18 Şubat 2011

, ,

Mağrib-Maşrık: Hak ve Şirk


Amerikancı İslam, eşraf İslam’ı, pis saray mollalarının; medreselerin ve üniversitelerin şuursuz sözde mukaddesatçılarının, zilleti kabul edenlerin, sermayenin ve sermayedarlığın mazlumlar ve yalınayaklılar üzerindeki sultasını savunan kişilerin İslam’ıdır.

[Ruhullah Humeyni]


Devrim Ânı

Mısır ve Tunus intifadaları bağlamında, Türkiye özelinde, sağda ve solda yapılan değerlendirmeler gizli bir mesajla maluldürler. Bu mesaj, kendilerini, kendi bütünlüklerini işaretleyen, yücelten birileri çıkar mı arayışının sonucudur. Gelişmelere ilişkin tespitler ve yaklaşımlar böylesi bir gizli mesajı içermektedirler. Verili konumları meşrulaştırmak için istismar edilen intifada, söylenenlerin arkasında, başka bir şeyleri dile dökmektedir.

Yaşanan intifadanın ve kıyamın verili bütünlüklerini parçalamalarına direnen kesimler, kendi ürettikleri etiketleri ilgili olayların üzerine yapıştırmak niyetindedirler. Sağ, politik-yönetsel; sol, toplumsal-muhalif olana odaklanmıştır. Sağ ve solun yatay düzlemde bu denli yarılmış, ayrışmış olması, alt ve üst arasındaki gerilimin ne denli yoğun olduğunun delilidir. Adına, “mazlum”, “mustazaf” ya da “sömürülen” denilsin, alttakiler, sağ ve sol haznelere doluşmaktadırlar. Devrim ânı ise bu ideolojik tercihlerin askıda olduğu bir momenttir. Devrim ânını defterinden, kitabından, ajandasından ve fikriyatından silmiş olanlar, bu tasnife tavdırlar.

Devrim ânına ait yarılma, devrim öncesi ideolojik ayrışmaların altındadır. Gizdedir. Bu gizi açığa kavuşturacak olansa, kitlelerin kolektif isyanıdır.

İdeolojik ayrışmalar, politik tasniflere dairdir ve politik tasnifler, mülkiyet-rekabet belirlenimindeki toplumsal-tarihsel oluşun devrimci varlıkla, mevcudiyetle yarılmasına izin vermezler. Bu mevcudiyet, oluşa ilişkin bir edebiyata bağlanmak istenecektir.

Politik tasnife tabi tutulmuş özneler, önsel bir mülk sahipliği iddiası ile rekabet ederler ya da eşit düzeyde, aynı kulvarda, âdil koşullarda yarışmak için sonsal bir mülkiyet sahipliğine meylederler. Akış, meyil bu yöndedir.

Devrim ânı, mülkiyet ve rekabet ilişkilerinin kırıldığı, askıya alındığı ya da ötelendiği momentlerdir. Bu ânda Tahrir, bir komün sofrasına dönüşür, Sidi Buzeyd ise bir mevziiye.

Ama eğer burada irade ve inisiyatif orta sınıfta ise, sofraya bir tekme vurulur, mevzi ise derhal dağıtılır. Orta sınıf, devrimlerin Aşil topuğudur.

Eğer bir Mısırlı, Tahrir sayesinde Mısırlı olmaktan ilk kez gurur duyduğunu söylüyorsa, bu, dünya pazarında Mısır’ın kötü imajına dönük bir itirazın cümlesi de olabilir. Bu noktada, fakir gencin uzaktan sevdiği kızı son model arabası ile tavlayan zengin çocuğu bir örnek model olacaktır.

Efendiler, kırk sekizde İsrail’i bir üs olarak biraz da bu amaçla yerleştirmiştir bölgenin ortasına. Sovyetler, kendi bağrından çıkan solcu Yahudilerin iradesine güvenip Amerikan karşıtı bir mevzi ummuş, bu arzusu kısa sürede kursağında kalmıştır. Ol Yahudiler fazlasıyla Avrupaîdirler zira.

Bugün İsrail yerine Türkiye sahneye sürülmektedir. Tayyibî ülke, Müslüman coğrafyanın tasfiye olması ve zillete düşmesi için seçilmiştir. Ama gene de Mısır gençliği arasında yapılmış ve Türkiye ile ilgili övgülerle dolu anketlere pek güvenmemek gerekir. Bunlar, alttaki devrimin sancılı yürüyüşünü ezmek için yapılan müdahalelerdir. Bugün Mısır devrimse, Türkiye karşı-devrimdir.

Hak ve Şirk

Mağrip (batı) ve Maşrık (doğu), hak olanla şirk olanın ayrışmasına tanık olmaktadır. Kâbe üzerindeki altın suyuna batırılmış ipliklerle örülü örtüyü hac sonrası aralarında pay eden kralların altından toprak kaymaktadır. Bu, Muhammedî bir kıyamdır.

Mağrip ve Maşrık, hakikî olanın şirke gömülmüş olana başkaldırısıdır. Paranın pulun, malın mülkün saltanatı Ebuzerî isyanın darbeleri ile sarsılmaktadır.

Devrim ânı, bu ayrımla anlaşılmalıdır. Bu ayrım çıplaktır. Yalınayaktır. Her türden kılıflama çabasından uzaktır.

İster sol ister sağ ideolojiye ait kavramlar dünyasına oturtulmaya çalışılsın, Mısır ve Tunus’ta olanlar, alttakilerin kolektif çığlığı olarak dinlenmelidirler. Solun ve sağın kendi tercihlerine kapatılmaya çalışılan gerçeklik inatçıdır ve bu inat hayırlıdır. Soldaki, kemalist aydınlanmadan miras, Arap ve İslam olana iğrenerek bakan gözler, isyan ateşinden kör olmuşlardır. Sağdaki, kemalist modernizmden miras, devrime ve devrimci olana tiksinerek bakan kafalar, yalın ayaklar altında ezilmişlerdir.

Devrim ânı, “emniyet”, “huzur” ve “istikrar” sözcüklerini hiç sevmez. Şirk nizamının emniyeti, huzurlu gidişatı ve istikrarlı varoluşu, devrimin şiddetine çarpıp dağılır. Mesele, bu anlamda despotların, diktatörlerin özel polis teşkilâtlarına sırtlarını yaslayıp yaslamamaları değildir. Mesele, halkların o ân itibariyle, bu emin ve güvenli hâle son vermeleri, huzuru bozmaları ve istikrarı tarumar etmeleridir. Polis güçlerinin tasfiyesi bir işaret, devrimin âyetidir.

Kâğıt üstündeki hak ve şirk ayrımı, o kâğıdın yırtılması suretiyle, verili gerçekte kendisini ele verir. Hak mücadelesi had mücadelesini içerir. Devrim, tarihte ve toplumda açık bir sınır çekmektir.

Ebuzerî isyan, paranın pulun, malın mülkün “Allah”ına “lâ” demektir. Paranın ve metanın sahipliği ile hakikat arasına aklî-vicdanî bir sınır çekmektir. Mağrib’in ve Maşrık’ın tüm damarlarında bu isyanın kanı akmaktadır. Paraya ve mülke başkaldıran bu kan, çöle artık yedirmiştir kendisini. Geri dönüşü yoktur. Devrim, piramitlerin gölgesinde gömülü kölelerin intikamıdır zira.

Tunus ve Mısır’da, başka yerlerde, hak mücadelesi, efendilerin hukukunda pay kapmak için verilmemektedir. Daha doğrusu, sadece bu türden bir mücadeleyi verenlerin gösterildiği bir illüzyon sahnesinin gerisinde, o hukuku imha etme imkânları taşıyan yürüyüşün adımlarını izlemek gerekir.

Ayrışma-Birleşme

Bölünmemiş bütünlük tuzaktır, bütünleşmemiş ayrışma haindir.

Bu anlamda, Arap coğrafyasındaki diktatörlerin kellelerinin çöl kumuna düşmemiş olması, mazlum-sömürülen Müslüman Arap emekçilerin yakın bir zamanda düşecekleri tuzağı işaretler.

Aynı şekilde, coğrafyada, kıyamın uç verdiği noktalar, eylemli bir bütünlüğe doğru evrilmiyorsa, her bir parça harekete en kısa zamanda ihanet edecektir.

Akıbet budur. Dost-düşman, mazlumların kanı yanında efendilerin kanının aktığını görmeli, saflar buna göre netleşmelidir, birilerinin kafasındaki solculuk ve sağcılık ölçütlerine göre değil. Bu olmuyorsa, Mübarek ve Bin Ali Amerikan gölgesine sığınıyorsa, kara gölgeleri ülke üzerinde duruyorsa, kazanılan bir şey yoktur. Bu tuzak, eylem ânında görülmeli, eylem ânında önlenmelidir. Şimdi Tahrir’in hayatın tüm noktalarına uzanan kılcal damarlarda, kan misali, ilerlemesi vaktidir.

Mısır ve Tunus, eskiden İngiliz ve Fransız, şimdilerde Amerikan hâkimiyetinin bölgesel üsleridir. Buralarda tesis edilmiş bulunan devlet teşkilâtının halk ayaklanması içinde zemin bulması en önemli tehlikedir.

Bölge planları açısından bu zemin, çift yönlü olarak, maalesef İslamîdir. Yani birçok örnekte görüldüğü üzere, efendiler, çözmek istediği güçten belli bir payı kendisine tahsis etmekte, çözme ve teslimiyet işlemini o paya yaptırmaktadırlar. En güvenli yol, kestaneleri, ocaktan elini yakmadan almaktır.

Misal, Türkiye örneği üzerinden, halkçı kimi dinamikler ya da mevziler tasfiye edilmek istenmişse CHP ve türevleri, millî olan çözülmek istenmişse MHP ve benzerleri, İslamî olan teslim alınmak istenmişse Millî Görüş ve mahsulleri devreye sokulduğu düşünülürse, genişletilmiş Ortadoğu planı için tüm sınıfî, millî ve dinî dinamiklerin kendi hainlerini efendilerin sarayına uşak olarak yollamış oldukları tespit edilmelidir.

Mücadele sınıf, millet ve din özelinde uç veriyorsa, mücadelenin ezilmesi için sınıfî, millî ve dinî araçlar elbette üretilecektir. Mücadelenin seyri, bu dinamikler içinde belli bir ayrışmayı da koşulluyor olmalıdır. Konuşlanılması gereken yer burasıdır: liberalizm ve muhafazakârlık arasında tercihe zorlanmış kitlelerin devrimin zorunluluğunu idrak edecekleri yer, mücadelenin bizatihi kendisidir. Bu idrak, tampon bölgelerin iğvasından kurtulmalıdır.

Ellilerden sonra devletin sosyalizm hakikatinden zarar görmemesi için gerekli tampon bölge, genelde bir tür İslam, özelde Müslüman Kardeşler’dir. İhvan, devletin siyah bir irin misali halk içine akmasını sağlayan kanaldır. İslam, bu noktada devlettir. İslam’ın özgürleşmesi ideolojik planda devletin serbestleşmesi olarak çınlamıştır. Seyyid Kutub, kendinden menkul bir İslam’ın zayıf imgesi olarak istismar edilmezden önce, tam da bu İslamî hareketin tanık olduğu bir iç devrimdir. Yola döşediği işaretler, yanılgılara ve efendilerin oyununa dairdir günümüzde. “Savaşmadan iktidar olunamadığı gibi silâhsız da özgürlük korunamaz” diyen Hasan Benna, basit bir köy müftüsüdür artık.

Dışarıdan bakıldığında, harç tabakasının duvardaki tuğlaları ayırdığı düşünülebilir ama bu yanılsama, harcın maddî özelliğini ve bu maddiyatla tuğlaları birleştirdiği hakikatini örtmez. Müslüman Kardeşler, sosyalizmin şiddetinden devleti muhafaza etmenin gerekli olduğu dönemin ayıracı, harcıdır. Sosyalizmin üst düzeyde, halktan, onun gerçeğinden uzak bir yücelikte teşkil edilmesi, “İslamî sosyalizm” kurgusunu koşullamıştır. Burada öne çıkartılan ortak ölçü bireydir ve birey, kapitalizmin devleti, batılı sosyalizmin demokrasisidir. Birey ölçüsüne vurulmuş İslamî sosyalizm, birey olamayan ve asla olamayacak mustazafın, ümmetin ve proletaryanın dışındadır.

Bu anlamda zaman, artık yüceliğin payandalarını çökertme, eski sultanların, kralların özel ellere açık kütüphanelerini halka açma zamanıdır. Bu dönemde, bir devlet ideolojisi olarak sosyalizmle gene bir devlet ideolojisi olarak İslam’ın “dostlar alışverişte görsün” anlayışına dayalı muhabbetine itiraz edilmelidir. “Halk anlamaz” diyerek muhafaza edilen amel ve fikriyat, halkın o ameli ve fikriyatı hiç mi hiç anlamamasına hizmet eder sadece. Amacı da zaten budur.

Mısır’daki kıyamın şiddetinin ilk ânda Müslüman Kardeşler’i ürkütmesinin sebebi, buradadır. O da en az Mübarek kadar, devletlû payandalarının sarsıldığını görmüştür. Kolektif örgütlü irade Müslüman Kardeşler’de ise eğer, halk ve devlet ayrımı somutlaşmamış demektir. Müslüman Kardeşler, Türkiye tarihindeki DP-ANAP-Ak Parti çizgisinin oynadığı rolü oynamıştır. Ayrım gene de Müslüman Kardeşler içinden gerçekleşecektir.

Kıyamın uç verdiği noktalar eylemli bir bütünlüğe evrilecekse bu, Gazze’de ve Bağdat’ta duvarları çatlatan çığlıkla buluşmakla mümkündür. Müesses nizamın rol dağıttığı kimi öznelerin devrimci bir kopuşu gerçekleştirmedikleri sürece bu vuslat mümkün değildir. İsrail’in “Süveyş Kanalı’ndan İran savaş gemileri geçecek” yaygarası koparması, Mısır içinde kimi kesimleri korkuya kul etmek amaçlıdır. Korku, korku nesnesine bağlılıkla ilgilidir. İsrail’in bağlı olduğu kurguya “onurlu” bir özne olarak duhul etmek, zaten korkunun iyice içselleşmesi anlamına gelecektir. Eskiden sadece Mübarek korkuyordu, şimdi tüm halk kesimleri bu korkuya bağlanacaktır. Devrim ânının negatif yönü burasıdır.

Hakî Söz

AK Partililer ve onun yandaşları, partinin teorik-ideolojik-politik mevcudiyetinin bir neden olduğu konusunda bizi kandırma derdindedirler. Oysa bu parti, belli ilişkilerin sonucudur ve bütünsel bir hesabın parçasıdır. Tunus ve Mısır’da ayağa kalkan halklar, aynı ölçüde, Tayyip’in de kellesini istemektedirler esasta. Böyle bakılmalıdır. “Model parti ve model ülke” teranelerinin, seçimlere uzanan süreçte, iç siyaset mezesi olmaktan başka bir kıymeti yoktur. Bu görülmelidir.

Yeni devlet, yeni bölge ve yeni nizam için Tayyip timsaldir. O, geçmişin temizlenmesine ve aklanmasına dair bir imgedir. İlgili geçişin yaşandığı eşikte Tayyip, tüm geçmişin düzlenmesi, mermerleşmesi, geleceğin ise tuz buz olmasıdır. Devrimle kaim olan Ortadoğu halkları, özgürleştirdikleri geçmişlerini gelecek olarak bütünlemek derdindeler oysa. Tayyip gibiler bu iradenin düşmanıdırlar. Namaz kıldığı, oruç tuttuğu için “bizdendir” denilen bu politik figürün namazın ve orucun ardındaki hakikati örttüğü görülmemektedir. O perdenin, Mağrip ve Maşrık’ta yırtılan korku perdesi gibi, yırtılması zorunludur. Hakikati örten perde, halkın korkuları sayesinde mevcuttur.

AK Parti ile devrimci İslam arasında tampon bölge olma derdindeki Haksöz’ün telâşa kapılmasının, İslamcılık yapıp kendisini kurtarmaya çalışmasının anlamı yoktur bu noktada. Devrim varken, şapka inkılâpları ile milleti düzleyen despota karşı durduğunu zannedenler, yeni despotun dalkavukluğunu yapmakta, bölgede “devrimin yanlış, inkılâpların doğru” olduğunu telkin etmektedirler. Mustazafların, mezarlık evlerinde yaşayanların sesini, soluğunu Tahrir’de duymayanlar, Tayyip’in hatipliğine kul olmuş durumdadırlar. Onlar, sadece orta sınıfın şımarık mızırdanmalarını duyabilmektedirler.

Meta ve para ilişkilerinde orta sınıf bir konumda olanların siyasî temsiliyetine soyunanları (Müslüman Kardeşler) önemsemek gerektiği söylenmekte, malsız mülksüz, parasız pulsuz yığınların öfkesi boğulmak istenmektedir. Türkiye özelinde onlar, AK Parti’nin sınırları dışına taşan devrimci İslam’ı rehabilite ve terbiye etmenin “hak”ça söylenmiş sözü olmaktadırlar. Bu açıdan Haksöz “haki söz”dür artık. İslam yeşili değil, askerî yeşil! Kimin askeri oldukları ise açıktır.[1]

Janus: Türkiye ve İsrail

Roma mitolojisinin en önemli tanrılarından birisidir Janus. Eşik tanrısıdır. Hem şehrin hem de evin kapısından içeri ve dışarı bakan bir çift yüzdür. Esasta o, insan hayatına, tarihsel çağlara ve iktisadî teşebbüslere ilişkin, somut ve soyut, her türden yeni başlangıcın efendisidir. Janus, bir koşuldan bir başkasına, geçmişten geleceğe geçişin temsilidir. Ocak (January) ayına ismini veren bu tanrı, aynı zamanda barbarlıkla medeniyetin, kırsalla şehirlinin ve gençlikle yaşlılığın arasındaki ara yüzeye dair bir imgedir. Her şeyi kendisinin başlatıp kendisinin bitireceğini zanneden müstekbirin teolojisidir o.

Bölge için küresel efendilerin Janus’u, İsrail ve Türkiye’dir. İki ülke, benzer dinamiklere ve koşullara tabidir. İç içe geçmiş bir tarihe sahiptir. Siyam ikizi gibi yapışıktır. İki ülkeyi dikine kesen hat, batılı efendilerin serbestiyet bölgesidir. Planlar, bu bölgenin salahiyeti uyarınca hazırlanmaktadır.

“Seksenlerde Türkî cumhuriyetler ve Turan masalı milliyetçileri, doksanlarda Avrupa Birliği solcuları liberalleştirmiş, şimdilerde neo-Osmanlıcılık ya da Hizbul Tahrir örneğinde, tarihteki tüm ‘Müslüman’ devletlerin coğrafî haritası aynı şekilde Müslümanları liberalleştirecektir. Mesele, birileri için ülkedeki egemen unsurların önünü açmak, dikkatleri başka yöne çekmek, birilerinin mücadelesini minder dışına atmaktır. Devlet emperyal kapitalizmin kulu oldukça, ona uygun bir millet de kurgulanmak zorundadır.”[2]

Özal üzerinden öne çıkan Sovyetler bakiyesi, “Türkî” cumhuriyetler masalı, Tayyip eliyle “Ortadoğu” masalına dönüşmüştür. İlkinde milliyetçiler erimiş, ikincisinde Müslümanlar çözülecektir. Türkî coğrafya, İsrail’e, Ortadoğu ise Türkiye’ye açılmıştır. Rol paylaşımı bu şekildedir. İlkine itiraz edecek bir Türk, ikincisine karşı çıkacak bir Müslüman kalmamıştır artık. Bu çözülme ve erime, sınıfî olanı da vurmaktadır. Mücadelenin uç verdiği üç zemin, sınıf, millet ve din, bir tür devlet kurgusundan, bir tür demokrasi kurgusuna doğru kapatılmaktadır. Devlet klikleri arasındaki sürtüşmede ve her seçimde aradaki Janus’a adaklar adanmaktadır.

Soğuk Savaş Tezkiyesi

Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nden kasıt, Kuzey Afrika’nın da plana dâhil edilmesidir. Burada kilit nokta, her zamanki gibi Mısır’dır. Ellilerden itibaren ülke tepeden inme bir tür devletlû sosyalizmini tecrübe etmiştir. Bu, esas olarak Sovyetler’le ABD arasındaki pazarlığın bir ürünüdür. Mübarek’in düşmesi, bu pazarlığın geçersizleşmesini ifade eder.

Yakınlarda ifşa olan Sovyet belgelerine göre, Mısır ile ilgili tartışmalarda devletçi sosyalizme meyil veren kesimler, seksenlerde ABD’ye teslim olan kadrolardır. Sosyalizmin alta, halka nüfuz etmesi yönündeki gayretler, bir tür sınıflandırma ile, askıya alınmış, bu boşluğa Müslüman Kardeşler dolmuştur. İdeolojik bir dolgu malzemesi olarak iş gören İhvan, bugün yeni dönemin belirgin bir aktörü olarak, yeniden benzer bir niteliğe bürünmektedir. Halkın devletle arasındaki gerilimin yumuşatılması görevi yerini, küresel sermayenin ülke ile ileride açıktan yaşayacağı gerilimleri yumuşatma görevine bırakmış görünmektedir. Tezkiye, bunun için gereklidir.

Bugün İslamcı basında kimi kalemler, bu devrimin aynı zamanda geçmişte İslamî hareketin solla kurduğu temasın kesilmesi gibi hayırlı bir sonucu olacağını söylemektedirler. Soğuk Savaş’ın buzu çözülmekte, diri ama donmuş olan ilişkiler, eklemler, açıktan kesilmek istenmektedir. İslam’ın ideolojik planda özgürleşeceği günleri özlemle bekleyen kesimler, bu özgürleştirmenin ABD eliyle gerçekleşmesine ses çıkarmamaktadırlar. “Özgür İslam”ın para ve metanın kulu olacağı, bu vaizler eliyle gizlenmektedir.

“Özgür İslam”, çeşitli rekabet ve mülkiyet ilişkileri sonucu özelde marksizm, genelde sol ile kurulan ilişkilerin kesilmesinden memnundur. Ama bu, marksizmin ve solun sömürü ve zulme karşı mücadeleden elini eteğini çekmiş olması ölçüsünde anlamlıdır. Zira İslam da politik ve ideolojik niteliğini tarih boyu bu mücadele bağlamında teşkil etmiştir. Giderek liberalleşen marksistlerden ve soldan uzaklaşmak hayırlı ise de bu uzaklaşmanın, belli bir bölüğün kopartılıp devrimcileştirilmesi ile kıymet kazanacağı kesindir. Düşmanın hamlesi cevapsız bırakılmamalıdır.

Tarih olarak daralan zamana hüküm koymak, bu amaçla, tarihi düzlemek, liberalizmin aslî ajandasıdır. Soğuk Savaş denilen kesitin tüm haritası tabiî ki parçalanmalı ama bu, alttakilerin mücadelesinde temin ettiği mevzilerin de düzlenmesi pahasına gerçekleşmemelidir. Kör nihilizm, cingöz liberalizme hizmet edecektir.

Ancak gene de tarihin zamana doğru açılması, düzlenmesi, tüm pürüzlerin giderilmesi ve zamana hüküm koymak tam anlamıyla hiçbir vakit mümkün değildir. Bu, sadece kapitalizmin kendiliğinden bir “temenni”sidir. Bu “temenni”, liberallerde dillenir.

Bölgenin küresel piyasalara açılması için kilit, Mısır’dır. Buradaki tarihsel ölçekse, Osmanlı’dır. İsyanların ve devrimlerin gerçekleştiği noktalar, Osmanlı sınırları, uç boylarıdır. Efendiler, yeni nizam-ı âlemi eskisine öykünerek inşa etmektedirler. Mısır, kendi cumhuriyetini, M. Kemal’ini, biraz DP’sini bulacağı güne açılmıştır artık. Geçmişten geleceğe, süreklilik arz eden iktidar ilişkileri yeni güne uyarlanmaktadır. Artık gün, bir eli yağda bir eli balda, bir ayağı Londra’da bir ayağı Dubai’de olan yeni yetme şeyhlerin günüdür. Artık harem, kokainli grup seks partileri; divan-ı hümayun, ihalelerin kotarıldığı bir kumpanyadır.

Artık bu Osmanlı, İsmet Özel’in tabiriyle, “Müslüman olmakla Türk olmuş” kavimlerin inşa ettiği devlet değil, emperyalist bir projenin altında uzanan bir haritadan ibarettir.

Mağrip ve Maşrık’ta cereyan eden kıyam, ilgili haritanın da yırtılmasına yazgılı olmalıdır. Bölgenin ortasına yerleştirilmiş Janus heykeli, ayaklar altına alınmalıdır.

Eren Balkır
18 Şubat 2011

Dipnotlar:
[1] Bahadır Kurbanoğlu, “İntifada Ne ‘Ekmek İsyanı’ Ne De Liberal Demokrasi Talebidir”, 6 Şubat 2011, Haksöz.

[2] “İslam ve Sol”, 23 Ekim 2009, İştirakî.

0 Yorum: