“Mısır’daki
devrim, halkın iradesinin, kararlılığının ve sadakatinin bir ifadesidir. […]
Müslümanlar ve Hıristiyanlar bu devrimde birlikte çalıştılar, bu kesimlere
İslamî gruplar, seküler partiler, milliyetçi partiler ve aydınlar eşlik
ettiler. […] Gerçekte gençler, yaşlılar, din adamları, sanatçılar, aydınlar,
işçiler ve köylüler, yani toplumun her kesimi devrimde rol oynadı.”
[Hasan Nasrallah, Hizbullah Genel
Sekreteri]
Gerçekte Mısır’da yaşananlar ABD’de pek anlatılmıyor,
zira bu ülkede olanlar, medyanın bıkıp usanmaksızın yinelemeyi sevdiği
“kapitalizm uludur” tezi ile pek uyuşmuyor. Aslında yaşanan ise şu:
Vaşington’un rüşvetçilik ve baskı yolu ile ihraç ettiği ekonomi politikaları
emekçi halkta rahatsızlığa yol açtı ve bu rahatsızlık Ortadoğu’yu alev alev
kuşattı. Mübarek, neoliberalizme karşı mücadeledeki ilk nedendi, ancak onun
yanına başkalarının da ekleneceği kesin. Mübarek’in istifası, muhtemelen
ordunun tavsiyelerine kulak asacağı, Berlin ve Şikago’daki kodamanların daha
fazla kâr elde etmeyi sürdürmelerine ses etmeyip, kuzu gibi fabrikalarına
döneceği umulan işçi sınıfına verilmiş bir sus payı.
Ama muhtemeldir ki bu yaşanmayacak, zira Tahrir
Meydanı’nda geçirilen on sekiz gün “artık yeter” diye çığlık atan seksen
milyonluk ülkenin bilincinde önemli bir dönüşüme yol açtı. Halk uykudan uyandı
ve çağıldamaya hazır hale geldi.
Devrim, Tahrir Meydanı’ndaki gösterilerden çok önce
başlamıştı zaten. Gerçekleşmesi için epey uzun bir zaman gerekti. Sefalet
koşullarına, kölelik ücretlerine ve neoliberalizmin “saray mücevheri”
özelleştirmeye karşı her yerde işçiler ayaktaydı. Devlet işletmelerinin
özelleştirilmesi, verili ayaklanmanın başlıca nedenlerinden biriydi.
Özelleştirme, halkın geçmişin olduğu gibi sürmesine karşı polis copunu tercih
etmesine yol açan, yaşam standartlarındaki genel bir çöküşe yol açtı. Olan
biteni izah eden bir Foreign Policy makalesinde süreç şu şekilde
anlatılıyor:
“Kahire’nin
kuzeyinde, şehre birkaç saat uzaklıktaki, El-Mahallet’ül-Kübra’daki giderek
büyüme kaydeden fabrikalar, Mısır devriminin kalbi olarak niteleniyor. Eylemci
bir işçi olan Muhammed Marai, Tunus’ta devrimin fitilini tutuşturan sokak
satıcısının kendisini ateşe verdiği şehre atıfla, ‘burası da bizim Sidi
Buzid’imiz’ diyor.
Hattizatında
diktatör Hüsnü Mübarek’i iktidardan uzaklaştıran kitlesel ayaklanmanın kökleri
yıllar önce bir dizi grevi ve kırsalda önemli halk hareketlerini tetikleyen
sözkonusu şehirde bulunabilir. Kübra, devrimin son deminde yaşanan bir dizi
gelişmenin de sembolik merkezi niteliğinde: Mısır’ın belli bir bölümünün
duraksadığı noktada buradan başlayan grevler sosyal ve ekonomik eşitsizliklere
odaklanmayı sürdürdü.
Yirmi
dört binden fazla işçi onlarca kamu ve özel tekstil atölyesinde, özellikle
Mısır İplik Dokuma tesisinde greve gitti ve altı gün süresince fabrikaları
işgal etti. Bu eylemin sonucunda ücret artışı gerçekleşti ve işçiler sağlık
yardımı temin ettiler. Benzer eylemlere 2007’de de tanık olundu.
Arap
İnsan Hakları Enformasyon Ağı üyesi Cemal Eid’e göre, ‘2008’deki Mahalle grevi
sonrası rejimde ilk zayıflama belirtileri başgösterdi.’ O günden sonra Mısır’da
hiçbir şey eskisi gibi kalmadı.” [“Egypt's Cauldron of Revolt” -“Mısır’da İsyan
Kazanı”-, Anand Gopal, Foreign Policy].
Şimdi de bu hikâyeyi ABD medyasındaki anlatımlarla
kıyaslayalım. ABD medyasına göre sözkonusu devrimleri Kahire civarında
fısıldaşıp birbirlerine Twitter ile mesaj yollayan bir grup başlatmıştı.
Bu, tam anlamıyla saçmalık oysa. Sözkonusu devrimin müesses nizama tabi basının
gerçekte olup bitenleri izah etmeyi reddettiği, esaslı bir proleter bir zemini
mevcut. ABD medyasında “sınıf”tan söz etmek yasak olduğundan dünya tarihindeki
eşitsizlikleri yaratan cepçi baronlarla ilgili çok az şey duyabiliyoruz.
Duymadıklarımızı biraz da Michael Collins’ten dinleyelim:
“Mısır,
doksanlardan beri, işçi ve köylüler aleyhine olan bir dizi reforma tanık oldu.
Hükümet, büyük devlet işletmelerini sattı. Yeni sahipler çok az insanı iş
sahibi yaptı. Hükümet büyük toprak sahiplerini koruyan tedbirler aldı ve küçük
köylüyü kendi hâline bıraktı.
2004’te
hükümet olan, muhafazakâr başbakan Ahmed Nafiz döneminde koşullar daha da
kötüleşti. Yeni emek karşıtı yasanın yürürlüğe girmesiyle Mısır’daki sanayi
işçisinin üzerindeki baskı daha da arttı. Avrupa Sendikalar Federasyonu, Mısır
işçi sınıfına çok az destek verdi ve yerelde yaşanan grevleri kendince geçersiz
kabul etti.
2006’da
greve çıkan ve eylemlerini 2007’de de sürdüren aynı emek hareketi, asgarî
ücretin artırılması ve yüksek yiyecek fiyatlarının protesto edilmesi için
ülkede genel grev çağrısı yaptı. Mübarek hükümeti, grev sürecini müdafaa etme
arzusuyla fabrikaları işgal eden sınıfın üzerine polislerini gönderdi. Grev
çağrısı yapmış olan sendika üyeleri ile polis arasında şiddetli çatışmalar
yaşandı. Polis, işçileri gözaltına aldı. Saldırıları, davalar, verilen hükümler
ve hapis süreci izledi. Diğer üyeler ise protesto eylemlerine devam ettiler.
Mısırlı
bir yazarın tespitine göre, ‘6 Nisan Ayaklanması’nda işçilerin talepleri ile
halkın genelinin talepleri çakıştı. Halk yiyecek fiyatlarının düşmesi için
çağrıda bulunurken işçiler asgarî ücretin artmasını istediler.’
Ek
olarak, 6 Nisan Gençlik Hareketi genel grevin amaçlarını ileri götürme
noktasında kilit bir rol oynadı. Bu, ülke genelinde kitleleri eylem alanlarına
taşıyan örgütün ta kendisi.” [“Forces Behind the Egyptian Revolution”, - “Mısır
Devrimi’nin Ardındaki Güçler”, Michael Collins, The Economic Populist]
Gördünüz mü? Mesele tek başına bir despotu koltuğundan
indirmek değilmiş. Mesele, batı medyasında hiç adından söz edilmeyen, sınıf
mücadelesi ile ilgiliymiş.
Devrim, örgütlü emeğin yükselişini, Vaşington
Konsensüsü’ne karşı cephesel bir saldırıyı ve Mısırlı işçileri ayrışma
noktasına iten rejimin tükendiğini işaretliyor. Tüm bunlar bir gecede olmadı
elbette; uzun zamandır birlikte çalışan sözkonusu güçler nihayet bugün fitili
tutuşturdular.
Bu, hem işçilerin hak ve politik iktidar mücadelesi
hem de ücret ve koşulların iyileştirilmesi mücadelesi. Mübarek’in istifası
halkı yüreklendirdi ve gerçek yapısal değişimin gerçekleşmesi yönündeki kararlı
duruşlarını pekiştirdi. Bu, onların geleceği biçimlendirme noktasında önlerine
çıkan bir fırsattır ki bu fırsat tam da Vaşington’un endişe duyduğu şey. ABD
destekli STK’lerin ve ajanların aktif olarak Mübarek’i azletmeye çalışmalarının
nedeni de bu, zira ilgili kesimler tiranın gönderilmesi sonrası kitlelerin
sakinleşeceğini, onların başlarının okşanarak fabrikalara ve atölyelere geri
döneceklerini umdular. Oysa süreç bu şekilde işlemedi. İşçiler, Mübarek’in
emperyal mekanizmadaki her daim değiştirilmesi mümkün basit bir dişli olduğunun
bilincindedirler. Obama tayfasının ve cunta lideri Tatavi’nin tüm gayretlerine
rağmen işçi sınıfı şimdiye kadar hiç sakinleşmedi, teslim olmadı ve sistemin
bir parçasına hâline gelmedi.
Barnard Koleji’nde siyaset bilimi bölümünde öğretim
görevlisi olarak çalışan Mona Gobaşi ile yapılmış mülâkat, Kahire’de
yaşananların içeriğine ilişkin önemli bir katkı niteliğinde:
“Bu
isyanın belli bir tarih öncesi var. Mısır siyaseti 25 Ocak’ta başlamadı.
Esasında Mısır, 2000’lerden beri kapsamlı toplumsal protesto eylemlerine tanık
oluyordu. Yaşananlarda yeni bir şey yok bu anlamda. 13 Şubat sonrası da farklı
olmayacak. Bu, 2006 ve 2007’de zirveye ulaşmış bir sürecin devamıdır aslında.
Eylem sürecine memurlar, polisler ve diğer devlet çalışanları da katıldı ve
gösteriler zamanla olağandışı bir niteliğe kavuştu. Tüm bu yaşananlar, eski
protesto üslubu ile tümüyle değişmiş bulunan politik ortamın örtüştüğünü
gösteriyor. İsyanı önemli kılan da bu.
O
hâlde, bugün yaşananların önemini gerçek anlamda kavrayabilmek için bizim onu
2000’de çıkış alan Mısır siyasetinin inşa süreci ve özellikle doksanlarda
cereyan eden protesto eylemleri ile bağlantılandırmamız gerekiyor. En büyük
protesto eylemlerinden birisi, 1996’daki maden işçilerinin grevi ve bu grev
yaşandığı dönemde ülkeyi sarsmayı bilmiş. Elbette bugün kimse hatırlamıyor bu
grevi.
Ancak
yeniden vurgulamam gerekir ki bizler, İssandr’ın da belirttiği üzere,
anayasanın ve meclisin askıya alındığı Mısır siyasetinde gerçek bir devrimci
momente, yeni bir döneme giriş yapıyoruz. Fakat bu sefer karşımızda, halkın her
bir kesiminin sokaklara dökülüp rejimin değişmesi ile doğan politik fırsattan
faydalandığı yeni bir toplumsal yapı var. Halk, bu kez ne yapacağını biliyor.
Bakanlarla nasıl görüşülmesi gerektiğinden haberdar. Bir bakan gelip konuşmak
istediğinde, kaç insanın sokak köşelerine yerleştirilmesi gerektiğinin
bilincinde. Sadece 13 Şubat sonrası Mısır siyasetinin yeniden doğmasından
değil, işte tam da bundan ötürü önemli yaşananlar.” [Mona Gabaşi, Democracy
Now]
Obama yönetimi devrimin iplerini elinde tutmuyor,
aksine o diş etleri ile bağlı devrime. ABD tabanda yaşananlar üzerinde çok az
kontrole sahip, tüm gayretleri “ziyanın kontrolü”ne odaklanmış durumda.
Obama’nın sürekli aptalca açıklamalar yapıp protestocuları barışa çağırmasının
ve suyun durulması için Martin Luther King’in cümlelerine atıfta bulunmasının
nedeni tam da bu. Obama kimsenin umurunda değil. O tümüyle konu dışı. Kimsenin,
Hillary Clinton’ın “seküler politik partilerin güçlenmesi”ni sağlamak adına
kongreden pay ayrılması için yaptığı çalışmalarla ilgilendiği de yok. Tüm
bunlar ne için yapılırsa yapılsın, ok yaydan çoktan fırladı bir kere.
Mısır ordusu da kontrol dışı. Bir yandan Tahrir
Meydanı’nı selâmlıyor, bir dakika sonra da kitleyi zorla dağıtmakla tehdit
ediyor. Ordu stratejiye uygun olarak harekete geçip grevdeki işçileri ezerse
işte o vakit başlayacak gerçek devrim. İşte o vakit yeni politik gerçeklik
kendisini ele verecek. Sokaklarda dökülen kan kadar hiçbir şey bir sınıfın
köklerini canlandıramaz, onun bilincini uyaramaz.
Bir devrimi başlatmanın belli bir yolu ya da devrimin
başarısı için belli bir projeden söz edilemez. İnsanların arzuları özgün olduğu
için her devrim de birbirinden farklıdır. Rosa Luxemburg da bu yönde bir
tespitte bulunuyor:
“Modern
işçi sınıfı, belli bir kitaba ya da teoriye göre hazırlanmış bir plan uyarınca
yürütmez mücadelesini. Modern işçilerin mücadelesi tarihin ve toplumsal
ilerlemenin bir parçasıdır, bizlerin dövüşmeyi öğrendiği yer tarihin,
ilerlemenin ve mücadelenin tam orta yeridir. […] Onu övgüye değer kılan özellik
işte budur, tam da bu sebeple modern işçi sınıfı hareketi içinde mevcut
kültürün bu muazzam parçası çağımızı tarif eden şeydir: büyük işçi kitleleri
ilkin kendi bilinci, inancı ve hatta kendi kurtuluşuna ait silâhlara dair anlayışı
ile şekil alır.”
Mısır halkı yerinde bir çeviklikle, hükümet güçlerinin
karşısına çıkmaktan çekinmiştir. Ancak devletin halkı ezme tehlikesi hâlâ
günceldir. İşçiler, kendi taleplerini ortaya koymuş bulunmaktadırlar, bu yeni
politik eylemlilik koşullarında hedeflerine ulaşmadan geri dönmeleri de pek
muhtemel görünmemektedir. Mübarek’in gidişi işçileri aldatamamıştır. Onlar,
“yeni patronun da eskisi gibi” olduğunu bilmektedirler. Sendikalar ve İşçi
Hizmetleri Merkezi’nin de kendi manifestosunda tespit ettiği üzere, mesele,
“yeterli ücret” ya da “tıbbî bakım” vs. değil. Mısır işçi sınıfı, “sürekli
aşağılanarak yaşamayı reddediyor.”
“[…]
Özgürlüğün bedelini ödemek ve çilesini çektiğimiz köleliğin sürekli bizleri
aşağıladığı bir hayattan bizleri kurtarmak için üç yüz genç insan hayatlarını
feda etti. İşte şimdi bizler için yol açıldı. […] Özgürlük sadece gençliğin
talebi değil. […] Bizler de kendi taleplerimizi ve haklarımızı dile
getirebilmek için özgürlük istiyoruz. […] Böylelikle bizler ülkemizin refahını,
ağır çalışma koşullarının sonucunda bizden çalınanların sonuçlarını izleme
imkânı bulabileceğiz ve böylelikle adalet duygusu ile yeniden dağıtımı
gerçekleştireceğiz. […] Böylelikle geçmişte sürekli zulüm altında yaşayan
toplumun farklı kesimleri kendilerine borçlu olunandan daha fazlasını temin
ederek, açlık ve hastalığın çilesini gereksiz yere çekmekten kurtulacaklar.” [Merkezin
Manifestosu’ndan alıntı.]
Mısır halkı, kendisine borçlu olunanı, özgürlüğü,
haysiyeti ve pastadan adilce alacağı payı istiyor. Yaşananların da gösterdiği
üzere, alacaklarmış gibi de görünüyor.
Mike Whitney
17 Şubat 2011
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder