Pfizer
ve Moderna gibi ilâç şirketleri için aşılar değerli bir madendir. Altınla aşı
arasındaki tek farksa aşının yenilenebilir olmasıdır. Altın damarı kısa süre
içerisinde tükenebilen bir şey iken insandaki damara üst üste birçok kez aşı
yapılabilir. İnsan damarının yenilenebilir bir kaynak, kolları bir tür maden
ocağı hâline getirense kolların korkuyla hemşirelere doğru uzatılması, buna ek
olarak yeni evrimleşen, kontrol altına alınıp sömürüldüğü vakit muazzam kârlar
getiren varyantlardır.
Büyük
ilâç şirketleri, halktaki korku ve hükümetlerin getirdiği dayatmalar sayesinde
Omikron’a ciddi para yatırdılar. İnsanlar arasında Omikron konusunda yayılan
korku, şimdiden epey kârın elde edilmesini sağladı. Bu şirketlerin yöneticileri
ve hissedarları, Omikron varyantının keşfedilmesini takip eden ilk hafta
içerisinde servetlerinin katlandığına şahit oldular. Bu süre zarfında Pfizer ve
Moderna’nın üst düzey sekiz hissedarı kasalarına 10,31 milyar dolar koydu. Ama
insanlar, bu kadar çok aşı yapıldığı vakit aşıya direnç geliştiren çok sayıda
farklı mutasyonun gelişmesini asla bir sorun olarak görmediler.
Bize
satılanın “aşı” olduğunu sanıyoruz, ama aslında alabildiğine karmaşık ve puslu
bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Bize aşı satılmadı, biz aşıya, daha doğrusu
imalatçılarına satıldık.
Büyük
ilâç şirketleri, kamuya ait fonlara, altyapıya ve işçilere el koydular,
aşıların yol açtığı zararın bedelini ise vergi mükellefleri ödedi. Bedenlerimiz
ve emeğimizin ürünleri olduğu gibi ilâç tekellerine aktarıldı. Satın alınan,
elde edilen, el konulan biz olduk. Bunun karşılığında bize güvenlik toplumu
bahşedildi, oysa bu aşıya bağımlı güvenlik toplumunun güvenlikle bir alakası
yoktu. Biz verdiğimiz onca şey karşılığında hiçbir şey alamadık.
İlâç
şirketleri ve bu şirketlerin hükümet, akademi ve medya içerisindeki ortakları
açısından en ideal sonuç, bizim sürekli aşılanmamızdı. Artık hayatımızı aşısız
ve hatırlatıcı doz olmadan özgürce yaşayamayacaktık. Sonuçta elimizde hasta,
tecrit edilmiş, küçük mahallelere sıkışmış, penceresinin dışındaki korkutucu
dünyayı seyreden, başkalarının görülmesini istediği gerçeklerle yetinen
bireyler toplamı kaldı. Bu toplam, şirketlerin ve onların uşaklarının istediği
en iyi sonuçtu.
Bu
ilâç şirketleriyle sıkı bir ilişki içerisinde olan insanî yardım endüstrisi
gibi söz konusu tekeller de sadece kendilerine muhtaç olan, sadece kendi çıplak
hayatını korumaya çalışan bir tebaa yaratmak istemiyor, aynı zamanda bu hâlin
sürekli kılınmasını talep ediyor.
Bu
anlamda doğal bağışıklıktan dem vuran, bunu talep eden herkes, sisteme yönelik
bir tehdit olarak görülüyor. Halka emirler yağdıran hükümetler, hastaneler,
üniversiteler ve başka meslek grupları, doğal bağışıklık ihtimalinden veya
böylesi bir şeyin varlığından hiç bahsetmiyorlar. Doğal bağışıklık meselesinin
üzeri örtülüyor.
Demek
ki karşımızda bilim değil, bilim karşıtlığı var. Ya da bu bilim dedikleri şey,
ilâç şirketlerinin, otoriter rejimlerin ve sansürcü medyanın “alternatif
bilim”i. Doğadan ve doğal olandan korkuluyor, hatta nefret ediliyor. Böylesi
bir durumda ortaya çıkan “bilim”, “sırtı yere gelmeyen, yara nedir bilmeyen
insan” fantezisinin ve megalomanyaklığın yol açtığı bir tür sapkınlıktan başka
bir şey değil.
Maximilian C. Forte
26 Aralık 2021
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder