Pages

13 Eylül 2022

İslamcılık ve Komünizm

❀❀❀

الحكمة ضالة المؤمن حيث وجدها التقطه ا

“İlim ve irfan müminin malıdır, nerede bulsa alır.”


I

Amaçlarımı aktarmadan önce, bu çalışmanın ana kısmını teşkil eden yazıda yer verilen görüşleri izah edeceğim. Ama öncelikle Medan Moeslimin dergisinin 15 Temmuz 1924 tarihli 14. sayısında verdiğim sözü hemen yerine getiremediğim için tüm komünist okurlarımdan, bilhassa dünya üzerinde yaşayan tüm Müslüman dostlarımızdan özür dilerim. Bu gecikmenin sebebini aşağıda izah edeceğim:

Daha önce gönderdiğim, (Medan Moeslimin’in 18-24. sayılarında yayımlanan) Cava’dan Manovari’ye (Papua’ya) yaptığım yolculukla ilgili raporu kaleme aldıktan sonra bazı engellerle karşılaştım. En büyük oğlum (Masdoeki) hazım güçlüğü çektiğinden, dört gün dört gece uyumadı, annesini babasını tanıyamayacak duruma geldi. Köydeki dostlarım, seferber olup oğlumu iyileştirmek için uğraştılar, ama ilâç ve vaatleri batıl inançtan başka bir şey değildi. Sonra doktor bulduk. Onun uyguladığı tedavi sonrası çocuk iyileşti de günler sonra uyku uyuyabildi.

Oğlum iyileşti, ama bu sefer de annem hastalandı. Bu esnada aşırı kan kaybetti. Doktor, muayene edip tedavisini gerçekleştirdi. Elhamdülillah, şimdi gayet ve mutlu.

Umarım dostlarım, özellikle Medan Moeslimin okurları tüm bu gecikmeyi anlayışla karşılar.

Esasında İslam ve Komünizm meselesiyle ilgili yazım, gerçek Müslüman ve komünist olduklarını iddia edenler, yani İslam dininin ve komünizmin yükümlü kıldığı şeyleri düzenli olarak yerine getirenler için önem arz etmektedir. Buna karşılık Muhammediye tarikatı ve Sarekat İslam’ın başındaki Tjokroaminoto gibi sahte bir yaklaşım içinde olan kişiler için bu üzerinde durduğum konular zehirden farksızdırlar. Bu iki örgütün gerçek İslam dinine hizmet eden hareketlerin başını çektiğini kimse söyleyemez. Doğrudur, bu kişiler, sürekli çıkıp Müslümanlıklarıyla gösteriş yapıyorlar, ama gerçekte burada yapmacıklık ve sahtekârlık söz konusudur. Bu insanlar, İslam’ın kurallarına uysalar da basit arzularının değer verdiği kuralları cımbızla seçiyorlar, hoşlanmadıkları kuralları ise rahatlıkla çöpe atıyorlar. Esasen bu kişiler, her şeyi duyan ve bilen Allah’ın emirlerine karşı geliyor, bu çağda yol açtığı kötülükler herkesçe görülen kapitalizmin yerine getirdiği Şeytan’ın (Allah’ın laneti üzerine olsun) iradesinden korkup o iradeyi seviyorlar.

Aynı durum, İslam’ı yok etmek isteyen görüşler dile getiren, ama bir yandan da komünist olduğunu iddia eden komünist dostlarımız için de geçerlidir. Onlar, gerçek komünist değildir, gerçek komünist konumu hiçbir şekilde anlamıyorlar. Aynı tespiti, komünizmi kabul etmeyip Müslüman olduğunu söyleyenler için de dile getirmek mümkündür. Bu insanlar da İslamî konumu tam olarak idrak edemiyorlar.

Avrupa’da olduğu gibi insan hayatını değersizleştiren ve onunla kendi çıkarları için oynayıp duran fitneyle mücadele yükümlülüğünü yerine getiren halk hareketleri, bu fitneyi yayanları, düşmanın kim olduğunu gayet iyi anlıyorlar.

Bu sebeple, aşağıda sunduğum açıklamayı anlayana dek dostlarımızın yazılanları derinlemesine ve dikkatle okumasını umut ediyorum.

* * *

Eskiden halk hareketlerinin mücadele yürüttüğü sahneye Karl Marx isimli şahıs çıkmazdan evvel komünizm diye bir ifade ya da dile rastlanmıyordu. Ama o dönemde de zulüm ve adaletsizlik, tüm ağırlığıyla her yanı kuşatmıştı. Bu adaletsizliğin sebebi feodal sınıftı (aristokratlardı) ve kapitalist sınıftı. O gün de halk meseleleri anlamıyordu, dünyada yaşadığı sefaletin sebeplerini görmüyordu. İnsanlar ezildikçe zulme karşı direniyor, ama bu direniş doğru bir biçimde organize edilemiyordu çünkü bu insanlar, dünyadaki çürümenin sebeplerini belirleyecek gerçek bir örgüt inşa edemiyorlardı.

Marx, gazeteci olduğu dönemde, halkın maruz kaldığı koşulları ciddiyetle ele alıp inceledi. Ekonomiyle ve yoksulların durumuyla ilgilendi. Bu noktada Marx, dünyadaki karışıklığa sebep olan ana unsurları ve kaynakları tüm açıklığıyla gördü. Karışıklığın sebepleri ve kaynakları şunlardı:

1. Yoksulluğun sebebi, kapitalizmdir. Kapitalizm, mülkiyeti bir avuç insanın elinde toplayan, bir yandan da kâr peşinde koşan düzenin adıdır. Yoksulluğun sebebi, kapitalizmden kaynaklanan sömürü ve zulümdür. Yoksulluk insanların bedenlerini lime lime eder, onların hastalıklara yakalanmasına neden olur. Yoksul olan insan, hayatını heba eder, çünkü o, başını sokacak bir evden, üzerine giyeceği kıyafetten ve ekmekten mahrumdur. Yoksul kalan insanlar, sokaklarda avare avare dolaşmakta, pazar yerlerinde, ağaç diplerinde, köprü altlarında yaşamaktadırlar. Bu yoksullar yardım görmüyorlar, sonra polisin eline geçiyorlar, hapse atılıyorlar, sürekli kalacakları yeri olmayan bu insanlar, hapishanelerde 14 gün zorla çalıştırılıyorlar.

Bazı yoksullar, dolandırıcılık, hırsızlık, otoyol soygunları, haneye tecavüz gibi suçlar işliyorlar.

Tüm bu sorunlar, kapitalizm yeryüzünden silinip atılmadıkça ortadan kaldırılamaz. Geçinememenizin, bir geçim yolu bulamamanızın sebebi odur.

Bu dünyada hapishaneler ve polis, suça ve suç benzeri şeylere mani olmak için vardır. Oysa hapishanelere bakıldığında, suç oranlarındaki artış incelendiğinde, mani olma çabasının bir işe yaramadığı görülmektedir. Hapishanelerin ve polisin sayısı azalmak şöyle dursun, sürekli katlanarak artmaktadır. Kapitalizm, cehennemin dibini boylamalıdır!

2. Kapitalizm, çağında eğitim düzeyleri yüksek olsa bile insanların ahlakî ve insanî değerleri giderek azalmaktadır. Bu zafiyetle birlikte kapitalizm, insanları bir alet gibi kullanabilmektedir. Kapitalizmin istediği her şeyi hemen yerine getirmeyi bir mecburiyetmiş gibi gören insanlar, bu taleplerin kendilerine zarar verip vermeyeceğine, insanlıktan çıkartıp çıkartmayacağına bile bakmamaktadırlar. Bu durumun en açık kanıtı, Avrupa’da karşımıza çıkmaktadır. Avrupa’da milyonlarca insan, kapitalizmin yönlendirmesiyle, dizginlenemeyen gazabını açgözlülükle her yana yaymak isteyen kapitalizm şeytanını yücelttikleri ve destekledikleri için, hayatlarını kaybetmiştir. Piyasalar da sanayi de bu gazabın önünde diz çökmektedir.

* * *

Kapitalizm: Sadece kişinin ihtiyaç ve isteklerini öne alıp, sürekli kâr peşinde koşanların düzeni.

Sermaye: Kâr peşinde koşmak veya elde etmek için kullanılan şeyler.

Kapitalist: Sadece bir avuç azınlık için kâr üretecek insanlara ve ve araçlara sahip kişi. Fiyatların düşeceğine veya yükseleceğine karar verenler bunlardır.

Zanaat atölyelerinin sayısı giderek azalıyor. Hatta kârı hızla ve kolaylıkla elde etmek için ürün üreten kapitalistlerin elindeki makinelerin baskısıyla bu atölyeler, tümüyle ortadan kayboluyor.

Tüm bu yeni şeyleri yaratan makineler gelişiyor, güncelleniyor, böylelikle üretim artıyor, işçi sayısı düşüyor.

Örneğin önce bir makine geliştiriliyor ve bu makine, 100 işçi kullanarak günde 10.000 kalem ürün üretebiliyor. Sonra ondan daha iyisi geliştiriliyor, bu da 50 işçi kullanarak günde 50.000 kalem ürün üretebiliyor. Bu sebeple diğer elli kişi işten kovuluyor, geçim imkânlarından mahrum kalıyor. Bu elli kişi gidip başka bir şirkete teslim oluyor, elleri işlesin diye başka işçilerle rekabet ediyor. Böylelikle kısa süre içerisinde işçilerin ücretleri düşüyor. Bu durum, işçi sınıfının elindeki geçim imkânları sadece kapitalist sınıfa bağlı olana dek devam ediyor. Bu insanlara “proletarya” deniliyor.

İlk geliştirilen makineye sahip olan kapitalist üzerinde ikinci geliştirilen makinenin doğuşu ile birlikte baskı hissetmeye başlıyor. İş sahasından çıkmak zorunda kalıyor. Bu da başka insanların ekmeklerinden olmasına yol açıyor. Hatta o ilk geliştirilen makineyi kullanan işçilere at arabasıyla sebze meyve satan adam da işsiz kalıyor.

Bu işçilerin ve küçük satıcıların yüzleştiği sefalet sadece onları etkilemiyor, bu kaderi çocukları, eşleri, onların eline bakan tüm insanlar paylaşıyorlar.

Bu yoksulluk sebebiyle insanlık dışı, dini ayaklar altına alan birçok farklı durum ortaya çıkıyor.

Sürekli ürün üreten kapitalist sınıf ülkesinde yaşayan insanların ihtiyaçlarını asla dikkate almıyor, bu sebeble ürettiği ürünler talebi her daim aşıyor. Bazı ürünler birikiyor, ülke içerisinde satılamaz hâle geliyor, zira her gün insanlar kıyafet gibi ürünleri satın almıyorlar. Bu sebeple bu ürünleri üreten fabrikalar kapanıyor, yüzlerce işçi kovuluyor, ekmeklerinden oluyor. Sonrasında bu gelişme insanları insanlıktan çıkartıyor, birçok insan dinin getirdiği yasakları ihlal ediyor.

Kapitalist sınıfın arzusu, kârını sürekli artırmak yönünde. Onlar hiç kaybetmek istemiyorlar. Bu sebeple kapitalistlerin çalışanlarının sayısını ve masraflarını sürekli azaltmaları gerekiyor. Bu insanlar ayrıca o biriken malları ve yeni üretilen diğer ürünleri satacak pazarlar bulmak için başka ülkelere gitmek zorunda. Bunun dışında kapitalistler, fabrikalarda ürünlerin üretilmesinde kullanılan hammaddeleri elde edebilmek için başka ülkelerde o malzemeleri arama ihtiyacı duyuyorlar. Kapitalist sınıfın kendi ürünlerini kolayca, hiçbir engelle karşılaşmadan satabilmeleri için onların pazar hâline getirilmiş o ülkeyi tümüyle kendisine tabi kılması, onu ister barışçıl isterse savaş ve kıyım gibi şiddet araçları yoluyla, sömürgeleştirmesi gerekiyor.

Makineyle üretilmiş, güzel ve gelişkin görülen, ucuza satılan ürünlerin gelişiyle birlikte ülkenin kendi işletmeleri kapanmaya başlar. Ülkenin bağımsızlığı azalır veya tümüyle ortadan kalkar. Sömürgede yoksulluk yıldan yıla daha da kötüleşir (Bu yoksulluğu burada, Endonezya’da hissetmek ve görmek mümkündür -yayın yönetmeni)

Kendi ürünlerini satmak veya sermayesini yatırmak için pazar olabilecek sömürgeler arayışına giren kapitalistler çoğunlukla bu sömürgeler için birbirleriyle savaşırlar.

Bu savaşlarda top mermilerinin, bıçakların ve bombaların karşısında heba olan kapitalist sınıf değil, onun tarafından kurban edilen yoksul halktır.

Bu noktada kapitalist sınıfın yegâne arzusunun kârını binlerce insanın sefaletini hiç düşünmeden artırmak olduğunu bir an bile akıldan çıkartmayalım. İşçi sınıfı tam da bu sebeple tüm zamanını ve enerjisini kapitalist sınıfın kâr arayışında harcamak, kapitalist sınıfın iktidarına bağlanmak zorunda kalıyor.

Kapitalist sınıf, işçi sınıfını milliyetine veya dinine bakmaksızın eziyor. Onu ezerken, aklına dindar insanların uymak zorunda oldukları dinî kurallar hiç gelmiyor. Örneğin Cava’da çalışan 60.000 demiryolu işçisini ele alalım. Bu insanlar, İslam’ın namaz ve oruç gibi şartlarını terk etmek zorunda kalıyorlar, çünkü namaz kılınacak zaman bizatihi efendilere, o işçileri sömüren patronlara tahsis ediliyor. Aynı durum fabrikalarda, limanlarda ve madenlerde çalışan işçiler için de geçerli. Bu insanlar, karınlarını doyurmak için para kazanmak adına namazı da orucu da terk etmek zorunda kalıyorlar. Başka seçenekleri olmadığı için bu işçiler çalışmazlarsa, eşleri ve çocukları ile birlikte açlıktan ölüyorlar.

Her yerde işçi sınıfı, tüm o enerjisi ve düşüncesinin yanında, dinini de kapitalizm için heba ediyor.

* * *

Yukarıda belirtilen nedenler, Karl Marx’ı kapitalizmin kötülüğünü görmeye ve kapitalizmin tarihsel materyalizm yoluyla iki paralık edilebileceğini düşünmeye sevk etmiştir. Daha sonra Karl Marx, 1847’de Paris’te Komünist Manifesto kitabını yazmıştır.

Manifesto’da bizatihi komünizmin mevcut hâlini görmek mümkündür.

Karl Marx, komünizmin halkın, özellikle de işçi sınıfının kalbine bizzat kapitalizm tarafından ekilen tohumun çatlaması sonucu ortaya çıktığını söylüyor.

Karl Marx, komünizm tohumunu ekenin kapitalizm olduğunu nasıl söyleyebiliyor? Çünkü özü itibarıyla sermaye, insanı kapitalizme direnmeye iten, kapitalizm tarafından yaratılan nefret ve cesaret tohumunu ekebilecek kadar kötü olan bir şeydir.

Kapitalizmin ektiği bu nefret ve cesaret tohumu, Karl Marx’ın “komünizm” dediği şeydir.

Bazı insanlar, komünizmden bir hayaletten söz edermiş gibi bahsediyorlar, onu korkunç bir şeymiş gibi görüyorlar. Bu görüş meşrudur, çünkü iyilik ekersek iyilik biçeriz. Aynı şekilde biz de yolsuzluk (baskı, sömürü, yozlaşma vb.) ekersek, meyvesini “direniş” olarak görürüz.

Kapitalizm kötü bir şeydir, çünkü yukarıda bahsedilenlerin yanı sıra, o, insanlar arasında kin ve kavgaya da neden olur.

Kapitalizm çağında para, insanların hayatlarının ana unsuru hâline gelir. Bu yüzden çoğu insan, parayı körü körüne sevmeye başlar. İnsanlıklarını unutsunlar diye parayla kör olurlar. Bedenleri ve ruhları sadece paraya teslim edilmiştir.

Biz komünistler, kapitalizmin tüm küçük numaralarını biliyoruz, bu yüzden bizi manipüle etmek için bu türden numaraya kimse başvuramaz, çünkü komünizm, gerçekten de kapitalizmin bağrından çıkan bir hayalettir. Ancak komünist olmayanlar, kolayca manipüle edilirler ve kapitalizmin araçları olarak kullanılırlar. Onlar, kapitalizmi iyi, doğru, yardımsever ve övgüye değer bulurlar.

Aslında biz de biliyoruz ki kapitalizm zekidir! Büyük ve zarif teorileri ve vaatleriyle, her dini alet olarak kullanabilmek için çabalar.

Ey komünist dostlarımız, bilhassa Müslümanlar, din temelli olduğunu iddia eden şu hareketlerin her birinin ülkü ve tavırlarını dikkatle inceleyip düşünün:

1. Başını Tjokroaminoto’nun çektiği “Beyaz” Sarekat Islam (İslam Birliği -SI);

2. Cavalı Katoliklerin Politik Birliği;

3. Yogyakarta Muhammediye Tarikatı;

4. Cemaatü’l Hasenat;

5. Benzer tavırlar içerisinde olan diğer yapılar.


II: İslamcılığın Komünizme Dair Açıklaması

فبشر عبا دى الذين يستمعون القول في تبعون احسنه اولئك الذين هداهم الله واو لئك هم اولو الال با ب

“Onlar ki sözü dinlerler, sonra da en güzelini tatbik ederler,
işte onlar Allah’ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir ve işte onlardır o temiz akıllılar.”

İslam’ın komünistler ve komünizm ile ilgili emirlerini açıklamadan evvel ben öncelikle, dinimizi benimseyen herkesin onu anlayabilmesi ve belirli bir dini benimseyenler, hatta benimsemeyenler de dâhil herkesin İslam hakkında bir fikri olmasını, bu dünyada süren hayata ait hakikate dair bir bilgisi olmasını sağlamak adına, İslam’ın gerçek durumunu açıklayacağım.

İnşallah, dostlarımız, dünyadaki tüm insanlık, ebedi kurtuluşa ermek için o büyük rehberlikten nasibine düşeni alır. Bilen gene de O’dur.

* * *

Kardeşlerim:

Hepiniz biliyorsunuz ki bu dünyada herkes bir dinin müridi. Bu dinler, hakiki oldukları konusunda sürekli bir rekabet içerisindeler, hatta bu dinlerin müritleri arasında bazen savaşlara tanıklık edildi, bu savaşlar, hakikat iddiasını ispatlamak ve bu hakkı ele geçirmek için verildiler. Bu tür bir savaş dinin hedefi değildir, bu savaşlar, fikriyatı yoldan sapmış olan insanların basit birer hatasıdır. Mesele şu şekilde izah edilebilir:

Din, dünyadaki tüm insanlar üzerinde kudret sahibi olan Allah’ın rehberliği olarak tasarlanmıştır. Böylesine güçlü tek bir Tanrı vardır ve bu nedenle de tek bir gerçek din vardır. İki veya üç veya daha fazla ilah yoktur, dolayısıyla iki veya üç gerçek din diye bir şey olamaz.

Kur’an-ı Kerim’de Al’i İmran suresinin 19. ayetinde şu buyruluyor:

ان الدين عند الله الإسلا م

“Şüphesiz, Allah katında din İslam’dır.”

Bu âyetten dolayı pek çok kimse, İslâm’ın sadece peygamberimiz ve efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) tarafından getirilen bir din olduğunu düşünüyor. Bazı Müslümanlar kibre meylediyorlar ve sadece kendi dinlerini doğru görüyorlar, diğer dinlerin müritlerinin de kendi dinleriyle övünmelerine ve liderlerini öne çıkartmalarına (yani dinî rekabet içerisine girmelerine) neden oluyorlar. Bu tür bir durum, aşağıdakilerin açıkça belirttiği gibi, insanı karanlığa mahkûm ediyor:

Din, Allah’ın rehberliğini ifade eder.

İslam emniyet [selamet] demektir.

Bu nedenle İslam dini, kurtuluş yolunu gösteren rehberdir. Bu, Allah tarafından tanınan bir dindir. Dinin kökenleri, isim bakımından çeşitlidir:

Aslında Allah, dini isimsiz indirmiştir. İlk başta Allah, “Âdem” adında tek bir insan yarattı. İkincisine “Havva” adı verildi. Artık elimizde “erkek ve kadın” terimleri var. Âdem ve Havva’nın bir araya gelmesi, günümüze kadar uzanan süreç boyunca nesillerin ortaya çıkmasını sağladı. Bu açıdan insanlığın kökeni tektir.

Allah, “Âdem”in ve onun soyundan gelenlerin yaşamı boyunca, Âdem’in dinini, onun soyundan gelenler arasında yaymak üzere, Tanrı’nın buyrukları olarak indirmiştir. O’nun emirlerini yerine getiren ve dini benimseyen tüm torunları, dine “Âdem’in dini” adını verdiler. Bu ad, yalnızca, diğer dinler gibi, onu yöneten kişinin adı olduğu için kullanıldı:

1. Dinine İbrahim’in dini denilen Hz. İbrahim’in emirleri.

2. Dinine “Budizm” denilen Buddha Guatama.

3. Dinine “Konfiçyüsçülük” denilen Konfiçyüs.

4. Dinine “Yahudilik” denilen Hz. Musa’nın emirleri. Hz. Musa Yahudiye bölgesinde doğdu. Bu sebeple dinine liderinin doğduğu yerin adı verildi.

5. Dinine “Nasrani” denilen Hz. İsa’nın emirleri. Hz. İsa Nasıra’da dünyaya gelmişti. O dönemde Hz. İsa çarmıhta vefat edince insanlar inandıkları dine iki ad verdiler. İlk ad Hz. İsa’nın doğduğu yere atfen “Nasrani” idi. İkinci ad ise O’nun öldürülmesinde kullanılan aletin adına atfen “Hristiyan” idi.

6. Dinine “Muhammed’in dini” veya “İslam” denilen Hz. Muhammed’in emirleri. İslam dini ismini Hz. Muhammed’in doğduğu Arabistan coğrafyasından almadı. İslam ismini güttüğü gayeden, Allah’ın emirlerine teslim olmaktan aldı.

Dinin ismi dinin belirlediği hedeften, Allah’ın muradı olan o hedeften aldı. Çünkü Allah, dini insanlar iyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı bilsinler diye göndermişti.

Tüm insanlar kurtuluşa erebilsin diye Allah iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar. İnsanlara olan muhabbetinden ve şefkatinden dolayı Allah, insanlara bu dünyada iyilik yapmayı, iyi olmayı emreder, bunun karşılığında ahirette onlara çok daha fazla neşeye ve zevke kavuşturmayı vaat eder ki insanlar iyiliğe meyletsinler.

Allah, bütün insanların kötü olmasını yasaklar. Kim kötülük yaparsa ahirette azap ve ağır ceza ile tehdit edilir. Bu tehdit, insanları kötü ve ahlaksız olmaktan korkutur.

Yukarıda, tek bir hak din olduğunu ve amacının, bu dünyada yaşayan insanlara âhirete varıncaya kadar kurtuluş yoluna rehberlik etmek olduğunu açıkladım. Buradan yola çıkarak, Allah’ın insanlara dini indirdiğini, bu dinin Allah’ın insanların kurtuluşu için sunduğu büyük bir yardım olduğunu düşünebiliriz.

Allah, dini insanlara büyük bir yardım olarak indirmiştir ki bu yardım, esasen insana kâfi gelen bir yardımdır. Bu yolda Allah, birçok kez, onlarca elçi göndermiştir.

Allah, kudret sahibidir. Bu dünyadaki envai çeşit renk, nitelik ve özellik, O’nun kudretinin eseridir. O’nun kudreti, tartışma kabul etmez bir gerçekliktir. Allah, ilkin Hz. Âdem’i yarattı, O’nu cennete koydu, cenneti, cehennemi ve melekleri tanımasını sağladı.

Hz. Âdem (a.s.) Allah’ın yarattığı her şeyden, hatta meleklerden bile daha fazla tercih edilen ve daha asil bir varlık idi.

Meleklere Allah tarafından Hz. Âdem’e teslim olmaları emredildi. O’na Şeytan (İblis) dışında hepsi itaat ettiler. Bu ret yüzünden Şeytan, Allah’ın gazabına uğradı ve kendisine şiddetli bir ceza vaat edildi.

Hz. Âdem’e Tanrı tarafından Şeytan’ın sonsuza dek kendisinin ve soyunun düşmanı olacağı söylendi.

Hz. Âdem, daha sonra soyuna Tanrı’nın tüm emirlerini açıkladı. Bu açıklamaya inanılıp inanılmadığı, yalnızca onu açıklamayı işiten bağlıydı.

Allah’ın gönderdiği peygamberler, Allah’ın razı olduğu şeyleri insanlara yeterli delillerle açıklarlar, fakat o zaman inanmayan çok insan vardır.

Allah, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e (s.a.v.) kadar bütün insanlara kendileri için tartışmalı olanları açıklamak, böylelikle gaybdan (insanların genelde hakkında cahil oldukları konuları veya ölmeden önce bilemediği hususları) habersiz kalmasınlar diye peygamberler göndermeye devam etti.

Şeytan veya şeytanî düşüncelere sahip insanlar yüzünden, tek gerçek din hiziplere ayrıldı. İnsanların her zaman ün, güç ve büyük statü için savaştığı feodal zamanlardan başlayarak, dinin bozulmasına yol açan bu koşullar ortaya çıktı.

Bugün Şeytan’ın değerlerine uymayan dinî emirler kolayca terk edildi. Ağızlarıyla dine inanıp, kalplerinde Şeytan’ın peşinden giderek ikiyüzlü olmayı seçiyorlar. Bu husus, aşağıdaki açıklamamda delilleriyle izah ediliyor.

İslam’da Komünizm

Allah, insanlığı kendisine kâfi gelen örgütsel bir düzen içerisinde yarattı ki her bir kişi insanlığın uymak zorunda olduğu o düzeni iyi bilsin. Tam da bu sebeple Allah kudretlidir. O’nun istediği her şey yapılmalıdır. Allah’ın kudreti, bu dünyanın muhtevasında tüm delilleriyle mevcuttur:

1. Farklı görünüşlere sahip farklı tipte insanlar vardır.

2. Küçük büyük, farklı tipte ağaçlar yetişmektedir.

3. Çiçekler, yapraklar, meyveler.

4.Gökyüzünde küçük büyük, farklı tipte yıldızlar vardır.

5. Farklı şekillerde şakıyan farklı tipte kuşlar vardır.

6. Nehir veya deniz gibi sudan oluşan ortamlarda yaşayan farklı tipte mahlukat vardır.

Karalar ve içindeki mahlukat, güneş, ay ve yıldızlarıyla gökyüzü, sudaki balıklar ve diğer hayvanlar… Bunların hepsinin kendi doğaları, kendi tatları ve kullanımları vardır. İnsan, bunların hiçbirini yaratamaz, kökenlerini ve nedenlerini bile açıklayamaz. Ancak, bunları ciddi olarak düşünürsek, tüm bunların Yaratan’dan olduğunu inkâr etmemiz artık mümkün olmaz; Hepsi, Allah’ın kudretinden değil midir?

Yukarıda, Allah’ın, insana kâfi gelen bir örgütsel yapıyla ve düzenle birlikte yarattığını, insanın bu dünyada yaşadığını, onun akıl ve düşünceye sahip olduğunu açıkladım. İnsan, böyle bir akıl ve düşünce ile ilerleyebilir ve ilerleme, ancak ister işitmek için kulaklar ister gözler için olsun, ilerleme yoluna işaret eden bu dünyanın olaylarını görmeye yarayan araçlar kullanarak gerçekleşir. Bu ilerleme azar azar gerçekleşir, zamanla daha mükemmel hâle gelir, tıpkı okul çocuklarının seviyeleri gibi. 1. sınıftaki çocuklar 2. sınıftan ders alamazlar, aynı şekilde, 2. sınıf öğrencileri 3. sınıfın derslerini geçemezler.

Hz. Âdem (a.s.) devrinde insanlar, hayvanlar gibi bir ahlâka sahiptiler ve bu nesilden nesile aktarıldı. Çocuklara, toplumları tarafından tamamen normal görüldüğü için bu şekilde davranmaları öğretildi. Bu nedenle Allah, Hz. Âdem’in (a.s.) torunlarına ders vermek ve onlara yol göstermek için peygamberler gönderdi. Bu rehberlik, Tanrı’nın bir lütfudur. İşte bu rehberliğe “din” diyoruz. Yani din, Tanrı’nın rehberliği demektir.

Hz. Âdem (a.s.) zamanında onun soyundan gelenler, O’nun dinine “Âdem’in dini” dediler. Yani bu din, Hz. Âdem tarafından yayılan Allah’ın emirlerini ifade ediyordu.

Hz. Âdem (a.s.) vefat ettikten sonra epey bir zaman geçti. Allah, bir elçi daha gönderdi. Bu zat, Âdem’in soyundan olup, sürekli adaleti gözeten ve kalbi her türlü kötülüklerden temiz olan biri olduğu için seçilmişti.

İkinci lider. Yüce Allah, faydalı olan her şeyde insanın ilerlemesiyle ilgili kanunu değiştirdi. Bu koşullar ve sürekli gelişimleri nedeniyle, insanlar, giderek (zihinsel düzeyde) ilerledi.

Çağımızda çoğu insan, sonuçlarını dikkatlice incelemeden, her türlü ilerlemeyi iyi olarak kabul ediyor. Elbette bu tür iyilik iddiaları, tamamen yanlıştır, çünkü “ilerleme”, bilgi ve aklı ilerletmek anlamına gelir, bu bilgi ve akılsa, insan ahlakına ve manevi değerlerine bağlıdır. Ahlak ve manevi değerler ne zaman zayıflayıp yozlaşmışsa, ilerleme, insanlara hiçbir fayda sağlamamış, bilâkis, yıkıma dönüşebilen, hatta dünyadaki güvenliği ve düzeni tehdit eden yolsuzlukları ve sıkıntıları artırmıştır. Ama iyi ve uygun bir temele sahip ilerlemeye gelince, onun etkisi de dünyadaki iyilikleri ve doğruluğu artırır.

Bu artık tartışılamaz, çünkü Allah, Kur’an’da bilgisini kullanmayan, yani doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü ayırt edebilen, ancak iyiliği kullanmayan, fesatı ve yanlışı ortadan kaldırmayan bilgili kişilerin olduğunu bildirmiştir. Allah, onlara gazap eder ve onlar ağır bir azaba katlanırlar. Bu, İslam’a ve Kur’an’a dayandığını iddia eden Muhammediye tarikatının ve başını Tjokroaminoto’nın çektiği Beyaz Sarekat İslam’ın tutumlarında, birçok yalan vaatte bulunan bu iki örgütün büyüdükçe kötüleşmelerinde görülebilir. Bu kötüleşme, Allah’ın gazabının delilidir. Bekleyin ve görün, bunlar, eninde sonunda kendi mezarlarını kazacaklar. Bu arada, iyilik ve doğruluk üzerine kurulu tüm ilerlemeler mevzi kazanmaya devam edecek, iyilikleri ve doğrulukları giderek daha fazla ortaya çıkacaktır. Bunun nedeni, Allah’ın yüce mesajını göndermek için perdeyi aralamış olmasıdır.

(Onlar, halkın düşmanlarından ve İslam düşmanlarından talep edip aldıkları yardımı beraberlerinde mezara götüremeyeceklerdir. -Harun Reşid’in tashihi)

Allah’a kulluk ve Allah korkusu ile ilgili iman meselelerini anlatan ikinci veya üçüncü peygamberin önderliği ile insanlığın zihni açılmaya başladı. Ayrıca, insanlığa karşı cömert, âdil ve merhametli olarak nitelendirilen bir Kral olan Allah’ın niteliklerini de açıkladı. Bu nedenle Allah, cenneti ve cehennemi, O’nun emirlerine göre yaşayan insanları ödüllendirmek için cenneti, cehennemi ise yozlaşmış, fesat peşinde koşan, kötü yaşayan insanları tehdit etmek için yarattı. Cennet ve cehennem, insanların Allah’ın emirlerine göre iyilikleri kolayca ve mutlulukla yapsınlar, ifsattan uzak dursunlar ve Allah’ın emirlerine karşı gelmesinler diye insanların düşüncelerine rehberlik etmek için vardır. Bu, aynı zamanda Allah’ın insanlığa olan sevgisi ve merhametine de bağlıdır.

Allah, melekleri, insanlar Allah’ın emirlerini yerine getirebilsinler diye onlara hizmet etmeleri için yarattı. Allah’ın seçtiği elçiler, insanlığa verilen emirleri melekler aracılığıyla aldılar. Bazı meleklerse insanların amellerini denetlemek, nefslerini arındırmak, cennete ve cehenneme bekçilik etmek gibi görevler üstlendiler. Allah’ın elçileri (resulleri) bu bilgileri, Hz. Âdem’den başlayıp son peygambere dek insanlığa aktardılar.

Allah’ın elçileri yaratmasına gelince, bunlar, insanlığa faydalı olan iman meselelerini tebliğ etmenin yanı sıra, insanların karanlığa düşmesini ve şeytanın fitnesine kapılmalarını önlemeye de yardımcı olur. Ayrıca, insanî ilerlemeye öncülük etmeye de katkıda bulunurlar. Bu nedenle, elçilerdeki değişiklikler, (kurtuluş için dünyevi kuralları ifade eden) şeriatın da Allah’a olan bağlılığın niteliğinde ve biçiminde de değişikliklere sebep olurlar.

Allah, peygamber (nebi) ve elçi (resul) olarak yetiştirilen insanları seçer. Burada bir iki değil, onlarca hatta yüzlerce insandan söz edilmektedir. Elçiler de Allah’ın huzurunda ağır bir yemin ederler. Elçilerin ve peygamberlerin ettiği bu yeminin Kur’an’daki hâli şu şekildedir:

“Hani, Allah peygamberlerden, ‘Andolsun, size vereceğim her kitap ve hikmetten sonra, elinizdekini doğrulayan bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka iman edeceksiniz ve ona mutlaka yardım edeceksiniz’ diye söz almış ve ‘Bunu kabul ettiniz mi; verdiğim bu ağır görevi üstlendiniz mi?’ demişti. Onlar, ‘Kabul ettik’ demişlerdi. Allah da ‘Öyleyse şahid olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım’ demişti.” [Âl-i İmrân: 81]

Sevgili okurlarım, sanıyorum ki, “Din” dediğimiz şeyin biricik olduğunu, yani Tanrı’nın rehberliği olduğunu anlıyoruz. Günümüzde olduğu gibi çoklu veya bölünmüş dinler yoktur. Dinin bugünkü durumuna gelinceye kadar yıkımına neyin sebep olduğunu iyice araştırın. Bana göre sebep, manevi değerleri hakikatten sapan aristokrat, feodal ve kapitalist sınıfların ahlâkından başkası değildir, öyle ki yazdıkları kitaplar, bize Din’in gerçek hakikatinden uzak olanı öğretmektedir.

Yukarıda Din için farklı isimlerin her birinin her grubun arzularından, elçilerin isimlerinden ve doğdukları topraklardan alındığını açıkladım. Daha sonra ortaya çıkan Din isimleri, güçlü bir biçimde hissedilene dek, bir kabilecilik duygusu yaratmaktadır, bu nedenle diğer gruplardan hakikat hakkında tavsiye almak istemezler. Bu nedenle, Allah, son peygamber olan Hz. Muhammed’e (s.a.v.) onu sadece Din’in amacı üzerinden isimlendirmesini emretti. Din, Tanrı’nın rehberliği demektir. İslam, bu dünyada ve ahirette güven içerisinde olsunlar diye, insanlar için umumi kurtuluş peşinde olmak demektir. Bu vasıflar bir araya getirildiğinde, karşımıza “İslam Dini” çıkar.

Bundan sonraki kısımda Allah’ın peygamberi Hz. Âdem’in (a.s.) önderliğinde insanoğlunun hayatı anlatılacaktır. İnsanlar, kendi başına büyüyen ağaçlardan meyve almanın yanı sıra, insanların yediği şeylerden de gerekli olanı dikmeye yönlendirildiler.

Örtünmek için yapraklardan ve ağaç kabuklarından faydalandılar.

Evliliğe gelince, hâlâ aynı anne babadan olan kendi kardeşleriyle evlenen kardeşleri vardı, çünkü insan sayısı hâlâ çok azdı.

O zamanlar zaten Allah’ın emirlerine uymayı sevmeyen insanlar vardı, bu yüzden dinsizdiler. O zamanlar kadınlar cinayetler işliyorlardı      . Bu nedenle, insanlar, daha sonra akrabaları arasında ayrıma gittiler.

Zaman geçtikçe, tarım ve yemek pişirme aletleri, ormanlarda ve denizde hayvanları avlamak için aletler vb. gibi alanlarda insan gelişme kaydetti. Ayrıca kıyafetleri tamir etmek için aletler de icat edildi. O zamanlar henüz para olmadığı için alım satımın kuralları yoktu; her şey, her birinin tercihine göre, belirli malları başkaları için pazarlık ve ticaret yoluyla gerçekleştirildi. Hepsi, Allah tarafından gönderilen peygamberleri tarafından yönetiliyordu.

Yıllar geçtikçe insan nüfusu arttı, bu yüzden azken kaldıkları yerlerde kalamaz oldular. Sonra gruplara ve mahallelere ayrıştılar. En nihayetinde, peygamberlerin ve elçilerin önderlik ettikleri, tüm insanlığın bir aile olduğuna, tek bir kişiden, Hz. Âdem’den kaynak aldığına inananlar hariç, tüm insanların ilişkileri giderek koptu, dolayısıyla kardeşlik ve birlik duyguları yok oldu.

Daha sonra insanları yok etmek için yola çıkan şeytanî değerler, özellikle Allah’a olan inançları değişsin diye insanlara musallat oldu. Böylece insanlarda kötülüğe çalan fikirler ortaya çıktı. Güçlerini ve cesaretlerini, hem kendi akrabalarından hem komşularından hem de başkalarından çalarak gösterdiler. Hayata duydukları öfke ve güçlü hayvanların zayıf olanlara zulmedip onlara hâkim olduğuna dair bilgiyle yollarına devam ettiler. Zamanla insanlar, açıktan mülkiyet haklarının peşine düştüler.

Bu gelişmeler, tek bir aile olmalarına rağmen, grupların dağılmasına, köy liderlerinin veya başkanlarının ortaya çıkmasına neden oldu. Bu grupların her birinin, kendi liderleriyle birlikte, çoğunlukla sadece otoriteyi tesis etmekle ilgili kendi kanunları vardı. Lider olan insanlar, diğerlerinden daha güçlü olanlardı. Her grubun ayrıca kendi gelenekleri ve inançları vardı. Bazıları putlara tapardı, bazıları güneşe, aya, yıldızlara, ineklere vb. Bu nedenle gruplar arasındaki ayrılıklar daha da güçlendi ve bu noktada bir kabilecilik duygusu ortaya çıktı.

Bu bölünmelerden yoğun düşmanlık, savaşlar ve çatışmalar ortaya çıktı, sürecin sonunda krallar başa geçtiler. Bu krallar çağında, hukuka ve hükümete “mutlak monarşi” deniyordu, yani yönetimde hiçbir sınır yoktu, tüm güç kralın elindeydi. Birinin çocuğunu, karısını veya malını kaçırmak dâhil her konuda kralın iradesine mani olacak hiçbir şey yoktu ortada. İnsanları öldürmede bile sınır yoktu. Tüm topraklar, yalnızca krala ve sadece kral için çalışan insanlara aitti.

Zamanla kralların belirlediği kanunlar ve onlara ait arzular, halk tarafından redde tabi tutuldu. Bu derin tiksinme ve nefret duygusu, insanlarda krallara ve yandaşlarına karşı direnme isteği uyandırdı, bu sebeple, onları ortadan kaldıran isyanlar yaşandı.

Böylece kralların egemenliği (mutlak monarşi) ortadan kalktı ve feodal yönetim, yani aristokrat sınıfın (soyluların) egemenliği ortaya çıktı. Bu dönemin koşulları da halkın yararına, bu yüzden sonunda halk isyan etmek ve o despotik feodal hükümeti devirmek için bir araya gelip mücadele etmeyi bildi. Feodalizmin çöküşüyle birlikte hükümetler, aristokratların halka karşı zulmünü ortadan kaldıran kanunlar hazırladılar. Bununla birlikte, bu kanunlar, halkın çoğunluğu için de yararlı değildi, çünkü onlar aristokratlar tarafından yapılmıştı, sadece onların hayrınaydı ve sadece onlar, o kanunlardan istifade edebiliyorlardı. Halkı aldatmak için kullanılan statülerinde ve azametlerinde en ufak bir düşüşe izin vermediler.

Bu kanunlar halka fayda sağlamadığı için, 1789 civarında Paris’te, halkı bedbaht eden kanunları ve o kanunlar üzerinden yapılan haksızlıkları ortadan kaldıran bir devrim gerçekleştirildi. Bundan sonra, halk tarafından kontrol edilen Paris’te Cumhuriyet tesis edildi. Böylelikle halk, kendisini temsil eden bir grup insanı meclise gönderme imkânı buldu. Eskiden mecliste sadece kralın bakanları bulunuyor, halk için atılacak adımlara onlar karar veriyordu.

Ancak bu meclis de yararlı olmadı, çünkü sadece güçlü ve kudretli olanlar vekil olma hakkına kavuşabiliyordu. Halkın çıkarlarını öne koyacak, onun bağrından çıkan gerçek halk vekilleri, mecliste kendilerine pek yer bulamadılar, hatta bu insanlara hiç kulak verilmedi.

Endonezya’da kurulan Volksraad [Hollanda’nın sömürgesi olan Doğu Hint Adalarında 1918-1942 arası dönemde faaliyet yürütmüş olan meclis –“Halk Konseyi”] içi boş, anlamsız bir meclis. Meclisin sadece adı var, kendisi yok. Çünkü bu meclisin kendi içerisinde tartışılmış herhangi bir kararı yürürlüğe koyma hakkı bulunmuyor. Halkın sesine yer vermediği için, bu meclisin ne kadar zayıf bir yapı olduğu görüldü.

Kararlı bir şekilde halkın yanında yer alan temsilciler, bugün sadece elitlerin partisi olan Politiek Economische Bond’un [“Politik Ekonomik Birlik”] üyelerinden oluşuyor. Hâsılı, meclisle yönetilmek hayırlı bir şey olsaydı, dünya bugünkü hâlde olmazdı (karışıklığın kural hâlini aldığı bu yozlaşmış dünya düzeninde her milletten ve dinden insanlar acı çekiyor).

(Bu konuyu tüm açıklığıyla öğrenmek istiyorsanız, Datoek İbrahim Tan Malaka yoldaşın yazdığı “Parlamento mu Sovyet mi?” kitabını okuyunuz. -yayın yönetmeni)

Bu noktada, dünyayı iyiliğe yönlendirmek için peş peşe elçiler gönderen Allah ile ilgili tartışmamıza dönelim. Bu elçiler, Allah’ın dileklerini kolayca yerine getirsinler diye, sayıları çok olan, ünlü ve hakikati arayan topluluklardan alındı. Gerçek liderliği takip etmeyen topluluklar yok edildiler. İyi önderlere uymayan ve helâk edilenlerin kıssalarını, Kur’an-ı Kerim’de aktarıldığı biçimiyle basit bir dille anlatmaya çalışalım.

Allah, insanlığa rehberlik eder ki bu sayede insan başkalarını görmeyen bencillikten uzak durup hakikatten uzaklaşmasın. Bu tespit, Allah’ın kâinata ve Hz. Muhammed’e verdiği, Kur’an’da Nisâ suresinde geçen ifadeyle uyumludur:

“Ey Muhammed! Biz sana Kitab’ı hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana öğrettikleri ile hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma. Allah’tan mağfiret dile. Allah bağışlar ve merhamet eder. Kendilerine hainlik edenleri savunma. Çünkü Allah hainliği meslek edinmiş günâhkârları sevmez.”

Bu ayetin açıklamasına gelince, burada onun hakkında yorum yapmama gerek yok, çünkü hepiniz, kendi başınıza geniş bir bakış açısına sahip olmamız ve doğruyu aramak için güçlü bir temel üzerinde tartışmamız gerektiğini kesinlikle anlamışsınızdır.

* * *

Yukarıda Allah’ın her insan topluluğuna, onları şüpheden uzak, doğru yola iletmek için elçiler (peygamberler) gönderdiğini ve onların bu dünyada ahirete kadar kurtuluşa erdiklerini açıkladım.

Allah’ın tüm insanlığa verdiği tüm bu rehberlik, insan aklının [apaçık] gerçeğine dayanmaktadır ve [gerçekten] Yüceler Yücesi olan Allah, artık korkulan bir güç değildir.

Bu emirlerin bazıları şu ayette yazılı:

“Yemin olsun ki biz, Nûh'u toplumuna gönderdik de o şöyle dedi: ‘Ey toplumum! Allah'a kulluk ve ibadet edin. Sizin O’ndan başka tanrınız yok. Üstünüze çok büyük bir günün azabının inmesinden korkuyorum.’ Kavminden ileri gelenler dediler ki: ‘Biz seni açık bir sapıklık içinde görüyoruz!’ […]” [A’râf:59-60]

Hz. Nuh şöyle buyurdu:

“Ey milletim! Bende bir sapıklık yoktur, ancak ben Âlemlerin Rabbinin peygamberiyim, Rabbimin sözlerini size bildiriyor, öğüt veriyorum. Sizin bilmediğinizi Allah katından ben biliyorum. Sizi korkutmak, sakınmanızı temin etmek ve böylece de rahmete nail olmanızı sağlamak için içinizden birisine Rabbinizden vahiy gelmesine şaşıyor musunuz?” [A’râf:61-63]

Burada “korku” kelimesi, takva anlamındadır ve Allah’ı insanı bu dünyada ve ahirette selamete erdirecek olan emirlerini imanla yerine getirmeyi ifade eder. Allah korkusu, aynı zamanda yan yana yaşayan insanlardan korkmamak demektir.

Hz. Nuh, Allah’ın rehberliğinde hareket etmiş, ama kendi insanları bu önderliğe karşı çıkmışlardır. Ama Allah, kullarını her daim bağışlar. Bu dünyada ölene kadar insanları selamete erdirecek olan Allah’ın emirlere Allah’a inanmayanlar bile bağlanacaklardır.

Sonrasında Allah, Hz. Nuh’a kendisi ve yoldaşları için bir gemi yapmasını emretti. Ardından tufan koptu, her yanı sel suları bastı. Allah’ın emirlerine karşı gelen herkes o tufanda ölürken, Hz. Nuh ve yoldaşları kurtuldular.

Allah, hakikati bir kez de değil, tekrar tekrar göstermek için insanları felâketle yüzleştirdi.

“Fakat onlar, onu inkâr ettiler, yalancı saydılar, biz de onu ve onunla beraber gemide bulunanları kurtardık ve ayetlerimizi yalanlayanları suya boğduk. Şüphe yok ki onlar kör bir kavimdi.” [A’râf:64]

Allah, Hz. Salih’in önderlik edeceği dini vahyettiğinde O’na karşı gelenler de felâketle yüzleştiler:

“Büyüklük taslayanlar, ‘Sizin inandığınızı biz inkâr ediyoruz’ dediler ve dişi deveyi kesip devirdiler; Rablerinin buyruğuna baş kaldırdılar, ‘Ey Salih, eğer sen peygambersen, bizi tehdit ettiğin azaba uğrat bakalım’ dediler. Bunun üzerine hemen onları, o sarsıntı yakaladı, yurtlarında diz üstü çökekaldılar.” [A’râf:76-78]

Hz. Lut’un kavmi de benzer bir durumla karşılaştı:

“Bunun üzerine Lut’u ve taraftarlarını kurtardık; yalnız karısı, geride kalıp helâke uğrayanlardan oldu. Geriye kalanların üzerine öyle bir yağmur yağdırdık ki! Günâhkârların sonunun nasıl olduğuna bir bak!” [A’râf:83-84]

Yukarıda aktarılan kıssalarda insanların Şeytan’ın ve hayvanatın yolunda yürümemesi gerektiğinden, başkalarını düşünmeleri, birbirlerine yardım etmelerinin şart olduğundan bahsediliyor. Kendi sıradan arzularına kul olanlar, karnını ve cebini doyurmaktan başka bir şey yapmayanlar eleştiriliyor. Onların doğruyla yanlış arasındaki ayrımı umursamadıkları, bu sebeple en çok kendilerine ekmek verenlerden korktukları üzerinde duruluyor.

Rehberlik, Tanrı’nın iradesine tabidir. İlk zamanlardan bugüne dek Allah’a ve elçilerine iman edenler her zaman iç içedirler, bu şekilde ilimleri artar, insanî bir ahlaka sahip olurlar.

Henüz peygamberlerden hidayet almamış olanlar ise, karışık bir ahlâka ve tabiata sahiptirler. Bazıları ormandaki hayvanlar gibi tabiatlara sahiptir, yani güçlerini ve cesaretlerini kullanarak, kendi aralarında yiyecek ve kadın kapmak için savaşırlar. Bazıları ise silâh olarak akıl ve zekâyı kullanırlar.

O devirde biri ölse, kimisi zalimce davranıp ölünün boynunu keser, başını evlerinde süs olarak kullanırdı, başkaları ona cesur ve güçlü bir adam desin diye. Hatta bazıları evlerini kafalarla döşerdi.

Ama bir yandan da bilinen din kurallarına göre yaşayan, gelgelelim her şeyi işiten ve bilen Allah’ın peygamberlerini ve elçilerini inkâr eden insanlar da vardır. İçlerinden, peygamberlerin Tanrısı gibi güç sahibi olduklarını iddia edenler çıkar. Çalışanlarını araçları gibi kullanarak durumları ve dünya koşullarını belirlerler.

Bu tür kuralların ortaya çıkması, kraliyet hukukunun gelişmesinin kısmi bir nedeniydi. Geçmişteki krallıklar, bugünle karşılaştırıldığında, tiranlık açısından hiç de kusurlu sayılmazlardı, yani tüm toprakların, ormanların, dağların vs. mülkiyeti krala aitti.

Geçmişteki krallıklar, bugünkülerle ciddiyetle kıyaslansa, aradaki farkın insanlığın ilerlemesindeki hızın artışından kaynaklandığı görülür. Geçmişteki krallıklar, işleyiş dâhilinde hudutsuzdu, bugünün krallık rejimleriyse, düzeni kanunlardan istifade ederek sağlıyorlar. Eski çağlardan kalma krallıkların tabiatları üzerinde tefekkür edip, din kurallarına göre mukayese edebilmeniz için, aşağıda, Kur’an’da bahsi edilen krallıklara dair örnekler aktaracağım.

-Devam edecek-

[Elli yaşında üç çocuk babası olan Hacı Muhammed Misbah, 24 Mayıs 1926’da Papua Manokvari’de sürgünde iken vefat etti. Bu sebeple çalışmanın devamını kaleme alamadı.]

Hacı Muhammed Misbah
Medan Moeslimin
, Sayı. 2-6
1925

Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder