17 Şubat 2011

, ,

Mısırlı İşçilerin İsyanı

Mısır’daki devrim, halkın iradesinin, kararlılığının ve sadakatinin bir ifadesidir. […] Müslümanlar ve Hıristiyanlar bu devrimde birlikte çalıştılar, bu kesimlere İslamî gruplar, seküler partiler, milliyetçi partiler ve aydınlar eşlik ettiler. […] Gerçekte gençler, yaşlılar, din adamları, sanatçılar, aydınlar, işçiler ve köylüler, yani toplumun her kesimi devrimde rol oynadı.

[Hasan Nasrallah, Hizbullah Genel Sekreteri]


Gerçekte Mısır’da yaşananlar ABD’de pek anlatılmıyor, zira bu ülkede olanlar, medyanın bıkıp usanmaksızın yinelemeyi sevdiği “kapitalizm uludur” tezi ile pek uyuşmuyor. Aslında yaşanan ise şu: Vaşington’un rüşvetçilik ve baskı yolu ile ihraç ettiği ekonomi politikaları emekçi halkta rahatsızlığa yol açtı ve bu rahatsızlık Ortadoğu’yu alev alev kuşattı. Mübarek, neoliberalizme karşı mücadeledeki ilk nedendi, ancak onun yanına başkalarının da ekleneceği kesin. Mübarek’in istifası, muhtemelen ordunun tavsiyelerine kulak asacağı, Berlin ve Şikago’daki kodamanların daha fazla kâr elde etmeyi sürdürmelerine ses etmeyip, kuzu gibi fabrikalarına döneceği umulan işçi sınıfına verilmiş bir sus payı.

Ama muhtemeldir ki bu yaşanmayacak, zira Tahrir Meydanı’nda geçirilen on sekiz gün “artık yeter” diye çığlık atan seksen milyonluk ülkenin bilincinde önemli bir dönüşüme yol açtı. Halk uykudan uyandı ve çağıldamaya hazır hale geldi.

Devrim, Tahrir Meydanı’ndaki gösterilerden çok önce başlamıştı zaten. Gerçekleşmesi için epey uzun bir zaman gerekti. Sefalet koşullarına, kölelik ücretlerine ve neoliberalizmin “saray mücevheri” özelleştirmeye karşı her yerde işçiler ayaktaydı. Devlet işletmelerinin özelleştirilmesi, verili ayaklanmanın başlıca nedenlerinden biriydi. Özelleştirme, halkın geçmişin olduğu gibi sürmesine karşı polis copunu tercih etmesine yol açan, yaşam standartlarındaki genel bir çöküşe yol açtı. Olan biteni izah eden bir Foreign Policy makalesinde süreç şu şekilde anlatılıyor:

“Kahire’nin kuzeyinde, şehre birkaç saat uzaklıktaki, El-Mahallet’ül-Kübra’daki giderek büyüme kaydeden fabrikalar, Mısır devriminin kalbi olarak niteleniyor. Eylemci bir işçi olan Muhammed Marai, Tunus’ta devrimin fitilini tutuşturan sokak satıcısının kendisini ateşe verdiği şehre atıfla, ‘burası da bizim Sidi Buzid’imiz’ diyor.

Hattizatında diktatör Hüsnü Mübarek’i iktidardan uzaklaştıran kitlesel ayaklanmanın kökleri yıllar önce bir dizi grevi ve kırsalda önemli halk hareketlerini tetikleyen sözkonusu şehirde bulunabilir. Kübra, devrimin son deminde yaşanan bir dizi gelişmenin de sembolik merkezi niteliğinde: Mısır’ın belli bir bölümünün duraksadığı noktada buradan başlayan grevler sosyal ve ekonomik eşitsizliklere odaklanmayı sürdürdü.

Yirmi dört binden fazla işçi onlarca kamu ve özel tekstil atölyesinde, özellikle Mısır İplik Dokuma tesisinde greve gitti ve altı gün süresince fabrikaları işgal etti. Bu eylemin sonucunda ücret artışı gerçekleşti ve işçiler sağlık yardımı temin ettiler. Benzer eylemlere 2007’de de tanık olundu.

Arap İnsan Hakları Enformasyon Ağı üyesi Cemal Eid’e göre, ‘2008’deki Mahalle grevi sonrası rejimde ilk zayıflama belirtileri başgösterdi.’ O günden sonra Mısır’da hiçbir şey eskisi gibi kalmadı.” [“Egypt's Cauldron of Revolt” -“Mısır’da İsyan Kazanı”-, Anand Gopal, Foreign Policy].

Şimdi de bu hikâyeyi ABD medyasındaki anlatımlarla kıyaslayalım. ABD medyasına göre sözkonusu devrimleri Kahire civarında fısıldaşıp birbirlerine Twitter ile mesaj yollayan bir grup başlatmıştı. Bu, tam anlamıyla saçmalık oysa. Sözkonusu devrimin müesses nizama tabi basının gerçekte olup bitenleri izah etmeyi reddettiği, esaslı bir proleter bir zemini mevcut. ABD medyasında “sınıf”tan söz etmek yasak olduğundan dünya tarihindeki eşitsizlikleri yaratan cepçi baronlarla ilgili çok az şey duyabiliyoruz. Duymadıklarımızı biraz da Michael Collins’ten dinleyelim:

“Mısır, doksanlardan beri, işçi ve köylüler aleyhine olan bir dizi reforma tanık oldu. Hükümet, büyük devlet işletmelerini sattı. Yeni sahipler çok az insanı iş sahibi yaptı. Hükümet büyük toprak sahiplerini koruyan tedbirler aldı ve küçük köylüyü kendi hâline bıraktı.

2004’te hükümet olan, muhafazakâr başbakan Ahmed Nafiz döneminde koşullar daha da kötüleşti. Yeni emek karşıtı yasanın yürürlüğe girmesiyle Mısır’daki sanayi işçisinin üzerindeki baskı daha da arttı. Avrupa Sendikalar Federasyonu, Mısır işçi sınıfına çok az destek verdi ve yerelde yaşanan grevleri kendince geçersiz kabul etti.

2006’da greve çıkan ve eylemlerini 2007’de de sürdüren aynı emek hareketi, asgarî ücretin artırılması ve yüksek yiyecek fiyatlarının protesto edilmesi için ülkede genel grev çağrısı yaptı. Mübarek hükümeti, grev sürecini müdafaa etme arzusuyla fabrikaları işgal eden sınıfın üzerine polislerini gönderdi. Grev çağrısı yapmış olan sendika üyeleri ile polis arasında şiddetli çatışmalar yaşandı. Polis, işçileri gözaltına aldı. Saldırıları, davalar, verilen hükümler ve hapis süreci izledi. Diğer üyeler ise protesto eylemlerine devam ettiler.

Mısırlı bir yazarın tespitine göre, ‘6 Nisan Ayaklanması’nda işçilerin talepleri ile halkın genelinin talepleri çakıştı. Halk yiyecek fiyatlarının düşmesi için çağrıda bulunurken işçiler asgarî ücretin artmasını istediler.’

Ek olarak, 6 Nisan Gençlik Hareketi genel grevin amaçlarını ileri götürme noktasında kilit bir rol oynadı. Bu, ülke genelinde kitleleri eylem alanlarına taşıyan örgütün ta kendisi.” [“Forces Behind the Egyptian Revolution”, - “Mısır Devrimi’nin Ardındaki Güçler”, Michael Collins, The Economic Populist]

Gördünüz mü? Mesele tek başına bir despotu koltuğundan indirmek değilmiş. Mesele, batı medyasında hiç adından söz edilmeyen, sınıf mücadelesi ile ilgiliymiş.

Devrim, örgütlü emeğin yükselişini, Vaşington Konsensüsü’ne karşı cephesel bir saldırıyı ve Mısırlı işçileri ayrışma noktasına iten rejimin tükendiğini işaretliyor. Tüm bunlar bir gecede olmadı elbette; uzun zamandır birlikte çalışan sözkonusu güçler nihayet bugün fitili tutuşturdular.

Bu, hem işçilerin hak ve politik iktidar mücadelesi hem de ücret ve koşulların iyileştirilmesi mücadelesi. Mübarek’in istifası halkı yüreklendirdi ve gerçek yapısal değişimin gerçekleşmesi yönündeki kararlı duruşlarını pekiştirdi. Bu, onların geleceği biçimlendirme noktasında önlerine çıkan bir fırsattır ki bu fırsat tam da Vaşington’un endişe duyduğu şey. ABD destekli STK’lerin ve ajanların aktif olarak Mübarek’i azletmeye çalışmalarının nedeni de bu, zira ilgili kesimler tiranın gönderilmesi sonrası kitlelerin sakinleşeceğini, onların başlarının okşanarak fabrikalara ve atölyelere geri döneceklerini umdular. Oysa süreç bu şekilde işlemedi. İşçiler, Mübarek’in emperyal mekanizmadaki her daim değiştirilmesi mümkün basit bir dişli olduğunun bilincindedirler. Obama tayfasının ve cunta lideri Tatavi’nin tüm gayretlerine rağmen işçi sınıfı şimdiye kadar hiç sakinleşmedi, teslim olmadı ve sistemin bir parçasına hâline gelmedi.

Barnard Koleji’nde siyaset bilimi bölümünde öğretim görevlisi olarak çalışan Mona Gobaşi ile yapılmış mülâkat, Kahire’de yaşananların içeriğine ilişkin önemli bir katkı niteliğinde:

“Bu isyanın belli bir tarih öncesi var. Mısır siyaseti 25 Ocak’ta başlamadı. Esasında Mısır, 2000’lerden beri kapsamlı toplumsal protesto eylemlerine tanık oluyordu. Yaşananlarda yeni bir şey yok bu anlamda. 13 Şubat sonrası da farklı olmayacak. Bu, 2006 ve 2007’de zirveye ulaşmış bir sürecin devamıdır aslında. Eylem sürecine memurlar, polisler ve diğer devlet çalışanları da katıldı ve gösteriler zamanla olağandışı bir niteliğe kavuştu. Tüm bu yaşananlar, eski protesto üslubu ile tümüyle değişmiş bulunan politik ortamın örtüştüğünü gösteriyor. İsyanı önemli kılan da bu.

O hâlde, bugün yaşananların önemini gerçek anlamda kavrayabilmek için bizim onu 2000’de çıkış alan Mısır siyasetinin inşa süreci ve özellikle doksanlarda cereyan eden protesto eylemleri ile bağlantılandırmamız gerekiyor. En büyük protesto eylemlerinden birisi, 1996’daki maden işçilerinin grevi ve bu grev yaşandığı dönemde ülkeyi sarsmayı bilmiş. Elbette bugün kimse hatırlamıyor bu grevi.

Ancak yeniden vurgulamam gerekir ki bizler, İssandr’ın da belirttiği üzere, anayasanın ve meclisin askıya alındığı Mısır siyasetinde gerçek bir devrimci momente, yeni bir döneme giriş yapıyoruz. Fakat bu sefer karşımızda, halkın her bir kesiminin sokaklara dökülüp rejimin değişmesi ile doğan politik fırsattan faydalandığı yeni bir toplumsal yapı var. Halk, bu kez ne yapacağını biliyor. Bakanlarla nasıl görüşülmesi gerektiğinden haberdar. Bir bakan gelip konuşmak istediğinde, kaç insanın sokak köşelerine yerleştirilmesi gerektiğinin bilincinde. Sadece 13 Şubat sonrası Mısır siyasetinin yeniden doğmasından değil, işte tam da bundan ötürü önemli yaşananlar.” [Mona Gabaşi, Democracy Now]

Obama yönetimi devrimin iplerini elinde tutmuyor, aksine o diş etleri ile bağlı devrime. ABD tabanda yaşananlar üzerinde çok az kontrole sahip, tüm gayretleri “ziyanın kontrolü”ne odaklanmış durumda. Obama’nın sürekli aptalca açıklamalar yapıp protestocuları barışa çağırmasının ve suyun durulması için Martin Luther King’in cümlelerine atıfta bulunmasının nedeni tam da bu. Obama kimsenin umurunda değil. O tümüyle konu dışı. Kimsenin, Hillary Clinton’ın “seküler politik partilerin güçlenmesi”ni sağlamak adına kongreden pay ayrılması için yaptığı çalışmalarla ilgilendiği de yok. Tüm bunlar ne için yapılırsa yapılsın, ok yaydan çoktan fırladı bir kere.

Mısır ordusu da kontrol dışı. Bir yandan Tahrir Meydanı’nı selâmlıyor, bir dakika sonra da kitleyi zorla dağıtmakla tehdit ediyor. Ordu stratejiye uygun olarak harekete geçip grevdeki işçileri ezerse işte o vakit başlayacak gerçek devrim. İşte o vakit yeni politik gerçeklik kendisini ele verecek. Sokaklarda dökülen kan kadar hiçbir şey bir sınıfın köklerini canlandıramaz, onun bilincini uyaramaz.

Bir devrimi başlatmanın belli bir yolu ya da devrimin başarısı için belli bir projeden söz edilemez. İnsanların arzuları özgün olduğu için her devrim de birbirinden farklıdır. Rosa Luxemburg da bu yönde bir tespitte bulunuyor:

“Modern işçi sınıfı, belli bir kitaba ya da teoriye göre hazırlanmış bir plan uyarınca yürütmez mücadelesini. Modern işçilerin mücadelesi tarihin ve toplumsal ilerlemenin bir parçasıdır, bizlerin dövüşmeyi öğrendiği yer tarihin, ilerlemenin ve mücadelenin tam orta yeridir. […] Onu övgüye değer kılan özellik işte budur, tam da bu sebeple modern işçi sınıfı hareketi içinde mevcut kültürün bu muazzam parçası çağımızı tarif eden şeydir: büyük işçi kitleleri ilkin kendi bilinci, inancı ve hatta kendi kurtuluşuna ait silâhlara dair anlayışı ile şekil alır.”

Mısır halkı yerinde bir çeviklikle, hükümet güçlerinin karşısına çıkmaktan çekinmiştir. Ancak devletin halkı ezme tehlikesi hâlâ günceldir. İşçiler, kendi taleplerini ortaya koymuş bulunmaktadırlar, bu yeni politik eylemlilik koşullarında hedeflerine ulaşmadan geri dönmeleri de pek muhtemel görünmemektedir. Mübarek’in gidişi işçileri aldatamamıştır. Onlar, “yeni patronun da eskisi gibi” olduğunu bilmektedirler. Sendikalar ve İşçi Hizmetleri Merkezi’nin de kendi manifestosunda tespit ettiği üzere, mesele, “yeterli ücret” ya da “tıbbî bakım” vs. değil. Mısır işçi sınıfı, “sürekli aşağılanarak yaşamayı reddediyor.”

“[…] Özgürlüğün bedelini ödemek ve çilesini çektiğimiz köleliğin sürekli bizleri aşağıladığı bir hayattan bizleri kurtarmak için üç yüz genç insan hayatlarını feda etti. İşte şimdi bizler için yol açıldı. […] Özgürlük sadece gençliğin talebi değil. […] Bizler de kendi taleplerimizi ve haklarımızı dile getirebilmek için özgürlük istiyoruz. […] Böylelikle bizler ülkemizin refahını, ağır çalışma koşullarının sonucunda bizden çalınanların sonuçlarını izleme imkânı bulabileceğiz ve böylelikle adalet duygusu ile yeniden dağıtımı gerçekleştireceğiz. […] Böylelikle geçmişte sürekli zulüm altında yaşayan toplumun farklı kesimleri kendilerine borçlu olunandan daha fazlasını temin ederek, açlık ve hastalığın çilesini gereksiz yere çekmekten kurtulacaklar.” [Merkezin Manifestosu’ndan alıntı.]

Mısır halkı, kendisine borçlu olunanı, özgürlüğü, haysiyeti ve pastadan adilce alacağı payı istiyor. Yaşananların da gösterdiği üzere, alacaklarmış gibi de görünüyor.

Mike Whitney
17 Şubat 2011
Kaynak

0 Yorum: