56 yaşındaki bir kadın akademisyen (Neşe Özgen), solcu
bir refleksle, İstanbul’da bir adamın belediye otobüsünü namaz için
durdurmasını eleştiriyor ve “ben de pedimi değiştirmek için otobüsü WC önünde
durduracağım” diyor. Bu tür haberlere lapin gibi atlayanların anlamadığı şu:
Toplumda dinin yeri ve konumunu bireye, bireyin tercihlerine doğru daraltmaya
dönük bir girişim, solculuğu ve sosyalistliği de vuruyor. Farkında olunmayan
gerçek bu.
Belki de farkındalar. Solculuklarını her türlü sorumluluktan kurtarmaya, laikleştirmeye, yeni döneme layık hâle getirmeye çalışıyorlar. Tek dertleri, “arkadaşlarıyla serin bir ağacın altında sohbet edebilmek” zira.
Ezilenlerin kurtuluşu, işçilerin iktidarı, halkın davası gibi
ulvi hedeflerden bir bir uzaklaşıyorlar, hatta artık bu hedeflerle dalga
geçiyorlar. Yenikapı’da bu sebeple “faşizm” görüyorlar, korkuyu köpürtüp
büyüyebileceklerini zannediyorlar. Birileri korkup bunların yanına sığınsa,
“biz size hiçbir şey vaat etmedik ki!” diyecek, bu sorumluluktan da sıyrılmanın
yollarını bulacaklar.
Namazla ped değiştirmeyi bir tutan zihnin bugüne ve
geleceğe söyleyeceği bir söz yok. Ne kadınlığın toprağına, ne de solculuğun
vatanına ait olabiliyorlar. Herkes, kendi bakkalını işletmekten memnun. AVM
eleştirileri ise sinik mızırdanmalardan ibaret.
* * *
Erdoğan, bir ara, “bakkal değil, devlet yönetiyoruz”
diyordu. Bu söz, kendisi dışında kurulmuş bir devletin yönetilmesi sürecinde
her emri yerine getireceğine dair bir akdi ifade ediyordu. Söz konusu yaklaşıma
bakkalcılık yaparak, esnaf olarak karşı çıkmak mümkün değil. Bu bakkal
muhalefeti, devlete körleşecek, onun hareketine örgütlenecek, devlete karşı
kudret imkânlarını toprağa gömecektir.
2001’de esnaf direnişi gerçekleştiğinde solun ana
bölüğünden biri olan ÖDP, AB’den gelen fonlara, kooperatifçiliğe, KOBİ’lere göz
dikmişti. “Proleterleşen” esnaf direnince ÖDP boşa düştü, o proleterleşmeye ses
edemedi. O direnç olduğu gibi AKP’ye örgütlendi. AKP denilen çıkar şebekesi
dâhilinde ihaleler peşine düşüldü. ÖDP’nin önceden öngördüğü şeyi AKP yaptı.
Yıllar sonra Yunanistan’da ÖDP benzeri parti, SYRIZA başarılı olunca ÖDP
başkanı, “Türkiye’nin SYRIZA’sı biziz, ama biz onların yaptıklarını yapamadık”
dedi.
Yapmadıkları işlerin yer aldığı listenin başında 12
Eylül faşizmine direnmemek var. Kendisini devrimci bir örgüt olarak lağv edip
dergiciliğe indirgemek var. Dağa çıkmış kadrolarını yüzüstü bırakmak var.
Darbeden önce kurduğu işletmeleri üyelerine dağıtmak var. Özgürlük adına
özelleştirme sürecine gizliden destek sunmak var…
Bu dağıtılan işletmeler büyüdü, büyük kısmı köşeyi
döndü, ciddi bir servet birikti. Söz konusu rantı bölüşmek istemeyenler, ÖDP’yi
dağıttılar. Kendi bakkallarını kurdular. Bugün, küfrettikleri o AKP’li kitlenin
onda biri kadarlık direnişi sergileyememiş şefler, tekrar ortaya çıkıyorlar ve
devlete, AKP’ye ayar vermeye çalışıyorlar. Bunu nasıl yapabiliyorlar, asıl soru
bu.
Çok akıllılar, çok zekiler… AKP’liler zaten
“kandırılmaya müsait.” Kendileri özgürlükçü ama aptal değiller. Örneğin Melih
Pekdemir her yazısında “Bizi kimse kandıramaz!” diyor, ama linki verilen
yazıda[1], “Kılıçdaroğlu, Yenikapı’yı Taksim ve Gündoğdu’nun suratına kapattı,
ana muhalefet lideri olarak önemli bir figür olmaktan vazgeçip figüran olmayı
tercih etti.” diyor. Hâlâ, inatla Kılıçdaroğlu’nun kendilerini kandıramadığını
söylüyor, “acımadı ki!” diye çocukça bir tepki geliştiriyor. Her seferinde zeytinyağı
gibi suyun yüzüne çıkabiliyor. Kırk yıldır akıl hocası olarak zulada
tuttukları Birikim çevresinin Fethullah’tan aldığı zarflara tek laf
edemiyor. Gerçek şu ki Tayfun Atay gibilerin üzeri kazındığında altta Fethullah
sırıtıyor.[2] Hepsi Abantçı, cümlesi Birikim’ci…
* * *
Bunlar hep bakkalcılığın, esnaf olma muradının
tezahürleri. Proleter olmak bunlar için zûl. Bakkal da esnaf da hiçbir şey
üretmiyor, üretileni aktarma işi üzerinden rant elde ediyor. Herkesi tüketiciye
indirgemek, o tüketiciyi kendisine tabi kılmak bu iş için zorunlu. Pedini
değiştiren akademisyenin akademisyenliği de bir tür bakkalcılık, esnaf pratiği.
Hiçbir şey üretmiyor, üretilenin aktarılması konusunda herkesi kendisine tabi
kılmayı iş ediniyor, hepsi bu. Dolayısıyla yüce, kutsal, ne denirse densin, insanların
aidiyet ilişkisi kurdukları ve oradan gerçekleşen üretime ter döktükleri
pratiklerin boşa düşürülmesi, değersizleştirilmesi zorunlu. İnsanların Batı’nın
mallarının tüketicisi olmaya indirgendiği dönemin teologları, Cizvit papazları
bunlar.
Böylesi bir sınıfsallığın tayin ettiği ideoloji ve
politikanın ezilenlere, yoksullara, işçilere verebileceği bir şey yok.
Bakkal-esnaf, bu kesimleri tüketiciye indirgemek zorunda.
Dolayısıyla, “bakkal değil, devlet yönetiyoruz” diyen
Erdoğan’a karşı muhalefeti, o sözden bağımsız bir birey olarak Erdoğan’a ve
onun kişisel tercihi olduğu düşünülen ideolojik yaklaşımlarına kapatmak,
bakkalların bir refleksi. Bu refleksin bırakalım devrimi, herhangi bir politika
üretmesi bile mümkün değil. Zira aslolan, o devlete karşı devrimci politik hat
oluşturmak. Bu nedenle, kendi militanlarını esnafın-bakkalın tanıtım, promosyon
ve reklâm amaçlı el ilânlarını dağıtmaya indirgemiş solun, böylesi bir devrimci
politik hat açması mümkün değil. Bu militanları, içi geçmiş, işçisiz, emeksiz,
üretimsiz birer esnaf loncasına dönüşmüş sendikaların ve odaların etrafında
birleştirmek, kesinlikle çıkışsız. Devrimci hattın meslekî ideolojilerle
açılması imkânsız, zira en başta o ideolojiler düşman devrime.
* * *
İki kez tankın altına yatmayı bilmiş genç, 12 Eylül
mağduriyetçiliği üzerine kurulu solun tabutuna son çiviyi çakmıştır.
Yanıbaşında kardeşi vurularak düşen, ama gene de kurşunların üzerine yürüyen
genç, Gezi mağduriyetçiliği üzerine kurulu solun mezarına taşı dikmiştir.
Mevcut yangının, sızlanmanın, tedirginliğin sebebi budur.
Benlisoy’un “bizim mahalle panik atak geçirdi”
demesinin sebebi de burada.[3] O, solun temellerinden yeniden kurulması
gerektiğini vazediyor, ama bu yeniden kuruluşun aynı bakkalcılık-esnaf pratiği
ile gerçekleşebileceğini zannediyor. Yıllarca “halkın despotizmi”ne dair ne
varsa eleştirdikten sonra bugün o despotizmi yardıma çağırıyor. Onu biraz
sınıfsallık sosuna daldırıyor ve yeni dönemin esnaf olma arzusundaki işçilerle
kurulabileceğine inanıyor.
Kendi bedenini “emanet” gören, ucu açık bir bütünün
parçası kabul eden, bu sorumlulukla hareket eden Müslüman’dan öğrenilecek bir
şeyler olmalı. Burjuvazinin yaydığı korkular, bizim bu bilgiyi tehlikeli
görmemize sebep oluyor. O korkuyla hepimizi kendi yanına hizalıyor. Kendi
varlığını, bedenini, aklını yüce kabul eden burjuvaya öykündüğümüzde,
Müslümanları da kesecek biçimde, özellikle bu coğrafyadaki tüm ezilen
hareketlerinin bu bilgiyle ve pratikle hareket ettiği görülüyor.
O hâlde dini bireyin vicdanla Tanrı arasındaki bir
pratiğe kapatmak isteyen burjuvazinin oyununa gelinmemeli. Burjuvazi, bu lafla
birey dışına taşan, vicdanı aşan, kolektif akılla yoğrulan her türden pratiği
yasakladığını ilân etmiş oluyor. Bu yasak, sosyalizmi ve komünizmi de kapsıyor.
Dolayısıyla, dine küfredenler, kendi temellerini de dinamitliyorlar.
Ezilenlerin kolektif mücadele tarihine ait olamayan, o tarihin birikimlerini
akademi kürsülerinde, dergi bürolarında, örgüt yayınlarında satmayı, bir tür bakkalcılığı-esnaflığı
tek hakikat kabul eden kesimlerin bir huruc gerçekleştirmeleri mümkün
görünmüyor.
Eren Balkır
15 Ağustos 2016
Dipnotlar:
[1] Melih Pekdemir, “Fethullahsız FETÖ Olur mu?”, 15 Ağustos 2016, Birgün.
[2] Tayfun Atay, “FETÖ’yü Kazıdıkça AKP Çıkıyor”, 10
Ağustos 1016, Cumhuriyet.
[3] Foti Benlisoy, “Voxpoulivox Erdoğan ve Demokrasi”,
14 Ağustos 2016, Evrensel.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder