15 Ağustos 2016

,

Bakkal

56 yaşındaki bir kadın akademisyen (Neşe Özgen), solcu bir refleksle, İstanbul’da bir adamın belediye otobüsünü namaz için durdurmasını eleştiriyor ve “ben de pedimi değiştirmek için otobüsü WC önünde durduracağım” diyor. Bu tür haberlere lapin gibi atlayanların anlamadığı şu: Toplumda dinin yeri ve konumunu bireye, bireyin tercihlerine doğru daraltmaya dönük bir girişim, solculuğu ve sosyalistliği de vuruyor. Farkında olunmayan gerçek bu.

Belki de farkındalar. Solculuklarını her türlü sorumluluktan kurtarmaya, laikleştirmeye, yeni döneme layık hâle getirmeye çalışıyorlar. Tek dertleri, “arkadaşlarıyla serin bir ağacın altında sohbet edebilmek” zira. 

Ezilenlerin kurtuluşu, işçilerin iktidarı, halkın davası gibi ulvi hedeflerden bir bir uzaklaşıyorlar, hatta artık bu hedeflerle dalga geçiyorlar. Yenikapı’da bu sebeple “faşizm” görüyorlar, korkuyu köpürtüp büyüyebileceklerini zannediyorlar. Birileri korkup bunların yanına sığınsa, “biz size hiçbir şey vaat etmedik ki!” diyecek, bu sorumluluktan da sıyrılmanın yollarını bulacaklar.

Namazla ped değiştirmeyi bir tutan zihnin bugüne ve geleceğe söyleyeceği bir söz yok. Ne kadınlığın toprağına, ne de solculuğun vatanına ait olabiliyorlar. Herkes, kendi bakkalını işletmekten memnun. AVM eleştirileri ise sinik mızırdanmalardan ibaret.

* * *

Erdoğan, bir ara, “bakkal değil, devlet yönetiyoruz” diyordu. Bu söz, kendisi dışında kurulmuş bir devletin yönetilmesi sürecinde her emri yerine getireceğine dair bir akdi ifade ediyordu. Söz konusu yaklaşıma bakkalcılık yaparak, esnaf olarak karşı çıkmak mümkün değil. Bu bakkal muhalefeti, devlete körleşecek, onun hareketine örgütlenecek, devlete karşı kudret imkânlarını toprağa gömecektir.

2001’de esnaf direnişi gerçekleştiğinde solun ana bölüğünden biri olan ÖDP, AB’den gelen fonlara, kooperatifçiliğe, KOBİ’lere göz dikmişti. “Proleterleşen” esnaf direnince ÖDP boşa düştü, o proleterleşmeye ses edemedi. O direnç olduğu gibi AKP’ye örgütlendi. AKP denilen çıkar şebekesi dâhilinde ihaleler peşine düşüldü. ÖDP’nin önceden öngördüğü şeyi AKP yaptı. Yıllar sonra Yunanistan’da ÖDP benzeri parti, SYRIZA başarılı olunca ÖDP başkanı, “Türkiye’nin SYRIZA’sı biziz, ama biz onların yaptıklarını yapamadık” dedi.

Yapmadıkları işlerin yer aldığı listenin başında 12 Eylül faşizmine direnmemek var. Kendisini devrimci bir örgüt olarak lağv edip dergiciliğe indirgemek var. Dağa çıkmış kadrolarını yüzüstü bırakmak var. Darbeden önce kurduğu işletmeleri üyelerine dağıtmak var. Özgürlük adına özelleştirme sürecine gizliden destek sunmak var…

Bu dağıtılan işletmeler büyüdü, büyük kısmı köşeyi döndü, ciddi bir servet birikti. Söz konusu rantı bölüşmek istemeyenler, ÖDP’yi dağıttılar. Kendi bakkallarını kurdular. Bugün, küfrettikleri o AKP’li kitlenin onda biri kadarlık direnişi sergileyememiş şefler, tekrar ortaya çıkıyorlar ve devlete, AKP’ye ayar vermeye çalışıyorlar. Bunu nasıl yapabiliyorlar, asıl soru bu.

Çok akıllılar, çok zekiler… AKP’liler zaten “kandırılmaya müsait.” Kendileri özgürlükçü ama aptal değiller. Örneğin Melih Pekdemir her yazısında “Bizi kimse kandıramaz!” diyor, ama linki verilen yazıda[1], “Kılıçdaroğlu, Yenikapı’yı Taksim ve Gündoğdu’nun suratına kapattı, ana muhalefet lideri olarak önemli bir figür olmaktan vazgeçip figüran olmayı tercih etti.” diyor. Hâlâ, inatla Kılıçdaroğlu’nun kendilerini kandıramadığını söylüyor, “acımadı ki!” diye çocukça bir tepki geliştiriyor. Her seferinde zeytinyağı gibi suyun yüzüne çıkabiliyor. Kırk yıldır akıl hocası olarak zulada tuttukları Birikim çevresinin Fethullah’tan aldığı zarflara tek laf edemiyor. Gerçek şu ki Tayfun Atay gibilerin üzeri kazındığında altta Fethullah sırıtıyor.[2] Hepsi Abantçı, cümlesi Birikim’ci…

* * *

Bunlar hep bakkalcılığın, esnaf olma muradının tezahürleri. Proleter olmak bunlar için zûl. Bakkal da esnaf da hiçbir şey üretmiyor, üretileni aktarma işi üzerinden rant elde ediyor. Herkesi tüketiciye indirgemek, o tüketiciyi kendisine tabi kılmak bu iş için zorunlu. Pedini değiştiren akademisyenin akademisyenliği de bir tür bakkalcılık, esnaf pratiği. Hiçbir şey üretmiyor, üretilenin aktarılması konusunda herkesi kendisine tabi kılmayı iş ediniyor, hepsi bu. Dolayısıyla yüce, kutsal, ne denirse densin, insanların aidiyet ilişkisi kurdukları ve oradan gerçekleşen üretime ter döktükleri pratiklerin boşa düşürülmesi, değersizleştirilmesi zorunlu. İnsanların Batı’nın mallarının tüketicisi olmaya indirgendiği dönemin teologları, Cizvit papazları bunlar.

Böylesi bir sınıfsallığın tayin ettiği ideoloji ve politikanın ezilenlere, yoksullara, işçilere verebileceği bir şey yok. Bakkal-esnaf, bu kesimleri tüketiciye indirgemek zorunda.

Dolayısıyla, “bakkal değil, devlet yönetiyoruz” diyen Erdoğan’a karşı muhalefeti, o sözden bağımsız bir birey olarak Erdoğan’a ve onun kişisel tercihi olduğu düşünülen ideolojik yaklaşımlarına kapatmak, bakkalların bir refleksi. Bu refleksin bırakalım devrimi, herhangi bir politika üretmesi bile mümkün değil. Zira aslolan, o devlete karşı devrimci politik hat oluşturmak. Bu nedenle, kendi militanlarını esnafın-bakkalın tanıtım, promosyon ve reklâm amaçlı el ilânlarını dağıtmaya indirgemiş solun, böylesi bir devrimci politik hat açması mümkün değil. Bu militanları, içi geçmiş, işçisiz, emeksiz, üretimsiz birer esnaf loncasına dönüşmüş sendikaların ve odaların etrafında birleştirmek, kesinlikle çıkışsız. Devrimci hattın meslekî ideolojilerle açılması imkânsız, zira en başta o ideolojiler düşman devrime.

* * *

İki kez tankın altına yatmayı bilmiş genç, 12 Eylül mağduriyetçiliği üzerine kurulu solun tabutuna son çiviyi çakmıştır. Yanıbaşında kardeşi vurularak düşen, ama gene de kurşunların üzerine yürüyen genç, Gezi mağduriyetçiliği üzerine kurulu solun mezarına taşı dikmiştir. Mevcut yangının, sızlanmanın, tedirginliğin sebebi budur.

Benlisoy’un “bizim mahalle panik atak geçirdi” demesinin sebebi de burada.[3] O, solun temellerinden yeniden kurulması gerektiğini vazediyor, ama bu yeniden kuruluşun aynı bakkalcılık-esnaf pratiği ile gerçekleşebileceğini zannediyor. Yıllarca “halkın despotizmi”ne dair ne varsa eleştirdikten sonra bugün o despotizmi yardıma çağırıyor. Onu biraz sınıfsallık sosuna daldırıyor ve yeni dönemin esnaf olma arzusundaki işçilerle kurulabileceğine inanıyor.

Kendi bedenini “emanet” gören, ucu açık bir bütünün parçası kabul eden, bu sorumlulukla hareket eden Müslüman’dan öğrenilecek bir şeyler olmalı. Burjuvazinin yaydığı korkular, bizim bu bilgiyi tehlikeli görmemize sebep oluyor. O korkuyla hepimizi kendi yanına hizalıyor. Kendi varlığını, bedenini, aklını yüce kabul eden burjuvaya öykündüğümüzde, Müslümanları da kesecek biçimde, özellikle bu coğrafyadaki tüm ezilen hareketlerinin bu bilgiyle ve pratikle hareket ettiği görülüyor.

O hâlde dini bireyin vicdanla Tanrı arasındaki bir pratiğe kapatmak isteyen burjuvazinin oyununa gelinmemeli. Burjuvazi, bu lafla birey dışına taşan, vicdanı aşan, kolektif akılla yoğrulan her türden pratiği yasakladığını ilân etmiş oluyor. Bu yasak, sosyalizmi ve komünizmi de kapsıyor. Dolayısıyla, dine küfredenler, kendi temellerini de dinamitliyorlar. Ezilenlerin kolektif mücadele tarihine ait olamayan, o tarihin birikimlerini akademi kürsülerinde, dergi bürolarında, örgüt yayınlarında satmayı, bir tür bakkalcılığı-esnaflığı tek hakikat kabul eden kesimlerin bir huruc gerçekleştirmeleri mümkün görünmüyor.

Eren Balkır
15 Ağustos 2016

Dipnotlar:
[1] Melih Pekdemir, “Fethullahsız FETÖ Olur mu?”, 15 Ağustos 2016, Birgün.

[2] Tayfun Atay, “FETÖ’yü Kazıdıkça AKP Çıkıyor”, 10 Ağustos 1016, Cumhuriyet.

[3] Foti Benlisoy, “Voxpoulivox Erdoğan ve Demokrasi”, 14 Ağustos 2016, Evrensel.

0 Yorum: