların, dağların vs. mülkiyeti krala aitti.
Geçmişteki krallıklar, bugünkülerle
ciddiyetle kıyaslansa, aradaki farkın insanlığın ilerlemesindeki hızın
artışından kaynaklandığı görülür. Geçmişteki krallıklar, işleyiş dâhilinde
hudutsuzdu, bugünün krallık rejimleriyse, düzeni kanunlardan istifade ederek
sağlıyorlar. Eski çağlardan kalma krallıkların tabiatları üzerinde tefekkür
edip, din kurallarına göre mukayese edebilmeniz için, aşağıda, Kur’an’da bahsi edilen
krallıklara dair örnekler aktaracağım.
-Devam
edecek-
[Elli yaşında üç çocuk babası olan
Hacı Muhammed Misbah, 24 Mayıs 1926’da Papua Manokvari’de sürgünde iken vefat
etti. Bu sebeple çalışmanın devamını kaleme alamadı.]
Hacı
Muhammed Misbah
Medan Moeslimin, Sayı.
2-6
1925
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder