“Mutluluk nedir?” sorusuna yanıt ararken sözcüğün anlamının TDK Güncel Sözlük’te “Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan kıvanç durumu, mut (I), ongunluk, kut, saadet, bahtiyarlık, saadetlilik” şeklinde geçtiği görülür. Antik Yunan’da mutluluk üzerine yürütülen tartışmalarda ölçü, erdem, duygu gibi kavramlardır.
Yusuf Has Hacip’in “mutluluk bilgisi” anlamına gelen Kutadgu
Bilig adlı eserinde mutluluğa ulaşmanın imkânlarından birinin de ideal bir
yönetime bağlanmasıdır. Bu bağlamda her devrin ve kültürün mutluluk tarifi
üretim ilişkilerinin sonucu olarak farklılaşır.
Yaşadığımız
kapitalist sömürü düzeninde mutluluğun tarifi tüketime ve bireyciliğin
güçlendirilmesine bağlanır. Amaç, sömürü düzeninin devam edebilmesi için
toplumsal olanın parçalanarak tek boyutlu insanın yaratılmasıdır. Bireyciliğin
güçlendirilmesinin sonucu toplumdan ve toplumsal olandan kopuşun
gerçeklemesidir. Mutlu olmanın yolu, toplumsal şartlara değil, bireyin kendi
biricikliğine yaptığı yatırıma ve diğer insanlardan kendini yalıtmasına
bağlanarak simülatif bir mutluluk algısı yaratılır.
Her
tarihsel dönemin üretim ilişkilerine bağlı olarak hâkim bir felsefe anlayışı
ortaya çıkar. Sömürü düzenini ayakta tutan burjuva ideolojisinin aygıtları ve
düşünsel yapısı incelendiğinde, bazı düşünürlerin etkisinin önemli olduğu
görülür. Kapitalist düzende “mutluluk” ve “özgürlük” kavramları etrafında
bireye yüklenen anlamın ne olduğunun açığa çıkarılmasının yolu, burjuva
ideolojisinin çözümlenmesine bağlıdır.
Sömürü
düzeninin ideolojisini güçlendiren düşünürlerin başında Max Stirner gelmektedir,
fakat onun bu etkisi, tartışma ve inceleme konusu hâline getirilmeyecek kadar
önemsiz görülerek hata yapılır. Yaşamda sadece kendisinin önemli olduğunu
belirten, en önemli tutkusunu özgürlük diye tarif eden, hiçbir davanın kutsal
olmayıp “Halk öldü, yaşasın Ben!” şiarını dillendiren, başka insanlardansa
kendine kulak vermesini önemli bulan, kişinin haklı olup olmamasına kendinden
başka bir yargıcın karar veremeyeceğini salık veren, biricik olmanın şartını
diğer insanlarla bağların koparılmasına bağlayan, aileyi despotluğu artıran bir
yapı olarak kabul eden bir düşünür. Kendi düşüncesini anarşizm olarak kabul
etmese de anarşist literatürde önemli isimlerinden biri olarak geçer.
Stirner’in toplumsala açılan düşüncesi otoriterin olmadığı bir düzendir. Bu
düzenin yolu “egoistlerin birliği”nin kurulmasından geçer. Oysaki anarşizmin
öncü isimlerinden Kropotkin, Karşılıklı Yardımlaşma adlı eserinde
mikroskopla görülebilen canlılar dâhil olmak üzere neredeyse canlı türlerinin
çoğunun kollektif bir yaşam içinde hareket ettiğini ve doğaları gereği bencil
olmadıklarını savunur.
Toplumsalı
savunma amacıyla temelleri atılan anarşizm, günümüz dünyasında bireyciliğe ve
postmodernizme kapı aralayıp burjuva ideolojisine hizmet eden bir akıma
dönüşerek, öncül düşünürlerinden kopuşu gerçekleştirdi. Anarşizmin parçalı bir
düşünsel yapıya dönüşme sürecinde otoriterin reddi adı altında uyuşturucu
kullanımı, ilkele dönüş, cinsiyetin akışkanlığı, toplumsal olana karşı çıkış,
hippi kültürünün benimsenmesi savunulmaya başlanmıştır. Sermaye düzeninden
yalıtılarak savunulan bireyin özgürlüğünün ilkel yaşam sürdürmeye çalışılmasıyla
da gerçekleşeceği birer “tercih” ve “çözüm” olarak sunulur.
İlkele
dönerek ilerlemenin reddedilmesini en keskin savunan düşünür John Zerzan’dır. Gelecekteki
İlkel adlı eserinde yazının icadı da dâhil olmak üzere ilerlemenin tüm
getirisine savaş açar. İlkel yaşamı günümüz insanı için kurtuluş olarak sunar. Murray
Bookchin’in Toplumsal Anarşizm mi Yaşam Tarzı Anarşizmi mi adlı eserinde
Zerzan’la röportaj yapan bir gazetecinin aktarımlarına yer verilir. Gazetecinin
Zerzan’a “ilkel yaşamı savunuyorsunuz, ama evinizde televizyon kullanıyorsunuz”
sorusuna Zerzan’ın yanıtı, “ben de herkes gibi biraz uyuşmalıydım”[1] yönünde
olur.
İlkel
insandan günümüze insanın yeryüzündeki tarihi incelendiğinde, türün varlığını
sürdürmesinin tek yolu, aklın eseri olan ilerlemedir. Evrim sürecinde self
determinasyon ve adaptasyon ilkesi gereği insanın ilerlemeci aklın ürünü olarak
geliştirdiği araçlar yeryüzünde varlığını sürdürmesini sağlamıştır. Tarihin
tekerinin geriye dönemeyeceği, değişimin önüne hiçbir şekilde geçilemeyeceği,
durma ve geriye gitmenin mümkün olmadığı dikkate alındığında, Zerzan’ın ilkele
dönüş önermesinin idealizmle kesiştiği gerçeği belirir.
Doğadan
kopuşun insan psikolojisi üzerinde olumsuz etkilere ve yabancılaşmaya neden
olduğu gerçeği inkâr edilemez, fakat doğaya yabancılaşmanın sömürü düzenin
eseri olduğu, modern kentlerin kapitalizmin çelişkilerini ve sömürüyü ürettiği
merkezlere dönüştüğü gerçeğini yok sayan her düşünce ya da politik kuram,
burjuva ideolojisinin değirmenine su taşır. Aynı şekilde, doğa katliamının ve
iklim krizinin suç ortağı olarak bireylerin bilinçsizliğini gören, bireylerin
gündelik yaşam pratiklerinin sonucunun bu olumsuz tabloya neden olduğunu
savunan muhalif çevreci grupların da hatası Zerzanvaridir. Hatta bu suçlama,
sadece insan türüne değil, ineklerin “yaşam biçimine” kadar vardırılır.
Sorumluluğun
bireylerin pratiklerine bağlanması burjuvazinin suflörlüğünü yapmaya neden
olur. Doğa katliamından iklim krizine kadar gezegene zarar veren tüm
uygulamalar burjuvazinin doymaz kâr hırsının sonucudur, fakat çevrecilerin
kurtuluş reçetesinde uçağa binmemek, araç ve internet kabloları kullanmamak vb.
yer alır. Bireylerin bu konuda “bilinçlenmesi/bilinçlendirilmesiyle” sermaye
düzeninin çökertileceği yanılması hâkim kılınır.
Günümüz
burjuva ideolojisinin felsefi temellerini atan diğer düşünür de Nietzsche’dir.
Akla savaş açar, kadını erkekten aşağı gören düşünceleri kaleme alır. İşçi
sınıfını “ayak takımı” olarak görür. Efendi-köle ilişkisi bu noktada devreye
girer. Onun için ideal insan “üst insan” olarak tarif edilir. Bu iki düşünce,
toplumsal olandan kopuşla bireyin yüceltilmesine aracılık eder. Nazizm’in
yaşlıları, engellileri ve çalışma kapasitesinden yoksun olanları toplumsal
düzenin dışına itmesinin; günümüz sömürü düzeninde aynı kesimlerin sermayeye
“külfet” olarak görülmesinin felsefi adımları bu görüşlerle şekillenir. Artı
değer üretemeyen insan, burjuvazi için hiçbir değer ifade etmez. Nietzsche’nin
görüşlerinin ve biyografisini kurgusal olarak işleyen romanların son yıllarda
revaçta olması, güçlendirilmek istenen bireycilik düşüncesinin çabalarının
sonucudur.
Sömürü
düzenini sürdüren ideolojinin bireyi yüceltmek için beslendiği kaynaklar
arasında günümüz feminist anlayışının tezleri, postmodernizm, yapı söküm gelir.
Kadın haklarını savunma saikiyle politika sahnesine çıkan feminizmin bugün geldiği
aşama, beden teorilerinin tek geçer yola dönüştürülmesidir. Özel mülkiyetinin
gelişmesiyle ataerkil bir tarihin işlediği bilimsel bir gerçektir, fakat
feminizm bu gerçeği sumen altı ederek burjuvazinin ve egemenlerin “erkek”
olduğu tezini savunur. Sınıf çelişkilerinin temel nedenin toplumsal cinsiyet
farklılıklarına indirger. Ortodoks bir görüş ortaya çıkar.
Feminizme
göre kadın olarak doğulmaz, kadın olunur. Bu noktada toplumsal cinsiyet devreye
girer. Toplumsal cinsiyet, kadınlara erkekler tarafından biçilen rollerin
ötesine taşınarak bilimsel gerçeklik hiçe sayılıp sınıf çelişkilerinin doğası
bulanık bir hâle getirilir. Cinsiyet akışkan olarak kabul edilip biyolojik
cinsiyet skalası genişletilir. Cinsiyet, bireyin tercihine bağlanarak bir seçim
meselesi tartışmaya açılır. Cinsiyetler arası keskin ayrımın temel sorumlusunun
sömürü düzeni olduğu gerçeğinin önemsiz sayılması, kadın ve erkeğin kurtuluşunun
birbirinden ayrıştırılmasıdır. Sınıfı bölen bu anlayış, cinsiyet bağlamında
bireyin ve onun bedeninin kutsanmasıyla tezahür eder.
Sömürü
düzeninin ve mevcut çelişkilerin ezilenlerin birliğinden geçtiği gerçeğini
dışlayan her politik tez burjuvaziyi güçlendirir. Beden politikasının bir
açmazı da “seks işçiliği” adı altında kadınların bedeninin ve onurunun sömürülmesinin
savunulmasıdır. Kadınların ezilme tarihi özel mülkiyetle başlar ve özel
mülkiyet yok edilmediği sürece bu açmaz, sömürü düzeninin devam etmesini
sağlar. “Seks işçiliği” yapanların patronsuz bir dünyaya ulaşıldığı vakit
kurtulacakları iddiası da ayrı bir politik çelişki olarak tartışmaya açıktır.
Feminizmin
ve postmodernistlerin ortak tezlerinden biri bütünsel olan yapıların -dil de dâhil-
yapı söküme/bozuma uğratılmasıdır. Bu doğrultuda aile ve toplum, bireyi
baskılayan yapılar olarak ele alınır. Büyük anlatılar adı altında Marksizm,
faşizm, Nazizm totaliter bir düzenin inşasını gerçekleştirerek bireyin
özgürlüğünü kısıtlayan ideolojiler olarak kabul edilip aynılaştırılır. Aslolan,
bireyin özgürlüğüdür, fakat kapitalist düzende özgürlüğün bir yanılsama olduğu
gerçeği görmezden gelinir. Bu tez, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla tarihin
sonunun geldiğini ve ideolojilerin bittiğini savunan iddiayla örtüşür.
Özgürlük
yanılsaması meselesine dönecek olursak, bugün çekilen her fotoğrafta bireyin
zafer işareti yapması, sembolün toplumsal olandan bireye nakledildiğini ortaya
koymaktadır. Bu sayede “Özgürlük toplumsal şartlarda değil, bireyin elindedir”
algısı kitlelere zerk edilmektedir.
Beden
teorisinin bir başka yansıması da günümüzde hızla artışa geçen pornografinin
geldiği aşamadır. İnsansızlaşmayı ve mahremiyetin yok edilmesini amaçlayan
pornografiyi sadece bir sektör olarak tartışmaya açmak hata olur. Pornografi,
ideolojik bir aygıttır. Herkesin her anını, konumunu ve tüm bilgilerini sosyal
medya aracılığıyla açık etmesi; güvenlik gerekçesiyle herkesin birbirinin
sesini ve görüntüsünü kaydetmesi; kamera sistemiyle donatılmamış bir sokağın
bulunmaması; yüz tanıma sistemleriyle bilgilerin big data sistemlerinde
toplanarak yapay zekâ yazılımlarının eğitilmesi; sohbeti geçen bir ürünün reklâmının
akıllı telefonlarda karşımıza çıkması, pornografi-mahremiyet çatışması
düzleminde anlam kazanır. Tüm bu uygulamalar, zoraki değil, rıza üretimiyle
gerçekleştirilir. Kişiler güvende, mutlu ve özgür olmak saikleriyle teşhir
uygulamalarının yeniden üretiminde bir araca dönüşürler. Özgürlük yanılsaması,
bu noktada anlam bulur. Guy Debord’un Gösteri Toplumu adlı eserinde “Gösteri,
sonuçta uyuma arzusundan başka bir şey ifade etmeyen zincire vurulmuş modern
toplumun gördüğü kötü düştür. Gösteri, bu uykunun bekçisidir.”[2] iddiası,
günümüz toplumlarının yaşadığı özgürlük yanılsamasının özetidir.
Sömürü
düzeninin ideolojik aygıtları arasında medya önemli bir işleve sahiptir.
İdeoloji, özü gereği maddi koşulların çarpıtılarak algılanmasını sağlamaktır.
Burjuva medya, bu algının hayata geçirilmesinde devreye girer. Kitle
manipülasyonu, görsel ve yazılı medyada yalanın gerçek olarak sunulmasıyla
manipülasyona aracılık eder. Bu çerçevede sınıfsal çelişkinin gündeme
getirilmediği haber bültenlerinde toplum ve insan, bencil genin ürünü olan
doğası gereği kötü bir varlık olarak sunulur. Sosyoloji literatüründeki
“acımasız dünya sendromu” bağlamında dış dünya ve toplum, kötülüklerle ve suçla
bezenmiş karanlık bir orman olarak betimlenir. Göçmenler, ezilenler,
ötekileştirilenler potansiyel olarak suça meyyal “olağan süpheli”dir.
Burjuvazinin
işlediği suçlara ise hiç değinilmez. Nietzsche’nin işçi sınıfını “ayak takımı”
olarak önermesi medyada hayat bulur. Yapılması gereken toplumsal dinamiğe
karışmayan bireyler olarak kendi konfor alanı olan evlerimize çekilmemizdir ki
ancak bu şekilde medyaya bağlı kalarak mutlu ve güvende olabiliriz! Televizyon;
eğlence programlarından haber bültenlerine kadar şimdiki zamana odaklıdır,
geçmiş yoktur. Bu durumu Neil Postman, Televizyon: Öldüren Eğlence adlı
eserinde “Bir ayna yalnızca bugün giydiklerimizi yansıtır, dün giydiklerimiz
konusunda sessizdir. Televizyonla da aynı şekilde kafamızı süreksiz bir şimdiki
zamana gömeriz.”[3] tespitinde bulunur. Bu, yerinde bir saptamadır, çünkü medya,
kişiyi geçmişten koparıp hafızasızlaştırarak acılarını ve çelişkilerini unutan
bir toplum dizayn etmeyi arzular. Gündüz kuşağı programlarında aile mahremiyeti
hiçe sayılır, adaletin temsilcisi program sunucudur; yargı dağıtılır.
Ezilenlerin işlediği üçüncü sayfa niteliğindeki vakalar/suçlar toplumun
algısına sunulur. Yaratılan algı, toplumun çürüdüğü yönündedir, fakat çürümenin
nedeni, yine ezilenlerin kendi suçu olarak propaganda edilir. Suçu üretenin
kapitalist düzen olduğu ters yüz edilir. Bu nedenler doğrultusunda TV başta
olmak üzere burjuva medyasının her biçimi simülasyon evreninin yaratılmasının
önemli araçlarındandır. Tek boyutlu insanın yaratılması için algının
çarpıtılması gerekir. Sömürü düzeninin sürmesinin yolu, maddi koşulların ve
sınıfsal çelişkilerin asıl sorumlusunun gizlenmesidir.
Acımasız
dünya sendromunu sürdürmenin yollarından biri, Netflix başta olmak üzere dizi
platformlarına üye kaydı yaparak, her sezon şimdiye kadarkinin “en iyisi” olan
diziyi izlemektir. Bu dizi silsilesinin içeriği, cinselliğin sınırsız ve
kontrolsüz şekilde yaşanması, uyuşturucu kullanımının meşrulaştırılması,
pedofili ve ensestin normalleştirilmesi, hazzın mutluluğun tek aracı hâline
getirilerek bireyin biricikliğinin ve her türlü tüketimin yüceltilmesi, ailenin
ve toplumsal olan birlikteliklerin sorumluluk bilincinden azat edilmesi üzerine
kuruludur. Kültürel emperyalizmin temel hareket noktası, sömürünün derinleşmesi
ve sürdürülebilmesi için algı ve beden kontrolünün sağlanarak, kişinin
yalnızlaştırılıp toplumsalın parçalanıp kimliklere bölünerek kamplaştırılması
gerektiği üzerinedir.
Evine
çekilerek sosyal ilişkilerden koparılan birey, ilk olarak beden kontrolüne tabi
kılınır, daha sonra sürekli sunulan birbirinin kopyası şeklindeki yoz kültür
ideal yaşam biçimi olarak algı kontrolü gerçekleştirilir. Bu şekilde
yozlaştırılan insanın id-ego-süper ego dengesi bozularak yaşamı sürdürmenin tek
aracı id olur; değerlerin, yargının, vicdanın otoritesi olan süperego bertaraf
edilir; id ile süperego arasında dengeyi sağlayan ego yok edilir.
Dünya
halklarının zihinlerini esir alarak burjuva ideolojisinin tek kurtuluş yolu
olduğu algısı 11 emperyalist medya tekeli aracılığıyla hayata geçirilir. Tek
amaç, medya tekelinin ayakta kalması değildir, emperyalizmin sömürdüğü
halkların iç bütünlüğünü bozarak, yerel olanın yok edilip antiemperyalist
mücadelenin oluşmasını engellemektir. Marx, başkalarını ezen ulusların özgür
olamayacağını belirtir. Emperyalist ülkelerin halklarının durumu yazının
ilerleyen bölümlerde tartışılacaktır.
Algılarla
kavramlar arasında simbiyotik bir ilişki vardır. Kullanılan kavramlar, kişinin
dünyayı algılayış biçimini de değiştirir. Tek boyutlu insanın yaratılmasında
dil üzerine yapılan saldırılar önem arz eder. Fuhuşa “seks işçiliği”, zamlara “fiyat
güncellemesi”, saldırıya “müdahale” denildiği anda kavramların çağrışımları
değişime uğratılır. Medya ve sosyal medya aracılığıyla dilde yapılacak
değişimler, dünyayı algılayış biçiminin manipüle edilmesiyle gerçekleşir.
Berlin
Duvarı’nın yıkılmasıyla kavramların içinin boşaltılma süreci hız kazanmıştır. Bella
Ciao (Çav Bella) hak arama mücadelesi için gerçekleştirilen bir mitingde
söylendiğinde burjuvazi açısından tehdit anlamı taşırken bar müziği olarak
klipleştirildiğinde tehdit ortadan kalktığı gibi burjuvazinin uyuşturma aracına
döner. Aynı şekilde, dünya mücadele tarihinin önemli kişilerinin fotoğrafları tişörtlere
basılarak pazarlandığında, biyografileri dizi-film olarak çekildiğinde kitleler
ehlîleştirilir. Sendikalar STK’ya dönüştürülür. 1 Mayıs kendi alanında tarihsel
bağıyla değil de tarihsel bağı olmayan şehir suçu sayılan dolgu alanında ve
evinizin -varsa- balkonunda kutlandığında değer kaybeder. Bunun sonucunda mekân
tarihsizleşir, kavramlar gerçek bağından ayrıştırılır ve ezilenin çığlığı
bastırılır.
Sömürü
düzenini ayakta tutacak ideal insan, tüketimi sürdürebilecek insandır. Bu
yönüyle kapitalizm, “ihtiyaç” manipülasyonunu gerçekleştirmektedir. Metaların
dünyasına hapsolan insanın mutlu olacağı algısı yaratılır. Tüketim sürdükçe
mutluluğun süreci telkin edilir. Metalar, doğası gereği, fetişizme yol açan bir
yapıya sahiptir, insan, ürettiği metanın kölesi durumuna dönüşerek ona gizemli
bir anlam yükler. Her yıl yeni modeli çıkan telefon, araç, teknolojik araçlar
birer ihtiyaca dönüştürülür. Herbert Marcuse, Tek Boyutlu İnsan adlı
eserinde bu durum hakkında şu tespitte bulunur:
“İnsanlar, kendilerini
satın aldıkları metalarda tanımaktadırlar; ruhlarını otomobillerinde, müzik
setlerinde, içten-katlı evlerinde, mutfak donatımında bulmaktadırlar. Bireyi
toplumuna bağlayan düzeneğin kendisi değişmiş ve toplumsal denetim üretmiş
olduğu yeni gereksinimlerde demirlemiştir.”[4]
Bu
doğrultuda reklâmların dili incelendiğinde, alınan her metanın bizi “mutlu”
hissettireceği ve bizim eşsiz varlıklar olarak bunu “hak ettiğimiz” iletisi
verilir. Bir yatak reklâmından giysi reklâmına kadar her meta bizim mutluluğumuz
için tasarlanmıştır, burjuvazi ve kapitalizm bize hizmet etmek için vardır! 1
yıl boyunca çalışıp 1 haftalık tatilin taksitleri ödenirse mutlu olunabilir.
Tüketecek maddi güç yoksa kredi ve kredi kartları devreye girer. Burjuvazinin
bütün motivasyonunun insanı mutlu etmek üzerine inşa edildiği yalanı gerçek
olarak sunulur.
Sanatın
iyileştirici ve birleştirici gücü, insani değeri sömürünün bekası için yok
edilerek yerine bireyin haz ve mutluluk duygusu yerleştirilir. Her devrin hâkim
müzik anlayışı üretim ilişkileri tarafından belirlenir. Bu bağlamda, 12 Eylül
darbesi sonrasında kitlelerin pasifikasyon sürecinde arabesk, 2000’li yıllara
girerken eğlencenin yaşamın amacına dönüştürülmesinde pop, bireyin isyanında
rock, günümüz hız çağında rap müzik revaçtadır. Hiçbir enstrüman üretimiyle
altyapısı hazırlanmadan, bilgisayar programları kullanılarak hazırlanan müziğin
üzerine anlam bağı birbirinden kopuk, bireyin isyanını ve öfkesini öne alan ruh
hâlini dillendiren rap müzik, bol küfürlü içeriğiyle sadece bir dil
kirlenmesini değil, kitleden kopuk bireysel isyanın propagandasını dile
getirir. Paraya mülkiyete küfredilir, sistem karşıtıdır, ama çözüm yolunun
bireysel isyandan geçtiği bu şekilde ifade edilir. Karşı çıkış varsa çözümün de
ne olduğunu göstermek şarttır. Enstrümansızdır, çünkü teknolojinin ürünüdür,
sözleri hızlıdır, çünkü hız çağının getirisidir.
Yapay
şekilde oluşturulmaya çalışılan Z kuşağı, kültürel değerlerden koparılarak
sınıfsal çelişkilerden bihaber şekilde kuşak çatışmasına sürüklenen bir kitleye
dönüştürülür. Aynı şekilde k-pop ve BTS müzik grupları popüler hâle getirilip,
genç kuşağın giyim tarzına kadar sömürü düzeninin tek tip insan modeli
yaratılarak sınır aşırı dünya yurttaşlığı motivasyonu pazarlanır. Müziğin bir
hikâyesi yoktur, olmak zorunda değildir, önemli olan, farklı olmaya çalışılarak
eğlenip mutlu olmaktır!
Sömürü
düzeninde sanat ideolojik bir aygıttır. Muz, tuvale yapıştırılıp idrak
sınırları zorlanmaya çalışılır, sanat eseri diye ortaya çıkan meta, milyon
dolarlarla pazarlanır. Satın alan komprador muzu yiyince sanat da biter.
Burjuvazinin sanat anlayışında insan yoktur. Onun için insan sadece bir
araçtır, gerektiğinde de metadır. Uzun metraj filmlerin dönemi kapanır, “insanın
dikkat süresi düştü” aldatmacasıyla filmler olabildiği kadar kısa tutulur, kısa
film yetmezse sayısız videonun tüketilmesi için vine ve short videolar pazara
sunulur. Nitelikli uzun metraj bir film seyretmek zaman kaybıyla eşitlenir, bu
süre, binlerce kısa video seyretmeye endekslenir. Mutlu olmanın yolu video
tüketimidir, çünkü kendinizle baş başa kalmanız ve başka insanlarla iletişim
kurmanız bu şekilde engellenir. Medya, dizi platformları, sosyal medya
aracılığıyla iletişim ve yaşam alanları Habermas’ın işaret ettiği gibi
kolonileşir. Kolonileştirilen insan yaşamı, mutluluğun düzlemi ve vücut bulmuş
hâli olarak sunulur. Bu durumdan nasibini alan toplumsal kurumlardan biri de
ailedir. Bencilliğin kıskacına alınan aile de bütünlüğü bozulmuş bir yapı
olarak bireyler toplamına indirgenir. Güven duygusu, sıcaklık ve dayanışma
değerleri aileden alınır. O da sistemin ideolojik aygıtına dönüşür. Benzer
şekilde eğitim sistemi, “21. yüzyıl becerileri” adı altında artı değeri sermaye
adına dönüştürecek nesiller yaratmada ve düzene uygun kafalar üretmede
kullanılacak ideolojik bir aygıttır.
Sistemin
ideolojik aygıtına dönüşen başka bir alan da edebiyat ve kitap okuma
kültürüdür. Uzun metraj filmin kaderini roman da yaşamıştır. İki ciltlik roman
devri kapanarak öykü de önce kısa öyküye sonra minimal öyküye dönüşmüştür. Her
gün yüksek meblağlarla reklâm afişleri bastırılan romanların sözde kişisel
gelişim kitaplarından farkı kalmamıştır. Romanda anlatılan; biricik insanın
depresif gelgitleri, sınırsız haz arayışı sonrası çöken psikolojisi, yaşamın
anlamını bireycilikte aramasıdır. Edebiyat insansızlaştırılmıştır. Kitap okuma
kültürü bestseller listesine indirgenerek hurafe üretimi, mutluluk arayışı,
insandan kaçış, haz, nasıl zengin olunacağı, mutsuzluğun nedeninin genetik
travma yapısından kaynaklandığı üzerine içerik üretilmektedir.
Geçtiğimiz
yüzyıla kadar romanın ustaları tip yaratmıştır, fakat bu tipe bireyi değil,
birey üzerinden toplumu yansıtan ayna görevi kazandırılmıştır. Orwell’in
politik görüşünü onaylamamak şartıyla tekrar Neil Postman’ın görüşlerine
başvurulduğunda, ortaya çıkan tablo şu şekildedir:
“Orwell, kitapları
yasaklayacak olanlardan korkuyordu. Huxley’nin korkusu ise kitapları
yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü artık kitap okumak isteyecek kimsenin
kalmayacağı şeklindeydi. Orwell, hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley,
hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu. Orwell, bizi nefret
ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkarken, Huxley, bizi sevdiğimiz şeylerin
mahvedeceğinden korkuyordu. Orwell’in 1984’ünde insanların acı çekerek
denetlendiğine dikkat çekilirken; Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında
insanlar hazza boğularak denetlenmektedir.”[5]
Kapitalist
düzende zaman yönetimi insanın elinden alınarak otomasyon sistemine
bağlanmıştır. Özgürlüğün önemli koşullarından biri de zaman yönetiminin
kişilerin kontrolünde olmasıdır. Zaman algısının manipülasyonu, sömürü
düzeninin zaman işgaliyle gerçekleşir. Hız çağı, mahremiyetin bileşenlerinden
biri olan zamanın sistem tarafından ayarlanmasıyla insan, mutsuz, aceleci,
belirsizliğe katlanamayan, tahammülsüz ve belirsizliğe katlanamayan, kaygılı
(anksiyeteli ve depresif) bir varlığa dönüştürülmüştür. Zaman algısının
öznelliği yok edilerek sistem tarafından iş-görev çizelgesinin hâkim kılındığı
bir programatik yapıya büründürülmüştür. Uyanacağımız saatten kullanacağımız
toplu taşımaya ulaşacağımız saate kadar her şey kapitalist zaman çizelgesinin
tekelindedir. Yapılacak bir sınava ya da iş başvurusuna kadar saniyelerle
hesaplanan aralık belirlenir. Bu süreyi bir saniye aştığınızda, hayatınızdaki
önemli dönüm noktası sonraki yıla ertelenir. Sınavdan önceki belirli bir sürede
sınav merkezinin kapıları kapatılır. Toplu taşımaya koşarak yetiştiğinizde
otomatik kapıya sıkışabilirsiniz. Yeşil ışık yandığında âdeta maraton başlar,
korna sesleri büyük bir ses kirliliğini üretir, sürücü de yolcu 5 saniye fazla
beklese tahammülsüzdür, çünkü yetişmesi gereken yer ya da yetiştirmesi gereken
bir işi vardır. Her şey dakikası dakikasını gerçekleşmeyip 5 dakika
geciktiğinizde iş ve sosyal ilişkileriniz zarar görür, çünkü hız çağında
yaşanıldığından kimsenin geç kalma diye bir gerekçesi yoktur. İnsan, robota
dönüştürülür; hıza ayak uyduramayan insan toplumsal yapının dışına itilerek
mutsuz bir varlık düzlemine çekilip “hastalığa” sürüklenir. Çağımız insanı
stres insanıdır.
Zaman
algısının öznelliği insandan soyutlanıp dışarıdan algılatılan bir programa
endekslendiğinde insan seri üretim yapan bir makineye dönüşür. Kendine
yabancılaşma, hiçbir şeye zamanın kalmaması, kendine zaman ayırma bu noktada
serzenişe dönüşür. İş yerinden ayrıldığınızda işiniz bitmez; uzaktan yapılan
çevrimiçi toplantılar, gece gelen işinizle ilgili whatsapp mesajları adı konulmamış
bir mobbing sürecinin zaman yönetiminin aracıdır.
Zamanın
sistem tarafından yönetilmesi, insan ömrünün kısa olarak algılanmasına
sebebiyet verir. Bu sömürü koşuşturmacası içinde geçen ömür, yaşanmamış bir
hayat algısı yaratır. Durmak yoktur, tıpkı trafik gibi bir yaşam düzeni
hâkimdir. Araçların hızla gittiği otobanda ani bir arızayla frenine basılan
aracın kaza yapıp trafiğin dışına çıktığı gibi hıza ayak uyduramayan ya da
stres kapasitesini dolduran insan da zihnen arıza yapar. Mola veremez, çünkü
buna hakkı ve maddi gücü yoktur, bu yüzden kaza yapar. İnsanın sistemin
belirlediği zaman çizelgesine uyması için kapitalizmin yükselişiyle kol
saatleri, alarm sistemleri ve çalar saatler yaygınlaşmıştır. Teknolojinin
ilerlemesiyle bu işlevleri üstlenen akıllı telefonlar barındırdığı özellikler
nedeniyle insanın değil sömürü düzeninin rahat etmesi için vardır.
Zamanın
sistem tarafından işgali neticesinde özgürlüğü ve özgünlüğünden yoksun
bırakılan insan bu döngüyü kırma yanılsamasına kapılarak yüksek ücretler
ödeyerek “zaman yönetimi” kurslarına gider. Zaman ve hız arasındaki ilişkiyi
görmenin somut yollarından biri de metrobüs ile metro durağı arasındaki yürüyüş
tünellerinin yürüme merdiveni ve düz yola döşenen yürüme bantlarına dikkati yöneltmektir.
İki toplu taşıma durağı arasındaki düz yola yürüme hızını artıran yürüme
bantlarının yerleştirilmesinin asıl amacı, sizin yaşamınızı kolaylaştırması
değil, sömürü düzeninin üretim çarklarının aksamaması ve hızın kesintiye
uğratılmamasıdır.
Akıllı
telefondan yürüme bantlarına kadar insan yaşamını kolaylaştırdığı iddia edilen
araçlar mutluluğu sağlamanın bileşenleri olarak sunulur, fakat büyük bir
yanılgıdır/algının çarpıtılmasıdır. Aksine insan yaşamını zorlaştırır. Tüm bu
araçlar beden, zihin ve zaman kontrolünün aparatlarıdır, çünkü kapitalizm için
kontrol edilemeyen sokak ve insan, “tehlike” arz eder. Yaşanan bu durum zamana
yabancılaşma olarak adlandırılabilir.
Zaman
aynı zamanda kapitalist düzen için bir metadır. Gerektiğinde “dinlenme zamanı”
olarak da pazara çıkarılabilir. Bu bağlamda otomasyon süreciyle ortaya çıkan
yabancılaşmayı Richard Sennett Karakter Aşınması adlı eserinde
kapitalizmin insanda değersizlik, faydasızlık, mutsuzluk, tükenmişlik
ürettiğine dikkat çeker, çünkü otomasyon sistemi üretimde zaman
tasarrufu sağlayıp insanı üretim sürecine ve üretim araçlarına yabancılaştırır.
Bu yüzden yazılım, günümüz üretim sistemi içinde revaçta alanlar arasında
yer alır.
Yazının
bu bölümüne kadar kapitalizmin mutlu insan yaratma sürecinde beslendiği
ideolojik aygıtlar, felsefi ve politik temeller, sanat anlayışı, idealize
ettiği yaşam biçimi ve pratikleri incelendi. Tüm bu mutlu olma yollarına rağmen
hâlen mutlu olunamıyorsa, insana tıbben müdahale edilmelidir, çünkü serotonin
seviyeniz mutlu olmanız için yeterli değildir. Nevrotik sorunlarla
uğraşıyorsunuzdur, bunu çözmek için terapi desteği gerekse de ya maddi
durumunuz yeterli değildir ya da koşullarınızın ve kendi iç hesaplaşmanızı gerçekleştirmeniz
için gereken zamanınız yoktur, çünkü bir işte çalışıyorsunuzdur. Sizi mutlu
etmek üzerine kurulu ve genin bencil olduğunu iddia eden kapitalizmin suçlarını
görmeniz için bu süre size verilmez. Siz suçlusunuzdur; zengin
olamamışsınızdır, çektiğiniz kredileri ödeyememişsinizdir, ilişkilerde
başarısızsınızdır, serotonin seviyeniz düşüktür!
Dünyada
300 milyonun üzerinde insana depresyon tanısı konulduğuna göre nüfusun önemli
bir bölümü suçludur. Terapiye gidecek maddi gücünüz ve zamanınız varsa, terapi
adı altında aylar boyu size sunulacak destek, bencilliğinizin körüklenmesi yönünde
olacaktır. Doğru terapi, insanı insandan koparmak değildir, onu mevcut
koşullarla baş edecek duruma gelmesini sağlayacak desteği sunmaktır.
Oluşan
tablo karşısında tek çıkış yolu olarak sigortalıysanız randevu bulduğunuzda
sizi 5-10 dakika dinleme imkânına sahip mutluluk otoritesi psikiyatristtir.
1951’den beri antidepresanlar aracılığıyla hayat kurtarıcı rolü üstlenen
kapitalist psikiyatri farmakolojisi, kitlelerin uyuşturulmasında önemli
görevler üstlenmektedir. Yazılacak sertralin ve antidepresan grubu ilâçlarla
serotonin alımı artırılmaya çalışılır. Sizi nevrotik duruma getiren koşullarla
mücadele etmeden, sadece uyuşarak yaşam sürdürmenize aracılık edilir, rahatlama
hissi sağlanır, fakat bu rahatlama durumu geçicidir, çünkü zihninizi meşgul
eden mevcut sorunlar geri planda çalışmaya devam eder. Antidepresanın yaptığı
etki, zihninizi işgal eden sorunların bedene vurarak somatizasyon oluşmasını
engellemektir. Bu iddiaya karşılık olarak “Antidepresan ve terapi birlikteliği
şart” şeklinde bir söylem geliştirilebilir, fakat tüm bunlar yüksek maliyete
sahip kurtuluş reçeteleridir.
Bu
ilâç grubu her bünyede farklı bir etki yapar. Aşırı neşeden iştahsızlığa, donuk
ve tepkisiz bir ruh hâline kadar. Antidepresanların içerdiği etken maddelerden
dolayı uzun süreli kullanımlarda kişide önemli hasarlar bıraktığı yönünde
bilimsel çalışmalar mevcuttur.
Yakınını
kaybeden kişinin acıyla yüzleşmesi ve ölüm gerçeğini kabullenmesi engellenir,
çünkü mutlu olmanın tek yolu acıdan kaçıştır. Ölüm acı vericidir, onun
acısından kaçılmalıdır. Her türlü acıdan kaçılmalıdır. Önemli olan hazdır ve
idin doyurulmasıdır. Kapitalizmin insana bencillik, haz, rekabet, kabalık,
ırkçılık, faşizm, mezhepçilik, şiddet, anlayışsızlık, iletişimsizlik dışında
vereceği hiçbir değer yoktur. Onun yarattığı insan narsist olmaya mahkûmdur,
ölüm de acı da ona yakışmaz, özünde zayıftır.
Ayrılık
acısına antidepresan yazılmalıdır, çünkü duygular sizi mutsuz eder ve bir
dakika daha mutsuz olmanız sağlığınızı bozabilir. Kapitalizmin ideolojik
aygıtına dönüştürülen psikoloji ve psikiyatrinin hâkim anlayışı acılı insandan
da kaçmak üzerinedir, çünkü insan, çevresindeki beş insanın toplamıdır! Her
şeyde olduğu gibi insan ilişkilerinde de minimalizm! Ne kadar çok minimal varsa
o kadar çok tüketim vardır. Sorulması gereken soru şu olabilir: Bir insanın
çevresi beş kişiden müteşekkilse, bu insan, dayanışma duygusuna ve insani
değerlere, yaşamın dinamiğine ne kadar uzaktır?
2012
yılında ülkemizde 37,2 milyon kutu antidepresan satılmıştır. 2022’de ise bu
sayı 61,8 milyona yükselmiştir. Mutlu olmak için Avrupa ülkelerinde yaşamayı
tercih edebilirsiniz, fakat İngiltere’de 8 milyon insan antidepresan
kullanıyor. Bu insanların 2 milyonu 5 yılı aşkın bir süredir antidepresan
kullanıyor. Fransa, Almanya, Çek Cumhuriyeti, İzlanda, İspanya ve diğer Batı
ülkelerinin her biri 1000 kişide antidepresan kullanan insan sayısı esas
alınarak incelendiğinde, birçoğunda sayıların yüksek olduğu dikkat çeker. Refah
seviyesinin yüksek olduğu bu ülkelerdeki bunalımın ve yaygın mutsuzluğun nedeni,
kapitalizmin insana hiçbir kültür, değer veya ideal sunamıyor oluşudur.
Kullandığı
araçtan açtığı son ses müzikle ve abartı egzozla çevreyi rahatsız ederek
gürültü kirliliğini yaratan, bütün nezaketsizliğiyle diğerini ezmeyi insan
olmanın gereği sayan insan, kapitalizmin sonucudur. Fırsatçılıkla, Tiktok’la ve
sosyal medya hesaplarıyla zengin olma arzusunu taşıdığından, gerektiğinde kendi
bedenini metaya dönüştüren insan tipi, kapitalizmin eseridir. Tarihin sonunun
geldiği iddia edilen ortamda yaşanan bu çarpıklık, günümüz insanının
çıkmazıdır.
Bu
bağlamda sosyoloji de ideolojik aygıt olma rolünü yerine getirir. Sosyolojinin
araştırma alanı ve hedef kitlesi toplumsal olandan bireysel olana taşınarak,
kimlikler ve beden temel çalışma konuları hâline gelmiştir.
Depresyon
ve anksiyete bir hastalıksa yüz milyonlarca insan hasta mıdır? Şüphesiz ki
milyonlarca insan hasta değildir. Mutsuzluğu da kaygıyı da suçu da üreten,
kapitalist sömürü düzenidir. Problemin kaynağı belli olduğuna göre, çözümün
kaynağı da aynı yerde aranmalıdır. Kapitalizm önce insanı hasta eder, sonra
“tedavi” etmeye çalışır. Bazen de önce ilâcı üretir, sonra insanı hasta eder.
Onun doğası, kâr hırsı ve tüketimin sürmesiyle hayat bulur, çünkü insanın
herhangi bir değeri yoktur. Kapitalizm öncesi hiçbir çağda mutluluk bir amaca
dönüştürülmemiştir. Hiçbir çağda mutluluk, ideolojik aygıt olmamıştır. Her
devrin mutluluk ve kaygısı farklı anlamlar taşır. İnsanı yeryüzünde tutan self
determinasyon ve adaptasyon süreci; var olma kaygısının, aklının ve zorluklara
karşı dayanabilme iradesinin sayesinde gerçekleşmiştir. Bu anlamda, 70 yılı
aşkındır piyasaya sürülerek zihinleri esir alan antidepresanlar tarihin hiçbir
zorlu döneminde icat edilmemiştir. İnsanî hiçbir özelliği kalmayan bu düzende
kaygısız ve mutlu olmak mümkün değildir. Mutluluk, sadece bir avuç sermayedarın
tekelindedir. İyi eğitim almak, sanatsal kurslara gitmek, tatile çıkıp dünyayı
gezebilmek, ruh sağlığını korumak, sitelerde ve yalılarda hayat sürmek, ihtiyaçlara
erişebilmek onların tekelindedir.
Sömürü
düzeninin insan biçimlendirme stratejisi dâhilinde başvurduğu araçlardan biri
de uyuşturucudur. Uyuşturucu, “özgürlük” olarak takdim edilir ve meselenin özü çarpıtılır.
Antidepresan kullanan grubun dışında uyuşturucu kullanan insan sayısı
azımsanmayacak derecede yüksektir. Batı’da ve Avrupa’nın bazı ülkelerinde
belirli bir grama kadar uyuşturucu satışının yasallaşması, yaşanan bunalım
sonucu kitleleri yönetmenin yollarından birine dönüşmüştür. Aynı şekilde,
emperyalizmin sömürdüğü ezilen halklar arasında uyuşturucu kullanımının
yaygınlaşması da dikkat çeken diğer bir husustur. Uyuşturucu kullanımının
özgürlük ve mutluluk kavramlarıyla arzu nesnesi olarak sunulması görevinin
dünya solunun belirli çevrelerine, postmodernistlere ve anarşist çevrelere
verilmesi, çürümenin geldiği noktayı göstermesi açısından önemlidir.
Mutlu
bir gelecek vaadinin bir başka yolu da hurafenin umuda dönüştürülmesidir. Bugün
Youtube platformunda sayısı azımsanmayacak kadar kanal, enerji, telkin ve çekim
yasaları aracılığıyla mutlu ve zengin olunacağının propagandasını yapıyor. Bu
kanalların video içerikleri incelendiğinde, “hangi şartta ve düzende yaşarsanız
yaşayın, evren sizden yana olunca isteğinize kavuşabilirsiniz” iletisi
hâkimdir. Hiçbir emek süreci ve maddi koşullara dayanmadan, sözel çabayla
koşulların değişeceğinin telkin edilmesi seküler hurafenin yeniden üretilmesine
aracılık eder. Benzer şekilde, astroloji, soy ağacının araştırılarak travma
genetiğinin avcılığına çıkılması, burçların aşırı önemsenmesi mutluluk
arayışının başka araçlarıdır.
Gerek
çeşitli internet platformları gerek fiziksel çevremizi kuşatan sayısız tarikat
da sömürü düzeniyle mücadele edilmemesi için hayat geçirilen ve büyümesine izin
verilen araçlardandır. Marx’ın din için işaret ettiği “kalpsiz dünyanın kalbi”
önermesi, günümüz kapitalist düzeninde algı manipülasyonunun aktörü görevine
dönüştürülmüştür.
Son
olarak dikkat çekilmesi gereken bir husus daha mevcuttur. Gösteri Toplumu’nda
kurtuluş reçetelerinin mümkün olmadığı tezi savunulur, çünkü kurtuluş
teorilerinin de gösterinin etki alanına maruz kaldığı iddia edilir. Bugün sol
değerlerin kapitalist deformasyon sürecine girmesi, bir noktada Guy Debord’u
haklı çıkarsa da insanın evrim sürecinde kurtuluş, bilimsel bir gerçek olarak
geçerliğini korumaktadır. İnsan iradesinin en zor şartlarda ayakta kalma yetisi,
kapitalist düzeninin aşılabileceğini göstermektedir. Diyalektik bir sürecin
gereği olarak sınıf çelişkisini aşacak düşünsel temeller ve mücadele araçları
tarihin biriktirdiği deneyimlerde vardır. Asıl mesele, tarihin akışına yön
verebilecek özne olan başta işçi sınıfı olmak üzere ezilenlerin burjuvaziye
karşı birliğinin sağlanmasıdır.
Sonuç:
Su Uyur, İdeoloji Uyumaz
Günümüzde
insanın onur gibi yüzyılların mirası olan değerleri, özgünlüğü, özgürlüğü ve
mutluluğu kapitalist sistem tarafından yok edilmiştir. Bunun sonucunda insan, yabancılaşma
ve tükenme çıkmazına girmiştir. Aileden sanata kadar yaşamın her alanı ve özgün
sanılan, ama birbirinin kopyası olan yaşam biçimleri sistemin ideolojik
aygıtları olarak çalışmaktadır. İnsanı insan yapan ve yaşama bağlayan değer
sistemi, kapitalizmin bencil kültürü tarafından tükenme noktasına
getirilmiştir. Her ne kadar kendisinin ideolojiye karşı olduğunu ya da
politikadan uzak durarak apolitik olduğunu savunan insanlar olsa da gerçek
şudur ki hiçbir insan ideolojinin dışında konumlanamamaktadır. Hiçbir insan,
ideolojinin kuşatılmışlığından azade değildir. Toplumsal bir düzenin içinde
yaşayan her insan, diğer insanların ve toplumsal kurumların ideolojiyi yeniden
üretmesine maruz kalmaktadır. Anlamsızlık, değersizlik ve inanç yitimi
çemberine alınmış bir toplumsal düzende mutluluk olsa olsa geçici bir
yanılsamadır. Umutsuzluk ve mutsuzluk bulaşıcı bir hastalıktır.
İnsanın
çıkmazını aşacak nitelikler; diyalektiğin kavranarak yaşam biçimine
dönüştürülmesinde, kolektivizmin geliştirilmesinde, insan onurunun korunmasına,
alın terine sahip çıkılmasına, yaşamın her alanında dayanışmanın ve mücadele
azminin güçlendirilmesine, emek mücadelesinin gücünün ve sesinin
yükseltilmesine, hangi değerler için yaşadığımızın bilincine varılmasına,
sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya için adım atılmasına bağlıdır. Bireyin kurtuluşu,
insanların birlikte kurtuluş mücadelesiyle mümkündür. Bir şiirden bir slogana
dönüşen “Kurtuluş yok tek başına/ Ya hep beraber ya hiçbirimiz!” tek çıkar
yolumuzdur.
S. Adalı
25
Haziran 2023
Dipnotlar:
[1] Murray Bookchin, Toplumsal Anarşizm mi Yaşamtarzı Anarşizmi mi, Kaos
Yay., 2. Baskı 2005, Çev.: Deniz Aytaş, s. 73.
[2]
Guy Debord, Gösteri Toplumu, Ayrıntı Yay., Şubat 1996, Çev.: Ayşen
Ekmekçi-Okşan Taşkent, s. 19.
[3]
Neil Postman, Televizyon Öldüren Eğlence: Gösteri Çağında Kamusal Söylem,
Ayrıntı Yay., 1999, Çev.: Osman Akınhay, s. 154.
[4]
Herbert Marcuse, Tek-Boyutlu İnsan, İdea Yay., 1990 İkinci Baskı, Çev.:
Aziz Yardımlı, s. 8.
[5]
Neil Postman, a.g.e., s. 8.
0 Yorum:
Yorum Gönder