Üç
haziran bin dokuz yüz altmış üç.
Paris'in
güney banliyösündeki, gürültüden uzak, insan kargaşalığından çok tabiata yakın
olan küçücük evimde, bu ılık üç haziran akşamı, Nâzım’ın ölümünü duydum.
Sevilenlerin,
pek çok sevilenlerin ölüm haberi, uzakta olanların üzerinde derin ve soluğu
kesen bir tesir yapar. Fakat Nâzım’ın ölümü, pek çok sevilenlerin “pek çok
ötesinde” allak bullak edici bir tesir yaratan bir olaydı benim için.
Bu
üç haziran akşamı, beni, bulunduğum ve yaşadığım bu sakin, hır gürden ve her
türlü ikbal
patırtısından uzak günlük hayatımdan çekip otuz yıl önceki gençlik zamanına, bir
kuş uçuşu ile
götürdü.
Nâzım
ölmüş. Buna inanmak güçtü. Ölüm Nâzım’a yaklaşacak ve onu alıp götürecek kadar
cesaretli olamazdı. Cesareti olsa bile, Nâzım’a, cellât elini sürmekten
korkmalıydı. Nâzım’ın karşısında ölüm, ancak alçaklıkla muvaffak olabilirdi. Ölümün
Nâzım’ı alıp götürmesi, kıskançlığın, haksızlığın, anlayışsızlığın; güzelliğe,
derinliğe, her türlü insancıl büyüklük ve iyiliğe karşı öç almasından başka bir
şey olamazdı.
Nâzım,
karşısında o dev boyu, fakat narin yapısıyla, İsa Mesih'in yağlı boya
resimlerini andıran dalgalı bakan renkli saçlarıyla, göklerin sonsuzluğunu ve
okyanusların derinliğini aksettiren mavi bakışlarıyla ve o her zamanki genç ve
dimdik hâliyle duruyordu.
Bu
ılık haziran gecesi, beni otuz yıl önceki bir Bursa bahar gecesine götürdü.
Demir parmaklıklı pencerenin ardından ay ışığının, kalın ve geniş duvarların
üstünde nöbet duran jandarmaların süngülerine çarpan aksini izleyerek, yarıya bölünmüş
köylü sigaralarımızı tellendiriyorduk.
Nâzım,
o sıralarda, her vakit olduğu gibi, o muhteşem gençliğinin ve yaratıcılık gücünün
içindeydi. Bana gelince, zayıf, uzun boylu, henüz on sekiz yaşına basmış bir
üniversiteliydim.
Ayın
ışığı jandarma tüfeklerinin ucuna takılı süngüleri parıldatırken, biz, tek tük
lambaları sönmeye başlayan bostanlara ve arada bir sönüp, bir yanan, Uludağ’a mutlu
yolcular taşıyan otomobillerin fenerlerine yaslı yaslı bakıyorduk.
Yıl
bin dokuz yüz otuz dört. Bursa Hapishanesi’nin batı kenarındaki en üst katta
bulunuyoruz.
Nâzım
neşeli miydi? Yoksa sessiz bir hüznün belirsiz örtüsü altında neşeli mi görünmek
istiyordu? Bugün, bu noktayı bütünüyle hatırlayabileceğimi sanmıyorum. Bugün “yıllar
atlılar gibi…” geçmiş bulunuyor. Bu yıllar ve onların varlıklarımıza aktardığı bilgiler,
tecrübeler; mutluluklarla acılar, dünyaya ve insanlara daha başka gözlerle
bakmamıza; kıymet hükümlerinin sürekli olamayacağına bizi inandırmış bulunuyor.
Dün taşa tutulanlar, bugün el üstünde tutuluyor; dün uğurlu sayılanlar, bugün
uğursuz diye anılıyor. Her varlık, her oluş boyuna ve dinlenmeksizin değişip
durmakta…
Nâzım’ı,
onunla geçen arkadaşlık yılları boyunca beraber bulunduğumuz zamanki insancıl
oluşları, bu çerçevenin sınırı içindeki çalışmalarımızı ve bunların bıraktığı
izleri, tüm bir samimiyetle ve yürek açıklığı ile anlatacağım. Bunun pek kolay
bir çaba olamayacağını biliyorum.
Yirminci
yüzyıl, yalnız en büyük ve belki en evrensel şairini değil, bu şairle beraber,
en ulu arkadaşlık ve kardeşlik bağlılığıyla dört yanında bulunanları sarmış
olan, en büyük yoldaşlarından birini de kaybetmiş bulunuyor.
A. Faik Bercavi
[Kaynak: Nâzım’la 1933-1938 Yılları, Cem Yayınevi, Birinci Basım 1992, s. 31-33.]
0 Yorum:
Yorum Gönder