“Doğu, devrimin meşalesini tüm
Batı Avrupa’ya taşıyacak
devrimci bir kazandır.”[1]
[Sultangaliyev -1920
Komünizm-İslam ilişkisine dair kısa bir değerlendirme sunmak zor. Bunun nedeni, kısmen ilgili sahanın genişliği kısmen de konuya dair güncel ve tatmin edici bir rehberin elde mevcut olmamasıdır.
Yaacov Ro’i, kısa zaman önce 1941 sonrası döneme ilişkin ayrıntılı bir çalışma kaleme aldı, ancak bu bile sadece Sovyetler Birliği’ndeki İslam ile sınırlı.[2] Bundan ayrı olarak, konunun farklı yönlerine ilişkin yapılan yayınlardaki sayısız ehil inceleme üzerine çalışma yapmak suretiyle özet bir çalışma kaleme almak da mümkün.
Yazındaki söz konusu eksiklik giderilmeyi bekliyor. Bu çalışmada böylesi bir yükün altına girilmeyecek, ama konuya dönük yaklaşımın muhtemel ana hatlarına dair kısa bir takdim yapılacak.
Marksist sol ile politik İslam arasındaki ilişkinin tarihi 1917 Rus Devrimi’ne dek uzanır. Rus Devrimi, nüfusun yüzde onunu teşkil eden, yaklaşık 16 milyon Müslümanın
yaşadığı bir imparatorlukta cereyan etti. Bolşevikler, Müslümanların da rejimin elinde
cefa çektikleri, çok milletli ve çok inançlı olan, çarlık imparatorluğunu miras almışlardı. Çarlığın devrilmesi, imparatorluk tarafından inkâr edilen dinî hürriyetlerini ve millî haklarını talep etmekte olan milyonlarca Müslümanı radikalleştirmişti. Çarlığın devrilişi, Rus olmayan azınlıklarca büyük bir coşku ile karşılandı. 1917’de Moskova ve Kazan’da Müslüman kongreleri tertiplendi. Mazlum milletlerin
kendi kaderlerini tayin etme haklarına ve köylülüğe toprak verilmesine
dönük ajitasyon yapan Bolşevikler, devrimin Rus olmayan topraklara taşınması noktasında önemli bir destek
buldular. Din hürriyeti, eski Rus imparatorluğuna mensup mazlum halklar için Bolşeviklerce teşvik edilen millî hürriyetin önemli bir ayağıydı. Bolşevizm, “Sovyet rejimi eliyle
kurulan yeni hükümet organlarında toplaşan”[3] birçok Müslümanı
cezbetti. Lenin’in aldığı kararlardan biri de “Rusya ve Doğu’nun Emekçi Müslümanları”na yönelikti. Bolşevikler, Müslümanların politik öfkeleri ile bütünleşmek derdindeydiler. İkinci Tüm Rusya Müslüman Komünist Örgütleri Kongresi’nde (Kasım 1919) yaptığı konuşmada Lenin şunları söylüyordu:
“Sosyalist
devrim, esas olarak ya da sadece devrimci proleterlerin her ülkedeki kendi
burjuvazisine karşı verdiği bir mücadele olmayacaktır. Hayır, bu mücadele, emperyalizm tarafından zulme uğrayan tüm sömürgelerin ve ülkelerin, tüm bağımlı ülkelerin milletlerarası emperyalizme karşı verecekleri bir mücadele olacaktır.”[4]
Bolşevikler, solcu Müslümanları saflarına kabul ettiler ve
sonuç olarak komünist parti üyeleri arasındaki Müslüman oranı yaklaşık yüzde 15’e yükseldi. Orta Asya’da bu oran, yüzde 70’e çıktı. Bolşevik liderler, Batı emperyalizmine karşı “cihad” çağrısı yaptılar. Lenin’in de ifadesiyle, sömürgeci kontrolünde olsun ya da olmasın, yereldeki tüm yönetici sınıflara karşı mücadelelerinde İslamcılara destek verilmeliydi. Lenin, bu “şaşırtıcı müttefik”i komünistlerin dinî faaliyetle herhangi bir temas içinde olmamaları gerektiğine inananlara karşı büyük bir kuvvetle
savundu. Lenin’e göre, “sömürgeler” dünyasındaki bu tarz
hareketler, geleceklerinin emperyalist güçlere karşı mücadele eden Avrupalı işçilere bağlı olduğu hususunda ikna edilmeliydiler, bu ikna gayreti de
ikili bir yaklaşıma muhtaçtı.
Cedidizm ve Bolşevizm
Cedidizm, “usul-i cedid” (yeni yöntem) adı
altında on dokuzuncu yüzyıl süresince Rus İmparatorluğu’nda şekillenmiş Müslümanlara özgü
bir reform hareketiydi. Eğitim reformu savunusu ile yola çıkan hareket, zamanla politik bir harekete dönüştü. Cedid hareketinin
en ünlü liderlerinden biri, İstanbul ve Paris’te çalışmış, Avrupa eğitimi almış Kırımlı bir Tatar olan İsmail Gaspıralı’ydı (Gasprinski). Gaspıralı, 1883’te Tercüman gazetesini yayımlamaya başladı. Ekonomiden dinî kurumlara değin bir dizi konuda
yazıların yer aldığı gazete, Müslüman pratiklerinin modernizasyonu için
kampanya yürüten Cedidîlerin başlıca yayın organı hâline geldi. Gaspıralı’nın inancına göre Müslümanlar,
Batılı devletler ve halklar arasında hızla değişen politik ve kültürel ilişkiler, İslamî yenilenmenin hızlı bir biçimde gerçekleşebilmesi için gerekli doğru koşulları oluşturmuştu. İsmail Bey, Orta Asya’yı ziyaret etti, bu ziyaretin etkisiyle, 1897’de Andican’da, 1898’de de Tokmak ve Semerkant’ta Cedid okulları açıldı.[5]
1917 Devrimi sonrası Cedid hareketinin kimi kısımları
bir tür “İslamî sosyalizm”e dönüştü. Ancak Edip Halid’in de ifade ettiği üzere, Cedidîlik, “mevcut literatürün iddiasının aksine, birleşik bir hareket olarak
görülemez.” Orta Asya’daki Cedidîler, söylemlerinde Avrupa
Rusya’sındaki Cedidîlerin sembollerini, kinayelerini ve mecazlarını kullansalar da bu,
onların kendi yerelliklerinde aynı anlamı ihtiva ettiğini göstermez.[6]
Esasen Müslüman reformu, Rus imparatorluğundaki konumlara bağlı olarak değişen kimi hedefler ve sonuçlar bakımından farklılık arz eden ayrı yönlerden ilerledi.
Kazan Tatarlarında reform hareketi radikal bir biçim kazandı. Burada hareket,
milliyetçi, sosyalist ve Rus karşıtı bir konum alarak, Tatar komünizminin ocağı hâline geldi. Tatar komünizminin en önemli isimleri Molla Nur Vahidov ve Sultan Galiyev’di.[7] Tersine, Dağıstan’da Müslüman reformcular görece daha ılımlıydılar.
Bunların esas olarak ilgilendikleri husus, toprak reformu önerilerinin şeriat karşıtı olduğuna ilişkin suçlamalar karşısında kendilerini korumak ve gelenekçi muhaliflerine nazaran kendilerinin gerçek birer Müslüman olduklarını kanıtlamaktı:
“Ağustos 1917 tarihli Köylü Kongresi’nde şeriat yüce otorite olarak
kabul edildi, şeriata ilişkin kimi alıntılardan istifade
edilerek toprağın işleyene ait olduğu karara bağlandı. Böylelikle şeriatçılar, sosyalist grupların ve toprağa aç köylülerin şeriatı tarafından dövülmüş oldular.”[8]
Türkistan’da Cedidîler, Aralık 1917’de, Kokand’da
özerk bir devlet kurdular ve köktenci bir retoriğe başvurarak, “şeriata dönüş” çağrısı yaptılar.[9] Buhara’da Genç Buharalılar, başta halkın ekseriyetince destek gören emirin teokratik
yönetimini deviremediler.[10] 1920’de iktidara geldiklerinde ise gayet ılımlı bir siyaset yürüttüler. Buhara Halk
Cumhuriyeti’nin 1921 tarihli anayasasının 26. Madde’sinde, “Hiçbir yasa, İslam’ın temel ilkelerine aykırı olamaz”[11] hükmü yer alıyordu.
Gene de “Cedid”, terim olarak, süreç içinde sahip olduğu değeri yitirmedi. Tüm bu hareketler, kimi
temel özellikler noktasında ortaklaşıyorlardı. Kur’an ya da sahih Hadis’in doğrulamadığı hiçbir bid’atı kabul
etmiyor, tüm Batı hâkimiyetini redde tabi tutuyorlardı. Rusya bağlamında Batı’ya yönelik söz konusu ret, mutlakiyetçi çarlık rejiminin
devrilmesini ifade ediyordu. Ancak bu hedef, aynı zamanda Müslüman
olmayan devrimciler tarafından da paylaşılmaktaydı. O hâlde sosyalistler ve
komünistlerle işbirliği yapmak mümkündü.
1917 Ekim Devrimi’nin başarısı Cedidîleri saf tutmaya zorladı: Edip Halid’in tespitiyle Cedidîlere göre, 1917 “Hakikat Ânı”ydı.[12] İktidara gelen Bolşevikler, Orta Asya’daki Rus hâkimiyetini, en azından teorik olarak, savunmuyorlardı, bu da Cedidîlerin onlara yakınlaşmaları için gerekli zemini hazırladı. Ancak gene de ilgili tercih bir ânda yapılamadı. Geçici hükümetin devrilmesi,
Cedidîler arasında pek de coşkuyla karşılanmadı. Hâkim ruh hâli, esas olarak tarafsızlık yönündeydi. Genç Buharalı “Abdürrauf Fıtrat, Hürriyet’te şu satırları kaleme alıyordu:
“Bolşeviklerin ya da muhaliflerinin safına geçmek şu ân için gayet ihtiyatsız ve aptalca bir
hareket olacaktır. Bizim millî haklarımıza dokunmadıkları sürece her iki tarafa da muhalif değiliz.”[13]
Sovyet Müslümanlarının Ekim’e dönük tepkileri her
yerde aynı değildi; 1917 süresince birleşmeye dönük teşebbüsler boşa çıkmış, her bölge kendi yoluna
gitmişti. Gruplar, ancak iç savaş sonrası Sovyet devletinin
himayesi altında yeniden birleşebilmişlerdi.
Ekim 1917 sonrası Bolşevik hükümetini kaç Cedidînin desteklediğini tahmin etmek imkânsız. 1918 Haziran’ında Türkistan Komünist Partisi kuruldu
ve “kısa sürede çok sayıda Cedidî saflara katıldı.” Cedidîlerin gazetesi Hürriyet,
Semerkant Sovyeti’nin yayın organı oldu. Yaz 1918’de Taşkent Sovyeti, Cedidîlerin eliyle teşkil edildi. “Sovyet, karşı devrimci ulemayı tutukladı, bu olay, Müslüman toplumun ortadan ikiye bölündüğünün delili”ydi.[14] Ekim 1917’de muğlâk bir tavır takınmış olan Abdürrauf Fıtrat, kendini
tüm kalbiyle Bolşevik davasına adadı. Yazar, esas olarak Avrupa emperyalizmini kınayan yazılar kaleme aldı. 1919’da şunları söylüyordu:
“Avrupalı
emperyalistler Doğu’ya ahlâksızlık ve yıkımdan başka bir şey vermediler. Her ne kadar Doğu’ya gelip ‘medeniyet okulları ve insanlık üniversiteleri açacağız” dedilerse de kerhane
ve meyhane dışında bir şey açmadılar.”[15]
Tatar Mir Said Sultan Galiyev, 1892’de Ufa’da doğdu. 1917’ye kadar hiçbir politik angajmanı olmayan, sıradan bir gazeteciydi. Ancak Rus imparatorluğunu yıkan devrimci olayları şevkle selâmladı ve bunu büyük bir fırsat olarak değerlendirdi. Molla Nur Vahidov ile birlikte Müslüman
millî komünizm teorisini geliştirdi. Bu teoriye göre Marksizm, İslam toplumunun özel kimi
niteliklerine uyum sağlayabilmek için değiştirilmeliydi. Tarihsel açıdan bu eğilim, 1918’de başladı, 1928’de sona erdi. Kimi vakit çelişkiler arz eden milliyetçilik, komünizm, anarşizm ve elbette din
gibi farklı ideolojiler arasında bir sentezi öngörüyordu.
Müslüman millî komünistler, genelde İslamî hayat tarzının ve Marksizmin tanım
itibarıyla uyumlu olduklarına inanıyor, bu ikisinin birlikte var olabileceğini, hatta birbirini tamamlayabileceğini düşünüyorlardı. Kısa vadeli hedef, Orta
Asya’da Rus değil, Müslüman olan bir
komünist parti tarafından idare edilecek özerk bir devlet kurmaktı. Parti
komünist ise de halka sosyalizmi takdim etmeyecek, “gerici Müslüman din
adamları” dâhil, sömürücü sınıflara karşı gerçekleştirilecek toplumsal devrim uzak bir geleceğe ertelenecekti.[16] Din karşıtı propaganda, Galiyev’e göre, ancak Tatarlar,
Başkırlar ve Kazaklar gibi
Sovyet Rusya’nın en gelişkin Müslüman milletleri arasında yapılabilirdi. Bu
propaganda, Türkistan, Hive ve Buhara’da tavsiye edilmedi, zira “buradaki
halklar, Tatarların aşmış oldukları gelişme aşamasına henüz ulaşamamışlardı.”[17] Galiyev’in Bolşevik idarî yapıda hızla yükselmesi ve Stalin döneminin tasfiye
hareketi dâhilinde aniden itibar kaybetmesi ve karalanması, sonraki kuşaklarca ilk dönem Sovyetler’in millet
siyasetindeki vaatler ve hayal kırıklıklarına ilişkin bir mecaz olarak kullanıldı.
Sultan Galiyev, iyi bir örgütçü ve hatipti. İç savaş süresince Merkez Askerî Müslüman Birliği’nin ve Doğu Halkları Komünist Örgütleri Merkez Bürosu’nun başkanlığını yapan Galiyev, ayrıca Halkın Milliyetler
Komiserliği’nde üye olarak bulundu. Bu son görevi ile birlikte o, Sovyetler Birliği’ndeki devlet yapısında, en yüksek seviyedeki tek Müslüman olma hüviyetini de
kazanmış oldu.
Sultan Galiyev, kendi görüşleri için yıllarca mücadele etti ve
iktidardaki Bolşeviklerin müdahaleleri sonucu
hayal kırıklıkları yaşadı. Henüz birlik cumhuriyeti statüsü kazanmamış Tatarlar ve diğer Müslüman grupları
için dezavantajlı olacağını düşündüğü Stalin’in yeni federal hükümet planına (SSCB) karşı çıktı. 1922 sonunda Sultan
Galiyev, Stalin’in millet siyasetine açıktan itiraz etti ve
Mayıs 1923’te de tutuklandı. Kısa süre sonra serbest bırakılsa da partideki ve Bolşevik yönetimi altındaki tüm konumlardan uzaklaştırıldı. Haziran’da Merkez Komite’nin dördüncü konferansında Stalin tarafından komplo kurmakla
ve ihanetle suçlandı.[18] Konferans, onu
partiden ihraç ederek, “Sultan Galiyevcilik
sapması” (Sultangalievshchina) suçundan mahkûm etti.
Suçlarını itiraf eden ve bir süre sonra serbest bırakılan Galiyev, 1928’deki
ikinci tutuklamaya dek gazetecilik yaptı. Bu tutuklama ardından, 1930’da
“Sultan Galiyevci karşı devrimci örgüt” üyesi olarak, diğer 76 kişi ile birlikte yargılandı. Dava sonucu verilen idam cezası sonradan kaldırıldı, 1934’te serbest bırakılan Galiyev’in Saratov’da yaşamasına izin verildi.
Ancak 1937’deki üçüncü tutuklamanın ardından Ocak 1940’ta idam edildi.
1923’te Sultan Galiyev’in itibar kaybetmesinin
sembolik bir önemi mevcut: Artık Sovyetler, millî komünizmin fikrini
desteklemiyordu. Ancak Müslüman karşıtı bir siyasete geçildiğine ilişkin de ortada
herhangi bir kanıt mevcut değildi. Stalin de yukarıda bahsedilen dördüncü konferansta bu
iddiayı yalanlamıştı. Konferansta Stalin,
“yerel gelenekleri ve koşulları dikkate almaksızın Rus modelinin farklı milletlere
nakledilebileceğine inanan solcular”a saldırdı.[19]
Bu aşamada Cedidîlerin inançlarını terk etmeksizin Sovyet sistemi içinde çalışmaları mümkün hâle geldi. Bazıları isyan eden Basmacılara katılırken, (Fıtrat dâhil) ekseriyet,
legaliteden yana saf tuttu, zira bunlar, sonradan Özbekistan’ın parçası olacak Halk
Cumhuriyeti içinde faaliyetlerini sürdürebileceklerini düşünüyorlardı.[20] Yereldeki Müslüman komünistler, yirmilerde,
parti aygıtının kontrolünde kalarak, Moskova’nın talimatlarına uygun reform ve
yeniden örgütlenme siyasetlerini sürdürürler.[21] Bu döneme “korenizatsiya”
(yerlileşme) adı verildi.[22] 1918
tarihli (vakıfların millîleştirilmesi[23] ve şeriat mahkemelerinin
tasfiyesini öngören) radikal yasama süreci, yasa kitabında yer almasına karşın, 1922’den sonra zorla dayatılmak üzere, ertelendi. Hans
Bräker’in tespitine göre, 1927’ye dek uzanan bu dönemde Sovyet devleti İslam’a “görece yumuşak davrandı.”[24]
Sömürgeciliğe Karşı İslam’la Kurulan İttifak
Bolşevikler için yirmiler,
anti-emperyalist devrimin en parlak dönemdi. Bu dönem, hem Batı’nın Müslüman dünyadaki iktidarını devirme hem de Müslüman
toplumu dönüştürmek amacıyla İslam ile ittifak kurma imkânı sunuyordu. Bu
ittifakı mümkün kılan, İslam’ın toplumsal açıdan devrimci olan yönüne dönük temel bir vurgu ile yorumlanabilme ihtimaliydi. İktidara geldikten kısa bir süre sonra, 7 Aralık 1917 tarihinde Bolşevikler, “Doğu’nun Emekçi Müslümanları’na Çağrı Metni”ni
kaleme aldılar. Bu metinde, “İnanç, örf ve âdetleriniz, millî ve kültürel kurumlarınız şuandan itibaren serbest ve dokunulmazdır”[25] deniliyordu.
Anti-emperyalist Müslüman radikalizmi ve komünizm
arasındaki ilişki, Üçüncü (Komünist) Enternasyonal’in kurucu ilkeleri ve yönetimi tarafından da pekiştirilip desteklendi.
1919’da Komintern, Rus Komünist Partisi’nin yönetimine göre yabancı komünist partilerin faaliyetlerinin koordine edilmesi amacıyla Moskova’da kuruldu. O dönemde Lenin’in genel kanaati, Birinci
Dünya Savaşı’nı müteakip yaşanan kaosun koşulladığı devrimci ortamın Batı’nın kapitalist yöneticilerine karşı işçi sınıfı dayanışmasını ve dünya devrimini ateşleyecek tümüyle yeni bir milletlerarası komünist örgütlenmeyi gerektirdiği yönündeydi. Komintern’in merkezi Moskova’da olmalıydı, çünkü pratikte sosyalist olan bir ülkenin böylesi bir örgütlenme için merkez olması gayet doğal bir durumdu.
Komintern’in yapısı, Rus Komünist Partisi modeline
dayanıyordu, bunun nedeni, Rus hâkimiyetini güvence altına almak gibi sinsi bir
planı yürürlüğe koymak değil, Rus partisinin
devrimi başarıyla gerçekleştirmiş yegâne parti olmasıydı. Ancak 1920’de parti, tüm yabancı komünist partileri
Moskova’ya tabi kılmaya başladı. Bunda Komintern’e giriş için belirlenen 21
maddelik karar etkili oldu. Komünistlere kendi ülkelerindeki silâhlı güçler içinde propaganda yapmaları, köylülerin desteklerini
kazanmak için gayret göstermeleri ve mazlum milletlerle sömürge
halkların kurtuluşunu gerçekleştirmeleri talimatı verildi. Tüm partiler, işçi sınıfı hareketi içindeki reformist ve
orta yolcu unsurları hızla temizlediler,
onların yerine komünistleri getirdiler.
Pasifizmi mahkûm eden partiler, “Komünist Parti” ismini alarak tüm bağlayıcı kararların altına imza attılar. Ayrıca 21 maddeyi reddeden parti üyelerini ihraç ettiler. Komünist partiler, “demokratik merkeziyet” ilkesi uyarınca kendilerini
yeniden yapılandırdılar ve “her bir Sovyet
cumhuriyeti”nin çıkarlarını açıktan savundular.
İyi ya da kötü, Rusya dışında kurulan komünist partiler,
Sovyetler Birliği’nin ideolojik müttefiki ve dış siyaset aygıtıydılar. Komintern, diğer iki enternasyonalden ayrışarak, millî partiler birliği olmaktan çıktı, bunun yerine, farklı ülkelerde kolları olan tek bir komünist parti olarak örgütlendi. Kongreler arası geçen dönemde Yürütme Komitesi en yüksek otoriteydi. Komite’nin tek tek ülkelerdeki partilerin merkez komitelerine paralel ve
onu aşan kimi yetkileri vardı. Bu yetkiler, ona dünya devriminin idarî merkezi olma hüviyeti kazandırdı.
Başlarda Komintern, esas olarak yüzünü Batı’ya çevirmiş bir örgüttü. Üyelerinin önemli bir bölümü Batı ülkelerinden gelmekteydi, bu da Batılı sanayileşmiş ülkelerde gerçekleşecek dünya devriminin hızla yakınlaştığı inancını güçlendiren bir etmendi.
Bolşeviklerin genel kanaatine göre, her şeyi düzleyecek olan proleter devrim Avrupa’da gerçekleşmek üzereydi. Ancak 1920 Güz’ünde Sovyet liderleri,
korkuyla, Batı’daki devrimin henüz eli kulağında olmadığını tespit ettiler.
Almanya ve Macaristan’daki hatalar ile Sovyetler Birliği ile mağlup Merkez Güçler arasında anti-komünist rejimlerin teşkil ettikleri yekpare
bir bölgenin oluşturulması, onları analizlerini yeniden
gözden geçirmeye itti. Batı’da dünya devriminin yaklaştığına ilişkin fikirlerini terk etmeseler de dikkatlerini yeniden
Doğu’nun ortaya koyduğu devrimci potansiyele çevirdiler.
Geçmişte de Asya ile meşgul olmuş olan Lenin, Ekim 1920’de, Polonya’daki savaş sonrası Batı’daki devrim umutlarının suya düşmesi ardından, gözlerini Batılı güçlerin elindeki sömürgelere çevirdi. Lenin, bu ülkelerde söz konusu emperyalist güçleri yaşamaları için gerekli hammaddelerden ve pazarlardan mahrum
edecek, burjuva nitelikte bir dizi milliyetçi devrimin gerçekleştiği tespitini yaptı. 1920’deki neredeyse tüm yazı ve raporlarında Asya’ya işaret ederek, “gelişmiş kapitalist ülkelerdeki devrimci işçi sınıfı hareketini engelleyen en önemli sebeplerden biri,
finans kapitalin eline geçen sömürge mülkiyeti ve aşırı kârlarla bu ülkelerde giderek görece büyük ve istikrarlı bir hâl alan işçi aristokrasinin
yaratılmış olmasıdır” türü cümlelere rastlanıyordu.[26] Eğer Avrupa, Bolşevikleri mağlup edecek olursa, Asya, onların güçsüzleşen ruhlarını diriltmeyi bilecekti. Bolşevik liderliği, kapitalist dünyanın komünizmin Batı’daki başarısından önce sömürgeleri kaybederek
zayıflamasına karar verdi ve Doğu’daki devrimin,
emperyal kontrolün sistemsel yıkımının Batı’daki devrimi takip etmesi gerektiğini düşündü. Devrimci mücadeledeki kilit unsur buydu, zira “doğrudan sömürgeci bağımlılığa tabi mazlum milletler ile İran, Türkiye ve Çin gibi yarı-sömürge ülkeler,
dünya nüfusunun yüzde yetmişini teşkil ediyorlar”dı.[27] Komintern’in 1920’deki ikinci kongresinde Lenin, yeni Doğu yönelimini, “Sovyetler’in Doğu Siyaseti” başlığı altında resmen takdim
etti. Daha da ileri giderek, Sovyet yardımı ve propagandası önerisinde bulunan Lenin, Asya’nın Avrupa devriminden önce kapitalist aşamayı aşarak doğrudan sosyalizme geçmesi ihtimalinden söz etmekteydi:
“Şurası hiç unutulmamalı: Batı, Doğu’nun hatırına yaşayabilmektedir; Avrupa’nın emperyalist güçleri, esas olarak Doğu’daki sömürgeleri sayesinde büyümektedir, ancak aynı zamanda bu güçler, kendi sömürgelerini silâhlandırıp onlara dövüşmeyi öğreterek, Doğu’daki kendi mezarını kazmaktadır.”[28]
Sovyet dış politikası, her ne kadar tam anlamıyla bir Doğulu ya da Batılı yönelim içinde olmamışsa da 1920 sonrası Doğu’daki devrimci
beklentilere dönük ilgide ciddi bir
artış gözlemlendi ve Doğu’da mevcut olan
politik eğilime dönük tutarlı bir kayma yaşandı.
Komintern stratejisinin bir parçası olarak, Sovyet
yanlısı komünistler, Doğu’daki anti-emperyalist
millî kurtuluş hareketleri ile
dayanışma içinde olunması gerektiğini söylediler. Bolşeviklere göre, Ekim Devrimi “aydınlanmış” doğu ile “köleleştirilmiş” Doğu arasında bir köprü kurmuş, bu köprü, Eylül 1920’de Azerbaycan’ın Bakû şehrinde Komintern destekli Doğu Halkları Kurultayı’nda sömürge halklara Sovyet liderliğinin yaptığı çağrı için gerekli zemini teşkil etti. Sonrasında Komintern, Bakû’de Doğu Halkları Propaganda ve Eylem
Konseyi’ni kurmuştur. Sonuçta Bolşeviklerle Doğulu Müslüman halklar
arasında sayısız bağlantı kuruldu, birçok Asyalı devrimci, Sovyetler
Birliği’nde eğitildi, tüm bu gelişmeler, Batı için muazzam sonuçlar doğurdu.[29]
1920 sonrası Bolşevikler, söz konusu köprüyü Batı emperyalizmine karşı komünistlerle Doğulu milliyetçiler arasındaki birleşik cepheye dönük müdafaaları ile güçlendirmeye çalıştılar. Böylelikle Sovyet hükümeti, “birlikte barış içinde yaşama” ve komünist parti ile hareketleri ezen gerici milliyetçi hareketlere karşı ilgili parti ve
hareketlere dönük “kardeşçe yardım”ı birleştiren çok yönlü bir stratejinin üzerinde yükselen alternatif
politikalar uygulamaya başladılar. Bu esnek
strateji, kendi “dava”sını ve etkisini
güçlendirmek için Sovyetler Birliği’nin hedef ülkelere girmesini mümkün kıldı. Ayrıca söz konusu strateji,
komünist partiler, enternasyonal örgütler ve hatta bazen
gerici partiler türünden eldeki tüm araçların kullanılmasına imkân verdi. Sonuçta Sovyetler’in istediği belli bir komünist partinin başarısı değil, ülkenin dış politika hedeflerine ulaşılmasıydı. Dünya komünizmi, herkese açıktan ilân edilmiş, uzun vadeli bir
hedefti, ancak Sovyet devletinin çıkarlarına ait acil hedefe göre ikincildi.
Bakû Doğu Halkları Kurultayı
1-7 Eylül 1920 tarihleri arasında Birinci Doğu Halkları Kurultayı, Sovyet Azerbaycan’ının Bakû şehrinde toplandı. Kurultayda yirmiden
fazla Asya ülkesinden gelen yaklaşık iki bin delege hazır bulundu. Delegeler, Bolşevik liderler ve Batı proletaryasının delegeleriyle
birlikte emperyalizme karşı mücadelenin ve dünya devriminin ortak stratejisini tartışıp tarif ettiler. Bakû Kurultayı, Ekim Devrimi’nin açtığı devrimci dönemin önemli olaylarından biriydi.
Kurultay, millî ve sömürge karşıtı devrimler bağlamında (işçi sınıfının önderlik rolüne vurgu yaparak) “çifte devrim” stratejisinin gerekliliğini bir kez daha
vurguladı ve bunun Batılı proleterlerin mücadelesi ile doğu halklarının mücadelesinin birleştirilmesinde kilit bir nokta olduğunu tespit etti.
Doğu Halkları Kurultayı, Britanya’nın da ilgisini çekti. Komintern’in kurultaya dönük çağrı metni,
ilkin 3 Temmuz’da Izvestiya’da [“Haberler”] yayımlandı; metin, esas
olarak “İran, Ermenistan ve Türkiye’nin köleleştirilmiş halkları”na çağrıda bulunuyordu. Türk halkından İstanbul’u ve Batı Anadolu’yu kontrol eden Müttefik devletlerine karşı direnmeleri
istenmekteydi.
“Anadolu
köylüleri! Britanya, İtalya ve Fransa hükümetleri İstanbul’u namlularının ağzında tutuyorlar:
Sultan’ı mahkûm ederek, onu altı yıldır süren savaş yüzünden zaten yoksul düşmüş olan Türk halkını daha da rahat
soyabilmek için Türkiye maliyesinin
yabancı bankerlere peşkeş çekilmesini ve Türkiye topraklarının bütünüyle parçalanmasını kabul etmeye zorladılar. […]
Anadolu
köylüleri! Yabancı işgalcilere karşı mücadele etmeniz için Kemal Paşa’nın bayrağı altında acilen toplanmaya çağrılıyorsunuz ama aynı zamanda biz
biliyoruz ki, paşaların İtilaf Devletleri’ne mensup vahşi hayvanlarla barış yaptığı bir süreçte mücadeleyi ileri sıçratacak kendi halk partinizi, köylü partinizi kurmaya çalışıyorsunuz.”[30]
Orconikidze ve Zinoyvev, Doğu meseleleri ile ilgili kimi deneyimlere sahip Bolşeviklerin yardımıyla, kurultayın ana örgütleyicileri olarak
Lenin tarafından seçildi: böylelikle Anastas Mikoyan, Neriman Nerimanov ve Mir
Said Sultan Galiyev, delegelerin katılımı ile ilgili kuralları belirleyecek olan Örgütlenme Bürosu’nu (Orgburo) teşkil etti.[31]
Bolşevizmin Doğu halkları arasındaki prestijinin artırılması amacını güden böylesi bir Müslüman kurultayının toplanması hususunda tüm komünistler taraftar değildi. Ünlü Bengalli komünist M. N. Roy, vefatı ardından Hindistan’da
yayımlanan hatıratında Bakû Kurultayı fikrine muhalif olduğunu açık bir biçimde dile getirmekteydi. Roy, böylesi bir kurultayın sadece Doğu’da gerçekleşecek bir devrim için yeterli olmayacak
bir ajitasyon aracı olduğu hususunda Bolşeviklerle tartıştı. Hatırat’ında
şu ifadeleri kullanmaktaydı:
“Lenin,
benim inatçılığım karşısında hoşgörülü bir ifade ile gülümsedi; Zinovyev onun
iradesine karşı çıkan, daha önce örneğine rastlanmayan bu türden bir cüret karşısında öfkelendi; Radek,
benim ham bir biçimde ortaya koyduğum ciddiyetle alay
etti. Nihai herhangi bir sonuç doğurmasa da İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a uykusuz birkaç gece geçirmesi kesin olan böylesi bir canlı gösteri eğlencesinden neden mahrum olalım ki.”[32]
Bolşevik liderliğin yüksek komutası, Radek’in nüktedan görüşüne katılmış olmalı ki kurultay için resmî izin verildi,
Kurultay, 1 Eylül 1920’de[33] 1891 delegenin
katılımı ile açıldı.[34] Bu delegelerin 1273’ü komünist, 226’sı parti üyesi olmayan kişilerden oluşuyordu. Sadece 55’i kadındı. Türkler, 235 delegeyle en büyük ulusal gruptu. Katılımcıların 192’si İranlı, 157’si Ermeni ve 100’ü Gürcü’ydü. Kurultay salonunda ayrıca 8 Çinli, 8 Kürd ve 3 Arap delege
hazır bulunmaktaydı.[35]
Kurultayın temel amacı, ilân edildiği biçimiyle, Doğulu milletler arasında antiemperyalist
bir platform teşkil etmekti.[36] Mustafa Kemal’in yürüttüğü türden millî kurtuluş hareketlerine dönük verilen desteğin önemi, kürsüden birçok kez dillendirildi. “Yabancı emperyalist boyunduruğa” karşı birleşik cephenin ruhunun, tecrit edilmiş bir sima olarak Enver Paşa ve Ankara hükümetinin resmî temsilcisi tarafından yapılan coşkulu konuşmalardaki ifadelerle
pekiştirilmesi hayli ilginçtir.[37]
Bakû Kurultayı, Müslüman dünyası genelinde propaganda
aracı olarak kullanılacak bir belge olan “Doğu Halklarına Çağrı” metnini yayınlamayı ilkesel olarak kabul
etti. Çağrı bütünüyle Britanya’yı hedef alıyordu. Komintern,
Britanya’yı “mazlum” Doğu halklarına hükmetme niyeti ile hareket eden ve Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren güçlenen büyük bir imparatorluk
olarak değerlendirmekteydi.[38]
Britanya karşıtı ajitasyon, iki yıl önce katledilmiş 26 Bakûlü komiserin Britanya
emperyalizminin kurbanları olarak övüldüğü, kurultayın son oturumunda doruğa çıktı. Aynı gün ölenlerin aileleri ve
delegelerin katıldığı bir cenaze töreni düzenlendi.[39] Azerbaycanlı parti ve devlet görevlileri ile
kurultay delegeleri ve Komintern temsilcileri, komiserlerin anısına Britanya karşıtı konuşmalar yaptılar.[40]
Bakû Kurultayı’nda birçok konuşmacı, İslam ve komünizm arasında herhangi bir karşıtlığın bulunmamasına dönük vurgularda bulundu.
Örneğin Halkın Milliyetler
Komiserliği’nden Anatoli Skaçko şu tespiti yapmaktaydı:
“İslam dininin kökleri, dinî komünizmin
ilkelerindedir, bu ilkelere göre, hiçbir insan bir başkasının kölesi olamaz ve tek karış toprak bile özel kişilerce mülk edinilemez.”[41]
Öte yandan Zinovyev, “Doğu halkları”na hitaben yaptığı o ateşli konuşmada “esas olarak Britanya emperyalizmine karşı yürütülecek bir cihad”dan söz etmekteydi.[42]
Komünistlerin Müslümanlarla ittifak arayışı ile ilgili karar almaları, sadece ilk adımdı. Başarı ya da başarısızlık, kısmen komünistlerin yaklaşımları ile ilgiliydi. Bolşevikler, kendi elleriyle hiç gereği yokken kimi engeller oluşturdular. Lenin’in 1920’deki İkinci Komintern Kongresi’nde yapılan birkaç küçük değişiklikle birlikte kabul edilen “Millet ve Sömürge Meseleleri Üzerine Tezler”i, Müslümanları destek vermekten alıkoyacak şu türden ifadelerle yüklüydü:
“Hanlara,
toprak sahiplerine ve mollalara vd. ait konumun pekiştirilmesi ile kurtuluş mücadelesini birleştirme gayretindeki
panislamizm ve benzeri eğilimlere karşı mücadele etmek gerekmektedir.”[43]
Aynı şekilde Zinovyev de Bakû Kurultayı’ndaki “cihad” çağrısına karşın, “tüm dobralığı ile” şu tespiti yapıyordu:
“Panislamizm
ve Muhammedîlik ve benzeri eğilimler bizim safımızda değildirler. Bizim oldukça farklı bir siyasetimiz vardır.”
Bu tespit doğruysa da kesinlikle
diplomatik değildi. Komintern’in 1922 tarihli dördüncü kongresinde Endonezyalı komünist Tan Malaka, Komintern’in panislamizme dönük saldırılarının davaya ciddi ölçüde zarar verdiği iddiasını dillendirdi.[44]
Yukarıda da belirtildiği üzere, Bolşeviklerin iktidarlarını pekiştirmelerinden 1927’ye kadar geçen süre zarfında İslam’a ve Müslümanlara
yönelik resmî yaklaşımlar, genelde esnek ve uzlaştırıcıydı. 1920-21 arası dönemde yaşananların acı hatırasını diri tutan Bolşevikler, Sovyetler
Birliği’ndeki müslüman halklarla çatışma içine girmeyi göze alamadılar. Sosyo-ekonomik
ortam da Müslümanlara dönük ılımlı bir yaklaşımın sürdürülmesini gerekli kılmaktaydı. Yirmilerin başı, ülkede millî ve politik itiraza yol açmayan, uzlaşmaya dayalı Yeni Ekonomi Politikası’nın (NEP) hüküm sürdüğü bir dönemdi. Ülkedeki Müslümanların ekseriyeti, büyük ölçüde
köylülerden oluşmakta, NEP esas olarak köylüler lehine bir politika olarak işletilmekteydi.
Sömürgecilik karşıtı ittifak, aynı zamanda Müslüman
direniş hareketlerinin (ya da mevcut olduğu kimi durumlarda Müslüman hükümetlerin) kendilerine
uzanan dostluk elini sıkmaya hevesli olmalarına bağlıydı. Ortada gayet renkli bir resim mevcuttu. Çok sayıda Müslüman düşünür, ilkesel olarak,
komünist hedefleri onaylıyordu.
Örneğin Endonezya’da, yirmili yılların ortasında hayli faal olan Hacı Muhammed Misbah, komünizm ile İslam arasındaki muhtemel bir
ittifakın geliştirilip kamusallaştırılması için çalışıyordu. 1925 tarihli “İslamizm ve Komünizm” isimli makalesinde Misbah, her ikisi arasındaki benzerliği kesin bir dille
ifade etmekteydi:
“İslam dinini ilga etmeyi amaçlayan kimi fikirler ortaya atmaktan hoşlanan, ama öte yandan da
kendilerinin komünist olduğunu iddia eden tüm dostlarımız, ya gerçek komünist değildirler ya da komünist konumu henüz kavrayamamışlardır. İslam olduğunu söyleyip, komünizmi reddedenlere
gelince, korkarım ki onlar da ya gerçek müslüman değildirler ya da İslam dininin konumunu
tam olarak kavrayamamışlardır.”
Misbah’a göre bunun temel sebebi, Şeytan’ın ortaya koyduğu yeni gayretinin adı olan kapitalizmin mümini Allah’tan uzaklaştırmasıdır.
“Neyin
doğru neyin yanlış olduğunu hiç düşünmeden, sadece yiyecek veya kâr elde etmek isteyenler, doğru yoldan sapmışlardır.”[45]
Bu tarz görüşlere sahip olma
noktasında Misbah yalnız değildir. 1926’da Cava ve Sumatra’da gerçekleşen komünist ayaklanmalar,
iki şeytana karşı devrim vazeden ulema
liderliğinde cereyan ettiler: “Allah’tan uzaklaşmayı ve açgözlülüğü teşvik eden kapitalizm ve İslam dünyasını tehdit eden emperyalizm.”[46] Mısır’da Müslüman
modernizminin lideri Şeyh Muhammed Reşid Rıza, kimi zaman Bolşevik duygulara destek
sunan sözler sarf etti:
“Bolşevizm, sadece sosyalizmin diğer bir adıdır. Müslümanlar, onun başarılı olmasını ummalıdırlar, zira Müslümanlar
da işçidirler ve aynı zulmün çilesini çekmektedirler.”
Ancak Rıza, bu noktada kendince şerh düşüyor, “komünizm şeriatla uyumlu değildir” diyordu.[47] Sovyet Rusya’da Tatar aydın ve komünist Hanefi Muzaffer, 1922’de şu tarz iyimser cümleler kurmaktaydı:
“Her şey, Müslüman halkları
komünizme dâhil olma meyline sokmuştur.”
Cedid ilahiyatçısı Musa Carullah Bigi ise aynı
fikirlerle 1925’te şu tespiti yapmaktadır:
“Rusya’da
âdil ve eşitlikçi bir rejimin doğmasını koşullayan büyük bir devrim muzaffer olmuştur. Müslümanlar, bu eşitliğin, güvenliğin ve barışın tadını çıkartmaktadırlar.”[48]
Ancak madalyonun bir de öteki yüzü vardı. Komünist (ya
da sosyalist) toplumsal hedeflerin onaylanması, kâfirlerin kendi çıkarları
adına ortaya koydukları birer seküler ideoloji olarak bunlara yönelik bir
itirazla el ele gitti. Bunun dışında, vakıf mallarına el konulması ya da kılık-kıyafet ile kadınların durumu gibi kimi alanlarda yapılan değişiklikler, İslam’a dönük birer saldırı olarak görüldü. Endonezya’daki hikâye, bu bakımından gerçekten öğreticidir.
Burada başlangıçta Sarekat İslam içinde
komünistlerle modernist Müslümanlar arasında belirli bir işbirliği söz konusuydu. Sarekat İslam, Çinlilerin ticarî hâkimiyetine, Hollanda’nın politik yönetimine ve Hristiyan misyonerlerin dinî saldırılarına karşı Endonezyalıları korumak amacıyla 1912’de kurulmuş bir kitle
hareketiydi.[49] Bu hareket, Sarekat İslam içindeki Jogjakarta grubunun hareketin kontrolünü özel bir kongre sonucu ele geçirip, EKP’yi (Hint Adaları Komünistleri Birliği)[50] merkez yönetimden ihraç ettiği Ekim 1921’e dek devam etti. İhraç edilen ve artık kendisine “Kızıl Sarekat İslam” diyen (Tan Malaka’nın ifadesiyle, 100.000
kişilik üye toplamının 30.000’ini teşkil eden)[51] şubeler, komünist olduklarını eskisine nazaran daha gür bir biçimde vurgulamaya, böylelikle modernist İslam ile daha fazla çatışma yaşamaya başladılar. Leslie Palmier’in yazdığına göre, “Sarekat İslam içindeki EKP’ye karşı verilen mücadele, Jogiakarta’daki dinî modernistler eliyle
yürütülmekte”ydi.[52] Cava’nın iç kısımlarında, daha çok kırsal kesimde yaşayan, görece daha gelenekçi Müslümanlar komünistlerle işbirliği kurarlarken, şehirlerdeki modernist
Müslüman hareketler, EKP’yi hasım bir kuvvet olarak görüyorlardı.
Bu dönemde dünyanın başka bir bölümünde, Orta Asya’da, muhalif gelenekçi Müslümanlar komünizme karşı çıkarlarken,
modernistlerin en azından belli bir bölümü (Cedidî Hareket) Bolşeviklere katılmışlar, 1920’lerin sonuna dek
onlarla işbirliği yapmışlardı. Bu iki yaklaşım arasındaki farkın iki ana nedeni vardı. Cava’daki abangan Müslümanlarının gelenekçiliği Kur’an değil, yerel ritlere dayanıyordu. Esasında muhalifleri de onların Müslüman
olmadıklarını düşünüyorlardı. Dahası, şehirlerin önemli bir bölümü, Batı emperyalizminin
ilham verdiği ekonomik kalkınmanın merkezleriydi, şehirlerde yaşayan santri Müslümanları ise kırsaldaki
muadillerine nazaran daha varlıklıydılar. Bu nedenle ilgili meselede
“gelenekçilik”, iktidar ve servetin vârislerine değil, bunlara sahip olmayanlara işaret ediyordu. Orta Asya’da ise aksine Cedidîliğin muhalifleri, hem ruhanî hem de seküler, tüm geleneksel yöneticilerdi ve bu yöneticiler, yarı feodal, azgelişmiş devletleri ve Kuzey Kafkasya’daki kabile tabanlı toplumları yönetiyorlardı. Cedidîlik ise Avrupa Rusya’sındaki kısmen Batılı, görece daha modern şehirlerdeki gelişmelere tanık olmuş aydınların çalışmalarının bir eseriydi.
Müttefik Olmaksızın Emperyalizme Karşı Mücadele
Etmek
Lenin’in ölümünü takip eden birkaç yıl içinde Bolşevik Parti ve Stalin kontrolündeki Komintern, devrimin ilk yıllarına has Müslüman dostu
yaklaşımını terk etti. İslam ile muhtemel
ittifak, hem iç hem de dış siyasî gerçekler yüzünden imkânsızlaştı. Ancak ilgili değişim kademeli olarak yaşandı.
Bolşeviklerin İslam’a dönük yaklaşımlarını sertleştirmelerine ilişkin kimi işaretler, yirmilerin sonunda alınmaya başlandı. Bu, özellikle kültürel alanda aşikârdı. Yirmilerin ortalarında Sovyetler Birliği’ndeki Müslüman
Türklerin kullandığı Arapçanın kaldırılmasını amaçlayan hareket, özellikle İslamî kültürü ve gelenekleri hedef
alıyordu. Bu, 1926’da ilgili teklifi
reddeden Sovyet memuru A. K. Abolin tarafından da kabul edilen
bir husustu:
“Biz,
Bakû Türkoloji Kongresi’nde tespit edilen bu hedefi (Latin alfabesine geçiş hedefini) ne ilân etmeli ne de teşviki yönünde gayret sarf etmeliyiz. Dindar Müslümanlar, bu görüşe düşmanca yaklaşacaklardır. Biz, merkezî otoritenin Doğu haklarına yeni alfabeyi
zorla dayatmakla suçlanmasına izin vermemeliyiz.”[53]
1926’da Türkî halkların temsilcilerinin önemli
bölümünde Latin alfabesinin takdimine karşı ortak ve uzlaşmaz bir muhalefet zuhur etti. Destek, sadece Türkmenlerden, Azerbaycanlılardan ve Başkırlardan geldi.[54]
Ayrıca Latin alfabesine geçişi destekleyenler, kendilerinin İslamî kültürü zayıflattıklarını kabul ediyorlardı. Bunlar, Arap
alfabesinin okuryazar olma noktasında zor olduğundan “çocukların analitik kapasitelerini azalttığı” argümanı ile kendilerini savunuyorlardı.[55] Muhalefete rağmen Latin alfabesi,
1927’den itibaren uygulamaya konuldu. Görünüşe göre 1927 yılı, Sovyet Müslümanları için birçok hususta önemli bir
dönüm noktasıydı.
Militan Tanrısızlar Birliği’nin din karşıtı propagandanın güçlendirilmesini talep
ettiği 1926 yılında Zhenotdel (Komünist Parti’nin kadın kolu)
da komünistlerin kadınlara yönelik bir zulüm olarak gördükleri tesettürün Orta
Asya’da kaldırılmasına ilişkin bir kampanya önerisinde bulundu. “Hücum” adını alan bu kampanya 1927’de başladı. Özbekistan’ın başkenti Taşkent’teki parti liderleri, merkezden gelen bu talimattan
hayli rahatsız oldular ve dışarıda tesettürsüz gezme konusunda
kendi eşlerini bile ikna edemeyeceklerini söylediler.[56] Ama gene de kampanyayı yürütmek zorunda kaldılar. Tesettür, yereldeki halk tarafından dinî bir mecburiyet olarak görülüyor, cemaate
dönük sadakatin bir sembolü kabul ediliyordu. Dolayısıyla kadın partili
eylemcilerin talimatları uygulamaya dair gayretleri, Shoshana Keller’in
ifadesiyle, “kadınlara yönelik şiddet dalgasını tetikledi.”[57]
Tesettürün yürürlükten kaldırılmasına ilişkin kampanya, İslam’a dönük genel saldırının bir parçası olarak yürütüldü. Bu saldırı, Müslüman okulları, İslamî mahkemeler, camiler
ve evkaf gibi birçok dinî kurumun ezilmesini
ve devre dışı bırakmasını, ayrıca Müslüman parti görevlilerinin atılmasını
öngörüyordu.[58] Keller’in tahminine göre, 1927-39 arasında Özbekistan’da Müslüman
din adamlarının yaklaşık yüzde yetmişi tutuklandı, katledildi ya da
faaliyet dışı bırakıldı.[59] Birçok cami kapatıldı. Ancak burada esas olarak niyet edilen, müminlerin ibadet edecek yer bulamaması değildi. 8 Nisan 1929 tarihli Rusya Cumhuriyeti’ndeki dinî kurumlarla ilgili
yasa, dinî grupları yasaklamasa da onların hükümetin sıkı kontrolüne girmelerini sağlıyordu. 36. Madde, “kapatma işlemi, müminleri dinî ibadetlerini yerine
getirme imkânlarını ortadan kaldırmıyorsa” bir caminin kapatılmasını öngörüyordu. İslam karşıtı kampanya 1930’da başladı ve uzun süre devam etti.[60] Kampanya, süreç içerisinde yerini kolektivizasyon ve sanayileşmeye ilişkin görece daha acil önceliklere bıraktı. Dolayısıyla İslam “gözden ırak olduğu sürece” her yerde var olmayı sürdürdü.[61]
Tesettürün kaldırılmasına ilişkin kampanya, Stalin tarafından uygulamaya konulan genel “büyük değişim”in bir parçasıydı. Stalin, 1928’de SBKP’nin rakipsiz lideri hâline geldiği noktada parti ve Sovyet hiyerarşisi ile genel olarak toplum içinde bulunan gerçek ya da muhayyel hasımlarına karşı şiddetli bir saldırı baş gösterdi. Binlerce
insan yargılanıp idam edildi, birçok isim de ortalıktan kayboldu. Bu dönem süresince Sovyet hükümeti, Müslüman
bölgelerdeki Komünist Parti aygıtını Ruslaştırmaya başladı. Yereldeki birçok Müslüman lider,
“milliyetçi sapma” suçlaması ile tutuklandı. Sultan Galiyev, 1928’de ikinci kez
tutuklanıp yargılandı. Bu gelişmeyle birlikte, Sovyetler Birliği’ndeki tüm Müslüman bölgelerde kampanya yürütülmeye başlandı. Söz konusu bölgede bir dizi kültür, bilim, sanat ve
yazın kurumuna karşı yoğun bir saldırı gerçekleştirildi.[62] Birçok Müslüman komünist, “dönek”, “hain”, “ajan-provokatör”, “sapkın”, “burjuva milliyetçisi”, “halk düşmanı” ve “Buharin-Troçkist kliğinin üyesi” olmakla suçlandı. İlk döneme ait tüm Müslüman kadroların neredeyse tümü, bu saldırılar
sonucu tasfiye edildi.[63]
Sovyetler Birliği dışında ise Komintern’in 1928 tarihli altıncı kongresinde ilân edilen “sınıfa karşı sınıf” siyasetine dönüşle birlikte anti-emperyalist hareketlerle işbirliği siyaseti sona erdirdi, komünist tecritçilik dönemi başladı. Komintern’in aynı yıl geliştirdiği “Sömürgeler ve Yarı-Sömürgelerdeki Devrimci Hareket Üzerine Tezler” şu tespiti yapmaktaydı:
“Bu
ülkelerdeki komünist partiler, kendilerini tüm küçük burjuva gruplar ve
partilerden hem politik hem de örgütsel açıdan en net biçimde ayrıştırmalıdırlar. Gene de millî devrimci hareketle geçici olarak kurulacak,
gerçek devrimci hareketin ve temsilcilerinin komünistlerin yoluna engel çıkartmaması gereken işbirliğine de izin verilir.”[64]
Bunun dışında, sömürgelerle ilgili
raporunu kongreye takdim eden Otto Kuusinen burada “komünist parti ile millî reformist muhalefet arasında kurulması muhtemel her türden bloğun reddedilmesi
gerektiği” üzerinde duruyordu.[65] Başka bir deyişle komünistler, millî burjuvazi ve küçük burjuvazinin partilerinden uzak durmalılardı. Burjuva demokratik
devrim mücadelesinde köylülüğe sadece proletarya önderlik edebilir,
dolayısıyla (Komintern’in görüşüne göre) (Hindistan dışında) proletarya, sömürge ülkelerin önemli bölümünde mevcut olduğundan, bu görev, toplumsal bileşim nasıl olursa olsun, komünist parti tarafından ifa edilmeliydi.
Bu tecrit siyaseti, feodal ve burjuva ideolojisini karşıya alma kararı ile uyumlu
ilerliyordu. Bu nedenle Irak’ta yeni kurulmuş olan komünist parti, 1929’da “Arap kadınların aşağılanma ve cehaletin prangalarından kurtarılması”na ilişkin bir çağrının yapıldığı din karşıtı kampanya başlattı.[66]
Halk Cephesi Genel Manzarayı Değiştiriyor
Özellikle Almanya’da Nazilerin muzaffer olması gibi,
genel dünya durumunda yaşanan değişimler, komünist politikada da
belirgin bir değişimi koşulladı. Genellikle bu tür politikalar, Komintern eliyle tüm dünya genelinde tatbik
edilmişlerdi. Halk Cephesi, 1935’te gerçekleşen yedinci Komintern kongresinin bir sonucu olarak teşkil edildi. Yedinci kongre komünist stratejiyi dönüştürdü. Tek başına hareket etmek
yerine, komünist partilere “anti-emperyalist halk
cephesi” meydana getirmeleri çağrısında bulunuldu. Cephenin başını millî reformistler çekeceklerdi. Millî devrimci ve millî reformist örgütlerle birlikte
hareket edilecekti.[67] Bu noktada anti-emperyalist ve Müslüman güçlerle
ittifak mümkün hâle geldi. Ancak not etmek gerekir ki ilgili ittifak, faşizme karşı mücadeleye tabi olacaktı, çünkü emperyalist güçlerin belli bir bölümü (Britanya, Fransa ve
Hollanda) bu mücadelede müttefikti, dolayısıyla anti-emperyalizm,
sadece bu sınırlar dâhilinde kabul edilmekteydi. Fransız Komünist Partisi lideri
Maurice Thorez’in tespitiyle,
“sömürge
halkların kendi kaderlerini tayin hakları hâlâ geçerlidir, ancak bu halklar,
bugün bağımsızlık talep etmemelidirler, zira faşizme karşı mücadelede sömürge halkların çıkarı, Kuzey Afrika ya da
Hintçini gibi bölgelerde faşizmin girişimleri lehine olacak
bir tavır içine girmekte değil, Fransız halkı ile birleşmektedir.”[68]
Halk Cephesi, Ağustos 1939’a dek devam etti. Bu tarihte Nazi-Sovyet Paktı imzalandı ve Komintern’in çizgisi bir kez daha
değişti. “Faşizm” sözcüğü Komintern’in lügatinden geçici olarak çıktı. 1939-41 arası dönemde Ortadoğu’da önemli bir değişim gerçekleşmedi. Genel anlamda anti-faşizmden “İkinci Emperyalist Savaş” olarak nitelenen
tarafsızlık politikasına geçiş dönemi, Batılı komünistlere nazaran Doğulu komünist partiler için görece daha az travmatik sonuçlar doğurdu. Anti-emperyalizm, her daim onların programlarında ana dayanak olmuş, 1939 olayları, bu hususta hiçbir şeyi değiştirmemişti.[69]
Hindistan’daki komünist parti, belirlenen yeni
çizgiden istifade ederek, Müslümanları Hindistan Millî Kongresi’ne katılmaya çağıran eski konumunu terk etti. Bunun yerine, kongreyi Müslüman Birliği’ne dek bir konuma taşımaya çalıştı ve bu noktada, ülkenin iki egemen devlete bölünmesini talep eden Müslüman Birliği ile uzlaşılması çağrısında bulundu.[70]
Hitler’in Haziran 1941’de Sovyetler Birliği’ne saldırması, burjuva demokrasisi
ile ittifakın yeniden tesis edilmesine dönük yolu hızla açtı. Bu yolun yeni adı, “Millî Cephe”ydi. Dünya komünist partileri, bu yeni çizgiyi kabul ettiler.
Ancak ilgili alanda dikkate alınması gereken bir dizi taktiksel sorun mevcuttu, zira Batı ile ittifakın sürekliliği, (Batı karşıtı ve dolayısıyla açıktan Mihver Devletleri yanlısı olan) millî kurtuluş hareketlerine destek
verilmesi ile (Stalin’in öncelikli hedefi olan)
Müttefikler’in savaş gayretlerine yardım etmek arasındaki ince çizgide yürümek suretiyle mümkündü.
Genel anlamda ifade etmek gerekirse, Doğulu komünist partiler, bu ip
cambazlığı konusunda başarılı oldular. Halid Bektaş’ın Suriye ve Lübnan Komünist Partisi, Millî Belgesi’ni takdim edişi bunun iyi bir örneğidir:
“Biz,
ilk planda bir toplumsal reform partisi değiliz. Bizi millî hayatın çeperlerine fırlatıp atmak ve böylelikle millî hareketi tümüyle ele geçirmek isteyenlerin
bir asılsız bir ithamıdır bu.”[71]
İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan zafer sarhoşluğuna ek olarak Stalin ve Batı arasındaki büyük ittifakın sürdürülmesi suretiyle komünist partilerin sömürge yönetimlerinden
kurtulmaya çalışan Müslüman dünyasındaki diğer gruplarla kurdukları ittifaklar da devam
etme imkânı buldu. Savaş sonrası Afrika’dan Latin Amerika’ya, Ortadoğu’dan Asya’ya kadar birçok Üçüncü Dünya lideri, millî duyguları ekonomik büyüme, politik eşitlik ve toplumsal
ilerleme için bir eylem planına tercüme etme noktasında doğal bir kanal olarak Marksizm-Leninizme iltihak etti.
Bu liderler, özellikle Asya ve Afrika’daki Müslüman
toplumların liderleriydi.
İran gibi bağımsız devletlerde bile komünist politika son
derece ılımlıydı. Ağustos 1946’da Tude (yeniden
dirilen komünist partisinin yeni adı) Ahmed Gavam’ın koalisyon hükümetine iştirak etti. Belirli
bir programa sahip olmayan parti, sadece Sovyet süngüleriyle Batı’yı ülkeden kovan
Azerbaycan Demokrat Partisi’nin ayrılıkçı siyasetinin ezilmemesini talep ediyordu. Bu dönem fazla uzun sürmedi. Ekim 1946’da parti kapatılarak, bir dizi
sendikacı ve parti üyesi tutuklandı.[72]
Hindistan’da ise komünistler, savaş süresince görece bağımsız bir çizgi takip ettiler. Ülkenin on altı parçaya ayrıştırılması kararını milletlerin kendi
kaderlerini tayin hakkı ilkesi uyarınca desteklediler.
Komünistlere göre, Müslümanların
“özerk devletler kurma, hatta isterlerse, çoğunluğu teşkil ettikleri yerlerde ayrı bir yönetim tesis etme” hakları olmalıydı.[73] Ancak 1945
sonrası Hintli komünistler, Kongre ile
tekrar ittifak kurdular. Uzun yıllar komünist faaliyet yürütmüş, köken olarak Hintli
olan Palme Dutt, 1946’da Hindistan’a gitti ve “Pakistan için komünist destek efsanesi” dediği politikanın terk edilmesi
hususunda komünistleri ikna etmeyi başardı.[74]
Soğuk Savaş ve Komünistlerin
Yeniden Tecrit Edilmesi
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Sovyetler Birliği ile Batılı güçler arasındaki savaş dönemi ittifakı dağıldı ve bir süre sonra da Soğuk Savaş başladı. Komünist partiler için bu gelişme, sola dönüşü ifade ediyordu. Avrupa’da ilgili dönüşün etkisine ilişkin dolaysız bir dizi talimat yayımlandı. Talimatlar, esas olarak Sovyetler Birliği çizgisini katı bir biçimde takip eden
Jdanov’un Eylül 1947’deki Kominform’un (Komünist Enformasyon Bürosu) ilk toplantısında yaptığı konuşmasında iletildi. Ona göre komünistler partiler,
“emperyalist yayılmacılık ve saldırganlık planlarına karşı millî direnişe öncülük etmeli”lerdi.[75]
Yugoslavya, Arnavutluk ve Bulgaristan’da komünist
rejimlerin tesis edilmesi suretiyle 1945 sonrası dönemde Doğu Avrupa’daki Müslümanlar için
yeni bir durum oluştu. Bağımsız dinî örgütlerin ezilmesi, geri kalanların yönetimlerinin ise
devlet eliyle tayin edilmesini öngören Stalinist model, kısa vadede uygulamaya sokuldu.
Dinî mahkemeler ve dinî okullar kapatıldı. Evkaf, devletin eline geçti. Sufi
tarikatlar yasaklandılar. Tesettür, yasadışı ilân edildi. Süreç içerisinde politikanın uygulanması noktasında ciddi farklılıklar açığa çıktı.
Yugoslavya’da 1948 sonrası Kominform’un ülke dışına çıkartılması ile camilerin inşasına izin verildi. Hac ziyaretine ilişkin tüm sınırlamalar kaldırıldı. Çocuklar, tekrar dinî eğitim almaya başladılar. Müslüman din adamlarının eğitilmesi için yeni medreseler
kuruldu. Sufizm üzerindeki yasak kaldırıldı. Genel anlamda
Yugoslavya’nın “bağlantısızlar” hareketi içindeki konumu nedeniyle Tito, kendi reklâmını yapmak adına, Müslümanlara iyi
davrandı. [76]
Arnavutluk’ta ise tam zıt yönde bir işleyiş hüküm sürdü. Stalin modelinin uygulamaya sokulduğu ilk yirmi yıl içinde Sünni cemaati ve Bektaşi Sufilerinin liderleri, devletçe tayin edildiler. Buradaki amaç, Müslümanların dış dünya ile ilişkilerine mani olmak ve onların komünist hükümeti desteklemelerini
sağlamaktı. Sonrasında Arnavutluk, ateist bir devlet olduğunu ilân etti. Tüm ibadet yerleri kapatıldı, dinî cemaatler dağıtıldı.[77]
Bulgaristan, Balkan komşularına nazaran arada derede bir konum aldı. Kırklarda yürürlüğe giren tedbirler varlığını muhafaza etmekle
birlikte, ülkede bin kadar cami, beş medrese ve yaklaşık beş yüz imam faaliyetlerine
devam etti.[78]
Avrupa dışında ise genel eğilim, komünistlerle millî burjuvazi arasındaki ittifakın dağıtılması yönündeydi. Dolayısıyla Stalin, komünistlere cesaret
vermeye ihtiyaç duydu. Yeni siyaset, 1928-34 arasında hüküm süren siyasete kıyasla daha incelikliydi, zira Müslüman dünyadaki
komünist partiler, din karşıtı propaganda hususunda
eğitilmemişlerdi. Kadınların statüsü ve aile hukukuna ilişkin uygunsuz sorular sorulmuyordu. Genelde sömürgeci rejimlerle
Hindistan ve Pakistan gibi burjuva milliyetçi devletlerin yıkılması için hızla bir kıyama geçilmesine dönük vurgularda bulunulmaktaydı.
Jdanov’un “iki kamp” teorisine göre, Hindistan ve
Pakistan, Sovyetler Birliği ile müttefik olmadıkları sürece, düşman kampta kabul edilecekti. 1948’de Endonezya’daki Madiun
ayaklanması, yeni siyasetin ilk meyvesiydi. Ayaklanmaya önderlik eden komünist, Musso, Ağustos 1948’de Sovyetler’deki sürgünden ülkeye dönmüş, Çekoslovakya’da komünistlerin kullandığı yolu takip ederek, kendisinin “Gottwald Planı” dediği planı yürürlüğe koyup iktidarı ele geçirmek istemişti. Sosyalist Parti
gibi komünist olmayan mevcut örgütler EKP ile birleşmeye ikna edilmiş, Renville Anlaşması aracılığıyla emperyalistlerle uzlaşmak gibi temel bir hata yapmaları” ile ilgili olarak özeleştiri sunmuşlardı.[79] Birleşme süreci, yereldeki EKP liderlerinin Madiun darbesi için silâh temin etmesi ile başladı. Bu kararın sorumlusu Musso değildi, ama komünist dayanışma adına EKP ile bu olay
ardından birleşti. Musso’nun umudu, eylemine İslamî bir meyil kazandırmak suretiyle Müslümanların
desteğini muhafaza etmekti:
“Eğer biz, gerçekten kâfirler eliyle yok edilmesine karşı İslam’ı korumak istiyorsak, şimdi cihadın tam vaktidir.
Onlar, bizim dini yok edeceğimizi söylüyorlar, ama biz, esas olarak Hollandalıları yok etmek istiyoruz,
dini değil.”[80]
1945’te tüm Müslümanları birleştirip, ülkeyi İslamî esaslara göre tesis etmek isteyen Masyumi Partisi[81] lideri
Sukiman, ikna olmadı ve müritlerine EKP’yi desteklememelerini söyledi, “çünkü komünist bir Endonezya’da İslam’ın hayatta kalma şansı yok”tu.[82] Bu noktada Masyumi ile Milliyetçi Parti arasında derin bir ihtilaf
açığa çıktı. Yürütülen siyaset, bir dizi
baskıcı müdahale ardından ordu eliyle
yenildi.[83]
Hindistan’da parti içindeki hizipsel bölünmeler
yüzünden ilk aşamada ciddi bir tereddüt yaşandı. Sovyetler Birliği Doğu uzmanı E. Zukov’un Temmuz 1947’de yazdığına göre, Nehru “zengin bir gerici”ydi, Kongre Partisi
ise “emperyalizme teslim olmuş burjuva bir kurum”du.[84] Ancak P.C. Joshi liderliğindeki Hindistan Komünist Partisi, Aralık 1947’ye dek Nehru’yu desteklemeye devam etti. Söz konusu tarihte parti, “Nehru’nun siyasetinin İngiliz-Amerikan kampına dönük teslimiyetin siyaseti” olduğunu söyledi.[85] Nihayet Şubat 1948’de partinin Kalküta’da düzenlenen ikinci kongresinde Joshi’nin yerini genel sekreter B. T. Ranadive aldı ve “halkın demokratik devleti”ni hedefleyen, şiddete dayalı devrime dayanan “Ranadive çizgisi” benimsendi. Komünist politikanın bu aşaması da 1951’e dek devam etti. 1948’deki Kalküta Kongresi’nde kurulan Pakistan
Komünist Partisi, takip eden üç yıl süresince bir dizi grev ve köylü ayaklanması örgütledi.[86]
1948’de Iraklı komünistler önderliğinde Vasbe (“Sıçrama”) ayaklanması gerçekleşti. Başarısız olan bu halk ayaklanması, hem “millî burjuvazi”ye hem de Nuri Said’in feodalite yanlısı rejimine karşıydı.[87]
Mısır’da 1952’de komünistlerle Müslüman Kardeşler’in ortaklaşa önderliğinde gerçekleşen bir isyan sonrası monarşiyi devirip iktidarı ele geçiren, Muhammed Necib ve Cemal Abdünnâsır liderliğindeki Hür Subaylar, takip eden birkaç yıl içinde Sovyet basını tarafından birçok kez kınandı. Zukov, 1949’da konuyla ilgili
yaklaşımını kısa ve özlü bir biçimde ortaya koyuyordu:
“Kemalizm,
Gandizm, Siyonizm veya Pan-Arabizm gibi gerici ve milliyetçi burjuvazinin çeşitli biçimleri, kesin olarak
emperyalist gericilik safına geçmişlerdir.”[88]
Millî Kurtuluş ve Yaşadığı İkilemler
1953’te hem Stalin’in vefatı hem de Kore Savaşı’nın sona ermesi ardından Doğu ile Batı arasındaki ihtilaf, görece daha farklı ve daha ılımlı bir hâl aldı. Kruşçev, dış siyaset bağlamında “barış içinde bir arada yaşama” şiarını benimsedi. Müslüman dünya için bu şiar, Sovyet etkisinin şiddete dayalı değil, barışçıl araçlarla yayılmasına dönük gayretleri ifade
ediyordu. Nisan 1955’te Sovyet hükümeti, “millî bağımsızlıklarını güçlendirmek isteyen
Ortadoğulu tüm devletlerle barışçıl bir işbirliği içine gireceğini” söyledi.[89]
Kruşçev, Ortadoğu’daki yeni bağımsız ülkelerin Batı ile çatışmaya yakın durduğunu tespit edememesinden ötürü Stalin’i eleştirdi. Bu yaklaşım, devletler düzeyinde görece daha sıkı ilişkilerin kurulması için gerekli yolu açtı ve yereldeki komünist partilere
yenilenmiş bir dizi ittifak politikası takdim etti. Hem iktidar için mücadele eden
anti-emperyalist Müslüman hareketlerle hem
de Mısır’daki Cemal Abdünnâsır ve Endonezya’daki Sukarno gibi, başarılı milliyetçi devrimcilerle ittifakların kurulması mümkün olacaktı. Artık
“millî burjuvazi” eleştirilmemekte, bunun yerine ilgili hareketler, “kapitalizmin ölmeye yüz tuttuğu dünyada ilerici hamleler” olmaları ve yeni bir tarihsel tarz ortaya koymaları sebebiyle övülüyorlardı.
1957’de (yeniden birleşen) Mısır Komünist Partisi genel sekreteri Halid’in (Fuad Mursi) tespitiyle, “millî burjuvazi, dışarıdan sosyalist kampın, içeriden de halk
kitlelerinin desteği olmaksızın ilerleyemeyeceğini kendi tecrübesiyle öğrenmiş”ti.[90] Elbette her zamanki gibi kimi farklılıklar mevcuttu. Zira
milliyetçiler, her ne kadar Sovyet yardımını kabul etmekten ötürü hoşnutsalar da komünistleri ülke içindeki bir tehdit
olarak görmeyi sürdürüyorlardı. Bunların tarafsızlaştırılması, üst yönetiminin kontrol
altına alınması ya da ezilmesi şarttı. Komünistlerin doğal olarak nihai
hedefi ise iktidarı almaktı.
Kruşçev, Nasır’ın Suriye Komünist Partisi’ne dönük baskı politikası ile ilgili kendi konumunu 1959’da açık biçimde ortaya koydu:
“SSCB’nin
Arap ülkelerinin iç meselelerine müdahale etmek gibi bir niyeti yoktur, ne yaşanırsa yaşansın, SSCB Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne dönük yardım ve destek politikasını sürdürecektir.”
Ona göre, Arap ülkelerindeki mevcut durum, “komünist
bir sistemin tesisi için uygun değil”di.[91] 1958’deki Temmuz Devrimi’ne dâhli sebebiyle önemli bir güç elde etmiş olan ve “ülkedeki temel politik
güç”[92] olarak görülen Irak Komünist Partisi, Ağustos 1959’da, yeni hükümetteki hissesini
muhafaza etmeye dönük gayreti ile ilgili “solcu hata”sından ötürü özeleştiri vermeye mecbur edildi ve bir daha böylesi teşebbüsler içine girmedi.[93]
Müslüman dünyasının en uç doğu noktasındaki Endonezya’da komünist partinin
politikası da temelde farklı değildi. Milliyetçi cumhurbaşkanı Sukarno liderliğinde kurulmuş olan millî burjuvazi hükümetinin başta olduğu ülkede hükümetin arkasında, muhalefetteki Müslümanlar (Masyumi) ve Sosyal Demokratlar (ESP) ile
koalisyon kurmuş olan Endonezya Milliyetçi Partisi’nin desteği vardı.
EKP, Stalin’in vefatından önce onun millî burjuvaziye
dönük sert siyasetinin terk edilmesi beklentisi içerisindeydi: 1951’de geriye
dönük olarak Madiun ayaklanmasını redde tabi tuttu. Bu, partinin liderliğini ele geçiren Aidit, Lukman,
Njoto ve Sudisman’dan oluşan dörtlü ekibin bağımsız olarak verdiği bir karardı.[94] 1952’de parti lideri D.N.
Aidit, “millî burjuvazi”yi (Sukarno ve EMP) içeren, ama “komprador burjuvazi”yi (Masyumi) dışarıda tutan bir “millî birlik cephesi” önerisinde bulundu.
Sonrasında 1954’teki beşinci kongrede, “gerçek manada ilerici bir hükümet” olarak görmemesine karşın Ali Sastroamidjojo
liderliğindeki EMP hükümetini destekleme kararı çıktı.[95] Bunun nedeni,
Sastroamidjojo’nun komünistlerin de paylaştıkları, Hollanda etkisini kırma ve Batı Yeni
Gine’nin (Batı İryan) Endonezya’ya katılmasına ilişkin milliyetçi kimi hedefler güdüyor olmasıydı. Ayrıca komünistler, “İslamî öğretinin merkezî unsuru olan “Tevhid”in kabul edilmesini
de içeren, Sukarno’nun “beş ilke”sini (pankasila)
benimsemeyi de kabul etti. Bu temelde parti, Müslümanlara seslenme imkânı
bulmayı ya da en azından, ateistlerin partisi gibi görülüp reddedilmekten
kurtulmayı umuyordu.[96]
Dolayısıyla, Müslüman dünyasında 1953 ile altmışların sonu arasındaki döneme, ilkin kurdukları rejimler, 1955 sonrası SSCB tarafından “temelde ilerici ve
sosyalizme meyilli” olarak nitelenen seküler milliyetçilerin (Nasır, Irak ve Suriye’deki Baas, Sukarno ve Nehru’nun) yükselişi ve zaferini, ikinci olarak da milliyetçilerle ittifak içinde olan ama öte yandan da milliyetçiliği aşıp sosyalizme doğru ilerlemeyi uman güçlü bir komünist hareketin gelişmesini içeren ikili bir süreç damgasını vurur. Hareketin giderek artan gücü, Ocak 1957’de ABD Başkanı Eisenhower tarafından da kabul edildi.
Bu tarihte Eisenhower, “milletlerarası komünizm”i Ortadoğu’nun yüzleştiği “en büyük tehdit” olarak niteledi.[97]
Komünist olmayan ülkelerin önemli bir bölümünde “İslamî sosyalizm”, altmışlarda hayli popüler oldu. Bu hareket,
özünde seküler olan sosyalizmle dinî ilkeler arasında bir denge teşkil etmeye çalışıyordu.
Pakistan’da “İslamî sosyalizm” fikri, Pakistan Halk
Partisi (PHP) kurucusu Zülfikar Ali Butto’da karşılığını buldu. Butto,
Bangladeş’in Pakistan’dan ayrılması istekleri üzerinden cereyan eden savaştan 1973 yılına kadar Pakistan’da cumhurbaşkanlığı, 1977’ye kadar ise başbakanlık yaptı. Askerî diktatörlük ve iç savaşla geçen uzun yıllar boyunca Butto’nun İslamî sosyalizmi, toplumun
birçok katmanında ciddi bir destek
buldu.[98]
Altmışlardan sonra Müslüman ülkelerdeki komünist faaliyeti
zayıflatan bir dizi etmen açığa çıktı. İlki, Sovyet politikalarının komünist partilerin altını oymasıydı. Altmışların ortasında Sovyetler’in millî demokratik devletlerle ilgili görüşü değişti: tek parti iktidarlarının ilerici politikalar benimsemedikleri sürece ortak olarak kabul edilmemeleri kararlaştırıldı. Bu tespitin ardından, ilgili devletlerde komünist partilere gerek olmadığı söylendi. Bu partiler
dağıtılmalı ve komünistler, iktidardaki
partiye katılıp, kendi hedeflerini
muhafaza etmek kaydıyla, içeride çalışma yürütmelilerdi. Komünist partiler, bu talimatlara her daim uydular.
Bu dönemde Mısır Komünist Partisi’nden kendisini
feshetmesi istendi, o da bu işlemi 1965’te gerçekleştirdi; ancak Cezayir Komünist Partisi
faaliyetlerini illegalite zemininde sürdürdü. 23. SBKP Kongresi’nde Cezayir Komünist Partisi’ne tahsis edilmiş delege koltuklarında Cezayir Millî Kurtuluş Cephesi heyetinin oturması türünden can sıkıcı kimi olaylar yaşandı.[99]
Sudan Komünist Partisi ise kendisini feshetme emrine
karşı çıktı. Parti, General Numeyri’ye karşı kısa ömürlü bir darbe teşebbüsünde bulunduğu 1971 yılına dek varlığını muhafaza etti. SKP,
Mısırlıların yardımı ile iktidara geldi
ve sonrasında kanlı bir biçimde bastırıldı.[100]
Bu çöküş dönemi, Sovyetler Birliği cephesinde yeni bir
yönelimi koşulladı. Komünist partilere fesih
ve tek parti iktidarlarına tekil olarak katılma çağrısı yapmak yerine Sovyet yorumcular, partilere müstakil varlıklarını korumaları tavsiye ettiler. Ancak bu partiler, hâlâ millî hükümetlere teslim olmak zorundaydılar.
Komünistlerin millî demokratlarla ittifakı geçici değil, uzun erimli bir bakış açısına dayanıyordu. Bir dizi ülkede millî demokratik partiler,
millî kurtuluş hareketi ile
kapitalist olmayan kalkınmada önemli roller oynayan
iktidar partileriydi. Bu hususta komünistler, söz konusu gerçeği kabul etmek ve herhangi bir rahatsızlık duymamak durumunda
kaldılar:
“Proleter
partiler, duygularının esiri olamazlar, onlar, nesnel bir sınıfsal analiz doğrultusunda hareket etmelidirler.”[101]
Altmışlardan sonra Müslüman ülkelerdeki komünist faaliyeti
zayıflatan ikinci etmense, komünist partilerin her yerde baskı politikaları
yüzünden harap olmalarıydı. Bu tür politikalara bağlı olarak çile çekmiş partilerin listesi hayli uzun, ama bu hususta verilen
izahat da her daim kaba manada aynıdır. Baskı uygulanmıştır, zira bu partiler çok başarılıdırlar. Kitle desteği ve ordu içindeki ittifaklarla
birlikte komünistler, neredeyse iktidarı ele geçirmenin eşiğine gelmişlerdir. Eski milliyetçi müttefikleri, bazen ABD
hükümet ajanlarının
yüreklendirmesiyle, bazen de millet dâhilindeki gelenekçi güçlerin yardımıyla,
komünistlerin iktidarı ele geçirme girişimlerini önlemişlerdir.
Endonezya’da EKP, tüm umutlarını “anti-emperyalist
mücadele” dâhilinde Sukarno ile birlikte gerçekleştirilecek ittifaka bağlamış ve Cava’daki büyük toprak ağalarının mülksüzleştirilmesini sağlamak amacıyla 1963-65 arasında yürütülen kampanyadan ötürü zengin santri
Müslümanlarının düşmanlığını kazanmıştı.[102] EKP’nin 1964 tarihli toprak reformu kampanyası da vakıf sistemi altında ulemanın toprak ağaları ile aynı konumu paylaşması sebebiyle, dinî temelde duran tüm Müslümanların partiden uzaklaşması ile sonuçlandı. Bu bağlamda Robert Hefner, “din ile servet arasındaki bağlantı”dan söz ediyor.[103]
1965 katliamları öncesinde bile Müslümanlarla
komünistler arasında, 1964 Kediri yakınlarında ve Ocak 1965’te yaşanan örneklerde görüldüğü üzere, bir dizi çatışma yaşanmıştı.[104] Eylül 1965’te Sukarno, Endonezya’nın devrimin ikinci aşamasına, yani sosyalizm aşamasına girmek üzere olduğunu duyurdu. Bu açıklaması, ordu içindeki komünist yanlısı unsurlar eliyle gerçekleşecek darbe girişimi izledi.[105]
Darbenin bastırılması sonrası ordudaki üst düzey komutanlar,
Suharto ve Nasution, EKP’nin bu darbenin sorumlusu olduğunu söyledi. Sonrasında inkâr edilmesine rağmen, Müslüman örgütlerin önemli bir bölümü “EKP’nin imhası” için çağrıda bulundular.
Muhammediye örgütü, “komünistlerin katledilmesinin dinî açıdan zorunluluk arz
eden cihadın bir parçası” olduğunu söyleyen bir fetva yayınladı (7 Ekim 1965).[106]
Katliama ilişkin tahminler farklılık arz etse de genel
kabul gören rakam 500.000’dir.[107] Endonezya,
müslümanların komünistlere yönelik baskı sürecine katılmaları bakımından sıra dışı bir örnektir. Diğer yerlerde genelde baskı uygulayan
askerlerdir, askerler, komünistlerin liderlerini
yakaladıkları vakit idam etmişlerdir.
Bu tip bir gelişme 1959’da Suriye’de yaşandı. Irak’ta 1963’te komünist lider Hüseyin Radi
katledildi. Cezayir’de 1965’te Albay Bumediyen,
komünistleri hükümetten ve MKC’den attı. Sudan’da 1971’de General Numeyri,
komünist parti genel sekreteri Halid Mahcup’u idam etti.
Müslüman dünyasında kendilerine uygulanan şiddetli baskı politikaları yüzünden çile çekmenin yanında, birçok komünist partisi,
kendilerine zulmeden rejimlere dönük devam eden Sovyet desteğine bağlı olarak ortaya çıkan kimi iç hizipleşmelerden de mustaripti.[108] Çinli lider Mao Zedung’un ikna edici argümanları da bu parçalanma sürecini pekiştirdi. Birçok örnekte Çin yanlısı komünist partiler, Moskova çizgisini takip eden
partilere rakip birer parti olarak ortaya çıktılar.
Altmışlarda yaşanan değişimin üçüncü etmeni, Arap dünyasında ve dışındaki milliyetçi rejimlerin 1967 Altı Gün Savaşı’nda yaşanan yenilgisi yüzünden itibarsızlaşması ile ilgiliydi. Bu
rejimler kendilerinin, Arap milliyetçiliğinin, belki de genelde tüm Müslümanların,
Filistinlilerin İsrail idaresinden kurtuluşuna ilişkin en popüler hedefine ulaşamayacaklarını göstermiş oldular.
Değişimin dördüncü ve son etmeni ise
sosyo-ekonomiktir: Müslüman toplumlardaki kimi şehirli seçkin unsurların elindeki petrol
zenginliğinin giderek artması, onların, Batı kültürü ile kimi gelenekçi yöneticilerin gayretlerine rağmen, dünya ekonomisi ile bütünleşmelerini sağladı. Tüm bu eğilimlere dönük bir tepki olarak sadece Batılı ve komünist etkiye değil, ayrıca mevcut seküler milliyetçi yöneticilere karşı güçlü ve amansız bir İslamî direniş gelişti ve bu direniş, belli dönemlerde aşırı kimi mücadele yöntemlerine başvurdu. Bu yeni gelişme, Sovyetler’i hem (muhtemelen
Orta Asya’daki Müslümanları etkisi altına alacağından) içerisiyle, hem de (seküler milliyetçi müttefiklerin istikrarını tehdit edeceğinden) dışarısıyla ilgili olarak hayli rahatsız etti.
Bölgenin büyük bölümü için politik İslam yeni bir olguydu. Mustafa Kemal’in hilâfeti kaldırdığı 1924 ile altmışlar arası dönem süresince, L. Carl
Brown’un tespitiyle, İslamî politik faaliyet “sessiz”di.[109] Uzun yıllar boyunca komünistler, İslamî kültür ve geleneklerle ilişkili birçok meseleye dönük olarak belirli bir konumu benimsemişlerdi, ancak onlar, yeni oluşan politik İslam türünden ciddi bir
rakiple daha önce hiç yüzleşmemişlerdi. [110] Dikkate almaları gereken her daim dört ana politik etmen
olmuştu: seküler milliyetçiler, sömürgeci ya da
sömürgecilik sonrası dönemin iktidarları, Sovyetler Birliği ve halk kitleleri. Şimdi İslam, sahneye politik bir güç olarak ilk kez giriş yapmaya başlamıştı.
Politik İslam’ın Yükselişi ve Sovyetler Birliği’nin Çöküşü
Sovyetler’in Afganistan’ı işgali, İran Devrimi ve Irak’ta Saddam Hüseyin’in 1979’da tek başına iktidarı ele geçirmesi, esas dönüm noktalarıdır. Ancak Sovyetler’in Afganistan işgali, her şeyin ötesinde, Sovyet hükümeti ile Sovyet
topraklarındaki Müslümanlar arasında mevcut olan uyumun aniden
sona ermesine neden oldu. Bu gelişme ardından komünist partiler için bir tecrit dönemi başladı. İslamî gruplar, artık her zamankinden daha büyük bir politik öneme sahiplerdi (İran’daki devrim, Lübnan ve Filistin’de bazı hareketlere ilham verirken, Müslüman Kardeşler, Şubat 1982’de Suriye’de ayaklandı.) Ancak bu
partilerle kurulan ittifaklar, pratikte Sovyetler’in Afganistan müdahalesine verilen komünist desteğin güdümündeydi.
Afganistan meselesine karşın, Sovyetler Birliği, Müslüman
müttefikleri ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Sovyetler’de yayımlanan makaleler, İslam’ın ilerici doğası üzerinde duruyordu. Örneğin Leonid Medvenko, 1980’de şu cümleyi sarf ediyordu:
“Her
daim İslam bayrağını yükselten millî kurtuluş hareketi, mızrağının ucunu sadece
emperyalizme değil, zamanla kapitalizmin temellerine de çevirmeyi bilmektedir.”[111]
Yeni İran hükümeti, bu türden açıklamalara ikna olmadı. Ayetullah Humeyni,
hem Batı hem de Doğu’ya karşı esip gürledi. Humeyni,
Afganistan işgalini kınadı:
“Mütecaviz
Doğu’nun yağmacıları ve işgalcileri eliyle Afganistan’ın alçakça işgal edilmesini lânetliyorum.”
Humeyni, İslam ile Marksizm
arasında bağ kurulması fikrine de karşı çıkıyordu:
“Bazı
insanlar, İslamî fikirlerle Marksist
fikirleri katıştırıp, İslam’ın ilerici öğretileri ile uyumlu olmayan bir yoldan, kendilerince
bir karışım elde etmeye çalışıyorlar.”[112]
Bu dönemde Sovyetler-İran ilişkileri kopma noktasına geldi. Artık komünistlerin ülke içinde faaliyet yürütmeleri hayli güçleşmişti. Tude’nin Tahran’daki bürosu, Müslüman militanlarca
Temmuz 1980’de talan edildi. Sovyet hükümeti bu saldırıya tepki vermedi,
bunun yerine, “Humeyni’nin anti-emperyalist çizgisini destekleyen demokratik örgütlere ve Tude gibi diğer solcu güçlere karşı hareket eden dindar yobazları tahrik edenler”i eleştirdi. [113]
Ne var ki süreç, parti için giderek kötüleşti. Parti, 1983’te lağvedildi, 45 komünist, casusluk iddiası ile asıldı.[114] Öte yandan, seküler milliyetçi ortaklarla ittifak
kurmak da giderek güçleşti. Irak’ta Saddam, Suriye’de Esad ve Mısır’da Mübarek eliyle yürütülen baskı politikaları, bu türden ittifaklara mani oluyordu. Sovyetler’in bu gelişmelere dönük cevabı, “uygun zamanı bekleme ve devrimci demokratik rejimlerin sosyalizme
evrilmelerinin çok uzun bir süreç olduğuna kani olma”ları yönünde Arap komünistlerini teşvik etmek şeklinde oldu.[115]
Ancak birçok Arap komünist, bu evrim aşamasının geçtiği hususunda kimi şüphelere sahip oldu ve
Moskova çizgisindeki partilerin açmaza girdikleri
sonucuna ulaştı. Dolayısıyla, altmışlarda Irak, Suriye ve İran’da baş gösteren parçalanma devam etti ve o günlerde sürgünde olan tüm partilerde giderek derinleşti.
Bilmedikleri Sularda Yüzen Komünistler
Perestroyka (“Yeniden
Yapılanma”) dönemi ve Sovyetler’in çöküşü, resmî komünist partileri uzun yıllar boyunca gözlerini diktikleri
rehberden mahrum bıraksa da bu olaylar, ayrıca yeni durumlar ve
yeni bir düşünce biçimi için gerekli yolu da açtı.
Lübnan’da komünist parti başkan yardımcısı Kerim Mürüvvet,
1986’da partisinin, kendi tabiriyle, “Arap mirası” ve dinle ilişkisini gözden geçirmesi gerektiğini söyledi ve böylelikle parti
programında değişim yapılması ile sonuçlanan iki yıllık bir tartışmayı tetikledi. Bu yeni
program, Filistin’deki partilerle dayanışmaya, dinî hareketlerle diyalog
içinde olunmasına, Arap milleti dâhilindeki tüm toplumsal güçlerle ittifak kurulmasına ve güney Lübnan dâhil, işgal altındaki tüm toprakların kurtuluşu için mücadele edilmesine vurgu yapıyordu. [116] Böylelikle 15 yıl sonra Hizbullah ile Lübnan Komünist Partisi arasında
kurulacak ittifak için gerekli zemin de teşkil edilmiş oldu.[117]
Soğuk Savaş sonrası dönemde Müslümanlarla
muhtelif solcu ve Marksist örgüt, bir kez daha biraraya geldi. Bunun nedeni,
emperyalizmin, sömürgeciliğin, militarizmin, ırkçılığın ve Siyonizmin tüm bu kesimlerin ortak düşmanı olmasıydı. Küresel savaş karşıtı hareketler,
solcularla İslamcılar arasında kimi ittifakların oluşmasını doğal olarak koşulladı. Irak’ın Mart 2003’te işgal edilmesinden önce, Aralık 2002’de Mısır’da bir toplantı tertiplendi. Bu
toplantıda beynelmilel kimi solcu örgütlerle İslamcılar aynı platformda buluştular. Toplantı, “Irak’a Yönelik ABD Hegemonyası ile Savaşa Karşı ve Filistin’le Dayanışma İçinde Olmak” başlıklı birinci Kahire deklarasyonu ile sonuçlandı. Aralık 2003’te “emperyalizme ve kapitalist küreselleşmeye karşı birleşik milletlerarası cepheyi desteklemek
amacıyla mücadelenin sürdürülmesi”ni amaçlayan ikinci Kahire Deklarasyonu ilân edildi.[118]
Bu dönemde Lübnan Komünist Partisi, Hizbullah ile
ittifak kurmak için gerekli ideolojik hazırlık aşamasını tamamladı. 2007’de iki örgüt, millî bir direniş cephesi teşkil etmek için birleşti. İki örgüt de milis kuvvetler meydana getirerek, İsrailli komandoların birçok köye girişini engelledi. İsrail işgali başladığında, Hizbullah millî direnişin başına geçti. Lübnan KP’si, güneyin müdafaası ile İsrail bombardımanı altındaki milyonlarca mülteciye yardım etmek amacıyla ülke içerisinde yürütülen operasyonlarda
politik hareketteki tüm üyelerini Hizbullah’a yardım etmek için seferber etti. Şam’da yapılan bir yürüyüşte göstericiler, hem Latin
Amerikalı devrimci Che Guevara’nın hem de Hizbullah lideri Şeyh Hasan Nasrallah’ın resimlerini taşıdılar. Bugün itibarıyla Hizbullah ve LKP,
“Washington destekli neoliberal modele ve serbest
piyasa politikalarına karşı ortaklaşa bir proje” hazırlamak için biraraya geliyor.[119]
2007’de İran Sağlık Bakanı Muhammed Ferhadi ile buluştuğu esnada kaleme aldığı bildiride Küba lideri Fidel
Castro, Ayetullah Ruhullah Humeyni’nin vizyonunu övdü ve Kur’anî hükümet modelinin Batılı tarzdaki sistemlerin
bir ikamesi olarak dikkate alınması gerektiğini söyledi:
“Bizim,
bizi her daim tehdit eden ve dünyadaki tüm ülkeleri istila eden ortak bir düşmanımız var.”[120]
Sonuç
Marksistlerin ve Müslümanların politik tarihleri, iki
muhalif güç arasında yirminci yüzyıl boyunca birçok kez işbirliği kurulduğunu ortaya koymaktadır. Ortak bir düşmana sahip olmak, iki güç arasındaki geçici anlaşmayı teşvik eden asli unsurdur.
Ancak gene de komünizm ile İslam arasındaki ilişki, tümüyle sorunsuz değildir. Hem ideoloji
hem de durum itibarıyla birçok kez Müslümanlar ve
komünistler yakınlaşmış, ama öte yandan da onları bölen çok sayıda anlaşmazlık noktaları açığa çıkmıştır. Komünist dünya görüşü, İslam dâhil, her türden dine muhalif olmuştur. Bu temel
ideolojik ayrışma, pratik politika dâhilinde her daim bir
karşılık bulmamış, çoğunlukla bazı taktiksel
nedenlerden ötürü ilgili ayrışma değersizleşmiştir. Ancak gene de bu ayrışma, dipten derinden varlığını sürdürmüştür.
Özellikle yereldeki statükoya bağlı olan geleneksel İslam ile ilgili olarak, komünistler de kimi zaman gidermeye çalıştıkları, bazı sürtüşme noktaları açığa çıkmış, ancak her iki taraf da Batı emperyalizmine karşı olma noktasında ortaklaşmayı bilmiştir. Örneğin komünistlerin toprak
reformunu savundukları noktada bu politika (1964’te Endonezya’da yaşananlar örnekliğinde) dinî yardımlaşma kurumlarını da içerebilmiştir. Kadınların özgürleşmesi için başlatılan kampanyalar,
tesettür karşıtı ajitasyonu da kapsamış ve bu kampanyalar (yirmilerin sonunda Sovyetler
Birliği’nde yaşandığı üzere) gelenekçi Müslümanların şiddetli direnişi ile
yüzleşmişlerdir. Bu bağlamda, İslamcılığın Marksist hareketlere dönük
düşmanlığı ve İslamî örgütlerin Soğuk Savaş süresince Sovyet komünizmine ve en
geniş manada sola karşı kullanılmış olmaları, ciddi bir analizi hak etmektedir.
Dolayısıyla, elde bir işbirliğinden, diğeri de
düşmanlıktan yana olan iki ayrı eğilim mevcuttur. Hangi eğilimin hâkim olacağı,
döneme ve bölgenin toplumsal, politik koşullarına bağlıdır.
Ben Fowkes
Bülent Gökay
13 Mart 2009
Kaynak
Dipnotlar:
[1]
B. Lazitch ve M.M. Drachkovich, Lenin ve the Comintern, Cilt. I
(Stanford, CA: Hoover Institution Press, 1972), s. 379.
[2] Y. Ro’i, Islam in the Soviet Union: From
the Second World War to Gorbachev (Londra: Hurst, 2000).
[3] A. Khalid, “Nationalizing the Revolution in
Central Asia: The Transformation of Jadidism, 1917–1920”, Yayına Hz.: R. G.
Suny ve T. Martin, A State of Nations: Empire and Nation-Making in the Age
of Lenin and Stalin içinde (Oxford: Oxford University Press, 2001), s.
145–62.
[4] V. I. Lenin, Selected Works, Cilt. 3
(Moskova: Progress Publishers, 1967), s. 290; Ayrıca Lenin’in ifadesini şu
çalışmada da bulmak mümkündür: Gerry Byrne, “Bolsheviks and Islam”, Part 3:
Islamic Communism’, Workers’ Liberty, 17 Mart 2004.
[5] Bertold Spuler, “Djadid”, Encyclopaedia of
Islam, 2. basım (Leiden: Brill, 1965), Cilt. 2, s. 366.
[6] A. Khalid, The Politics of Muslim Cultural
Reform: Jadidism in Central Asia (Berkeley, CA: University of California
Press, 1998), s. 8.
[7] A. Bennigsen ve Ch. Lemercier-Quelquejay, Les
Mouvements Nationaux chez les Musulmanes de Russie (Paris: Mouton, 1960),
s. 52–6.
[8] R. G. Landa, Islam v istorii Rossii (Moskova:
Vostochnaya literatura, 1995), s. 182, akt.: A. Takho-Godi’nin 1927 tarihli
kitabı, Revolyutsiya i kontr-revolyitsiya v Dagestane (Mahaçkale:
Dagestanskoye Gos. Izdatel’stvo).
[9] S. A. Dudoignon, “Djadidisme, mirasisme,
islamisme”, Cahiers du Monde Russe (CMR), Cilt. 37, Sayı. 1–2 (1996),
s.13–40 (s.23).
[10] R. Eisener, “Bukhara v 1917 g.”, Vostok,
1994, Sayı. 5, s. 75–81.
[11] Hélène Carrère d’Encausse, Islam and the
Russian Empire: Reform and Revolution in Central Asia (Londra: Tauris,
1988), s. 168.
[12] Khalid, The Politics of Muslim Cultural
Reform, s. 245.
[13] S.M. Iskhakov, Rossiiskie Musul’mane i
revolyutsiya (Moskova: Izdatel’stvo “Sotsial’no-politicheskaya Mysl’”,
2004), s.362.
[14] Khalid, The Politics of Muslim Cultural
Reform, s. 288–9.
[15] A.g.e., s. 294, akt.: Fıtrat’ın 1919
tarihli broşürü, Şarq Siyaseti.
[16] Bennigsen ve Quelquejay, Les Mouvements
Nationaux, s. 101.
[17] A.g.e., s. 236, akt.: Sultan
Galiyev’in 1921 tarihli ‘Müslümanlar Arasında Din Karşıtı Propagandanın
Yöntemleri” başlıklı makalesi.
[18] Stalin’in konuşmaları ile nihaî kararlar
yayımlanmış olmasına rağmen, bu parti konferansının tutanakları uzun süre gizli
tutulmuş, 67 yıl sonra günışığına çıkmış ve 1992’de Moskova’da yayımlanmıştır: Yayına
Hz.: B.F. Sultanbekov, Tainy natsional’noi politiki TsK RKP: chetve¨rtoe
Soveshchanie TsK RKP, B.F. Sultanbekov’un takdimiyle (Moskova: İnsan,
1992).
[19] Tainy natsional’noi politiki TsK RKP,
s. 84–5.
[20] S.A. Dudoignon, “La Question scolaire en
Boukhara et au Turkestan russe”, CMR, Cilt. 37, Sayı. 1–2 (1996), s.
133–210 (s. 186).
[21] A.G. Park, bu gerçeği yayımlanmış literatüre
dönük dikkatli incelemesinde göstermiştir: The Bolsheviks in Turkestan
1917–27 (New York: Columbia University Press, 1957). Bahsi geçen döneme
ilişkin olarak sonradan ilgili belgesel kaynaklara ulaşma imkânı bulan Shoshana
Keller ve Terry Martin gibi yazarlar, yirmiler için de aynı tespitleri
yapmaktadırlar.
[22] Bu durum ayrıntılı olarak şurada
incelenmiştir: Terry Martin, The Affirmative Action Empire: Nations and
Nationalism in the Soviet Union, 1923–1939 (Ithaca, NY: Cornell University
Press, 2001).
[23] Vakıf (çoğulu evkaf): Müslüman
yardımlaşma kurumu.
[24] Hans Bräker, “Soviet Policy toward Islam”, Yayına
Hz.: A. Kappeler, Gerhard Simon ve Georg Brunner, Muslim Communities
Reemerge: Historical Perspectives on Nationality, Politics, and Opposition in
the Former Soviet Union and Yugoslavia içinde (Durham, NC: Duke University
Press, 1994), s. 157–82 (s. 166–7). Bräker, burada gayet net bir ifade
kullanıyor, oysa ilkin İslam’a dönük yirmilerdeki Sovyet siyaseti, hoşgörü ve
baskının muğlâk bir karışımından ibaretti, ikincisi olarak da söz konusu
politika, Sovyetler Birliği’nin farklı bölgeleri arasında her daim tutarlılık
arz etmiyordu. Örneğin Çeçenya’da Müslüman kurumlarına dönük saldırılar
1924’te, yani diğer birçok yere göre erken bir tarihte başlamış, bu saldırılar,
yereldeki parti lideri Taşdemir Yeldarhanov’un görevden alınması ardından
gerçekleşmişti.
[25] Yayına Hz.: John Riddell, To See the
Dawn: Baku, 1920. First Congress of the Peoples of the East (Londra:
Pathfinder Press, 1993), Ek 2, s. 259.
[26] “Theses on the Fundamental Tasks of the
Second Congress of the Communist International”, V.I. Lenin, Collected Works,
Cilt. 31 içinde (Moskova: Progress Publishers, 1977), s.184–201 (s. 193).
[27] “Report of the Commission on the National
and the Colonial Question”, V.I. Lenin, Collected Works, Cilt. 31
içinde, s. 240–45 (s. 240–41).
[28] Lenin, Collected Works, Cilt. 42, s.
196.
[29] Stephen White, “Communism and the East: The
Baku Congress, 1920”, Slavic Review, Cilt. XXXIII, Sayı. 3 (1974), s.
492–514. Türkçesi: İştiraki.
[30] Davetiyenin İngilizce çevirisine, Gizli
İstihbarat Servisi (İstanbul Şubesi) tarafından yayımlanmış Haftalık İstihbarat
Raporlarının Özeti’nde verilmiştir. 2 Eylül 1920. The Public Records Office,
Londra, FO 371/ 5177, s. 29–30.
[31] G.Z. Sorkin, Pervyi s”ezd narodov vostoka
(Moskova: IVL, 1961), s. 16–17.
[32] M.N. Roy, M. N. Roy’s Memoirs (Bombay
ve New York: Allied Publications, 1964), s. 392.
[33] Sorkin’in Bakû Kurultayı tartışması: Pervyi
s”ezd narodov vostoka; Birinci Doğu Halkları Kurultayı – Bakû 1–8 Eylül
1920. Stenoyla tutulmuş tutanak; White, “Communism and the East”; Mete Tunçay, Türkiye’de
Sol Akımlar (Ankara: BDS Yayınları, 1991), s. 209–17; Şevket Süreyya
Aydemir, Suyu Arayan Adam (Ankara: Öz Yayınları, 1959), s. 187–98.
[34] Izvestiya, 21 Eylül 1920; Pravda,
8 ve 16 Eylül 1920; Kommunisticheskii Internatsional, 14 (16 Kasım
1920), col.2941.
[35] Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, s.
209–11.
[36] Sorkin, Pervyi s”ezd narodov vostoka,
s.31.
[37] A.I. Mikoyan, Mysli i vospominaniya o
Lenine (Moskova: Izdatel’stvo Politicheskoi Literatury, 1970), s. 49–50;
Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, s. 215–17.
[38] Yayımlandığı yer: Kommunisticheskii
Internatsional, 15 (20 Aralık 1920), cols.3141–50.
[39] Şaumyan ve diğer 25 Bakûlü Bolşevik, 20
Eylül 1918’de tutuklanıp katledildiler. Katliamın haberi Moskova’ya
ulaştığında, Bolşevik hükümeti İngilizleri Bakû’deki 26 önde gelen Bolşevik’in
katledilmesinden sorumlu tuttu. Bkz.: Bülent Gökay, A Clash of Empires (Londra:
Tauris, 1997), s. 30–35.
[40] Anastas Mikoyan, Memoirs of Anastas
Mikoyan: The Path of Struggle, Cilt. I (Madison, CT: Sphinx Press, 1988),
s. 201–2.
[41] Yayına Hz.: Riddell, To See the Dawn,
s. 183.
[42] Bakû Kurultayı’nda yapılan konuşmalar, akt.:
Hélène Carrère d’Encausse ve Stuart R. Schram, Marxism and Asia: An
Introduction with Readings (Londra: Allen Lane, 1969), s. 170–73 (s. 173).
Kurultay manifestosunun Türkçesi: İştiraki.
[43] Carrère d’Encausse ve Schram, Marxism and
Asia, s. 153. Tezler’in son baskısında “hanlar” ve mollalar”a dönük atıflar
“din adamları” olarak değiştirilmiştir.
[44] Hélène Carrère d’Encausse ve Schram, Marxism
and Asia, s. 188. Tan Malaka’nın konuşmasının Türkçesi: İştiraki.
[45] Takashi Shiraishi, An Age in Motion:
Popular Radicalism in Java 1912–1926 (Ithaca, NY ve Londra: Cornell
University Press, 1990), s. 285, 296.
[46] Reynaldo Ileto, “Religion and Anti-Colonial
Movements”, Yayına Hz.: Nicholas Tarling, The Cambridge History of Southeast
Asia, Cilt. 2, Bölüm 1 içinde (Cambridge: Cambridge University Press,
1992), s. 193–244 (s. 242–3).
[47] Albert Habib Hourani, Arabic Thought in
the Liberal Age 1798–1939 (Londra: Oxford University Press, 1962), s. 304.
[48] Bennigsen ve Quelquejay, Les Mouvements
Nationaux, s. 98.
[49] Sarekat İslam’ın ideolojisi, onun sosyalizm
ve komünizmle ilişkilerinin evrimi şu çalışmada ayrıntılı olarak analiz
edilmektedir: Hans Braäker, Kommunismus und Weltreligionen Asiens. Zur
Religious- und Asienpolitik der Sowjetunion. Band I.2. Kommunismus und
Islam (Tübingen: J.C.B. Mohr 1971), s. 202–34.
[50] Parti, 1924’ten sonra Endonezya Komünist
Partisi ismini alır.
[51] Tan Malaka, “Der Kommunismus auf Java”, Internationale
Presse- Korrespondenz, Sayı. 29 (21 Temmuz 1923), s. 700.
[52] Leslie Hugh Palmier, Communists in
Indonesia (Londra: Weidenfeld & Nicolson, 1973), s. 99.
[53] Martin, The Affirmative Action Empire,
s. 188.
[54] I. Baldauf, Schriftreform und
Schriftwechsel bei den muslimischen Russlandund Sowjettürken (1850–1937): ein
Symptom ideengeschichtlicher und kulturpolitischer Entwicklungen (Budapeşte:
Akadémiai Kiadó, 1993), s. 416.
[55] Latin alfabesine geçişi teşvik eden
Azerbaycanlı komünist lider Ağamalıoğlu’nun ana argümanı budur.
[56] Gregory J. Massell, The Surrogate
Proletariat: Moslem Women and Revolutionary Strategies in Soviet Central Asia,
1919–1929 (Princeton, NJ: Princeton University Press, 1974), s. 238.
[57] S. Keller, To Moscow not Mecca: The
Soviet Campaign Against Islam in Central Asia, 1917–1941 (Westport, CT:
Praeger, 2001), s. 116.
[58] A.g.e., s. 153.
[59] A.g.e., s. 241.
[60] Altmışların başında Kruşçev tarafından arta
kalan “dinî kurumlar”a karşı yürütülen kampanya, Stalin’in otuzlardaki
kampanyasına nazaran, daha az baskıcı ve düşük yoğunlukludur. Ayrıca 1964
sonrası bu kampanya, Brejnev’in müdahalesi ile son bulmuştur.
[61] Keller, To Moscow not Mecca, s. 248.
[62] Sh. F. Mukhamedyarov ve B.F. Sultanbekov,
“Mirsaid Sultan-Galiev: His Character and Fate”, Central Asian Survey,
Cilt. IX, Sayı. 2 (1990), s. 109–17.
[63] Kızıl Ordu’da savaşmış Dağıstanlı bir
Müslüman olan Aymergen’in hatıratı, bu dönemde Kuzey Kafkasya’daki
Müslümanların durumuna ışık tutmaktadır: bkz.: S. Aymergen, Son Köprü (İstanbul:
Gulan Grafik, 1992).
[64] Eylül 1928 tarihli altıncı Komintern
kongresinin kabul ettiği tezler için bkz.: Hélène Carrère d’Encausse ve Schram,
Marxism and Asia, s. 239.
[65] Akt.: Yayına Hz.: Jane Degras, The
Communist International 1919–43: Documents, Cilt. 2 (Londra: Cass, 1971),
s. 541.
[66] Hanna Batatu, The Old Social Classes and
the Revolutionary Movements of Iraq (Princeton, NJ: Princeton University
Press, 1978), s. 407; Bu bildiri, 1935’te ciddi bir taktiksel hata olarak kabul
edilip kınanmıştır.
[67] Altıncı Komintern kongresi kararlarından
akt.: Hélène Carrère d’Encausse ve Schram, Marxism and Asia, s. 248.
[68] Hélène Carrère d’Encausse ve Schram, Marxism
and Asia, s. 249.
[69] A. G. Samarbaksh, Suriye ve Lübnan Komünist
Partisi’nin 1939-41 arasında antifaşist mücadeleye devam ettiğini iddia
ederken, Batatu, Suriyeli komünistlerin 1940 tarihli bildirilerinde, aynı
Iraklılar gibi, savaşın iki kesimi arasında tarafsızlık çağrısı yaptıklarını
söylemektedir. Bkz.: sırasıyla, A. G. Samarbaksh, Le Socialisme en Irak et
en Syrie (Paris: Editions Anthropos, 1978), s. 111 ve Batatu, The Old
Social Classes, s. 453, n.53. Aradaki fark, muhtemelen o dönemde Irak’ta,
Suriye’nin aksine, açıktan faşist bir politik partinin bulunmuyor olmasından
kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla Avrupa tipi bir “anti-faşist mücadele”, o gün
Suriye için anlamsızdır.
[70] G.D. Overstreet ve M. Windmiller, Communism
in India (Berkeley, CA: University of California Press, 1959), s. 200.
[71] T. Y. Ismael ve J. S. Ismael, The
Communist Movement in Syria and Lebanon (Gainesville, FL: University Press
of Florida, 1998), s. 33.
[72] S. Zabih, The Communist Movement in Iran
(Berkeley, CA: University of California Press, 1966), s. 115–16.
[73] Overstreet ve Windmiller, Communism in
India, s. 215.
[74] A.g.e., s. 240.
[75] Yayına Hz.: G. Procacci, The Cominform.
Minutes of the Conferences 1947/1948/1949 (Milan: Feltrinelli Editore,
1994), s. 251.
[76] A. Popovic, L’Islam balkanique (Berlin:
Otto Harrassowitz, 1986), s. 347–54.
[77] A.g.e., s. 42–54.
[78] A.g.e., s. 103. Yazarın işaret ettiği
kadarıyla, bu konuyla ilgili veriler hayli dağınıktır.
[79] Bu, Endonezya başbakanı ve savunma bakanı
Emir Şerafeddin ile Hollandalı yetkililer arasında imzalanan Ocak 1948 tarihli
ateşkestir. Bu ateşkes sayesinde Hollanda, ülkeye geçici olarak egemenliğini
vermiş, bir süre sonra halk oylaması ile nihai karara varılmıştır.
[80] Bräker, Kommunismus und Weltreligionen
Asiens, Cilt. 2, s. 357.
[81] Masyumi, Madjelis Sjuro Muslimin
Indonesia’nın (Endonezya Müslüman Cemiyetleri Şurası) kısaltmasıdır.
[82] Bräker, Kommunismus und Weltreligionen
Asiens, Cilt. 2, s. 358.
[83] G. McT. Kahin, Nationalism and Revolution
in Indonesia (Ithaca, NY: Cornell University Press, 1952), s. 258–300, bu
çalışma ilgili olaylara dair ayrıntılı bir değerlendirme sunmaktadır.
[84] Ye. Zhukov, “K polozheniyu v Indii”, Mirovoe
khozyaistvo i mirovaya politika, 1947, Sayı. 7, s. 3–14 (s. 10).
[85] Overstreet ve Windmiller, Communism in
India, s. 261–73.
[86] T. Maniruzzaman, “Radical Politics and the
Emergence of Bangladesh”, Yayına Hz.: P. R. Brass ve M.F. Franda, Radical
Politics in South Asia içinde (Cambridge, MA: MIT Press, 1973), s. 226–7.
[87] Batatu, The Old Social Classes, s.
562.
[88] V. Segesvary, Le Réalisme Khrouchtchévien
(Neuchâtel: Éditions de la Baconnière, 1968), s. 140. 1947-51 arası cereyan
eden muhtelif komünist ayaklanmalara ilişkin Moskova’nın verdiği talimatlara
gereğinden fazla vurgu yapmak yanlıştır. C. M. Turnbull’un yorumuyla,
“Güneydoğu Asya’da gerçekleşen muhtelif ayaklanmalar ve savaşlar, Sovyetler’in
büyük planının bir parçası değildir.” Bu gelişmeler, aksine, “kafası karışık
komünistlerin mevcut hırsları”nı yansıtmaktadır. Bkz.: Yayına Hz.: N. Tarling, The
Cambridge History of Southeast Asia, Cilt. 2, Bölüm 1, s. 600.
[89] O. M. Smolansky, The Soviet Union and the
Arab East under Khrushchev (Lewisburg, PA: Bucknell University Press,
1974), s. 28.
[90] Akt.: Segesvary, Le Réalisme
Khrouchtchévien, s. 148.
[91] Akt.: A.g.e., s. 182.
[92] Batatu, The Old Social Classes, s.
909, yazar, İttihatü’ş Şab’ın (“Halkın Birliği”) 10 Temmuz 1959 tarihli
bildirisini aktarmaktadır.
[93] Segesvary, Le Réalisme Khrouchtchévien,
s. 183. Ayrıca Batatu’nun (The Old Social Classes, s. 929) bunu Sovyet
eleştirisine dönük bir cevaptan ziyade IKP içindeki iç hizipsel mücadelede
sağın elde ettiği bir zafer olarak gördüğünü de eklemek gerekir.
[94] Dörtlü ekibe ilişkin bir tasvir için bkz.:
Rex Mortimer, Indonesian Communism under Sukarno. Ideology and Politics,
1959–1965 (Ithaca, NY: Cornell University Press, 1974), s. 29–40.
[95] Mortimer, Indonesian Communism under
Sukarno, s. 48.
[96] A.g.e., s. 67.
[97] Peter Mansfield, A History of the Middle
East, 2. basım (Londra: Penguin, 2003), s. 260–61.
[98] Adrian Morgan, “Europe’s Islamist–Leftist
Alliance”, Bölüm II, 28 Nisan 2007.
[99] D. Ottaway ve M. Ottaway, Algeria:
Politics of a Socialist Revolution (Berkeley, CA: University of California
Press, 1970), s. 234.
[100] Roger E. Kanet, “Soviet Attitudes since
Stalin”, Yayına Hz.: Roger E. Kanet, The Soviet Union and the Developing
Nations içinde (Baltimore, MD: Johns Hopkins University Press, 1974), s.
41.
[101] R. Ulianovsky, “Marxist and Non-Marxist
Socialism”, World Marxist Review, Cilt. 14, Sayı. 9 (1970), s. 125–7.
[102] J. Walkin, “Muslim–Communist Confrontation
in East Java 1964–65”, Orbis, Cilt. 13, Sayı. 3 (1969), s. 829–30.
[103] R.W. Hefner, Civil Islam: Muslims and
Democratization in Indonesia (Princeton, NJ: Princeton University Press,
2000), s. 54.
[104] K. R. Young, “Local and National Influences
in the Violence of 1965”, Yayına Hz.: Robert Cribb, “The Indonesian Killings”
içinde, Monash Papers Sayı. 21, 1990 (Clayton, Victoria: Monash
University Press, 1990), s. 63–100 (s. 77).
[105] EKP’nin 30 Eylül darbesine dâhlinin
derecesi tartışma konusudur: Rex Mortimer’a göre, parti, darbenin “kıyısında”
kalmıştır. (Indonesian Communism under Sukarno, s. 392–3).
[106] B.J. Boland, The Struggle of Islam in
Modern Indonesia (Lahey: Martinus Nijhoff, 1982), s. 146.
[107] “Yarım milyon kişi”nin öldürüldüğüne
ilişkin tahmin, Y.M. Cheong’a aittir. Bkz.: Yayına Hz.: N. Tarling, The
Cambridge History of Southeast Asia, Cilt. 2, Bölüm 1, s. 434.
[108] Bu konuda Sudan, istisnadır. Bu ülke,
1971’de Sovyetler tarafından yoğun biçimde protesto edilmiş, aradaki bağlar
kopmuştur.
[109] L.C. Brown, Religion and State: The
Muslim Approach to Politics (New York: Columbia University Press, 2000), s.
111.
[110] EKP’nin tarihine komünizmle İslamî politik
hareketler arasındaki karşılıklı etkileşimin damgasını vurduğu Endonezya bu
konuda istisnai bir yerde durmaktadır.
[111] L. Medvenko, “Islam: Two Trends”, New
Times (Moskova), Sayı. 13 (1980), s. 23–5.
[112] Mart 1980 tarihli deklarasyonu akt.: R. O.
Freedman, Soviet Policy Toward the Middle East Since 1970, 3. basım (New
York: Praeger, 1982), s. 384.
[113] Freedman, Soviet Policy Toward the
Middle East, s. 389.
[114] Galia Golan, Soviet Policies in the
Middle East from World War Two to Gorbachev (Cambridge: Cambridge
University Press, 1990), s. 189–90.
[115] Freedman, Soviet Policy Toward the
Middle East, s. 442.
[116] Ismael ve Ismael, The Communist Movement
in Syria and Lebanon, s. 148.
[117] Irak Komünist Partisi ters yönde hareket
ederek, 2003’te Saddam’ın devrilmesi ardından ABD liderliğinde Irak’ta oluşan
Yönetim Konseyi içinde yer almıştır. Hussein: T.Y. Ismael, The Rise and Fall
of the Communist Party of Iraq (Cambridge: Cambridge University Press,
2008), s. 302.
[118] İkinci Kahire Deklarasyonu, 14
Aralık 2003; Eric Walberg, “Anti-globalists Reach Out to Islamists”, Al-Ahram Weekly, 5–11 Nisan 2007.
[119] Marie Nassif-Debs, “Hezbollah and
Resistance: The viewpoint of the Lebanese Communist Party”, International Viewpoint Online Magazine, Kasım 2006.
[120] World NetDaily, 18 Haziran 2007.
0 Yorum:
Yorum Gönder