04 Mart 2016

Fetret


İnsan yaradılışını ve onun zihin ürünlerini incelerken şu kanıya vardım: tarihsel gerçek bir kez oluştu mu, ne ise o olması nedeniyle (örneğin olduğu şey olan ve olduğu şey olduğu için, öyle olmaması ya da başka türlü bir şey olması olanaksızlaşan bir kimya elementinin zorunluluğundan) hiç farklı olmayan bir zorunluluk niteliği kazanıyordu.” 

[Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi, s. 10, TTK Basımevi, Ankara, 1988]

 

Yukarıdaki alıntı, aslında siyasal-felsefi-bilimsel bir özet. Siyasal yanı modern ulus devlete, felsefi yanı aydınlanmacılığa, bilimsel yanı da pozitivizme karşılık gelmektedir.

Suat Sinanoğlu, zaten bu alıntıyı yaptığımız Türk Hümanizmi adlı çalışmasında, Kemalizm’in siyasal-felsefi içeriklendirilme örneklerinden birisini, hatta Kemalizm’in ana omurgasını oluşturan içeriklendirme örneğinden birisini sunar. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş zemini, nesnel olarak da alıntıda ortaya konan zemine dayandırılarak yapılmaya çalışılmıştır. Özcesi, topluma dışsal bir ilke aracılığıyla verilen düzenleme tarihselleştiğinde, olduğundan başka türlü olamayanın (kimya elementi) taşıdığı kesinlik ve mutlaklık sağlanabiliyordu.

Dışsal ilkeyi veren dışsallık alanı, evrensel olarak belirlenen ilkelerle iş gördüğü varsayılan akıl alanıydı. Akıl alanını topluma dışsallaştıran (ve aşkınlaştıran) koşul, aklın insan toplumuna dışsal bir güç oluşu ile değil, aklı kurduğu iddia edilen ilkelerin dayandığı zemini pozitivist yöntemle kavrama ile ilgiliydi. Yöntem, tarihsel gerçek bir kez oluştuğunda, topluma yedirilen ilkenin toplumun doğal-maddi parçası olduğunu varsaymaktaydı.

Yöntem, elbette ki tümüyle hakikatsizlik içinde değildir. İnsan toplumları, sentetik müdahaleyle değişme olanağına sahiptirler. Bir yanıyla buna insan da sahiptir. Ancak hem yöntem, hem de yöntemin dayandığı siyasi-felsefi zemin, mutlaklık ve kesinlik karakteri taşıdıklarını varsaymaktadırlar.

Heidegger, batı metafiziğinin temel belirlemelerinden birisi olan özne-nesne denklemine karşı çıkmaz, o, bu denklemin hakikatin bütünü olarak belirlenmesine karşı çıkar. Pozitivist yöntemde karşı durulması gereken de budur. İnsan toplumları sentetik müdahaleyle değişme olanağına sahiptir, ancak insan toplumları diyalektiğe de sahiptir. Bu diyalektik, insan toplumlarını doğa determinizminin zorunluluğundan özerk bir biçimde, tarihselleştiği oranda kesinlik karakterine sahip ama mutlak olmayan ve asla fen bilimlerinde elde edilecek sonuçlara benzemeyecek olan doğal, içkin işleyişler ve usullerle devindirir. Türk ulus devleti deneyiminde gördüğümüz budur.

Evet Türk ulus devlet modeli varsaydığı zeminin öznesini tutturmuştur. Demokratik, laik, hukuk devletine yalnızca vatandaşlık kimliğiyle bağlı ve bu hukuk bağlamında Türk ulusunun üyesi, her türlü dinsel, kimliksel, mezhepsel, sınıfsal yani tarihsel bağlarından soyundurularak yerleştirildiği kamusal alanın hukuk önünde herkesle eşit parçası. Bugün bu zeminin tam da tanımlandığı gibi parçası olduğunu varsayan birey Türkiye’de vardır. Ancak toplum diyalektiği karşımıza, bu fenomenin yanında başka fenomenler de çıkarmıştır. Bu sentetik müdahale, doğal-içsel-tarihsel dirençlerle karşılaşmıştır.

Türkiye coğrafyasında bugün karşılaştığımız sorunları yaratan iki tarihsel direnç vardır. Bunlardan birisi İslam diğeri de Kürt kimliğidir. Evet Türk ulus devleti varsaydığı zeminde, örneğin tarihsel kimliğinden soyunarak, kamusal alanın saf özne vatandaşlığı kimliğini içselleştirmiş Kürt yaratmıştır. Ya da kamusal alanın seküler formuyla uzlaşmış bir müslüman yaratmıştır. Ama diğer yandan, bunu yaratamadığı bir Kürt ve müslüman da vardır. Çünkü bu tarihsel kimlikler oluşmuş tarihî gerçeklerdir ve cumhuriyetçi modeli de içeren liberal demokrasi, öznenin bu bağlarını, diğer öznelerle çatışmasına olanak tanıyacak kategoriler olarak gördüğü için onları saf kamusal alan belirlemesi içinde eriterek çözmeye çalışmıştır. Ancak tarihsel deneyim, toplum diyalektiğinin buna direnç gösterdiğini, doğal tarihsel kimliklerin dışsal bir alan üzerinden belirlenen ilkelerle bütünüyle formatlanamadığını görünür kılmıştır.

Türk ulus devleti deneyimi, bugün tarihinin en derin kriziyle karşı karşıyadır. Yukarıda ortaya koyduğumuz çerçeve bağlamında kendi siyasal-kamusal organizasyon formunda tamamıyla eritemediği iki fenomen, yani dinsel kimlik olarak İslam ve ulusal kimlik olarak Kürtlük, bugün onu büyük bir fetrete sürüklemiştir. Cumhuriyetin seküler siyasi zeminine tepki olarak doğan ve büyüyen İslamcı siyasi gelenek, genlerine liberalizmi şırınga ederek, hem dünya sisteminin icazet verebileceği sınıra yerleşmiş hem de modern Türk ulus devlet yapısının tamamıyla çözemediği bir siyasal sorun formu olarak statükoyla içeriden bağlanma yoluyla evrimleşebilme ihtimali denenmiştir. Ancak hem dış hem de iç koşulların etkisiyle devasa bir güç ve meşruiyet sağlayarak evrimleşme sürecini devam ettirmeyi değil, devletin yapısını değiştirmeyi siyasal gündemine almıştır.

Fetretin ne menem bir boyutta olduğu, Anayasa Mahkemesi’nin Can Dündar ve Erdem Gül kararından sonra iktidarın farklı kliklerinden gelen açıklamalarla ortaya çıkmıştır. Üstelik fetret yalnızca iç fetret olarak sürmemekte, hem Kürt hareketi hem de Suriye üzerinden dış fetret olarak da seyretmektedir.

AKP, Türk sermayesinin gelişmesine paralel olarak, onun emperyal içgüdülerinin oluşmaya başladığını görmekle Kürt meselesini çözüme bağlamak istedi. Esasta oluşturmak istediği zemin, kendisine bağlı bir kuzey-güney Kürdistan hinterlandıyla beraber Suriye meselesini de istediği yönde çözmüş bir şekilde federatif bir bölgesel alanın ağabeyi olmaktı.

Aslında Türk Devleti’nin dış güçlerin icazetinden tamamıyla bağımsız olmasa da yine de Abdullah Öcalan ile görüşmeye başlayarak çözüm araması bir Türk-Kürt iç ittifakı arayışıyla sorunu çözüme bağlama çabasıydı. İmralı Notları yayımlandı, isteyen oradan okuyabilir. Öcalan’ın kendi ifadelerinde yer almakta.

Gerçek çözüm, kimsenin hesabına dâhil olarak değil, tarihî ittifakı ve bu ittifakın siyasal formunu kurarak gerçekleşecek. Ancak hem iç hem de dış siyasi gelişim bunu engelledi. Ve Türk ulus devleti bir türlü varlığı içerisinde eritemediği iki tarihsel olgunun kendisini ölümcül bir şekilde sarmasını engelleyememe durumuyla karşı karşıya kaldı. Dahası, siyasal İslamcı gelenek, devlete kendini belli bir miktarda yedirdi ve Türk ulus devleti deneyiminin iç fetretinin bizatihi nedeni oldu.

Varmak istediğimiz sonuç şu: tarihin diyalektiği şu an gözlerimizin önünde canlı kanlı bir sonuç olarak yaşanmaktadır. Cumhuriyetçi modeliyle de beraber liberal demokratik siyasi gelenek, öznenin tarihsel olarak beraberinde getirdiği özellikleri, sosyal gruplar arası çatışmasızlığı sağlamak adına dışsal ilkelerle kurduğu, yani sentetik saf bir alan olarak tasarladığı “bir-arada- olmaklığında” çözdürerek bir sözleşme deneyimi kurmaya çalıştı. Ancak “bir-arada- olmaklığın” temel güçlerinden birisinin, öznenin beraberinde getirdiği bu tarihsel özellikler olduğu görüldü. Bu özelliklerin sırf sosyal gruplar arası çatışma yaratabilme ihtimali yüzünden sentetik kamusal alanda tasarımlanan saf bir öznede eritilmeye çalışılmasının belli oranda başarılı olmasına rağmen esasta kolektif bir siyasal travma yarattığı ve özneye ilişkin temel problemleri çözemediği görüldü. Radikal demokrasi kuramı bizzat bu noktalardan çıkmıştır.

İçinde yaşadığımız Türk ulus devleti deneyiminde de bahsettiğimiz bu iki noktanın artık kolektif bir siyasal travma fenomeni olarak gözlerimizin önünde naklen yayınını izlemekteyiz. Tüm devrimci, demokratik güçler, toplumu ve siyasal alanı bu iki can alıcı noktayı çözme noktasına zorlama göreviyle karşı karşıyadırlar.

Devletin iç fetretinin nedeni olan siyasal İslam’a, saltanat İslamı’na karşı kurucu İslam’ın tarihsel deneyiminde mevcut olan seslenişin ve kavramların inatla topluma hatırlatılması ve dillendirilmesi gerekmektedir.

Bugün sosyalist hareket içerisindeki unsurların AKP’nin saltanat İslamı’nı bahane ederek tam da eski statükonun belirlediği “gericilik” kavramı üzerinden aydınlanma narası atması büyük bir aymazlık ve siyasi hatadır. Kur’an’ı ve İslam tarihini az çok inceleyen bir devrimci, İslam’ın çıkış aşamasında devrimci bir din olduğunu kolayca görür ve tüm o aydınlanmacı, modernist ezberlerin burjuva ideolojisine yedeklenmek, dahası burjuvazinin açmış olduğu tarihsel bir alanın bekçiliğini yapmak olduğunu kolaylıkla kavrar.

Peygamber’in sünneti devrimci bir sünnettir, tıpkı Lenin’in sünneti gibi. Lenin nasıl canlı bir sürecin canlı bir parçası olarak, devrimi duyumsadığı anda kavramsallaştırma yeteneğini göstermiş ve tüm eserlerini bunun kayıt altına alınması olarak önümüze koymuşsa, Kur’an, İslam peygamberinin canlı bir devrim sürecinin canlı bir parçası olarak vahiy yoluyla tuttuğu kayıttır.

Bundan dolayı tüm örgütlü ya da örgütsüz demokrat, devrimci, sosyalist insanlar, müslüman dindar emekçi halkımıza sırf saltanat İslamı iktidarda diye onu ötekileştirecek olan statüko kavramlarıyla seslenmemelidirler. Her zaman kurucu İslam’ın eşitlik, adalet kavramlarını, Medine Sözleşmesi’nin ortaya koyduğu bir-arada-olma deneyimini, Peygamber’in Medine’ye göç ettiğinde gerçekleştirdiği ilk praksisin bahçe çitlerini yıkmak olduğunu anlatmalıyız ve bu eksen etrafında oluşan söylemi desteklemeliyiz.

Devlete kendini yedirmeyi başarmış ve başardığı oranda saltanat İslamı’na evrilmiş Siyasal İslamcılık, ancak dindar emekçi halkımızın bu eksende bir söylemle mücadeleye dâhil edilmesiyle çözülebilir.

İkinci önemli nokta Kürt meselesidir. Aslında ilkin devlete yedirilmesi gereken tarihsellik İslam değil, Kürtlüktür. Çözüm sürecinde de Abdullah Öcalan, Kürtlerin kendi otonom sivil toplumlarının kurulumu aracılığıyla ve bunu her türlü dış hesaptan münezzeh bir iç Kürt-Türk ittifakı yoluyla zorladı. Ancak gelinen nokta ortada.

Tüm demokrat, devrimci, sosyalist insanların bugün karşı karşıya olduğu ikinci acil görev, bir iç savaşa evrilme potansiyelini barındıran sorunda toplumu demokratik yollarla bu zemine tekrar çekmeye çalışmaktır. Bundan dolayı, Kürt hareketine karşı da eleştirel tutum almada çekingen kalınmamalıdır. Savaşın tüm vahşetine ve acımasızlığına rağmen, bu yapılmalıdır.

Türk devleti derin bir fetretin içindedir. Bu fetret, ancak toplumun doğru siyasal taktik yollarla devindirilmesiyle çözülür. Uzun uzun anlatmaya çalıştığımızı özetleyelim. Tarihsel olarak arkasından sürüdüğü iki sorunla beraber krize giren toplumsal yapımızı anlattığımız zeminde bir siyasal hatla rahatlatabiliriz. Devletlü ve saltanat İslamı’na karşı kurucu İslam’ın zeminiyle halkımıza seslenmek, saltanat İslamı’nın dayandığı toplumsal tabanı ve meşruiyeti bu yolla çözmek ve Kürtlerin otonom olarak örgütlenmiş sivil toplumları aracılığıyla tarihi Türk-Kürt iç ittifakını demokratik yollarla zorlamak. Bunlar gerçekleşmediğinde göreceğiz ki fetret ya darbe yoluyla çözülecek ya da diktatörlüğün tahkimi yoluyla.

Ozan Çılgın
3 Mart 2016

0 Yorum: