Richard
Dawkins’in teolojiyle ilgili yazılarını okurken, tahayyülünüzde biyolojiye dair
yegâne bilgisi “Britanya Kuşları Kitabı”ndan ibaret olan, ama biyoloji
konusunda sürekli vaaz veren biri canlanıyor. Bertrand Russell’dan beri ateizmi
meslek hâline getirmeyi neredeyse bilmiş bir isim olarak Dawkins türünden
rasyonalist cemaatin tescilli üyeleri, bir anlamda kıyasıya eleştirdikleri şeyi
idrak edecek asgari donanımdan yoksun kişilerdir, zira bu insanlar, ortada
idrak edilecek bir şeyin bulunmadığına veya en azından idrak edilmeye değer bir
şeyin olmadığına inanıyorlar. Tam da bu sebeple, söz konusu kişiler, dinî inanç
konusunda birinci sınıf teoloji öğrencisinin yüzünü buruşturup rahatsız olacağı
ölçüde kaba karikatürlerle gündeme geliyorlar. Onlar, dine daha çok küfrettikçe, din eleştirileri de bilgiden o ölçüde daha fazla uzaklaşıyor. Bu insanlardan
Güney Asya’nın jeopolitikası veya fenomenoloji üzerine bir hükümde bulunmaları
istense, onlar, hiç şüphe yok ki oturup harıl harıl çalışır, bu soruyu mümkün
olduğu ölçüde titizlikle ele alır, konuyu öğrenmek için yoğun bir çaba ortaya
koyarlardı. Ama mesele teoloji olunca, hemen o yergi pratiğinin en pespaye
hâlleri kâfi görülüyor.
Neticede
eskiden bilimlerin şahı olarak görülen teoloji, bugünlerde Ortaçağ’da zirvede
olduğu döneme kıyasla, daha az saygı ve değer görüyor.
Dawkins’in
Tanrı’yla ilişkisi, aslında birkaç yıl önce çok da tasvip etmemelerine rağmen
Senato binasına büyük bir hevesle girip kendisine fahri doktorluk veren sağcı
Cambridge hocalarının Jacques Derrida ile kurdukları ilişkiye benziyor. O
hocaların içinde Derrida’nın eserlerinden en iyi ihtimalle bir iki sayfa okumuş
insan sayısı bir elin parmağını geçmezdi. Oysa bir öğrencileri Hume’un İnsan
Doğasına Dair İnceleme isimli eserini okumadan Hume üzerine bir makale yazıp
karşısına gelse, bu hocalar epey rahatsız olur, üzerine binecek küp ararlardı.
Bazı
konu başlıkları vardır ki başka meseleler olsa onlara titizlikle ve tüm
yönleriyle yaklaşacak olan zihinler, bu konu başlıklarına en berbat ve en kaba
önyargılarla yaklaşmayı, bu önyargılarla mücadele bile etmemeyi seçiyorlar.
Akademide ders veren birçok psikolog için Jacques Lacan; Oxford ve Cambridge
üniversitelerinde ders veren felsefeciler için Heidegger; eskiden Sovyet
bloğunda yaşamış yurttaşlar için Marx’ın yazıları; militan rasyonalistler için
de din, böylesi bir konu başlığıdır.
İnsan,
Dawkins’i okuyunca, Akinolu Thomas ile aynı dönem kendisiyle tartışmış olan
teolog Duns Scotus arasındaki epistemolojik farklıklara dair görüşlerini merak
ediyor. Dawkins, hiç yeni platoncu felsefeci Johannes Scottus Eriugena’nın
öznellikle ilgili görüşlerini veya Alman Cizvit papazı Karl Rahner’in inayetle
ilgili görüşlerini veya Jürgen Moltmann’ın ümitle ilgili görüşlerini hiç okudu
mu? Bırakalım okumayı, bu insanların isimlerini hiç duymuş mu? Yoksa Dawkins
kendisini, en zor davası konusunda, tüm o kibirli hâliyle, cahil olan, ama öte
yandan karşı tarafı alt edip davayı kazanabileceğini düşünen genç avukat mı
zannediyor?
Görebildiğimiz
kadarıyla, bazen teologların, “bu adam, bizi dize getirmek, mağlup etmek için
sağa sola bostan korkulukları yerleştiriyor” dedikleri Dawkins, söz konusu
suçlamayı kitabında çürütüyor. Tanrı Yanılgısı isimli kitaba baktığımızda, bu
teologlar, hiç de haksız sayılmazlar.
Zira
teoloji açısından bakıldığında Dawkins, esasen Kuzey İrlandalı Protestan siyasi
lider Ian Paisley ve Amerika’da televizyonlara çıkan evanjelistlerle epey ortak
yöne sahip. Hepsi de din konusunda hemfikir. Aralarındaki tek farksa şu:
Dawkins dini redde tabi tutuyor, televizyona çıkıp Hristiyanlık anlatan
evanjelist Oral Roberts ve onun yalaka çetesi ise din sayesinde semiriyor.
Dawkins
konusunda burada birkaç önemsiz hususu aktarmak, bu noktada yeterli olacak.
Dawkins, tüm inancı kör inanç olarak görüyor, Hristiyan ve Müslüman çocukların
sorgulamadan inanan kişiler olarak yetiştirildiğini düşünüyor. Oysa ortaokulda
beynimin etini yiyen o beyinsiz rahipler bile böyle düşünmüyorlardı. Hâkim
Hristiyanlık anlayışına göre akıl, tartışma ve samimi şüphe, her zaman inancın
ayrılmaz parçası olarak görülmüş, bunların önemli bir rol oynadıkları
düşünülmüştür. Bu noktada Dawkins’e şu soruyu sormak gerekir: acaba kendisi
bilimi, nesnelliği, liberalizmi, ateizmi vs. eleştirebiliyor mu, bunları
sorgulayabiliyor mu?
Elbette
akıl konusunda tüm müminler aynı fikirde değiller, ama aynı durum, o çok
hassas, medeni ve din dışı çevreler için de geçerlidir. Richard Dawkins bile
hayatını akıldan çok inançla yaşayan bir isimdir.
Şüphe
edilemeyecek ölçüde aklî olan hiçbir gerekçeye dayanmayan birçok inanca
sahibiz, ama gene de bu inançların keyfini çıkartmak, makul bir durumdur.
“Rasyonel”,
aklî olanın “bilimsel” anlamına geldiğini sadece pozitivistler düşünür.
Dawkins, bilim ve dinin birbiriyle rekabet içerisinde olmadığını, dinin aklî
sorguyu kapı dışarı etmediğini söyleyen makul tespiti redde tabi tutar. Oysa bu,
tümüyle yanlış bir yaklaşımdır: bilimin ve dinin dünyaya farklı sorular
sorduğunu iddia etmek, Filistin’de İsa’nın kemikleri bulunduğu vakit papanın işsiz
kalacağını, onun hızla koşup sadaka kuyruğuna gireceğini söylemek gibi bir şey
değildir. Bilâkis, tıpkı sevgi gibi inanç da olgulara dair bilgiyi içeriyor
olmalıdır, ama bu, inancın ve sevginin bu bilgiye indirgenebilir olduğu
anlamına gelmez. Sizi sevdiğime dair iddiamın tutarlı olabilmesi için, o
sevgiyi meşru kılan sizin açınızdan sevginin ne demek olduğunu izah edebiliyor
olmam gerekir. Banka müdürüm de size âşık olmadan, size dair aşk dolu tarifime
onay veriyor olmalıdır.
Dawkins,
Tanrı’nın varlığı veya yokluğu meselesinin rasyonel ispata açık bir bilimsel
hipotez olduğunu düşünüyor. Hristiyanlık, Tanrı’nın var olduğunu ileri sürmek
için makul bir neden ortaya koymak gerektiğini söyler, ancak bu, inancın bizzat
kendisiyle aynı şey değildir. Dawkins ne düşünürse düşünsün, Tanrı’ya inanmak, uzaylıların
veya diş perisinin varolduğunu söylemek gibi bir şey değildir. Tanrı, bütün kanıtlar
elde edilene dek varlığıyla ilgili agnostik kalacağımız, bu konuda fikir beyan
edemeyeceğimiz, semadan gelen yüce bir nesne veya kutsal bir UFO değildir.
Teologlar,
Dawkins’in düşündüğünün aksine, Tanrı’nın kâinatın içinde veya dışında olduğuna
inanmazlar. O’ndaki aşkınlık ve görünemezlik, O’nun ne olduğunu anlatan tanımın
birer parçasıdır, oysa bu, Loch Ness canavarı için [bizdeki Van Gölü
canavarının İskoç versiyonu -çn.] geçerli bir durum değildir. Bu anlamda dindarlar,
aslında bir kara deliğe iman ediyor değildirler, çünkü bu insanlar, Tanrı’nın
kendisini açığa vurduğunu, tecelli ettiğini de düşünürler: Tanrı, Dawkins’in
sandığı gibi, kendisinden bile akıllı bir kozmik imalatçı kılığında değil (ki
Yeni Ahit, Yaratıcı olarak Tanrı’dan hiç söz etmez), en azından Hristiyanlar açısından,
hakarete uğramış ve katledilmiş bir politik suçlu olarak tecelli eder. Eski
Ahit’in Yahudileri Tanrı’ya inanıyorlardı, fakat her ne kadar kitabın Tekvin
bölümü Yahudilerin böylesi bir kanaatte olduğunu ortaya koysa da bu, onların
kâinatı yaratan yüce bir mimar olduğuna dair bilimsel hipoteze bir dizi
uluslararası konferansta meseleyi tartıştıktan sonra onay verdikleri anlamına
gelmiyor. Yahudiler, benim size inandığım gibi inanıyorlardı. Bu görüşleri
konusunda pekâlâ yanılmış olabilirler, fakat onlar, bilimsel hipotezleri sağlam
olmadığı için yanılmış değillerdi.
Dawkins,
sanki Tanrı diye bir şahıs varmış gibi davranıp, o kafasında kurguladığı şeyle
dalga geçiyor. “Tanrı” denilince, esasen bütünüyle ve tüm berraklığıyla zihinde
bir kişi kastedildiğini düşünerek konuşuyor.
Görebildiğimiz
kadarıyla Dawkins, Tanrı’yı ak sakallı olmasa bile dev gibi bir adam olarak tasavvur
ediyor. Sonra da dönüp bu adamın aynı anda milyarlarca insanla nasıl
konuşabildiğini soruyor. Oysa bu soru, “ulan madem Tony Blair bir ahtapot, niye
sadece iki kolu var?” sorusuna benziyor.
Yahudi-Hristiyan
geleneğinde Tanrı, her ne kadar tartışmalı olsa da, Al Gore gibi bir kişi
değildir. Ayrıca Tanrı, bir ilke, bir varlık veya “var olan bir şey” de
değildir: “var olan” kelimesinin belirli bir anlamı açısından bakıldığında, dindarların
“Tanrı gerçekte yoktur” demeleri daha uygun olurdu. Çünkü aslında Tanrı, biz dâhil
her türden varlığın varolabilmesinin koşuludur. O, “neden hiçbir şey yok da bir
şeyler var?” sorusunun cevabıdır. Nasıl ki bendeki hasedi ve sol ayağımı bir
araya getirdiğinizde bir çift nesne etmezlerse, Tanrı ile kâinatı da bir araya
getirdiğinizde iki şey etmez.
Esasen
geleneksel manada “Tanrı haliktir, yaratıcıdır”dan kastedilen, bir tür süper
imalatçılık değil, budur. O, her şeyi sevgisiyle ayakta tutan, onlara güç
verendir. Bu, kâinatın bir başlangıcı yoksa da geçerli bir durumdur. Tanrı’nın kâinatı
yoktan var etmiş olması, O’nun ne kadar zeki olduğunun bir ölçüsünü vermez, O
kâinatı ihtiyaç değil, sevgiden ötürü yaratmıştır. Dünya, dur durak bilmeyen
bir sebep-sonuç ilişkisinin ürünü değildir. Tıpkı modernist bir sanat eseri
gibi dünyanın varlığı da zaruri değildir.
Ayrıca
Tanrı, pekâlâ çok uzun zaman önce eserinden pişman dahi olmuş olabilir. Yaratılış,
ilk acte gratuit’dir (sebepsiz eylemdir). Tanrı, kâinatı o katıksız sevgisi
sebebiyle veya sebepsiz yere yaratmış bir sanatçıdır, araştırma bursu veren
kurumu etkileyeceğim diye olağanüstü rasyonel bir tasarım üzerinde hiç durmadan
çalışan bir bilim insanı değildir.
Kâinat
Tanrı’ya ait olduğu için, o özgürlükle tanımlı olan hayatını paylaşır. Tam da
bu sebeple kâinat, kendi başına işleyen bir şeydir. Bilim ve Dawkins, tam da bu
sebeple varolabilmiştir. Aynı şey, insanlar için de geçerlidir: Tanrı,
özgürlüğümüzün ve aldığımız keyfin karşısındaki bir engel değil, Akinolu Thomas’ın
da dediği gibi, biz olmamıza imkân veren güçtür. Tıpkı bilinçaltımız gibi, O
bize bizden daha yakındır. O, kendi kaderimizi tayin etme irademizin
kaynağıdır, o kaynağı silip atan değil. Tanrı’ya tabi olmak, tıpkı dostlarımıza
tabi olmak gibi, özgürlüğü ve tüm imkânlarını açığa çıkarmanın verdiği
memnuniyeti yaşamak demektir. Esasında “dostluk”, Akinolu Thomas’ın Tanrı ile
insanlık arasındaki ilişkiyi tanımlarken kullandığı bir kelimedir.
Yaratılışçı
muarrızları gibi Yaratılışın mekanizmasına kafayı takmış olan Dawkins, esasen
bu geleneksel öğretilerinden hiçbir şey anlamıyor. Dawkins, Tanrı’nın bize
aşkın olması (ki bu, O’nun bizi yaratmak zorunda olmadığını söylemenin başka
bir yoludur) sebebiyle O’nun bizi yaratmak gibi bir saplantısının olmadığını, O’nun
sadece bizi sevmek niyetinde olduğunu idrak edemiyor.
Aslında
Dawkins’in Tanrısı, Şeytanîdir. İbranice “suçlayıcı” anlamına gelen “Satan”
(Şeytan) kelimesini temel alan teolojik görüş, yanlış bir yaklaşım üzerinden,
Tanrı’yı Büyük Baba ve cezalandırıcı yargıç olarak görür. Bu anlamda Dawkins’de
Tanrı, tam da bu türden bir baskıcı süperegoya denk düşer.
Bu
yanlış bilinç, bir yargıçtan ziyade, bir dost ve sevgili olarak Baba’yı
vahyeden İsa’nın şahsında hükmünü yitirmiştir. Dawkins’in bahsini ettiği Yüce Varlık,
esasen hayvanları kurban ederek, belirli yemekleri yemeyi seçip günahsız kullar
olarak davranarak, Tanrı’nın gazabından kaçınmaya çalışanların tanrısıdır. Bu
insanlar, ahlaken süfli olan yaşantıları dâhilinde, Tanrı’nın kendilerini oldukları
gibi sevmesini ayıp karşılarlar ve böylesi bir rezilliği yaşamayı asla kabul
etmezler. Aziz Paul’ün hukukun lanetli olduğunu söylemesinin bir sebebi de
budur.
Dawkins,
Hristiyanlığı alabildiğine dar bir hukukî kefaret anlayışı temelinde ele alır,
bu anlamda söz konusu dinin, sırf gücendi diye bunun karşılığında kendi
çocuğunu kurban eden, acıma nedir bilmeyen kindar bir Tanrı’ya ait olduğunu
söyler, buradan da inancı kötü ve çirkin bir şey olarak tarif eder. Aslında
Canterbury Başpiskoposu’nun da bu fikirde olduğuna iddiaya girerim. İsa’yı
katleden Tanrı değil, emperyal Roma devleti idi.
Dawkins,
cennete gidecek olmalarına karşın Hristiyanların neden ölüm konusunda hevesli
olmamasını tuhaf buluyor. Ama o, Hristiyanlığın diğer birçok dinî inanç gibi
insan hayatına büyük değer verdiğini görmüyor. Tam da bu sebeple birçok dinde
şehit olmak, intihar etmekten ayrı tutuluyor. Çünkü intihar eden kişi, hayatı
değersizleştiği için terk ederken, şehit, en değerli varlığını başkalarının
iyiliği için teslim ediyor. Bu kendini adama eylemi, genellikle her türden
politik açıdan yanlış anlamı, haksız yere yüklenmiş olan “feda” kelimesiyle
karşılanır.
Dawkins,
bir yerde İsa’nın kendisine ihanet edilmesini ve ölümünü arzulamış olabileceği
konusunda spekülatif bir ifadede bulunur. Oysa Yeni Ahit yazarları, bu iddiayı
çürütmek adına, Getsemani Bahçesi sahnesini kitaba eklerler. Çarmıha gerilmeden
önce tutuklu kaldığı ve dua ettiği bu yerde İsa’nın idam edilmesi ihtimali karşısında
paniğe kapıldığı açıktır. Ayrıca aynı yazarlar, çarmıhtaki İsa’ya aynı konuya
dair bir iki kelam ettirirler. Neticede İsa, deli veya mazoşist olduğu için ölmüş
değildir. O’nu, hem sevgi, merhamet ve adalet üzerine kurulu olan hem de
yoksullar arasında muazzam bir destek gören mesajından korkuya kapılan, zaten
epey dengesiz olan politik durum dâhilinde ortaya çıkabilecek kitlesel bir
ayaklanmayı durdurmak için İsa’dan kurtulmayı tek seçenek gören Roma devleti,
onun Filistin’deki uşakları ve köpekleri öldürmüştür.
Muhtemelen
İsa’nın yoldaşları arasında antiemperyalist yeraltı hareketi Mutaassıplardan
birçok insan bulunuyordu. Yehuda’nın soyadı, onun onlardan biri olduğunu ortaya
koyuyor, bu durum, onun ihanetini daha da makul kılıyor: belki de Yehuda, liderini
Mesih olmadığını görüp, yaşadığı o acı verici hayal kırıklığı ile satmıştır. Zira
Mesihler, yoksulluğun içine doğmazlar, ülkenin başkentine koruma polisleri
eşliğinde, kurşungeçirmez limuzinlerle girerler, eşekle değil.
Dawkins’e
göre “etiğini kutsal kitaplardan türeten” İsa (kendisi dindar bir Yahudi’ydi,
hayalci bir yeni düzenlemenin kurucusu değil), bir Mesih karikatürüydü.
Zayıflar ve başarısızlarla dayanışma üzerine kurulu olmayan her rejimin, kendi
kibrinin ağırlığı altında çökmeye mahkûm olduğunu anlamış görünen, lider
kılığına bürünmüş bir karnaval soytarısıydı. Başarısızlığının simgesi ise
çarmıha gerilişiydi. Bu inanca göre O, Eski Ahit’in Yehova’sı kimliğine
bürünmüşken, İbranilere yaktıkları adaklardan nefret ettiğini, tütsülerden
iğrendiğini söyleyen ve kendisinin gizemli bir şekilde Baba olarak adlandırdığı
yaşam kaynağına sadık biriydi. Bu Tanrı, açların güzelce doyurulduğunu,
zenginlerin ise ellerinin boş gönderildiğini gördüklerinde ne olduğunu
anlayacakları uyarısında bulunmuştu. Tanrı’nın putunu yapmaya ya da suretini
çizmeye izin yoktu, çünkü onun tek sureti, canıyla kanıyla insan bedeniydi.
Hristiyanlık için kurtuluş, selamet, hastalarla ilgilenmek, göçmenleri hoş
karşılamak, yoksulları zenginlerin zulmünden korumakla ilgiliydi. Kurtuluş, “dinî”
bir mesele bile değildi; özel bir giyinme şekli, ritüel davranış ya da yemekle
ilgili saplantıları içermiyordu (Katoliklerin Cuma günleri eti yasaklaması,
kutsal metinlerde yeri olmayan bir kilise uygulamasıdır).
İsa,
hayat kadınları ve toplumun dışına itilmişlerle gezer, cinsellik konusunda son
derece rastgele davranır, aileyi onaylamaz (ki zengin mahalleden gelen Dawkins,
bu tavrından bir miktar rahatsızdır), mal mülk konusunda geniş olmamızı ister,
müritlerini vahşice öldürülebilecekleri konusunda uyarır ve gerçeğin
özgürleştirdiği kadar öldürdüğünü ve böldüğünü de ileri sürerdi. Ayrıca kendini
beğenmiş bilgiçleri lanetler ve egemen sınıfı derin bir biçimde telaşa
sürüklerdi.
Hristiyanlık
inancına göre, çarmıha gerilmeyle yüzleşebilen ve insanlık tarihinin travmatik
gerçeğinin işkence edilmiş bir insan bedeni olduğunu kabul ederek yaşamını
sürdürebilenlerin yeni bir yaşam şansı olabilir, fakat bu, sadece şu anki
uğursuz durumumuzun tasavvur edilemez biçimde dönüşümüyle mümkündür. Bu, “diriliş”
olarak bilinir. Vücudu lime lime edilmiş masumun o korkunç görüntüsünü tarihin
hakikati olarak göremeyenler, ”insanlığın sınırsız ilerleyişi” denilen ve Dawkins’in
özbeöz savunucusu olduğu o köklü batıl inancın bağnazları olmaya mahkûmdurlar.
Onlar en fazla, Hristiyanlığın gözünde yeterince radikal olamayan, iyi niyetli
reformcular veya sosyal demokratlardan başka bir şey olamazlar.
Demek
ki Hristiyanlığın ana öğretisi, Tanrı’nın piç olduğu anlayışı değildir. Aramızdan
ayrılmış olan Dominikan teolog Herbert McCabe’in ifadesiyle, “sevmezseniz
ölürsünüz, severseniz bu sefer sizi öldürürler.” Olmayacak dua, “halkın afyonu”
denilen şey, tam da budur.
Afyonla
ilgili ifadeyi kullanan Marx’tı, ama aynı pasajda Marx dini “kalpsiz dünyanın
kalbi, ruhsuz koşulların ruhu” olarak tanımlıyor, bu anlamda, dine hücum eden,
kötek atan, bel altı vuran Dawkins’e kıyasla makul ve diyalektik bir görüş
ortaya koyuyor.
Şimdi
tüm bunlar, bir masaldan daha akla yatkın gelmeyebilir. Bugünün düşünen
insanlarının çoğu, bunları reddetmek için kusursuz gerekçeler bulabilir. Fakat
insanlık tarihinin en zengin, en uzun soluklu popüler kültür biçimini
eleştirenlerin, onu “çerçöp, zırvalık” diye niteleyip kolay zaferler peşinde
koşmaktansa, bu olayla en ikna edici noktasından yüzleşmek gibi bir ahlakî
yükümlülüğü bulunuyor.
Benim
çerçevesini çizdiğim ana akım teoloji doğru olmayabilir, fakat onu savunan
herkes, bana göre saygıdeğerdir; oysa Dawkins, hiçbir dinî inancın, hiçbir
zaman ve hiçbir yerde herhangi bir saygıya değer olmadığını düşünüyor. Üstelik
bu görüş, dogmatizme temelden karşı olan bir kişiye ait. Dawkins’e göre, en
ılımlı dinî görüşlere bile şiddetle karşı çıkılmalıdır, çünkü bu tür görüşler,
her daim bağnazlığa yol açarlar.
Dawkins’in
de benimsediği kimi liberalizm akımları, bugünlerde yozlaşarak berbat bir neoliberalizm
çeşidine dönüştüler, fakat bence bu dönüşüm, liberalizmi desteklememek için bir
gerekçe olarak öne sürülemez. Dawkins, anlaşılması zor bir mantıkla, esasen Oxford
Piskoposu’nun Usame bin Ladin’den sorumlu olduğunu ima ediyor.
Polemiği
sürdüren kişi olarak Dawkins, bilimin zaferi konusunda biraz daha az kibirli
olsaydı (kitapta bilimin yanılma payıyla ilgili sadece bir ya da iki imaya yer
veriliyor) ve sanki bir şey önermek, bir itirazı bilimsel olarak çürütmekle
aynı şeymiş gibi, gidip “[belirli bir bilimsel görüşe karşı] bu itiraz, çok
sayıda evrenin varlığı önerilerek cevaplanabilir” şeklinde cümleler kurmaktan
kendini alıkoyabilseydi, iddiaları daha ikna edici olabilirdi.
Kolayca
tahmin edilebileceği üzere, Dawkins, bilim ve teknolojinin insanlığı karşı
karşıya bıraktığı dehşet konusunda tek laf etmiyor, sessizliğini zerre
bozmuyor. Oysa Kıyamet Günü, dinden ziyade bilim ve teknolojinin bir ürünü
olacak gibi duruyor. Engizisyonu at, yerine kimyasal silâhların konuştuğu savaşı
koy, hiçbir şey değişmez.
Dawkins’in
zerre sarsılmayan bilimsel tarafsızlığı öyle bir noktada ki, neredeyse dört yüz
sayfalık kitapta dinî inançtan tek bir insanî faydanın gelebileceğini bir türlü
itiraf edemiyor. Bu, deneyle somutta sınanma öncesinde de sonrasında da geçerliliği
olmayan bir görüştür.
Hayatlarını
İsa, Buda ya da Allah adına cansiperane bir şekilde başkalarının iyiliğine
adayan milyonlarca insan, bu şekilde insanlık tarihinden silinmiş oluyor ve
bunu kendisini “bağnazlığa savaş açan biri” olarak gören bir kişi yapıyor. Bu
anlamda Dawkins’in, sosyalizmi Gulag toplama kamplarıyla bir tutan kişiden
hiçbir farkı yok.
Tıpkı
bir püritenin seksle ilişkisinde olduğu gibi Dawkins de Tanrı’yla benzer bir
ilişki kuruyor, her yerde, hatta orada olmadığını kanıtlayabildiğimiz yerlerde
bile, O’nu görüyor. Örneğin Dawkins, Kuzey İrlanda’daki etnik-politik
çatışmanın dinin ihaneti olmasa yok olup gideceğini düşünüyor, bu hâliyle
ömrünün belirli bir kısmını bu ülkede geçirmiş benim gibi bir insana kıyasla
çok az şey bildiği bir konuda söz etme ihtiyacı duyuyor. Ayrıca Dawkins, tuhaf
bir biçimde, “Kraliçeci” ifadesinin Protestanlara, “Milliyetçi” ifadesininse
Katoliklere denk düşen birer mecaz olduğunu düşünüyor, Kraliçeci ile Birlikçi
ve Milliyetçi ile Cumhuriyetçi arasındaki farkları dahi bilmiyor. Dawkins, aynı
zamanda ortada dile getirdiği iddiayı çürüten aksi yönde bir yığın delil
olmasına karşın, İslamî terörizmin ilhamını siyasetten değil, dinden aldığını
zannediyor.
Bunlar,
sadece öfkeli bir ateistin görüşleri değil. Bunlar, çok kolay ayırt
edilebileceği gibi, bir İngiliz orta sınıfına mensup liberal bir rasyonalistin
görüşleridir. Dawkins, bazen şairin “Sessizliğin el değmemiş gelini” deyişini
bir Antik Yunan çanağını tasvir etmenin gülünç ve saçma bir yolu olarak gördüğünü
düşünmemize neden olacak cümleler kurabiliyor. Bu yazdıklarından anlıyoruz ki
Dawkins, Foucault’ya, psikoanalize, ajitpropa, dadaizme, anarşizme veya ayrılıkçı
feminizme coşkuyla sahip çıkarak, bu alanlardan birinin Avrupa’nın en önemli savunucusu
olamayacak biri. Tüm bu olguların, ondaki o buz kesmiş rasyonaliteyi İsa’nın
bakireden doğumu kadar rahatsız edeceğini düşünmeden edemiyor insan.
Bir
insan, elbette ki hem ateist hem de tüm bu olguların ateşli bir savunucusu ve
taraftarı olabilir. Ama ondaki Tanrı’ya yönelik nefret, hayranlık uyandıracak
bir çaba dâhilinde önyargılardan arınmayı bilmiş bir bilim insanının görüşü asla
değildir. Bu nefret, özel bir kültürel bağlama aittir, ancak o bağlamda vücut
bulabilmektedir.
Kuzey
Oxford’da ne anarşizme ne de İsa’nın bakireden doğumu anlatısına destek sunacak
insan bulabilirsiniz (burada “Kuzey Oxford” tabirini coğrafi değil, ideolojik
anlamıyla kullanıyorum. Dawkins’in tam olarak nerede yaşadığını bilmiyorum,
dolayısıyla o içini ferah tutabilir.)
İngilizlerde
bir şeye dokunduğunda, onu tarttığında ve tattığında o şeye inanmak gibi bir
ortak anlayış, söz konusudur. Tanrı Yanılgısı, başka kaynakların yanı
sıra, tam da bu ahırın mahsulüdür. Ondaki cahillik ve köylülük dikkate
alındığında, Dick Cheney bile Dawkins’in yanında Thomas Mann gibi kalır.
Dawkins’in
bize ilettiği seküler On Emir’den biri şunu tavsiye ediyor: “başkalarına zarar
vermediği sürece seks hayatınızın keyfini çıkartın.” Oysa bunlar, liberallerin
ağzından dökülen bomboş, basmakalıp laflardır.
Dawkins,
köktencilerden nefret etmekte sonuna kadar haklıdır, fakat bilebildiğimiz
kadarıyla, ondaki din karşıtı eleştirilere, köktenciliği besleyen nefreti,
kaygıyı, güvensizlik ortamını ve aşağılayıcı durumları üreten küresel kapitalizm
eleştirisi nedense eşlik etmez. Bunun yerine Dawkins, medyada çıkıp gevezelik
eden kalın kafalı uzmanlar gibi her şeyi götürüp dine bağlar.
Dolayısıyla
küresel politika söz konusu olduğunda, Dawkins’in ara sıra “geriye dönüşler”
yaşansa da sürekli mevziler elde eden ilerleme sürecini içeren (kendi
tabiriyle) “zamanın ruhu”na iman eden eski kafalı bir Hegelci olmasına hiç
şaşırmamak gerekiyor. Ağzından liberaller gibi “dalga, durmadan hareket eder”den
başka bir cümle dökülmez.
Mevcut
Amerikan hükümeti gibi “yerele has, geçici aksilikler” meydana gelebileceğini
yüce gönüllülükle kabul eden Dawkins, bu rejimin muhtemelen öngörebildiğimiz
gelecekte beraber yaşamak zorunda olduğumuz dünya düzenindeki şiddetli
dönüşümün habercisi değil de küçük bir seçim cilvesi olduğunu zanneder. O, tam
da Herbert Spencer gibi, “ilerleme eğiliminin gün gibi ortada olan apaçık bir
gerçeklik olduğuna, ilerleme sürecinin devam edeceğine” inanır. Demek ki şunu
söylemek mümkündür: Bizatihi Kamusal Bilimin Sözcüsü’nün ağzından işittiğimiz üzre,
ekolojik felâketler, kıtlık, etnik savaşlar ve nükleer atıklar gibi yerele has,
geçici aksilikleri bir kenara koyacak olursak, Tarih, daima ilerleme
hâlindedir.
Ara
sıra “bilgili” dindarlara yalan da olsa iyi niyet gösterisinde bulunan Dawkins,
dini ve köktenci dini bir ve aynı şey olarak görme eğilimindedir. Bu düpedüz
yanlış olan bu yaklaşım, esasında dinin avama (halka) değil de havassa, seçkin
bir gruba ait olduğu imasında bulunmak suretiyle, düşünce ve tefekkür temelli
olan dini ezmek için kullanılan bir araçtır.
Yukarıda
ana hatlarını verdiğim teoloji türünden bir şeye inanan çok sayıda insan,
kürtaj hakkını savunanları ve kötü görülen eşcinselleri katleden cahillerle
aynı çuvala atılıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse Tanrı Yanılgısı
denilen kitap, bu konuda işini gayet iyi yapmıştır.
Bu
görüşün beslediği anlayışa göre, Donald Rumsfeld’in epostaları haricinde, dünyadaki
en tehlikeli iki metin, İncil ve Kur’an’dır. Bu anlamda, hem en iyi hem de en
kötü liberallerden biri olarak Dawkins, Teksas’ta ve Taliban’da görülen “köktencilik”
olarak bilinen ruh hastalığı türüne karşı yıllarca ses çıkartmak suretiyle
muhteşem bir iş yapmıştır.
Dawkins,
sırf başkalarına ait diye o insanların aptalca veya mesnetsiz fikirlerine saygı
duyulması gerektiğine inanan samimiyetsiz liberalizm türünü redde tabi tutmakta
sonuna kadar haklıdır. Hayranlık uyandıracak ölçüde anlamlı olan o öfke yüklü
tarzı dâhilinde Tanrı Yanılgısı, günümüzde ABD’deki ateistlerin
durumunun elli yıl öncesinin eşcinsellerinin durumuna benzediğini söylemektedir.
Kitap,
köktenci olsun ya da olmasın, dine dair basbayağı ürkütücü olan kısa öykülerle
dolu. Amerikalıların neredeyse yarısı, İsa’nın şanlı ikinci zuhurunun, dirileceği
anın yaklaşmakta olduğuna inanıyor, bazıları da bu an yakınlaşsın diye en lanet
işlerin altına imza atıyor.
Din
hakkında tonla laf eden Dawkins, onca lafı kendisiyle aynı fikirde olmayan,
bilim sahasındaki kimi meslektaşlarına karşı berbat bir üslupla kıl bir herif
olmadan da, aynı zamanda teoloji konusunda bu kadar cahil olduğunu ifşa etmeden
de edebilirdi. Ayrıca kitabında, Tanrı’yı da bir kişi sayarsak eğer, en fazla
bahsi edilen ikinci isim olmamak konusunda da bir çaba içine girebilirdi.
Terry Eagleton
19
Ekim 2006
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder