16 Eylül 2025

,

Hakikat ve Küfür


Yaşar Ayaşlı’nın çizgisinin bir komünist değil, bir gazeteci bilinciyle hareket etmiş, hep sansasyon peşinde koşmuş olduğu görülüyor. Sergilenen, direnmek ve yurtdışına kaçmamak gibi duruş ve tavırlar anlamlı, kıymetli, ama bu anlam ve kıymet, ancak başka bir bağlamda oluşuyor. Bu türden duruş ve tavırlar karşımıza, verili halleriyle örgütsel rekabette öne geçmenin, yıldız parlatmanın, sansasyon peşinde koşmanın somut tezahürleri olarak çıkıyorlar. Salt içe hitap eden, kolektifleşmeyen irade, içi çürütüyor.

Tepe kadro da yıldız parlatma konusunda yarışa giriyor. Hapiste olanlar, dışarıda olan Ayaşlı’ya haber vermeden, örgüt adına kararlar alıp adımlar atıyorlar. Ortada bırakalım ihtilalciliği, komünist bir örgüt olmadığı açık. İleri kadroların korunması ilkesi, örgüt olmadığı için çiğneniyor.

O örgüt, yıllar sonra gidilmemesi gereken Avrupa’ya gidiyor, orada tabii ki feminist oluyor! Avrupa’dan para almak için bu zorunlu. Ayaşlı, para için Avrupa bağlantılarının şart olduğunu söylüyor. Dolayısıyla, “Avrupa’ya gitmeyin!” emri hükmünü yitiriyor. Örgüt, yaşamak için feminist oluyor, liberalizm sularına dalıyor.[1] Teori, ideoloji ve politika dirhem dirhem liberalizme teslim oluyor.

Grupken örgüt olan yapının parti oluşu redde tabi tuttuğu, tasfiye ettiği görülüyor. Hiçbir momentte parti olma bilincine rastlanmıyor. Bol Lenincilik var ama Lenin’in partisinden eser yok. Partiden, kavgadan ve proleter davadan soyutlanmış Lenin, özel bireylerin süslü gömleğine dönüşüyor. O gömlekle görüleceklerini, öne çıkacaklarını sanıyorlar.

71 kopuşuna önderlik edenler, gençlik kategorisine kapatılıyorlar. Orada ML’nin güç olma iradesi, görülmek istenmiyor. Selim Açan gibiler, bu güç olma iradesini “kendi gücünü abartma” olarak takdim etmeye, o iradeyi küçültmeye mecburlar. O irade küçülecek ki bugüne sağ salim gelmiş bir birey olarak kendisi yücelsin, büyüsün. Kalanlar, gidenlere küfretmek zorunda. Bu tür değerlendirmeleri geçmişe yönelik küfür olarak okumak gerekiyor. “Küfür”, Arapçada “hakikati örtbas etmek, gizlemek” demek. Hakikate küfreden, kendi bireysel bencil varlığını yüceltmenin derdindedir. Eski şefler, her daim küfür üzredir.

Sadece kendi süsüne, bireysel oluşuna kilitlenen Ayaşlı, halkın darbeye karşı tutumunun, örgütlerin tasfiye ve teslimiyet sürecinin, kendi örgütündeki açmazların sebeplerini, küçük burjuva varlığı sebebiyle, idrak edemiyor. Halen daha kendisini görmeyi ve göstermeyi maharet sayıyor. Nesnele ve kolektife küfrediyor. Şefler, seçtikleri bireylere ancak küfretmeyi öğretebiliyorlar.

12 Eylül’ü takip eden günlerde Arnavutçuların (güya) hâkim olduğu mahallede, kafasını dışarı çıkartamayan devrimciler, oturmuş Tiran Radyosu’ndan gelecek emirleri bekliyorlar. O sırada radyonun pili bitiyor. Yukarı mahalleye hâkim olan Sovyetçi örgütün kapısı çalınıyor, içeridekilerden pil isteniyor. Onlar da o sırada Bizim Radyo’dan gelecek emirleri bekliyorlar. Hiç kimse, sokakta ne oluyor, ekmek dağıtan askerler ne yapmaya çalışıyor, darbeye karşı direniş nasıl örgütlenmeli, mücadele nasıl kolektif kılınmalı gibi soruları sormuyor. Zaten o radyolardan da teslim olmaktan başka bir emir gelmiyor.

Ama sonra sinen halka küfretmek öğreniliyor. O küfrün arkasına saklanılıyor. Aydınlanmacı ve modernizmci taklalar atılıyor. Bu taklalar, 12 Eylül’ün ekmeğine yağ sürüyor. Faşizmin yol açtığı liberalizm, tek tek şefleri örgütlüyor.

Altmış-seksen arası dönemde Marksizm-Leninizmle ilişkilenmenin emekleme aşamasından geçtiğini görmek gerek. Tersten, CHP’ye mesafelenen gençlerin ML’yi bu düzlemde tanımladıklarını görüyoruz. En CHP eleştirmeni kesilenler, 12 Eylül sonrası Ecevit’le ittifak peşinde koşuyorlar. TDKP geleneği, o gün burjuva devrimine sahip çıkmaktan ve Ecevit’i önder bellemekten söz ediyor. Bugün de bürolarını CHP bürosuna dönüştürüyor. O bürolar, İzmir gibi şehirlerde işçi sınıfına küfrediyor, ona saldırıyor. EMEP gibi o belediye için çalışmış örgütlerin sesi çıkmıyor. Çünkü CHP belediyeleri kendisine afiş asacak yer tahsis ediyor.

ML ile ilişkiyi ifratla tefrit arasında gerçekleşen salınım belirliyor. Altmışlarda CHP’yi verili mutlak veya mutlak veri olarak alan reformist çizgiye karşı bağımsız bir hat örülmesini ve parti inşasını savunanlar, devrimci kopuşu gerçekleştiriyorlar. Ama zamanla o kopuşa küfreden sosyalist hareket, kendisini mutlak butlan ilan ediyor.

Eylemleri ve kitlesel hareketliliği CHP denilen parti merkezinden değil de oluşacak devrimci parti veya ML parti üzerinden okuyanlar, o eylemlerden ve kitleden parti inşa etmenin yollarını arıyorlar. Kadrolar, buna göre yetişiyor. İlişkiler, buna göre kuruluyor. Dönem, bu hedef uyarınca anlamlandırılıyor. “Zaten parti var, iktidar hesapları yapalım” diyenlerle, “iktidar mücadelesi için parti inşası lazım” diyenler, ayrışıyorlar. Süreç içerisinde ikinciler, birincilere teslim oluyor. Kimse, CHP’den gayrı bir partiye izin vermiyor. Bugün Açan ve Ayaşlı gibi isimlerin dönem değerlendirmeleri, Sendika’daki strateji tartışmaları, CHP içi ve CHP için yapılıyor. “Tüm sosyalist hareketi CHP’ye örgütlemeye ant içiyorum” diyen Sarp Kuray, her örgütün iliğine işliyor. Herkes, Kuray’ın asıl mesleğini, geldiği yeri unutuyor. Çünkü o mesleği ve yeri kutsal biliyor.

Gecekondulara imar izni veren Ecevit’in 1974 affı kararı, sosyalist hareketin ve o partinin zeminini devlet ve sermaye adına kontrol altına almakla ilgili. Ecevit, af kararını komünizmle mücadele dâhilinde aldıklarını, Demirel’in sopa yöntemine karşı havuç yöntemini uygulamak gerektiğini söylüyor. Bu af sonrası kurulan tüm örgütler, bir kontrgerilla yapılanması olarak CHP’ye bağlılar. Gerektiğinde tasfiye ediliyorlar.

12 Eylül, “içinde biraz da olsa CHP ve Kemalizm vardır” diye karşılanıyor, selamlanıp alkışlanıyor. Gard, tam da burada düşüyor. Evren, laik solcu diye sıcak karşılanıyor. O yüzden darbeye ses edilmiyor ya da o alkışlanıyor. Bugün de CHP’nin devlet katından kovulduğundan, darbe yapıldığından söz ediyorlar. Aslında “yeni bir 27 Mayıs” talep ediyorlar. Bunu devrimcilik sanıyorlar. Gelgelelim, derin CHP olarak Hikmet Çetin, “MHP-CHP ittifakına hazırız” buyuruyor. En Kaypakkayacısından en liberaline herkes, bu ittifakı arzuluyor. Devlet katından kovulmamış CHP istiyor. CHP’nin devletin aparatı, devletin sermaye partisi olduğunu kimse görmüyor.


12 Eylül darbesinin yapılacağını neredeyse bir yıl öncesinden bilen örgüt şefleri, hiçbir şey yapmıyorlar, hiçbir hazırlık yürütmüyorlar. O şefler, devrim olmasın diye varlar. Varlıklarına dair bilinçle hareket ediyorlar.

O şefler, Gezi’de şehit düşen devrimcilerin arkasından “Bir bildikleri var bu çocukların” diyorlar. Onları çocuk olarak görüp küçümsüyorlar, onlardan öğrenme ihtimalini ortadan kaldırıyorlar. Evet, o devrimcilerin bildiği bir şey vardı, ama o solcu şeflerin bildiği hiçbir şey yok! O şeflerin darbe gibi Gezi ayaklanmasına da hazırlanmadıkları görüldü.

Yaşar Ayaşlı’nın Belge’den aktardığına göre, darbe sabahı Murat Belge, Dev-Yol lideri Oğuzhan Müftüoğlu’nun yanına gidiyor. Müftüoğlu, ne yapılması gerektiğini nedense liberal Belge’ye soruyor. Alacağı cevabı zaten biliyor. Belge, “Direnmek hata olur” diyor.[2] Bu cevabı “Ben ömrüm boyunca diyalektik materyalizme inanmadım” diyen biri veriyor. İmanı olmayanlar, sadece kafirleri peygamber biliyorlar.

Müftüoğlu, o soruyu madendeki işçiye, tarladaki köylüye, kampüsteki devrimci öğrenciye sormuyor. Bir liberale danışıyor. Böylece, kendiliğinden darbe sonrası dağlara çıkan, kendince silahlanan, direnişe hazırlanan örgüt üyeleri, lider kadro tarafından hançerleniyor. Bergama’nın bir köyünde, camiden “Devrimci Yol, faşizme karşı mücadele edecektir” diyen bildirinin sahipleri, nisyana ve toprağa gömülüyorlar. Nisyan ve ölü toprak, sosyalist hareketi ele geçiriyor.

Ayaşlı’nın da dediği gibi, muhtemelen 12 Eylül paşaları, darbeyle birlikte örgütlerin çok daha fazla direnç göstereceklerini hesaplamışlar ama bu direnç ve direniş, bir türlü açığa çıkmıyor. Cunta, hesabını milyonda bir gerçekleşecek ihtimale göre yapmayı biliyor. O ihtimalse Dev-Yol ve TKP’nin direnmesine dair. Oysa herkes, daha darbe olmadan, teslim bayrağını çekmiş.

O gün Aydınlanma ve Modernizmden ekmek yiyen küçük burjuvalar, bu darbeyi kendi çıkarının süzgecinden geçirmişler. “Buradan bize ekmek çıkar” diye düşünmüşler. 12 Eylül’ü alkışlayan CHP’li aydınların koltuğunun altına girmişler. Halkı aydınlatma görevine sarılanlarla, Özal liberalizmiyle modernize edilen Türkiye’ye kul olan sosyalistler, bir bir teslim alınmışlar.

Sonrasında, kadrolarını bırakıp Avrupa’ya kaçanlara, başka örgütlerin üyelerini devlete ifşa edenler eşlik ediyor. Hapishane konusunda da derin bir örgütsüzlük hâkim oluyor. Direnişin odağının kaydığı momentte hapishane sahasında da hiçbir şey yapılmıyor. O gün her sabah tutsaklara zorla selam durdurulan bayrağa, zorla söylettirilen İstiklâl Marşı’na bugün sosyalistler, gönüllü olarak, kendi rızalarıyla, kuzu kuzu, sahip çıkıyorlar.

12 Eylül zindanları, toplumsallaşıyor. Her yana hâkim oluyor. 12 Eylül paşalarının ve onların CIA beslemesi psikologlarının eğittiği kadrolar, sosyalist harekete istenilen kıvamı veriyor. O kadrolar içerisinde yer alan kadınlar, feminist oluyorlar. Bugün “12 Eylül bizi kadınlık organımızdan teslim aldı, aile üzerinden bize diz çöktürdü, demek ki kadınlıktan da aileden de kurtulmak gerek” diyorlar. 12 Eylül, işlediği, nüfuz ettiği akıl ve ruhla bugünde yaşıyor.

Anı kitapları, bu gerçeklerden hiç bahsetmiyor. Hepsi de Aydınlanmacı ve Modernizmci bir yerden, burjuvazinin ilerlemesine süs olma yarışında. Burjuvazinin gerici bir güç olduğuna dair bilinç olarak Leninizm, bu iki hatta ölüyor. O diriltilecekse, iki hattın eleştirisine ihtiyaç vardır demektir.

Eren Balkır
15 Eylül 2025

Dipnotlar:

[1] H. Selim Açan, “Yapısallaşmış Zaaflarımızı Aşma Zorunluluğu”, 31 Ağustos 2025, Sendika.

[2] Yaşar Ayaşlı, Yeraltında Beş Yıl: 12 Eylül Anıları, Yordam Yayınları, Ağustos 2011, s. 119.

0 Yorum: