Washington Yakın Doğu Araştırmaları Enstitüsü’nde
“kıdemli uzman” ve Türkiye masası şefi olarak çalışan Soner Çağaptay, 11
Ekim’de New York Times’a şunları yazıyor:
“Türkiye
Suriye’deki hedefleri vurmalı, böylelikle oluşan boşluk Özgür Suriye Ordusu
tarafından doldurulmalı, bu saldırıya Suriye’deki Kürd militanlarına yönelik
saldırılar eşlik etmeli, sınırda durum giderek kötüleşecek olursa, yetmişlerde
Kıbrıs’ta yapıldığı gibi, krizi kontrol altına almak için sınırlı bir işgal
hareketine girişmeli.”[1]
Bu Amerikan ajanına göre, Türkiye hem durumu daha da
kötüleştirecek her şeyi yapmalı, hem de Kürdlere saldırmalı ve sonuçta da, tıpkı
Kıbrıs’ta yaptığı gibi, işgal için gerekli zemini hazırlamalıdır.
Bu saldırının diğer tarafına da çekidüzen vermek
gerek: Kıbrıs’ta Rum ve Türk tarafındaki sol, sendikal liderliğin her iki
tarafın kontrgerillası tarafından katledilmesi ve Denktaş’ın tek lider
kılınması gibi, benzer bir sürecin Suriye için de devreye sokulması lâzım. Yani
demek ki Kafkaslar’dan veya Türkiye’den gelen mücahidlerin cenazeleri daha çok
kılınacak.
Bu amaçla, 4 Kasım’da, ABD seçimlerinden iki gün önce
Katar’da Türkiye’nin içinde olduğu dört ülke konferans düzenleyeceğini ilân
etti. Esas dert, Suriye muhalefeti içinde de süren bir tartışma olarak, belirli
bir liderliğin seçilip belirlenmesi ve onun silâh açısından desteklenmesi.
Suriye muhalefeti içinde liderliğin İhvan’a geçmesi ya da İhvan’ın liderliğin
kolektif ve tek bir nitelik kazanması konusunda engel teşkil ettiği hususunda
ciddi itirazlara tanık olunuyor.
Bu noktada Suriye devletine, görünen o ki, bir tür
ateşkes dayatması yapılacak ve bu fırsattan bir biçimde istifade edilecek.
Türkiye’nin ateşlediği toplar, bu fırsatların oluşumu için. Zaten NATO
sekreteri Rasmussen de ifadesinde, “güneydoğu sınırımızdaki durumla ilgili
olarak, Türkiye’nin muhafazası için gerekli adımları attık” diyor.
Sınır NATO’nun sınırı, top tüfek NATO’nun topu tüfeği.
Kimse, başlayan halk hareketinin önce savunma birlikleri sonra da iç savaş
örgütlenmesi aşamasına geçişinde dış müdahalenin ne ağırlıkta olduğunu
tartmıyor.
* * *
Özellikle on yıl içinde devletle organik ve örtülü
ödenekten beslenen ilişkiler geliştirmiş bazı İslamî kesimler, daha hâlâ
Suriye’de katledilen “insanların masumiyeti” perdesi arkasına sığınıp savaş
borazanlığı yapıyorlar. Kendi saflarında ölenleri “insan”, diğer tarafın
askerlerini “hayvan” olarak sunuyorlar. Bunun için gerekli argümanları,
halkların direniş hareketlerini bastırmak için günbegün geliştirilen
kontrgerilla talimnamelerinden öğreniyorlar.
Ama “Fatih’te ölen kapitalistin cenazesini fazla fazla
kıldık, Emevi Camii’nde namaz kılsak n’olur?” diye sormuyorlar. Bu yönde
eleştirileri savuşturmak için, yalandan, Adana’da, İncirlik yerine, bir park
ziyaretinde bulunuyorlar ama aslolarak “Esed”e saldırıyorlar. 16 yaşındaki bir
mücahidin kanını tağut rejimlerinin sunağında akıttıklarını görmüyorlar, gıyabî
cenaze namazları ile vicdan arındırmaya çalışıyorlar. Tümüyle muhaliflerin
kontrolünde olan bir kasabaya yapılan bombardıman sonucu ölenleri “masum
insanlar kırımdan geçirildi” şeklinde verirken, muhalifler Şam’da günlerce
uğraşıp altta kazdıkları tüneller vasıtasıyla bir hastaneyi havaya uçurduklarında,
ağızlardan yalandan başka bir şey dökülmüyor. İran’daki depremde ölmüş bir
bebeğin cesedini bu amaçla istismar edebiliyorlar. Tabanlarını “din elden
gidiyor” türünden mahalle imamlarına yakışan provokatif yaygaralarla
“güdebilecek”lerini zannediyorlar. Mahalle imamı, bu yaygarası ile en fazla,
mahalledeki en dinsizi, zaniyi, fesadı ve hırsızı seferber edebiliyor.
Cumhuriyet tarihinde “zina”, sadece bu “Ak” dönemde suç olmaktan çıkma imkânı
buluyor.
* * *
TKP’nin kurucu isimlerinden biri olan Ethem Nejat,
diğer birçok isim gibi, ilk dönem Türkçülük akımı içerisinde. Osmanlı’nın
dağıldığı momentte bu kesim, kurtuluş reçetesinin başına milleti yazıyor.
İslamcılık da bu minvalde reçetelendiriliyor. Özünde İslamcılık “dindar
milliyetçilik”, Türkçülük ise “laik dindarlık” şeklinde tezahür ediyor.
Tüm yeryüzünde “Rusya’da işçiler-köylüler iktidarı
almış” haberlerinin gündelik sohbetleri bile ele geçirdiği momentte, bu iki
kesim, bir tarafını yitiriyor ve kopan bu taraf, “birbirinizi şuralarla
yönetiniz” ayetine atıfla ve “Sovyet” sözcüğünü “şura” olarak çevirerek, safını
belirliyor. Sovyetler, çoğu zaman duruma göre, eksiklikler ve yanlışlıklarla
dolu genel bir politik yaklaşımla ele alıyor bu kesimi. İsrail’in kurulması ve
1967’de yıkılmayacağını ispatlaması gibi momentlerde bu siyasette ciddi
kırılmalar yaşanıyor.
Gelelim bugüne. Bugün Suriye, “sosyalist-milliyetçi”
bir devlet olarak anlatılıyor. Kemalizmle ilişkilendiriliyor. Bu da gösteriyor
ki esas olarak İslamî kesimin, son dönem tarih danışmanı Mustafa Armağan’da
dile geldiği gibi, Kemalizmle esasta bir alıp veremediği yok. O, sadece aslında
fazla “solcu”ymuş gibi görünen yerleri törpülemek derdinde. Yani bugün medyada,
akademyada Kemalizmle ilişkili eleştirilerde dert, Kemalizm değil, soldur,
sosyalizmdir.
Zira bugün galebe çalan İslam, cedidizm, Kafkas
Müslümanlığı ya da Müslüman Halklar Komiserliği, Yeşilordu gibi kavşaklardan
geçip Roger Garaudy’ye gelen ve Afgan işgali ile kesilen hattın İslam’ı değil,
İngiliz-Amerikan siyasetinin özü ve biçimi teşkil ettiği “komünizmle mücadele
dernekleri”nin İslam’ıdır.
Bu kanaldan beslenen İslamcılar, yedikleri ekmeğin
hakkını veriyorlar, o kadar. Yapılan İslamcılık değil, dolayısıyla İslamcılık
eleştirilerinin bir önemi de yok.
* * *
Bugün “Suriye’de Sol Koalisyon” denilen, ismi var
cismi yok bir oluşum, gene de önemli tespitlerde bulunuyor. Bölgedeki
gelişmelerin şu veya bu biçimde içinde olunması öntespitiyle, batı kaynaklı,
troçkizan bu eğilim, esas olarak bir tür şiddet eleştirisi yapıyor. Bireysel ya
da kitlesel her türden şiddete karşı olan bu eğilim, Troçki’nin komünist
şiddete ilişkin tespitlerinden ve Kızıl Ordu inşacılığından habersiz bir
biçimde, İngiltere ve ABD’de teşkil edilmiş bir ideolojik akım.
Bu akım, Suriye’de ve diğer yerlerde bir tür Truva Atı
misyonu görmek istiyor. Sovyetler’i ve de İran’ı devrimden saymadığı için
Suriye ve bölgeye küfesindeki çürük yumurtalarla saldırıyor. Bu kesimin
Mısır’daki kolu “Mursi’ye değil, orduya karşı mücadele etmek gerek” derken
Mursi yandaşları tarafından Tahrir’de dayak yiyor. “Yüksek siyaset” zamanla
alçalıyor ve burjuva siyasetinin yedeğine düşüyor. Önemli tespitse şu: silâhlı
güçler, halk desteğinden kopuk ve bu anlamda bir iktidar mücadelesi içinde
değiller. Bu eleştiri, dikkate alınmalı.
Bir başka hatırlatma: 1966-1970 döneminde Suriye’nin
başındaki isim, Salah Cedid, Filistinlilere iltica hakkı verince Savunma Bakanı
Hafız Esad bu öneriye itiraz ediyor. Bu dönemde Esad kliği, dönemin
Sovyetler-Çin gerilimini de istismar ederek, bir oyun oynuyor ve Sovyetler’den
silâh alınmasını isteyen Cedid’e karşı çıkıp, devletin yönünü Çin’e çeviriyor,
sonrasında da özellikle toprak reformu konusunda önemli adımlar atma
arifesindeki Cedid, tasfiye ediliyor.
Köylülük-Çin, Silâh-Sovyetler kapışmasında Baas
iktidarı kırılıyor. Aynı dönemde Mısır’da da Nasır’dan Enver Sedat’a geçiş
yaşanıyor. Bugün Mursi’nin Mısır’da “Müslüman Enver” olarak anıldığı
söyleniyor.
Bugünün İslamcıları, aslında Esad’ı değil, temsilî
anlamda, Cedid’i ve tüm kalıntılarını silmek istiyor. Mısır bağlamında “elli
yıllık dikta sonunda gitti” deyip tarihi silmekle övündüklerinde, geçmişte
cereyan etmiş, Mısır’daki darbede İhvan’ın katkısını ve yükseliş imkânlarını da
silmiş oluyor.
Hasan Benna’nın torunu Tarık Ramazan, “İslamî Tecdid”
ile ilgili kitabında İhvan’ı “İslamî kurtuluş teolojisi” olarak nitelerken,
bugün İhvancılar ve onun yerli yüzleri, hangi düzeyde olursa olsun, “İslamî
kurtuluş teolojisi” olma imkânlarını sıfırlamaya çalışıyorlar. Ama İslamcıların
önemli bir bölümü, Allah’a dönük imanlarını Allah’ın bizatihi kendisi zannedip
bu imanın mevcut iktisattan, siyasetten ve uluslararası ilişkilerden arî ya da
yüce olduğunu zannediyorlar. Eleştirene de “Allah’sız” etiketi yapıştırıyorlar.
Allah’a imanın ve İslam’ın ancak ve ancak kendi
varlıkları ile yaşayabileceğine ve var olabileceğine iman etmenin daha
tehlikeli olduğunu görmüyorlar. Said-i Nursi’nin dediği gibi, “her ismi
Muhammed olanın, kendisini peygamber zannettiği” bir devirde, suyun başı neyi
emrediyorsa, o yapılıyor.
* * *
Tunus, Libya, Mısır ve Suriye’de esas olarak Amerikan
hegemonyasını kabullenme ve neoliberal vizyona tabi olma eğilimi mevcutken, söz
konusu devrimler ve ayaklanmalar yaşanıyor. Yani aslında devrimler de
ayaklanmalar da ilgili hegemonyanın kabulü ve neoliberal vizyona tabiyetin,
rantın gene bir avuç elitin elinde hapis kalmasını istemeyenlerin bir muradı,
iradesi olarak şekilleniyor. Fukara Müslüman Arap halkları, içlerindeki
ajanları vasıtasıyla, bu iradeye teslim ediliyorlar ve rant paylaşımına ortak edilecekleri
yalanına kanıyorlar.
Yani hegemonyanın kabulü ve neoliberal vizyona tabi
olma süreci iki kol çıkartıyor, biri “eski elitlerle devam edelim” diyor,
diğeri de diyor ki, “hayır, ben de pay istiyorum”. İkincisi, fukara halkın
eline silâh verip diğer kliğe savaş açıyor. Halkın kendi güç imkânlarını,
mevzilerini oluşturmasına içeriden ve dışarıdan izin verilmiyor ve
imkânlardan/mevzilerden mahrum kalan halk, efendilerin imkânlarına ve
mevzilerine tutunuyor.
“Halk”tan kasıt, politik düzeyde, hegemonya ve
neoliberal vizyona, doğrudan ya da dolaylı olarak, adını bu şekilde koysun ya
da koymasın, itiraz edenlerin kolektif mevzii oluyor. Yoksa soyut bir halk
tapınıcılığından ya da ucuz popülizm edebiyatından asla bahsedilmiyor. “Che’nin
de sakalı vardı” deyip her görülen sakallıya “dede” diye sarılınmıyor, her
görülen sakallı “cihadist, yobaz” diye etiketlenip batılı liberal dünyaya ram
olunmuyor. Sonuçta Suriye’de özellikle iktisadî planda, belkemiği Sünniler
iken, devleti “Alevî diktatörlüğü” diye etiketleyip hedefe yerleştirmenin
arkasında bir kasıt aranmak zorunda.
Türkiye’nin meseleyi bir isim ve kişi olarak Esad’a
indirgeyip “o gitsin, Sünni bir yardımcısı gelsin” demesi meseleyi özetliyor.
Taht kalıyor, post duruyor, o tahta ve posta karşı kıyam etmiş halk kırıldıktan
sonra, geriye sadece yeni bir kukla yerleştirmek kalıyor.
Eren Balkır
18 Ekim 2012
Dipnot:
[1] Soner Cagaptay, “The Right Way for Turkey to Intervene in Syria”, 11 Ekim
2012, NYT.
0 Yorum:
Yorum Gönder