Silâh Arkadaşları:
Filistinli Maoistler Nasıl Cihadist Oldular?
14 Şubat 1988’de, Kıbrıs’ın Limasol şehrinde üç adam,
otomobillerine konulan bombanın patlaması sonucu öldü. Saldırıda ölenler,
İslamî Cihad Tugayları liderleri Muhammed Bahays (takma adı: “Ebu Hasan”),
Besim Sultan Tamimî (“Hamadî”) ve dostları, Lübnanlı savaşçı, Mervan Kayyalî
idi.[1] Patlayıcı cihaz otomobile muhtemelen, bu üç adamı üst düzey terörist
olarak gören, Mossad ajanları[2] tarafından yerleştirilmişti.
Liderlerinin suikasta uğramasından önce İsrail içine
yönelik operasyonlarını hızlandırmış olan İslamî Cihad Tugayları, 1986 ile
1987’deki[3] saldırılardan sorumluydu ve seksenlerin ortasında “en önemli
askerî hareket” olarak kabul ediliyordu.[4] En fazla öne çıkan saldırıları, 15
Ekim 1986’da gerçekleştirilen ve cihadistlerin Kudüs’teki Ağlama Duvarı
yakınında yapılan mezuniyet töreni esnasında İsrail birliklerine üç el bombası
attıkları, “Fundalık Kapısı Operasyonu”ydu. Saldırı sonucunda yetmiş asker
yaralandı ve acemi askerlerden birinin babası öldü.[5] Saldırganların Burak
Operasyonu olarak adlandırdıkları saldırıdan hemen sonra Cihadistler ilk
bildirilerini yayınladılar; bildiride hareket İslamî Cihad Tugayları olarak
adlandırılmaktaydı. Bu bildiri sayesinde örgüt, kamuoyunun önüne çıkma imkânı
buldu.[6] Bu özel hücre, ayrıca Filistin’deki ilk intihar saldırısını
gerçekleştirdiğini iddia etti. Ağustos 1987’de İtâf Ulyân (“Umm Hamadî”)[7] iki
yüz kilo patlayıcı yüklü bir otomobille Kudüs’e gitmeden kısa bir süre önce
yakalanıp hapse atıldı.[8] Bu başarısız girişim, Filistin’deki İslamî Cihad
Hareketi’nin kuruluşuna dair efsanenin parçası hâline geldi[9] zira eylem, gene
bir kadın tarafından gerçekleştirilen, Filistin’deki ilk başarılı intihar
saldırısından yaklaşık sekiz yıl önce yapılmaya çalışılmıştı.[10]
Limasol saldırısında ölen Ebu Hasan Bahays ve Hamadî
Tamimî, hem Burak Operasyonu hem de Umm Hamadî’nin başarısız intihar eyleminin
arkasındaki planlayıcı kişiler kabul edildi.[11] Bu liderlerin Limasol’da
katledilmeleri, İslamî Cihad Tugayları’nın kısa bir süre sonra dağılmasına
neden oldu ve on beş yıllık askerî eylem sürecinin son bölümünü teşkil etti.
Bahays ve Tamimî, politik faaliyetlerine, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) en
büyük hizbi olan Fetih (Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi) içerisinde Maoist
olarak başlamış isimlerdi. Onlar gibi bir dizi Fetih üyesi Maoist, 1979-1984
arası dönemde “İslam sahası”na yöneldi[12] ve on yıl boyunca Fetih’in politik
hattına muhalefet ettikten sonra ayrılıp İslamî Cihad Tugayları’nı kurdu.
Dolayısıyla İslamî Cihad Tugayları, ilk silâhlı İslamcı gruplardan biridir ve
Filistin’de ortaya çıkan İslamî Cihad Hareketi’nin Lübnan koludur.[13]
Cihadizm, Filistinli savaşçılar arasında Fethi Şikakî ve Abdulaziz Avda gibi
önde gelen isimlerce temsil edilen Lübnan-Fetih çizgisi ile Mısır-Gazze çizgisi
tarafından eşzamanlı olarak benimsendi. Lübnan’da cihad fikrini politik ve
askerî alana yeniden takdim edenler, esas olarak, Maoist veya Marksist geçmişe
sahip[14] Fetih subayları idi.
Hapishane Parmaklıklarının Arkasından İslam ve
Marksizme Dair Sorular isimli
incelemelerinde Bahays ve Tamimî, İslamî ilkeleri neden benimsediklerini izah
ederler.[15] Önsöz bölümüne göre, metin 1984’te, İsrail hapishanelerindeki
yoldaşları tarafından kendilerine gönderilen sorulara cevap vermek için kaleme
alınmıştır.[16] Bu da, Cihad hareketinin İsrail hapishanelerinde adam kazanmayı
bildiğini[17] ve birçok yeni cihadistin askerlik ve hapishane hayatını
ortaklaşa paylaşan eski milliyetçiler ve sekülerler[18] olduğunu gösterir.
İnceleme, yazarların Kıbrıs’ta katledilmesinden iki yıl sonra, 1990’da,
Beyrut’ta bir broşür olarak yayınlandı. İki şehid-mühtedi, Marksizmin pratik ve
teorik açıdan başarısız olduğu düşüncesi üzerinden, Sovyetler Birliği’nin
yıkılmasından çok önce onun yıkılacağını bilen, teori değil, birer eylem adamı
olarak takdim edilmektedir[19].
1994’te, İslamcı aydın Münir Şefik, tüm incelemeyi
kendi hayat hikâyesinin anlatıldığı Şüheda ve Hayat Yolu: Ebu Hasan, Hamadî
ve İhvanı isimli kitaba ek bölüm olarak koyar.[20] Şefik, sadece İslamî
Cihad Tugayları’nı yakından gözlemleyen bir isim değil, ayrıca söz konusu
grubun tartışmalarına ve karar alma süreçlerine faal olarak iştirak eden ve
grubun ruhanî fikir babası olan bir isimdir.[21]
Ayrıca Şefik, Fethi Şikakî’nin, Filistin’deki İslamî
Cihad Hareketi ile kurulan irtibatta bir araç olarak kullanılan, Mücahid İslamî
Eğilim isimli, İslamî Cihad Tugayları’na bağlı politik kanadı da kurmuştur.[22]
Şefik, Maoistlerin dönüşümüyle ilgili değerlendirmesinde, isimleri, tarihleri
ve yerleri paylaşmaktan sıklıkla imtina eder; ayrıca çalışmada nesnel bir rapor
yazdığı iddiasında da değildir.[23] Kitabı, grubun oluşum sürecine dair
tartışmalara ve kararlara yönelik kimi görüşleri içermektedir.
Filistinli bir Hristiyan ailenin çocuğu olan Şefik,
1965’e dek Ürdün’deki komünist partinin üyesi olarak faaliyet yürüttü ve
politik fikirleri yüzünden birkaç yıl hapis yattı. 1968’de Fetih’e katıldı ve
FKÖ’nün üst düzey üyelerinden biri oldu.[24] 1979 civarı İslam’a ihtida etti.
1981’de yayınlanan Medeniyet Savaşında İslam isimli eseri, onun
kendisini “İslamî saha”ya takdim edişi olarak görülebilir.[25] Cihadist hareket
bağlamında, bu kitabın sahip olduğu önem aşikârdır, zira Bahays ve Tamimî,
incelemelerinde kitaba birkaç kez atıfta bulunmakta, hatta bölümlerden biri
Şefik’in kitabının adını taşımaktadır.[26]
Bu makale, Şefik ile Bahays/Tamimî’nin ne türden
eylemciler olduğunu, kendi ideolojik yörüngelerini nasıl anlattıklarını ve
sahip oldukları politik motivasyonları izah etmektedir:
İlk olarak ben Maoistlerdeki değişimin İslamî
terimler dâhilinde üretilen yeni silâhlı mücadele formülünde yankısını
bulduğunu iddia ediyorum. “Filistin devrimi” ve “Arap kitleler” gibi
terimlerdeki sıfatlar, yerini “İslamî” ve “Müslüman” gibi sıfatlara
bırakmıştır. Önceden Maoistler, kendilerinin ilk başta Çin ve Vietnam
örneğinden aldıkları ve otantik bir İslamî tarz içinde sundukları kategorilere
başvurmuşlardır, bu işlem, özellikle Filistin kurtuluş hareketine itki veren
İran’daki devrimin (1978/79) ardından yapılmıştır.
İkinci olarak, söz konusu kavramsal değişiklik
üzerinden yeniden oluşturulan çerçeve, önceden Maoist olan devrimcilerin, hem
kendilerine yönelik kavrayışlarında hem de Fetih ile kurdukları ilişkilerde,
görece daha radikal görünmelerini sağlamıştır. Her ne kadar silâhlı mücadelenin
önceliğine dönük ısrarlarında özde bir değişiklik yaşanmamışsa da, Fetih
üyelerinin büyük bir çoğunluğu, İsrail ile politik bir “anlaşma” yapma
eğilimine girmiştir. Bu nedenle, Lübnan’daki kimi Fetih üyelerinin yaptıkları
eylemler, gerilla savaşçısının (fedai) Müslüman savaşçıya (mücahid) dönüşmesine
yol açmıştır.
Maoistlerin yaşadığı dönüşüm, kahraman fedai
anlatımından, mücahid ve şehide ait çifte imaja odaklanan, görece daha gözü kara
ve trajik bir anlatıma doğru yaşanan değişimi resmeder.[27] Maoistlerin mevcut
silâhlı mücadele anlayışlarının bir amaca yönelik bir araçtan çok, kendinde bir
araç olduğuna ilişkin eleştiriye karşın, Cihadistlerde direnişin bir kaynağı
olarak özellikle kendini kurban etme etrafında dönen bir mantık olmuştur: bu
noktada Filistinliler ve Müslümanlar “yeryüzünün lanetlileri” (Frantz Fanon)
olarak tasvir edilmiş, böylelikle onlar, Batı’ya ve Siyonizme karşı verilen
savaşta kendilerini feda etme yönünde motive edilmişlerdir.
Üçüncü olarak, bu değişim, İsrail-Filistin
çatışmasının seküler bir olgu olmaktan çıkartılma sürecinin bir parçası olarak
görülebilir.[28] Birbirinden farklı aktörler, uluslararası kararlara yönelik itirazlarını meşrulaştırıyorlar ve politik şiddeti dinî dile atıfla savunuyorlar. Maoistler bağlamında bu
dönüşüm, grubun içerisinde belirli bir istikrarsızlığın oluşmasını
koşullamıştır. Her ne kadar Maoistler, ilk başta İran’daki devrime sempatiyle
yaklaşıp, kitlenin seferber edilmesinde İslam’ın kullanılması gayretinin ortaya
çıkaracağı faydaları kabul etseler de, tüm taraftarlarının mümin ve İslam’ı
uygulayan insanlar olması gerektiği tespitini pek kabul etmemişlerdir. Ancak
propaganda materyallerinde mühtediler, taraftarlarının sadece ideolojik açıdan
kani olmalarının değil, ayrıca birer mümin olmalarının da zorunlu olduğu
üzerinde durmuşlardır. Dolaylı olarak bu husus, Maoistlerin ihtidasının
ideolojik ve dinî bir dönüşüm olduğunu ortaya koyar. Dahası, söz konusu ihtida,
görece daha muhafazakâr bir inanç sisteminin daha radikal bir anlayışa yönelik
sapmayla birlikte nasıl el ele gideceğine dair bir sorunun ortaya çıkmasına
neden olmaktadır: söz konusu çatışma, özellikle kadın savaşçıların rolüne yönelik
grup içinde yapılan tartışmalarda öne çıkan temel husustur.
Benim argümanıma göre cihadist ideoloji, İslam,
milliyetçilik ve Marksizmi içeren bir karışımdan neşet etmekte, ama saf manada
bu karışımı anlatmamaktadır. Ortaya çıkan sonuç ne İslamîleşmiş bir Maoizm ne
de Maoist bir İslam’dır, ikisinin uzlaştırılmasının imkânsız olduğu bir yoldan,
Maoistlerin halk savaşı savunularının yeniden belirli bir çerçeveye
oturtulmasıdır. Kriz ve yenilgi döneminde politik aktörler, silâhlı mücadelenin
önceliğinde ısrar etmişler ve onu imanın şartı hâline getirmişlerdir.
Cihadın Filistin’e ve Lübnan’a Yeniden Takdimi
Filistin halkının silâhlı mücadelesi, 1 Ocak 1965’te,
Fetih’in o güne dek bilinmeyen askerî kanadı Asifa [“Fırtına”]
güçlerinin İsrail’e yönelik ilk başarılı gerilla baskınının
gerçekleştirildiğini ilân eden, Beyrut’ta kaleme alınmış bildirisi ile başladı.[29]
Savaşçılara göre bu olay, Filistin devriminin (savra) başlangıcını
işaret ediyordu. Her ne kadar Filistin hareketi o dönemde henüz daha zayıf ise
de, Haziran 1967’deki Altı Gün Savaşı sonrası, ortaya hızla birçok gerilla
grubu çıktı. Bu gruplar, özellikle 1970’teki “Kara Eylül” olayı esnasında
Ürdün’den kovulmaları ardından, Lübnan’ı ve Filistin mülteci kamplarını güvenli
bir sığınak olarak kullanmaya başladılar. Ama kısa süre sonra gerillalar
kendilerini Lübnan iç savaşının (1975-1990) içinde buldular. 1982’de Beyrut’u
işgal eden İsrail’e yenildiler ve iç çatışma içerisine girdiler. Bu nedenle
kimi bireyler ve gruplar, “cihad” kavramını kullanarak, İsrail’e karşı halka
dayalı bir silâhlı mücadelenin yeniden diriltilmesi yönünde propaganda yapmaya
başladılar.[30]
İsrail’e karşı silâhlı mücadele olarak anlaşılan “cihad”
kavramı, Filistin direnişi bağlamında, kesinlikle yeni bir kavram değildi. 1929
gibi erken bir tarihte İzzeddin Kassam, “şehadete ya da zafere dek” cihad
verilmesi gerektiği yönünde propaganda yapan bir isimdi.[31] 1978’te, Mekke’ye
gidip hac vazifesini ifa eden Yaser Arafat da, silâhlı mücadele yoluyla
Filistin’in kurtuluşu için kavga vermenin Allah’a karşı bir görev olduğunu
söylediği konuşmasında “cihad” kavramını kullanıyordu.[32] Ancak altmışlarda ve
yetmişlerde İslamî hareket, özelde Müslüman Kardeşler ve İslamî Kurtuluş
Partisi (Hizbu’t-Tahrir), direniş Fetih’in kontrolünde olduğu sürece, İsrail
ile doğrudan bir çatışma içine girmeyi reddetmişlerdir.
“Cihad” kavramının politik ve askerî sahaya yeniden
takdim edilmesini dayatan, geleneksel dinî mahfiller değildi. Bu takdime, bütün
olarak Ortadoğu’yu, özelde Filistin’i 1976-1979 yılları arasında etkileyen iki
ana ideolojik değişim eşlik etti. Arapların 1967’de yenilmelerinin ardından,
birçok Arap milliyetçisi Marksizmi benimsedi. Merkezi Beyrut’ta bulunan Arap
Milliyetçileri Hareketi, Altı Gün Savaşı sonrası paramparça oldu ve bu
hareketin içinden kendisini Marksizm-Leninizm ile tanımlayan bir dizi
Filistinli ve Lübnanlı grup çıktı (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Filistin
Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi-Genel
Komutanlık ve Lübnan Komünist Eylem Örgütü)[33]
Örgütlerin Arap milliyetçiliği ile ilgili hayal
kırıklıkları, İsrail’in Güney Lübnan’daki güvenli bölgeyi (1978-2000) işgal
etmek için uğraştığı bir sırada, Nasırizmin varisi Enver Sedat’ın yetmişlerde,
bu ülkeyle barış görüşmelerine başlamasıyla zirveye ulaştı. İkinci değişim ise,
1978’de İran Devrimi’nin desteklenmesi hususunda yaşandı. Söz konusu devrim,
birçok Arap eylemcinin politik İslam’ı benimsemediği süreçte, onlara ilham verdi,
bu eylemciler arasında, devrim ve cihad için mücadele edecek kitlesel bir
hareket olarak İslamcılığa sempati duymaya başlayan solcu ve Hristiyan aydınlar
da vardı.[34] Örneğin Gazze doğumlu Fethi Şikakî’nin ideolojik seyri Arap
milliyetçiliğinden İslamcılığa oradan da cihadizme doğru iken, Lübnan’daki
Fetih çizgisine mensup birçok Arap milliyetçisi, cihadizme Maoizm dolayımıyla
geçti. Hem Filistin hem de Lübnan’da altmışlı yılların bir dizi Arap
milliyetçisi, İslamcılık ya da Maoizm üzerinden cihadist oldu.
Lübnan’daki politik ortamda Fetih mensubu Maoistlerin
cihadı benimsemeleri, iç savaşın sahip olduğu karmaşık arka plana yönelik bir
cevap olarak gerçekleşmiştir. Fetih, sadece 1978 ve 1982’de İsrail’in Lübnan’ı
işgal etmesi meselesiyle yüzleşmek zorunda kalmamış, ayrıca Suriye’nin
çevreleme siyasetiyle de cebelleşmiştir. 1976’da Suriye, Lübnan iç savaşına
müdahale etmiş, ülkeye, başında Kemal Canpolat’ın bulunduğu ve solcu,
milliyetçi ve Müslüman grupları içeren, FKÖ’nün müttefiki, Lübnan Ulusal
Hareketi’nin zaferine mani olmak için askerî birlikler göndermiştir. Ağustos
1982’de Batı Beyrut’taki İsrail işgalinin sona ermesi, yaklaşık on bin FKÖ
gerillasının çokuluslu güçlerin gözetiminde bölgeyi boşaltmasını zorunlu
kılmıştır. Filistinli militanların bu zorunlu sürgünü, Filistin için dövüşen
tüm savaşçılar arasında bir yıkıma yol açmıştır. Ancak 1982 Eylül’ünde,
komünist ve milliyetçi gruplar tarafından Lübnan’daki İsrail birlikleriyle
savaşmak için Lübnan Ulusal Direniş Cephesi kurulduğunda, kimi Filistinli savaşçılar,
yeni yeni toparlanıp muhtelif gerilla saldırılarına girişme imkânı
bulabilmişlerdir. Bir süre sonra, İsrail’in, güneydeki güvenli bölge hariç,
Lübnan’dan tedricî çekilişini sağlamak adına Direniş Cephesi kurulmuştur. Bu
olaylar esnasında, Batılı diplomatların ve gazetecilerin kaçırılması, aynı
zamanda Batılı hedeflerin bir dizi bombalı intihar saldırıları ile vurulması
türünden eylemlerin sorumluluğunu üstlendiğini duyuran ve gerekli yerleri
telefonla arayan bir kişi, ilk kez “İslamî Cihad” ismini anar.[35]
Filistin Cihad Hareketi’nin pratik ve ideolojik amacı,
Filistin ve Lübnan’daki silâhlı mücadele için mevcut kitle tabanını
genişletmekti. Görünüşe göre söz konusu hareket, FKÖ mensubu hiziplerce
lojistik ve malî açıdan desteklenmiş, hatta hareket, tümüyle FKÖ’nün desteği
ile gelişmiş, “sonrasında destek kaynaklarını İran ve kimi Arap ülkelerindeki
İslamî grupları içerecek biçimde genişletmiştir.”[36] Örneğin Jûrj Habeş
(1925/6-2008, FHKC) İslamî Cihad Hareketi’ni açıktan destekledi[37] ama
cihadistlerle dostluk ilişkisi içerisinde olan diğer bir kişi de Fetih’in önde
gelen isimlerinden biri olan Halil Vezir’di (“Ebu Cihad”)[38]; hatta Vezir,
1982 sonrasında hayal kırıklığına uğramış Müslüman Kardeşler ve FKÖ
savaşçılarını bir cihad örgütü kurmaları konusunda ikna etmeye çalıştı.[39]
Fetih Maoizminin Gelişimi
Fetih içerisindeki Maoistler, “Filistinliler,
Lübnanlılar, Araplar ve Arap olmayanlar”dan müteşekkil olan ve 1972-1974 arası
dönemde oluşturulan bağımsız bir eğilim meydana getirdiler.[40] Münir Şefik’e
göre Muhammed Bahays, 1971’den beri örgütsel meselelerle ilgilenmekteydi, o
dönemde Bahays, Ürdün’deki Filistinli liderlerin uyguladıkları siyasetin fazla
provokatif olduğuna ve bu ülkeden kovulmalarında söz konusu liderlerin kısmî
sorumluluklarının bulunduğuna inanmaya başladı.[41] İki yıl Bağdat’ta kaldıktan
sonra Bahays, Beyrut’a taşındı ve burada farklı FKÖ hizipleriyle ileride takip
edilecek politik hattı tartıştı.[42] Beyrut’ta Bahays “hapisten çıkar çıkmaz”
Tamimî ile buluştu; bu, ileride kurulacak “mükemmel birliğin” başlangıcını
teşkil etti ve iki adam birbirini tamamlayarak, “yaklaşık on beş yıl boyunca el
ele yürüdü.”[43] İkili, hem Fetih’in hem de komünist partilerin yapılarının
devrimci bir örgüt için uygun olmadığına karar verdi.[44] Bu noktada merkez
komitesi veya genel sekreteri olmadan, ama “kitle çizgisi”ne (hattul cemâhir)
bağlılıklarını sürdürerek, belirli bir örgütlenme çalışması yürütmeyi tercih ettiler.[45]
Bahsi geçen eylemciler, ilgili terimi Mao Zedung’dan
ödünç almışlardı. Mao’nun yöntemi, kitlelerden öğrenme ve politik liderliği
kitlelerin koşulları ile kaygılarının içine sokma üzerine kuruluydu. Maoistler,
gerilla hareketinin parçalanmasına karşı olduklarından, Fetih içinde çalışmaya
devam ediyorlardı. Onların ana hedefi, “kitleler”i, muhtemel insan kayıplarına
bakılmaksızın, Çin ve Vietnam tarzı bir halk savaşına göre birleştirmekti.[46]
“Kitle çizgisi” sadece Şefik, Bahays ve Tamimî gibi kıdemli isimleri
etkilemekle kalmadı, ayrıca birçoğu, sonrasında önde gelen birer aydın olan,
Lübnan üniversiteleri ile kolejlerinde okuyan öğrencileri de güçlü bir biçimde
etkisi altına aldı.[47]
Maoizme yapılan atıf tesadüfî değildi, zira
militanlar, “Çin’in Filistin’e kayıtsız şartsız destek verdiğine” inanıyorlardı.[48]
Bu yargının temeli, “ilişkilerdeki iniş-çıkışlara karşın, Çin’in ahlâkî ve
maddî destek sunması, Filistinli gerilla örgütlerini en tutarlı biçimde destekleyen
büyük bir güç olması, ilgili örgütleri silâhlandırması, eleştirmesi, onları
birleştirmeye çalışması gerçeği”ydi.[49]
Fetih heyetinin 1964’te Çin’e yaptığı ilk ziyaretten
beri Yaser Arafat (1929-2004) ve Jûrj Habeş gibi Filistinli liderler, Çin’i
yakın bir müttefik olarak kabul ediyorlardı. 1965’te, Mao Zedung ortak çıkarı
şu kelimelerle izah etmekteydi:
“Emperyalizm,
Çin’den ve Araplardan korkmaktadır. İsrail ve Formosa (Tayvan), emperyalizmin
Asya’daki üsleridir. Siz büyük kıtanın kapısı, biz ise arka kısmıyız. Onlar
sizin için İsrail’i, bizim içinse Formosa’yı icat ettiler. İkisinin de hedefi
aynı.”[50]
Çin, gerillaları sadece silâh (tüfek, havan, tanksavar
füzeler) yönünden desteklemekle kalmadı, ayrıca Çin’deki ve Arap
devletlerindeki askerî birimlerde onlara eğitimler verdi.[51] Çin yönetimi, ilk
başta FHKC ve FDHKC gibi Marksist örgütler karşısında Fetih’i destekledi ve “en
güçlü fedai konfederasyonu altında birleşmeleri” yönünde onlara sürekli çağrıda
bulundu.[52] Çinli siyasetçiler, kendilerini ziyarete gelen Filistinlilere her
seferinde “Filistinlilerin zaferinde kilit unsur, birliktir” diyorlardı.[53]
Ayrıca Çin, 1973’te, “Filistin halkının haklarını BM kararlarıyla elde
edemeyeceğini” beyan eden tek büyük güçtü[54] ve her zaman Filistin’le ilgili
politik bir anlaşmaya varılması meselesine şüpheyle yaklaşıyordu. Gözlemciler,
bu hususun Çin’in bir yıl sonra revize ettiği, 1968 yılına ait Filistin Ulusal
Bildirgesi üzerindeki etkisine bağlı olduğunu düşünüyorlardı. Zira Bildirge’ye
göre, “Filistin’in kurtuluşunun yegâne yolu, silâhlı mücadele”ydi; “dolayısıyla
silâhlı mücadele bir taktik değil, strateji”ydi.[55] Süreç içerisinde Mao, Ho
Chi Minh, Frantz Fanon ve Ernesto Che Guevara gibi “üçüncü dünya devrimcileri”
Filistinli eylemciler arasında giderek artan biçimde popüler oldular, hatta bu
isimlerin pratikleri, Cezayir devrimi deneyiminin yerini aldı.[56] Dahası, Çin
ve Sovyetler Birliği arasındaki rekabet de Filistinlileri etkiliyordu, zira
Sovyetler’in Filistin’i “gönülsüz” biçimde desteklediği düşünülmekteydi.[57]
Maoist kavramlara dönük savununun gerilla grupları
arasında yaygınlaştığı gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, Fetih içerisindeki
Maoist toplaşmanın FKÖ savaşçılarının 1970’te Ürdün’den kovulmalarının ayrıca
Çin-Sovyet rekabetinin dolaylı bir sonucu olduğu söylenebilir. Gerillaların
Ürdün’de bir Arap Hanoi’si[58] oluşturma amaçları boşa düşünce, Marksist
liderler Habeş (FHKC) ve Nâyif Havatme (FDHKC) hem “uzun süreli halk savaşı”
denilen Maoist kavramı hem de Sovyetler’in İsrail’in (242 sayılı BM kararı uyarınca)
İşgal Altındaki Bölgeler’den çekilmesini, tek bir Filistin devletinin
kurulmasını ve iki ülkenin birbirini tanımasını savunan duruşunu yeniden ele aldı.
O dönemde Arafat’ın sıkı bir dostu olan Havatme, 1974’te hazırlanan Filistin
Ulusal Konseyi’ne ait “On Maddelik Program”ın temelini teşkil eden “Geçici
Ulusal Program”ı savunuyordu.[59] Bu da FKÖ’nün Filistin’in kısmî
kurtuluşundan, yani adım adım gerçekleşecek bir kurtuluştan ya da iki devletli
çözümden memnun olduğunun açık bir göstergesiydi.[60]
Maoistler ise bu politik değişikliği güçlü bir biçimde
eleştirdiler, zira onların düşüncesine göre, söz konusu değişiklik Filistin
davasına zarar veriyordu.[61] Maoistlerin kanaatine göre, Sovyetler’in
emperyalistlere özgü (“ne savaş ne barış”)[62] stratejisinin bölgeyi politik
açıdan açmaza sürüklemeyi amaçladığı yönündeydi, dolayısıyla, söz konusu
strateji, Filistinliler için hiçbir gerçek çözüm sunamazdı. Ayrıca Maoistler,
FKÖ Bildirgesi’ndeki yeni değişikliklerin sadece ABD, Mısır ve Arap Birliği’nin
çıkarlarına hizmet ettiğini, bu değişikliklerle FKÖ’nün Filistin’e dönük
sorumluluklarından kurtulmaya çalıştığını düşünüyorlardı.[63] Bu nedenle
Maoistler, Fetih’in Filistin’in kurtuluşu hedefini bir bütün olarak muhafaza
etmeyi isteyip istemediğini, “devrimci mücadele” ile “temel haklar”dan vazgeçip
geçmediğini sorguladılar.[64]
Lafını esirgemeden yaptığı eleştirisinden ötürü Münir
Şefik, Filastînü’s Savra [“Filistin Devrimi”] isimli FKÖ gazetesindeki
editörlük görevinden alındı.[65] 1972’de kaleme aldığı bir makalesinde Şefik, topyekûn
kurtuluşa dek silâhlı mücadele dışında, çatışmanın çözüme kavuşturulmasına
yönelik her türden öneriyi zaten reddeden bir isimdi.[66] Sonraki
çalışmalarında “On Maddelik Program” ile Oslo Mutabakatı (1993) arasında düz
bir çizgi çekerek, Filistin’deki durumun nasıl daha da kötü bir hâl aldığını ortaya
koydu.[67]
Giderek artan gerilimlere rağmen Maoistler, eleştiri
haklarına saygı duyulduğu sürece, Fetih içerisinde kalmaya karar verdiler [68]
ve sonrasında FHKC liderleri arasında ortaya çıkacak olan Reddiyeci
Cephe’ye[69] katılmadılar. Ayrıca Maoist hizbi kendi çatısı altında tutmak
Fetih’in de çıkarına olan bir durumdu; zira Fetih liderlerinin arzusu, FKÖ
içerisindeki Marksist-Leninist etkiyi dengelemekti. Ayrıca muhtemelen Fetih
liderleri, bu sayede Maoistler üzerinde daha güçlü bir kontrol tesis
edebileceklerini düşünüyorlardı.[70]
Filistinliler, Lübnan Milliyetçi Hareket saflarında
Lübnan iç savaşına girdiklerinde, sayıları tahminî yüzleri bulan ve henüz resmî
bir örgüt çatısı altında birleşmemiş olan Maoistler, muhtelif Fetih
komutanlarının emrine girdiler.[71] Ancak Şefik, Arafat ile Canpolat’ın Marunî
Müfrezesi’ni “tecrit etme” kararlarını, ilgili kararı Filistin liderlerinin iç
savaşa dâhil olmama siyasetinden kopmaya dönük bir adım olarak gördüğünden,
kabul etmedi.[72] Ama Maoistler bu hususta anlaşamadılar; Naci Alluş, Şefik’ten
ve Arafat’tan farklı bir konum alıp, Fetih’ten ayrıldı.[73]
1976’da Maoistler, nihayetinde Öğrenci Bölüğü isimli
bir bölük teşkil ettiler. Bölük, esas olarak Batı Beyrut’taki muhtelif
sektörler içerisinde faaliyet yürüten savaşçıların örgütsel çekirdeğiydi.[74]
1977’de grup Yermük Bölüğü[75] ismini aldı ve Güney Lübnan Ordusu’na[76] karşı Asifa’nın
parçası olarak savaşacağı güney Lübnan’a taşındı. Bölüğün kurucularından biri
olan Enis Nakkâş’a göre[77], “bölüğün Güney’de savaşan yüz yirmiden fazla
savaşçısı varken, [Lübnan] Ulusal Hareketi’nin elinde sadece birkaç düzine
asker vardı.”[78] Bölük, Nebatiye ve Litani Nehri yakınındaki bir tepenin
üzerindeki, Haçlı Seferleri’nden kalma bir kale olan Yüksek Kaya Kalesi’ni
tahkim etti. Kale, top atışları ile misilleme yapan İsrail güçleri ile
müttefiklerine karşı savaşçıların füze fırlatmak için kullandıkları bir mevziydi.
Bölük, sadece farklı mezhepsel[79] ve bölgesel geçmişlere sahip Filistinlileri
ve Lübnanlıları etkilemekle kalmadı, ayrıca Lübnan’da sürgünde bulunan Iraklı
komünistleri, Maoistleri ve İslamcılar[80] ile Fetih kamplarına askerî eğitim
için gelmiş İranlılar tarafından da beğeniyle karşılandı.[81] İranlılar, hem
Marksist bir grup olan Halkın Fedaileri’ne, hem de onun İslamî Marksist muadili
olan Halkın Mücahidleri’ne mensup savaşçılardı.[82] Bölük, tüm bu grupları,
sahip oldukları ideolojik farklılıklarına karşın, desteklemeye karar verdi.
Şefik’e göre, 1976-1978 arası dönemde yapılan muhtelif
askerî operasyonlar esnasında kırk “şehid”[83] verdi. Çalışmasının son bölümü,
İsrail’in Beyrut’u işgal etmesiyle başladı (“Celile İçin Barış” Operasyonu). 6
Haziran 1982 gecesinde, İsrail güçleri işgalin başlamasını müteakip yaşanan ilk
çatışmaların birinde Yüksek Kaya Kalesi’ni ele geçirdi. Buna karşın Yermük Bölüğü,
“Yüksek Kaya Kalesi Savaşı” üzerinden büyük bir şöhret elde etti, zira bölük
mensubu savaşçılar, İsrail ordusuna “azımsanmayacak bir kayıp”[84] yaşatmayı
bildiler. Ama buna rağmen işgal güçlerinin ilerlemesi ve birçok savaşçının
öldürülmesi üzerine bölük mensupları dağıldılar, sonrasında da ya Beyrut’a ya
da Bekaa Vadisi’ne geri çekildiler.[85]
Bu anlatımın ardından, Münir Şefik’in değerlendirmesi
giderek daha da muğlaklaştı, zira o, sonrasında Filistinlerin kendi içinde ve
Filistinlilerle Lübnanlı Şiiler arasında cereyan eden çatışmalara dair
ayrıntıları ifşa etmeyi pek istememektedir. Şefik’in ifadesine göre, Suriye
1983’te Arafat’a karşı bir ayaklanma içerisine girilmesini teşvik
ettiğinde[86], her ne kadar bölünmeye karşı çıksa da, Yermük Bölüğü, tarafını
belli etmek zorunda kaldı.[87] “Bölük, Trablus’a çekilmeye ve sadece terk etmek
istediği bir mücadeleye girmeye mecbur edilir” diyen Şefik, bu geri çekilmeyi
ayrıntısıyla izah etmiyordu.[88] Yazar, 1982 sonrasında bölükte bir avuç
Lübnanlının kaldığını ve bunların “yeni bir konum” belirlemeye çalıştığını
ifade ederek, “Lübnan kanadının yaşadığı deneyim”e şöyle bir değinmekle yetinmekteydi.[89]
Bu açıklamalardaki varsayıma göre birçok Lübnanlı bölüğü, ya İslam’a yüzünü
dönme politikasını kabul etme konusunda isteksiz oldukları için terk etti ya da
bu unsurlar Şii’ydiler ve muhtemelen önemli bir bölümü sonrasında Hizbullah’ı
kuracak olan grupların oluşumunda rol oynadılar.[90]
Maoizmden İslamcılığa toplu geçişin ilk örneği
Trablus’ta yaşandı, ama Münir Şefik, bölüğün liderlerinden olup, Maoist Arap
Lübnan Hareketi’nden ayrılıp İslamî Tevhid Hareketi’ne katılan İsmet Murad’dan
sadece bir dipnotta[91] bahsediyor.[92] Yazar, Tevhid Hareketi’nin oluşumunda
Maoistlerin etkili olduğundan, köken olarak Filistinli olan ve Yermük Bölüğü’nü
destekleyen, önde gelen ikinci Marksist lider, Halil Akkâvî’nin[93] kendi
kurduğu Halk Direnişi isimli örgütle birlikte Tevhid Hareketi’ne katıldığından
hiç bahsetmiyor.
1982’den 1985’e kadar Tevhid Hareketi, “kurtarılmış
bölge” olan Trablus’un önemli bir bölümüne hâkimdi ve Cebel Muhsin isimli Alevî
mahallesi hariç tüm şehirde Sünni ve Şiileri içine alan İslamî bir toplumsal
sistem kurdu. Söz konusu sistemde mahallelerin kontrolü yedi emirin elindeydi.[94]
Bu bağlamda, Suriye birliklerinin kısmen geri çekilmesi üzerine Arafat, Eylül
1983’te Lübnan’a geri döndü. Savaşçıları Trablus yakınındaki Bedevî mülteci
kampına, sonrasında ayrıca Nahrü’l-Barid’deki kampa konuşlandılar. Arafat,
Suriyeli solcu grupların direnişine karşı şehirdeki gücünü takviye etmek için
Tevhid Hareketi’ni malî ve askerî açıdan destekledi.[95]
Tevhid Hareketi, politik partileri ve çoğulculuğu
sömürgecilik mirası olarak gördüğünden reddetti ve “Trablus’a izzetini, insana
‘şeref’ini yeniden kazandırmak için şehri “arındırmak istedi.[96] 1983 yılının
Ekim ayının ortasında hareket, yirmi sekiz komünisti evlerinde infaz etti ve bu
eylemi kâfirlerin kanını dökmenin şeriata göre “helâl” olduğu tespitiyle
gerekçelendirdi.[97] Aynı dönemde, bir de Filistinliler arasında yoğun bir
çatışma baş gösterdi. Bu çatışmada Suriye destekli Fetih mensubu muhalifler,
Arafat’ın beş bin savaşçısına saldırdılar ve onları Aralık 1983’te Lübnan’dan
tekrar çıkmaya mecbur ettiler.[98]
Bu hikâye, Trablus’taki Maoistlerin sadece İran
yanlısı Sünni İslamcı hareketin safını tutmakla kalmadığını, ayrıca Arafat’ın
elindeki Fetih’e de sadık olduklarını, öte yandan kimi Marksist-Leninist
muadillerinin ise Fetih’i tasfiye etmek için Suriye ile işbirliği içerisine
girdiğini göstermektedir. Maoistlerin Arafat’a dönük sadakatini[99] Suriye’nin
Fetih’e karşı sürdürdüğü çevreleme siyasetiyle izah etmek mümkündür.
Kısa bir süre sonra Suriye stratejisi “kamplar arası
savaş”a yol açtı ve bu savaşta Suriye’nin desteklediği Şii Emel milisleri,
Beyrut ve Güney Lübnan’da bulunan Filistin kampları üzerinde kontrolü ele
geçirmeye çalıştılar.[100] Şefik, bu husus üzerinde pek durmaz ama bölüğün
kurucularından ve liderlerinden biri olan Ali Ebu Tevk’in “düşmanı görmediği
insanlar”ca[101], yani Emel milislerince katledildiğini söyler. Şefik’in
iddiasına göre, Ebu Tevk, yanlış bir savaşın içine, “zorla sürüklenmiştir”,
zira o, Lübnan’daki “Siyonist düşman”la savaşmak istemiş, 1986’da Şatila
Kampı’nda halkını savunmaya çalışırken, “şirk”in tuzağına düşmüştür.[102]
İhtida Sürecinde Devrede Olan Söylem
Maoistlerin ideolojik yönelim krizi 1976’dan 1982’ye
dek sürdü. Maoizmden kopuşlarının başladığı yer, sadece Mao’nun 1976’da ölmesi
ve “Dörtlü Çete”nin devrilişi değil[103], ayrıca Çin’in Birleşmiş Milletler’e
kabulü (1971) sonrası yeni bir dış politika belirlemesi ve Sovyetler’in
Mısır’dan çıkartılmasıydı (1973). Çin, Arap devletleriyle, özellikle Mısır’la
olan ilişkilerini zaman içerisinde geliştirdi ve Camp David görüşmelerini
(1977/78) açıktan mahkûm etmedi. Dolayısıyla, Fetih’le kurduğu ilişkilerde
belirgin bir soğukluk yaşandı.[104] Medeniyet Savaşında İslam (1981)
isimli eseri için kaleme aldığı önsözde Münir Şefik, kitabının, fikirlerinin
netleşmesine yardım eden, iki yıl boyunca dostları ve düşmanlarıyla yaptığı
tartışmaların bir semeresi olduğunu söyledi.[105] Fetih çizgisiyle yaklaşık bir
on yıl süreyle kavga ettikten sonra, Bahays ve Tamimî, aşağı yukarı aynı
zamanda yüzlerini “İslam sahası”na çevirdi.[106] Cihad grubunun oluşturulması
iki-üç yıl sürdü. Şefik’in ifadesine göre, 1984’ün sonunda Batı Şeria’daki
Fetih liderleri, Bahays ve Tamimî’yi artık desteklememeye karar verdiler. Ancak
bu karar, ikilinin faaliyetlerini etkilemedi ve eski yoldaşlarıyla kurdukları
işbirliği devam etti.[107]
Gelgelelim, Maoizmden cihadizme uzanan belirli, net
bir yol yoktu, ayrıca tüm Maoistler İslam’a ya da militan cihadizme bağlanmadılar.
Bugün Öğrenci Bölüğü’nde savaşmış ama Filistin yanlısı mesajlarını kitaplar ve
filmler aracılığıyla yaymak için savaş alanlarını terk etmiş, aralarında oyun
yazarı Roger Assâf[108], romancı İlyas Huri[109], felsefeci Tarâd Hamâda[110],
sosyolog Saûd Mevla[111] ve sinema yönetmeni Muhammed Suveyd[112] gibi
aydınların bulunduğu bir şöhretler kulübünden söz etmek mümkündür.
Ürdün’den gelen ve Öğrenci Bölüğü’nün ilk üyelerinden
biri olan Fethi Biss bile İslam’a ihtida etme hususunda Bahays ile Tamimî ile
tartışma yaşadığından bahseder. Kısa süre önce yayımlanan ve ihtilaflara yol
açan hatıratında[113] Biss, Lübnan’daki on yıllık politik ve askerî
mücadelesinden sonra, 1977 yılında, Ürdün’e dönüşünü ve mülteci kampında eczacı
olarak katkı sunmak için ailesinin yanına dönmek istemesi ile silâhlı
mücadeleye bağlılığını sürdürme arasında nasıl ikileme düştüğünü anlatır.[114]
Yoldaşlarıyla yaptığı tartışmalarda yoldaşları ona kendisine “devrimin
yeterince savaşçısı var” derler.[115] 1982 civarı, Bahays ve Tamimî, yeni
edindikleri İslamî görüşleri tartışmak için onun bürosuna gelir. İkiliye göre,
“Maoizm, mücadelelerinin devam etmesi için artık elverişli değildir ve dönüşüme
karşı çıkan [Biss gibi] Maoistler, kitle çizgisini ve bölüğü terk etmekte, oysa
büyük çoğunluk yeni konumu benimsemektedir.”[116] Biss, bu tespite karşılık
verdiği cevapta, İslamîleşmenin gerekli olmadığını, çünkü bölüğün asla İslam’a
karşı çıkmadığını, bölüğün kendisini “gösterişçi bir ideoloji”yle[117]
sınırlandırmasının, onun ilk başta belirlediği “dost cepheyi genişletme, düşman
cepheyi kırma” hedefine karşıtlık arz ettiğini söyler.[118]
İslamcılığa ve cihadizme geçmezden önce yaşanan ve
muazzam bir öneme sahip bulunan “Şam olayı”ndan ne Şefik ne de Bahays/Tamimî
bahsetmektedir. Bu boşluğun imalı olarak gösterdiği üzere, söz konusu isimler,
bu adımı ortak bir müzakere sonrası atmışlardır. İhtidası noktasında dinî
motife sahip tek isim, Lübnanlı Sünni bir aileden gelen Enis Nakkâş’tır.
Nakkâş, İslamcılığa geçişinde Tahran’da kıldığı bir Cuma namazının önemli bir
yer tuttuğunu söylemektedir.[119] İran Devrimi’nin kendisi üzerindeki etkisi,
onun 1980’de, Paris’te, Şah’ın son başbakanı Şapur Bahtiyar’a suikast
düzenlemeye çalışmasından belli olmaktadır. Aynı tespit, Nakkâş’ın dostu olan
ve Hizbullah’ın askerî beyni olarak faaliyet yürüten Lübnanlı Şii İmâd Muğnîye
için de yapılabilir.[120]
Münir Şefik, İslam’a geçişini, hâlihazırda Komünist
Parti üyesi olduğu dönemde, “Marx’ın fikirlerine yönelik” sergilediği, “epey bir
süre devam eden eleştirel tutum”dan doğan uzun bir “tarihsel süreç” olarak
tarif eder.[121] İddiasına göre, ihtidası “bireysel bir süreç” değildir ve
“İslam’a özel koşullar ya da şahsî kanaatler yüzünden değil, daha geniş bir
eğilimin bir parçası olarak” geçmiştir.[122] Ancak İslam’a toplu geçişinin
nihai adımının bireysel bir adım olduğunu, zira grup üyelerinin “kendi
içlerinde yeni bir savaş vermek” zorunda kaldıklarını kabul eder.[123]
Bazı üyeler, İslam’ı yürekten benimsediler ve bu
benimseme süreci, hâlâ meseleyi tartışmak isteyenlere kıyasla, daha hızlı
gerçekleşti. Mao Zedung’un ölümü sonrası Maoist Araplar Kültür Devrimi’nin
başarısız olduğunu düşündüler [124] ve günlerini, yüce sosyal, tarihsel,
ideolojik ve yöntembilimsel bilgiye sahip olduğuna dair efsanenin foyasını
meydana çıkartmakla geçirdiler.[125] Bunun yerine, Çin’deki Kültür Devrimi’nin
başarısızlığını (metinde geçtiği biçimiyle) “Avrupalı zihniyet”e, yani
“geçmişten bütünüyle kopulmasını salık veren “Avrupalı fikre” bağlandılar.[126]
Bu, 1980’de Humeyni’nin devrimci İran’da (Batılılaşmış) geçmişten bütün olarak
kopulmasına dair fikri geliştirdiği ve “İslamî Kültür Devrimi” anlayışını öne
sürdüğü koşullarda, kesinlikle geç kalmış bir eleştiriydi.[127]
Grup, kültürel farklılıklarından ötürü, “Batı”
Marksizmine ta en başından beri eleştirel yaklaştı. Örneğin söz konusu grup,
Marksizmin bağımsız bir (“Arap”) yorumuna bağlı kaldı; hitaplarda refik/refika
(yoldaş) yerine, (erkek için) akh, (kadın için) ukht kelimesini
kullanmayı tercih etti.[128] Ayrıca 1976 gibi erken bir tarihte Şefik, kardeşi
Ebu Halid Jûrj Şefik Asl’ın savaşta ölmesi sonrası kaleme aldığı yas şiirinde
“cihad ruhu”ndan bahsetmektedir.[129] Ama artık Maoistler, her devrimin
“hususîliği” ve kitlelerin nasıl kazanılacağı meselesi üzerine uzun soluklu bir
tartışma içine girmişlerdir.[130] 1978/79’da “Allahu Ekber” ve “Lâ ilâhe
illâllah” diye bağırarak Tahran sokaklarına akan kitleler onları epey
etkilemiştir.[131]
Bu noktada, birçok Maoist, Marksizmin uygulamaya
sokulamayacağı[132] İslam’ın da Filistinli ve Arap kitlelerinin yapacağı
devrimin bir aracı olabileceği sonucuna ulaştılar. Ama ayrıca onlarda, kendi
saflarında bile İslam’a geçişe karşı belirli bir direnç söz konusu olduğundan,
devrim için Müslüman kitlelerin seferber edilmesinde İslam’ın derinlemesine
kavranmasının gerekli olup olmadığına dair belirli bir şüphe söz konusuydu.[133]
Münir Şefik’e göre, söz konusu direncin sebebi, grup üyelerinin çoğunun
eğitimlerini Batı üniversitelerinde almış olmaları, bazılarının Müslüman
olmaması, hatta ateist oluşuydu, tam da bu nedenle söz konusu üyeler, İslam’ı
benimseme düzleminde önlerine çıkan “zihinsel ve psikolojik engeller”i aşamadılar.[134]
Yoğun çalışmaların ve tartışmaların ardından, grup üyeleri, İslamî “akaid”,
Allah’a iman, yaratılış, Hz. Muhammed ve Kur’an konusunda görece daha
derinlikli bir anlayışa sahip olmaksızın, kitlelerin İslam aracılığıyla
seferber edilmesi olarak tarif ettikleri “esas eksen”in herhangi bir değer
taşımayacağı, hatta asla güven telkin etmeyeceği sonucuna vardılar.[135] İman
olmaksızın herhangi bir devrimin yapılamayacağına dair fikir, onları önceki
materyalist düşüncelerinden vazgeçmeye ve onları devre dışı bırakmaya zorladı.
“Yıllarca kitle çizgisini aradık, oysa o dosdoğru
gözümüzün önündeydi ve biz onu görmüyorduk. İslam’ın bizim gibi ülkelerdeki
kitle çizgisi olduğunu anlamıyor musunuz? Eğer bizim devrimimizin özelliği
İslamî oluşu ise, o vakit devrimin özelliklerinin millî demokratik […] ya da
sosyalist olduğunu söylerken o özellikleri hangi mantıkla arayıp duruyoruz ki?
Bizim gibi ülkelerde devrim buradan neşet edecektir.”[136]
Sonuçta örgüt, yabancı ve yanlış bir “devrim
teorisi”nin tutsağı olduğunu fark etti ve Marksist teoriye yönelik kademeli
olarak yoğunlaşan itirazı üzerinden, kitlelerin nabzına giderek daha fazla
yakınlaştı.[137] Bununla birlikte örgüt, kitlelerin pratiği içerisinde
keşfedilmemiş etkin bir devrim teorisini talep etmekte haklıydı, çünkü
devrimler, Moskova ya da Pekin’den gelen hazır reçetelerle yapılamazlardı.[138]
Eğer Marx’ın “öncü, devrimin ebesi olmalıdır” sözünü Arap koşullarına tatbik
edersek, devrim Müslüman bir çocuk olmalıdır, “çünkü Arap ülkelerinde devrim,
sarışın ve mavi gözlü ya da sarı benizli ve çekik gözlü olarak doğmayacaktır,
ayrıca aklında Marksist bir seçenek bulunanlar, İsveç, Çin ya da Vietnam’a
gitmelidirler.”[139]
Örgütün İslam’a girişindeki son adımın bir habercisi
de “kadın meselesi” ile ilgili olarak yürütülen hararetli tartışmaydı. Münir
Şefik, grubu 1975-77 arası dönemde meşgul eden bu tartışmaya Kadınlar
Üzerine Konu Başlıkları isimli epey tartışılan bir makaleye katkı sundu.[140]
Şefik’e göre, tarihsel açıdan kadınlar, milletin ve ümmetin tüm mücadelelerine
iştirak etmişlerdi, dolayısıyla, onların da mevcut savaş süreçlerine dâhil
olmaları gerekirdi. Bu noktada Şefik, kadınlara yönelik umursamazlığın
Arap-İslam geleneğinde hiçbir yeri olmadığını iddia ediyor, bunun Arap
Dünyası’ndaki çöküş ile sömürgeci güçlerin tesis ettikleri sömürü süreçlerinin
bir ürünü olduğunu söylüyordu. Ancak yazının devamında, Şefik, kadınların
sadece milletin kurtuluşuna odaklanmaları, “erkeklerle mutlak eşitlik” ya da
“kadının kurtuluşu” gibi kimi ayrıştırmacı bir dava gütmemesi gerektiğine vurgu
yaptı. Şefik’e göre, söz konusu talepler, Arap tarihi için uygun değillerdi ve
“halkın çoğunluğunun karşı çıkacağı talepler” olmakla, burjuva ya da bireyci
bir yaklaşımı temsil ediyorlardı. Devamında bir ikazda bulunarak Şefik,
devrimcilerin kitlelere ulaşırken, kitleleri onların asla kabul etmeyecekleri
bir yöne zorlanamayacaklarını anlamaları gerektiğini söyledi: “Kadınların
kurtuluşu”, esas olarak gündem dışı bir konuydu. Şefik, kimi üyelerin bu
argümanları sahip oldukları toplumsal arka planları (sınıf, din, üniversite
geçmişi) sebebiyle kabul etmeyebilecekleri tespitine onay veriyordu. Hatta
örgütün yüzünü İslam’a dönmesi sonrası, önceden önemli bir rol oynayan
kadınların örgüte katılımını azaltabileceği sonucuna vardı. Ancak söz konusu
gelişmeyi, birçok kadın savaşçının otuz yaşına girmesi[141] ve savaş esnasında
Beyrut’a geri çekilmesi gerçeğine indirgedi. Fethi Biss’e göre, Şefik’in
makalesi, “her zamanki niteliğinden daha yoğun bir İslamî tona sahipti” ve
kendilerinin “biz gerçekten Marksist miyiz?” sorusunu sormasına sebep oldu.[142]
Şefik’in Maoistlerin ihtidasına dair anlatımında öne
çıkan bir yön de onun çıkarcı taktisyenlerden ayrışan, ahlâken dimdik duran
savaşçı imajına yönelik vurgusuydu. Maoistler, iç savaşa aktif bir biçimde
katılmış olmalarına karşın, Şefik, “Siyonist düşmana her türden silâhı
doğrultmak”[143] ve politik ya da inançsal bağlılıklarına bakmaksızın, tüm
taraflardan destek bulmaya çalışmak yerine, sadece Araplar arasında süren
çatışmalara benzin taşıdığını düşündüğü FKÖ’yü ve Arafat’ı suçladı.[144] Ona
göre söz konusu hata, Filistinlileri “düşman olmayan”[145] Marunî güçleri ve
Suriye ile karşı karşıya getirmişti. Ayrıca Şefik, FKÖ’yü Emel milisleri ile
Güney Lübnan’daki Şii halkıyla kurulan ilişkileri bozmakla da suçladı.[146]
Onun tespitiyle, Yermük Bölüğü’nün Emel üyeleri ile ilişkileri iyiydi[147] ve
bölük, Emel ile FKÖ’nün (seksenlerin ortalarına kadar çatışmasına mani olmuş,
halkı korumuş, ayrıca iki yapı arasında önemli bir arabuluculuk işlevi görmüştü.[148]
Yermük Bölüğü üyeleri dinî geleneklere saygılı olmuş, örneğin Ramazan ayı
boyunca oruç tutmuşlardı.[149] Şii halk, tam da örgütün İslam’a ihtida
etmesinden hemen önce, örgüt üyelerinin cesareti ve feda arzularından ötürü,
onlara Hüseyniyun[150] adını takmıştı.[151] Maoistlerin gurur duydukları,
kendilerine takılan diğer bir isim de Arap Dayanışma Cemaati’ydi, bu isim,
onlara Araplar arasında yaşanan çatışmaları reddetmeleri üzerine verilmişti.[152]
Şefik’e göre, Maoistler ayrıca, “Fetih’in vicdanı”
olarak, Filistinli güçlerin mahkûmları ve sivilleri öldürmesine, onlara işkence
ve sert muamele etmesine” karşı çıkıyorlardı.[153] Bunun bir örneği de Ocak
1976’da, Damur’da, Hristiyan sivillere karşı yapılan katliamlar esnasında
Maoistlerin savaş alanını terk etmeleriydi.[154] İç savaşın ilk iki yılında
yapılan katliamlar, Suriye ile FKÖ’nün 1978’deki Arap Birliği zirvesinde
çatışmaya geçici olarak son vermeyi öngören bir anlaşma imzalamalarına neden
olmuştu. Maoistler, bu anlaşmayı memnuniyetle karşılamış ve ateşkesten İsrail
ve Güney Lübnan Ordusu ile savaşmak için istifade etmişlerdi.[155] 1978 ve
1979’da, birliklerinin bir kısmı İsrail içine sızmayı becermiş, Hibron ve
Nablus’a iki ayrı saldırı gerçekleştirmişlerdi.[156] Şefik’in çıkarımına göre,
Maoistlerin “Siyonist düşman”a karşı savaşma isteği Fetih ilkeleriyle uyumluydu
ama FKÖ’nün de dâhil olduğu, Araplar arası iç çatışmalar bu ilkelere kesinlikle
aykırıydı.[157]
Filistin içinde ve Araplar arasında cereyan eden
çatışmalara atıfta bulunan Münir Şefik düşüncelerini, 1978’de yayımlanan bir
kitaptan yaptığı alıntılarla destekliyordu. Kitap, Bölük mensubu iki kişi
tarafından kaleme alınmıştı. Yazarlardan biri, Şefik’in 1976’da katledilen
kardeşiydi.[158] Yazarlar, esas olarak devrimcilerin ihtiyaç duydukları,
diğergamlık ve kardeşlik gibi ahlâk ilkeleriyle ilgiliydi.[159] Her ne kadar
Marksist bir arka plana sahip olsalar da yazarlar, Şefik’in tespitiyle,
“İslam’ın söyledikleriyle uzlaşan” etik ve ahlâk ilkelerini tarif etmekteydiler.[160]
Ona göre, örgütün Marksizmi ve “oportünizm”i terk edip Müslüman olmalarının ana
nedenlerinden biri, onun “dinî etik” ve “güçlü ahlâkî değerler”e dair belirli
bir kanaate ulaşılmış olmasıydı.[161] Yazarlar, “devrimciler şöhret, servet ya
da nüfuz peşinde koşmamalı, sadece Allah’ın yolunda savaşan adsız askerler
olmalı ve kitlesel devrim için gerekli katalizör (âmil musaid) rolünü
oynamalı” diyorlardı.[162]
Sadık Azmi’nin “Fetih’in Maoizmi” Eleştirisi ve
Şefik’in Cevapları
1973’te, Marksist felsefeci Sadık Celâl Azmi,
Filistinli Maoistlerin savaş anlayışlarını onun aşırı bir cesaret ve politik
bilinç yoksunluğundan dolayı çekilen bir ıstırap olduğunu söyleyip eleştirdi:
“Fedaileri
harekete geçiren ana unsurun, onların iyi savaşma, yaşama, mümkünse,
davalarının zafere ulaştığını görme yerine, davaları için ölme arzusu oluşunda
şaşılacak bir şey yok. Direniş hareketi (fedailerin bilinçleri ve davranışları
ile ilgili olarak) insanın kendisini feda etme tarzları arasında bir ayrım
gözetmez, yani onun için faydasız feda ile kendisi için feda ya da şehadetten
öte bir anlamı olmayan feda arasında bir fark yoktur, dolayısıyla bu feda
anlayışı, hareketin kendisine ait özgürleştirmeye dönük hedeflerine ulaşması
sürecinde, yaşanan ilerlemeyi anlama noktasında ödenmesi gereken bir
bedeldir.”[163]
Bu, epey öngörülü bir eleştiriydi, zira faydası
olmayan intihar eylemleri on yıl sonra mahkûm edildi ve bunun yerini, şehadeti
meselenin özü (iştişhad) olarak takdir eden bir mantık aldı. Müslüman
olduktan sonra Şefik, mücahidi “FKÖ gerillalarınca kullanılan ve kendisini feda
eden kişi” anlamına gelen “fedai”den daha kararlı olan ve cihad için savaşan
kişi olarak tarif ediyordu.
Bu noktada söz konusu gelişimi daha iyi anlamak için,
1973 tarihli tartışmaya geri dönmek gerekiyor. O tartışmada FKÖ gerillalarının
1970’te yaşanan “Kara Eylül” sonrası Ürdün’den kovulmalarının aslî sebebinin,
Münir Şefik ve yoldaşlarının aşırıcılıkları olduğunu söyleyen Sadık Azmi, Münir
Şefik, Naci Alluş ve diğer Fetih mensubu Maoistlere saldırdı.[164] Sadık
Azmi’nin kitabı, Filistin’deki askerî mücadeleye dair eleştirel bir soruşturma
niteliğindeydi. Her ne kadar Azmi, bu mücadeleye genel manada destek sunsa da,
o, tüm düzeylerde belirli bir iyileşmenin yaşanması için gerekli olan belirli
bir zeminin olduğuna inanıyordu.[165] Ona göre “Kara Eylül”, 1967’de Arap
ordularının yaşadığı yenilginin süreklileştirilmesiydi.[166] Filistinli
liderlerin Arap devletlerinin İsrail ile yüzleşememelerini doğru biçimde
eleştirdiklerini kabul eden Azmi, gene de bu liderlerin Arap rejimlerinden
kaynaklanan politik, toplumsal ve askerî sorunları miras aldıklarını düşünüyordu.[167]
Her ne kadar gerilla saldırılarının “Filistin devrimi”
olarak değerlendirilmesi yaygın bir husus olsa da[168] Sadık Azmi, söz konusu
terimi sorguladı. O, askerî mücadeleyi sadece “direniş” (mukavemet) olarak
görmekte, tam bir “devrim” saymamaktaydı.[169] Bu noktada Mao Zedung’un,
“silâhlı mücadele, devrim yapmak için ne yegâne ne de yeterli önkoşuldur”[170]
sözünü alıntıladı. Fetih’in toplumsal bir hareket olmak bile istememesine
hayıflanan Azmi, değerlendirmesini şu şekilde derinleştiriyordu [171]:
“Münir
Şefik’in görmezden geldiği, esas olarak şu kadar basit bir meseledir: Fetih’in
genel yönelimini yansıtan Şefik’in görmediği bu mesele, kitlelerin silâhlı
mücadeleye dönük duygusal bağlılıklarının, ayrıca devrim için kendiliğinden ve
doğal bir desteğin zorunlu oluşunun kitlelerin bilincinde önemli ve anlamlı bir
politik değişimi ister istemez oluşturmayacağı tespitine indirgenebilir.”[172]
Azmi’nin eleştirdiği diğer bir husus da “halk savaşı”
kavramıydı.[173] Bu aşamada Münir Şefik ve diğer isimleri “halk savaşı”
kavramını keyfî bir biçimde uygulamaya sokmakla, buradan da ortaya, “Fetih’in
Maoizmi” denilebilecek ve alabildiğine uydurma olan bir olgu çıkartmakla
suçluyordu. Söz konusu Maoizm, her türden ciddi içerikten ve gerçek Maoizmin
üzerine inşa edildiği temel dayanaklardan yoksun olan bir Maoizmdi; Bu Maoizmin
yegâne amacı, Çin deneyimiyle herhangi bir benzerliği bulunmayan her türden
devrimci deneyimle ya da Maoizmle bağlantılı kaynaklardan türememiş olan
Fetih’in politik çizgisini, onun karar ve taktiklerini meşrulaştırmaktı.[174]
Azmi ayrıca, Şefik’in, “kitlelere ve onların
becerilerine inanan kişi her zaman kazanır, çünkü tarihi yapan, kitlelerdir ve
onlar gelecekte değil, bugün, bizim gibi ülkelerde de tarihi yapacak
unsurlardır”[175] tespitine itiraz etti. Kitlelerin tarihi yaptığını kabul eden
Azmi, “ama karşılanması ve oluşturulması gereken birçok koşul vardır, işte
Fetih’in kabullenmediği, Münir Şefik’in bir kenara attığı gerçek budur”[176] dedi.
Çok kısa bir süre sonra kaleme aldığı cevabında Şefik,
Filistin mücadelesine “devrim” deyişini meşrulaştırmak için farklı örneklere ve
tanımlara yer verdi.[177] Ona göre, “on binleri bulan bir kitlenin sürece
katılmış olması, şehid, yaralı ve politik tutsak sayısının on binleri bulması”
gerilla hareketini bir devrim kılmakta”ydı.[178]
“Uzun süreli halk savaşı”[179] anlayışını ve kitlelere
olan inancını[180] savunan yazar, hiçbir Marksist-Leninistin Siyonizme,
emperyalizme ve karşı devrimci güçlere karşı verilen “kutsal savaş”ta yaralanan
ve şehid düşen binlerce insanı eleştirmeye hakkı olmadığını söyledi.[181]
Sonrasında şüpheyle yaklaştığı “aydın” (musakkaf) sözcüğünü tırnak içine
alarak, Azmi ile Fâtîma Bernâvî’yi[182] kıyasladı ve Bernâvî’nin Azmi’ye tercih
edilmesi gerektiğini, Azmî’nin “teslimiyet”ten başka bir yere götürmeyeceğini
söyledi.[183] Medeniyet Savaşında İslam isimli çalışmasında Şefik, söz
konusu tartışmayı dolaylı olarak yeniden ele aldı ve şu üç konunun üzerinde durdu:
yazar, Batı’yı tümüyle karşısına alıyor, Marksizmi reddediyor, “kitlesel
seferberlik” ve “halk savaşı” kavramlarını bu sefer İslamî manada yeniden
tanımlıyordu. Batılı kültür emperyalizmine yönelik bir saldırı olarak yazılmış
olan tüm metin, Oryantalizm isimli kitabından ötürü, FKÖ temsilcisi
Edward Said’i övmekteydi.[184] Şefik’in kanaatine göre, “emperyalist sömürü,
askerî, ekonomik ve politik iktidarın yeterli olmadığını bilinçli ya da
bilinçsiz olarak bilmektedir, onun kültür ve medeniyet üzerinden bir saldırı
gerçekleştirdiği, özellikle Araplara ve Müslümanlara ait ülkelerde, bağımlılığı
her şeyi kapsayan (şâmil) bir hâle sokmaya çalışmasının nedeni bu”ydu.[185] Bu
amaçla, Batı, rasyonalite-irrasyonalite, ilerleme-gerileme, ahlâk-ahlâksızlık
ile ilgili ölçütleri belirlemiş, böylelikle kendi yaşam tarzını, materyalist
inancını ve tüketici zihniyetini başka halklara dayatmak istemişti.[186]
Gerçekte Batı, kapitalizmin “küresel açgözlülüğü” yüzünden, her yönden, ahlâken
dibe vurmaktaydı.[187]
“Küresel açgözlülük” eleştirisi, Marksist düşünceyi ve
sosyalist ülkelerdeki pratik siyaseti de ihtiva ediyordu, zira sosyalist
ülkelerdeki iktidarlar da başka halkların sömürüsüne dayanıyorlardı. Bu noktaya
ışık tutmak amacıyla Şefik, bir Arap Marksisti ve bir Fransız Marksisti
arasında hayalî bir tartışmaya yer verdi. Her iki tarafın ülkesinde sosyalist
devrimin gerçekleştiği varsayılan kurguda[188], Arap Marksist, Fransız
yoldaşına Pegueot marka arabayı yarı fiyatına satıp satamayacağını, petrolü iki
katı fiyata alıp alamayacağını sordu. Fransız, bu tarz bir küresel adaletin
ancak dünya devriminden ve tüm Fransız proletaryası uygun bir yaşam standardına
kavuştuktan sonra uygulamaya konulabileceğini söylüyordu. Şefik buradan şu
sonuca varmaktaydı: kapitalist ve sosyalist ekonomiler, aynı açgözlülüğe ve
Batılı olmayan ülkeleri sömürme konusunda, aynı tarza sahiplerdi. Bu ünlü
tartışma[189], sömürülen Müslüman kitlelerin seferber edilmesi gerektiği
anlayışına katkı sunuyordu.
Şefik’in üzüldüğü diğer bir husus da Batılılaşmayla
yüzleşen Müslümanların esas olarak iki başarısız yol takip etmiş olmalarıydı:
modernizasyon çağrısı ya da modernite ile tarihsel mirası uyumlulaştırma
talebi.[190] Ona göre, ahlâkî ve manevî açıdan farklı olan Müslümanlar, yaşam
tarzlarını “İslam devrimi” ve “İslam’ın bütünlüğü” üzerine kurmalıydılar.[191]
Bu noktada Batı’nın tümüyle terk edilmesi gerekliydi, “zira bize karşı
sürdürülen topyekûn savaş (harbü’ş şâmile) ancak topyekûn bir savaşla
cevaplanabilir”di.[192] Bu savaş, İslamî söylemde önemli bir terim olan,
tevhide muhtaçtı[193]; Filistin’in kurtuluşunu hedefleyen bu savaşta tevhid,
emperyalizme karşı gerçekleştirilecek seferberliğin odak noktasını teşkil
etmekteydi.[194] Emperyalist güçlere karşı yürütülecek cihad da Müslümanlar
arasındaki “birleşme süreci”ni güçlendirecekti[195], “zira Filistin, tevhidin
adı hâline gelmişti.”[196] Söz konusu mücadelenin kültürel kaynakları
kitlelerin içinde mevcuttu ve kesinlikle ithal edilmemelilerdi. Şefik, esas
olarak şu husus üzerinde duruyordu:
“Bizim
ikircimsiz, sarsılmaksızın ve asla tereddüt etmeden, kitlelerin üzerinde
durduğu zeminde olmamız şarttır. […] Halk olmaksızın herhangi bir gelişme
mümkün değildir. […] Bizler, ümmetin ruhu ve nabzı ile çağdaş değiliz, o ruha
ve nabza yabancıyız, kitlelerin dayandığı tarihsel mirasa sırtımızı
yaslamıyoruz.”[197]
Şefik’e göre “kitle çizgisi”, ancak İslam ile birlikte
mümkün olduğundan, seküler Marksistler kitlelerin kurtuluşu yönünde çağrıda
bulunduklarında, esas olarak kendileriyle çelişiyorlardı.[198] Askerî
mücadelenin sorunları, fedakârlıkları ve engelleri üzerinden, teorik muhakeme,
Filistin’in kurtuluşu için yürütülen cihada herhangi bir alternatif sunmamıştı.[199]
Her ne kadar devrim, [Filistin’deki] imha ve soykırım
sürecini durdurmuş olsa da, birilerinin onun Siyonist yapıyı imha edip
Filistin’i kurtarmamış olmasını eleştirmesi mümkündü.[200] Bu itiraz Şefik’e
göre haklıydı ama silâhlı mücadelenin başarısız olup olmadığı sorusunu sormak
kesinlikle yanlıştı. Bunun yerine, zaferin tıpkı Filistin’in haçlı
savaşçılarından kurtarılmasında olduğu gibi, “geniş Arap ve Müslüman halk
güçleri”nin savaşa katılmasına muhtaç olduğunun anlaşılması gerekiyordu. Bu
nedenle, “devrimi sorgulayan herkesin savaş alanlarına gitmesi, böylelikle
zafere dek savaşmaya cüret eden mücahid kitlelerin nicel olarak genişlemesi
şart”tı.[201]
Şefik, Azmi’nin “kitle çizgisi” eleştirisine dolaylı
olarak karşı çıkıyor, Filistin için kitlesel seferberliğin tek başına yeterli
olmadığını öne sürüyordu. “Kitlelere güven” meselesini yeni bir çerçeveye
oturtan yazar, muhtemel en büyük düşmana karşı savaşan muhtemel en büyük
savaşan birimin oluşturulması meselesi üzerinde duruyor, Filistin’in kurtuluşu
mücadelesinin Müslümanların Batı’ya karşı verdikleri topyekûn savaşla el ele
gitmesi gerektiğini söylüyordu. Bu tespitten ayrı olarak, Şefik, İslam’ın yeşil
bayrağı altında “gerçek” bir cihad verilmesi gerektiğini söylediğinde, Doğu’nun
sömürülen kitlelerinin cihad için kızıl bayrak altına toplanmasına çabalayan
Sovyet komünistlerinin kullandığı retoriğe dayalı, benzer bir stratejiye
başvuruyordu.[202]
Seçici ve Biriktirici İhtida
Bahays ve Tamimî’nin Hapishane Parmaklıklarının
Arkasından İslam ve Marksizme Dair Sorular adlı incelemesi, Şefik’in Medeniyet
Savaşında İslam çalışmasının popülerize edilmiş bir versiyonu olarak
görülebilir. Soru-cevap şeklinde kaleme aldıkları incelemede yazarlar,
Marksizmi terk etme gerekçelerini açıklarlar. İslam’ı benimsemeleri, sadece
dinî bir ihtida değil, yeni bir ideolojik yönelim olduğundan, inceleme gayet
seçicidir, kimi heretik özellikler taşır ve tarikatlarla psikososyal gruplarla
ilgili Alman Parlamentosu Hakikat Komisyonu araştırma projesinde geliştirilen
tipoloji bağlamında, “biriktirici ihtida süreci” olarak kategorize edilebilir.[203]
Her ne kadar özgün araştırma, insanların neden köktenci olduklarını tek yönlü
olarak inceliyor olsa da, tipoloji, ihtida süreçlerinin, sadece dinî motifler
veya motivasyonlarla izah edilemeyecek çok katmanlı bir görünüş ve söyleme ait
farklı versiyonlar ürettiğini gösteren, deneme-yanılmaya dayalı bir model
olarak tatbik edilebilir.
Biriktirici ve seçici ihtida süreçlerini diğer ihtida
biçimlerinden ayırmak mümkündür: tek bir kültüre dayalı, tekil, kapalı bir dinî
sistemi seçen mühtedi ile (tek tip ihtida), ailesi ya da sosyal ortamında
baskın olan dinî yönelimi kendinde yoğunlaştıran mühtedi (yoğunlaşma).
Biriktirici heretiğe göre, aile ya da özgün sosyal ortam onun tercihlerini
etkilemez ve o diğer olasılıkların farkındadır. Fail, kapalı bir dinî inanç
sistemi arayışında değildir, aksine mevcut ilkeler çeşitliliği içinden belirli
unsurları seçer. O, dinî açıdan açık ortamları tercih eder ve fikirleri ile
davranışında belirli bir esnekliği kendince korur. Söz konusu fail, bir tür
açık fikirliliği ve farklı arka planlara ait akideleri kendisindeki yeni inanç
sisteminin köktenci özüyle birleştirir. O, bilişsel, teolojik veya dogmatik
çelişkilere pek dikkat etmez ama çelişkili unsurları birbirine bağlayan
ontolojik bir çerçeve kurar. Bu bağlamda, esasında eski Maoistler, varoluşsal
itirazları karşısında, Müslüman savaşçıya ait görevlerden dem vurmaktadırlar.
(1) Seçicilik
Çalışmalarının başından itibaren Bahays ve Tamimî,
yoldaşlarının bir politik teorinin meşruiyetini nereden aldığına ilişkin
sorusunu cevaplarken, kendilerindeki İslam inancının seçiciliğine işaret ediyordu:
mesele, söz konusu meşruiyetin teorinin mevcut koşullarla ve gerçekliğin
ihtiyaçlarıyla sağladığı uyumdan mı (ki bu, Marksizm için geçerli bir
meseledir) yoksa teorinin sahip olduğu nüfus kâğıdından mı (yani İslam’dan mı)
elde ettiğiydi.[204] Verdikleri cevapta yazarlar, kendilerinin İslam’a “dinin
Arap mirasının bir parçası olduğu”na dair önerme üzerinden geçtikleri tespitine
karşı çıktılar. Aksine, onlara göre, tüm miras doğalında ve verili olarak doğru
ve uygun değildi:
“Mirasın
parçası olan her şey bilimsel ve doğru değildir ki takip edilsin. Mirasın
parçası olan bir şey geçip gitti diye onu reddetmek de olmaz. Ecdadın ve
torunlarının taşıdığı mirasta öğretisel, yöntemsel ve teorik açıdan her zaman
doğru bir şey vardır.”[205]
Ayrıca yazarlar, yoldaşlarının onların İslam’a
Müslüman kitleleri daha kolay kazanmak için geçtikleri iddiasına da itiraz ediyorlardı.[206]
Bu noktada Bahays ve Tamimî, İslam şemsiyesi altında gerçekleştirilecek
kitlesel seferberliğin zor olduğunu ve bunun “akıntıya karşı yüzme”ye
benzediğini söylediler.[207] Yazarlara göre, aslında İslam’ı kitlesel
seferberlik için bir araç olarak kullanmak, cihad daha fazla fedakârlık talep
ettiğinden, hiç de popüler bir mesele değildi.[208] Ama öte yandan, “İslam
sahası”na girmek, doğru yönde atılmış ilk, doğru ve gerekli adımdı.[209] Her
şeyden önce bunun ilk nedeni, yazarların İslam’a ve Allah’a inanmaları, ikinci
nedeni de İslam’ın doğru “devrim teorisi”ni bulmaya katkı sunmasıydı.[210] Son
olarak yazarlar, eğer bir devrim olacaksa, bunun yalnızca İslamî bir devrim
olacağına ikna olduklarını beyan ediyorlardı: Lâ savra fî bilâdinâ illâ
savra islamîye.[211]
(2) Açık Fikirlilik
Filistinli mühtediler, İslam anlayışı ile ilgili
olarak, açık fikirliliği uzlaşmaz bir cihad anlayışı ile birleştirdiler.
Yazarlar, Müslüman Kardeşler’in (her yer ve zaman için) “İslam çözümdür”
şiarına şu tespitle zımnen itiraz ettiler: “İslam, günümüzde yaşanan güçlüklere
verilecek, önceden belirlenmiş cevaplara sahip değildi, çünkü “İslam için,
günümüzde yaşayan insanların anlayışı ve ilgili zamanda yaşanan sorunlar
belirleyici”ydi.[212]
Yazarların kanaatine göre İslam, “genel ilkeler sunsa
da yaşanan dönüşümler ve maddî ilerleme ile uyum içerisinde olan bir içtihad
dâhilinde ele alınacak detaylara müdahale etmiyor”du; bu özelliği, ayrıca şûrâ,
mülkiyet ve tekâfül (dayanışma) gibi kavramlara işaret etmekteydi.[213] Bahays
ve Tamimî’ye göre, “İslam’ın günümüzde yaşanan güçlüklere yönelik cevapları”
vardı ama “bu, çözüm bulmak için yüzlerini İslam’a döndüklerinde, hukukî kanaat
bildirme ve bağımsız yorumda bulunma yetkisi bulunanların ellerinde bir sihirli
değnek bulunmadığı anlamına geliyor”du.[214] Günümüzde karşılaşılan güçlüklerin
çözüme kavuşturulması, çetrefilli bir konuydu: bu sebeple yazarlar,
yoldaşlarına ısrarla şunu söylüyorlardı
“Burada
önerilen, İslam’ın yönteminin insanlarca tatbik edilmesine dönük bir gayret
olduğunu ve insanların hata yaptığını asla unutmayın. […] Liderlerin ve
müçtehidlerin hata yapmamaları gibi bir durum asla söz konusu değildir.”[215]
Dolayısıyla, devrimci bir fikir olarak İslam’ın
benimsenmesinden sonra, “ek araştırmalar, çalışmalar ve incelemeler yapmak,
kimi girişimlerde bulunmak gerekmekte”ydi, ama ne olursa olsun “İslam sonuçta
elde edilecek başarı için zarurî”ydi, zira “diğer yollar, baştan sona başarısız
olmaya mahkûmlar”dı.[216]
İslamî Cihad grupları, ideolojik farklılıklarına
rağmen, FKÖ içerisindeki farklı hiziplerle birlikte çalışma eğilimine sahip
olmakla tanınırlar. Bu sebeple yazarlar da, İsrail’e karşı mücadelenin
“kardeşlik ruhu, birlik, işbirliği ve güven” içerisinde sürmesi gerektiğini
söylüyor, devamında şu tespiti yapıyorlardı:
“Biz,
farklılıklardan ziyade ataletten korkmalıyız […]; biz, fikirlerin çoğulluğundan
değil, fikirlerin sansür edilmesinden korkmalıyız. […] Biz, birliği, farklılığı
ve mücadeleyi çoğulculuk dâhilinde inşa etmeliyiz. […] Birliğin düşünceyi
dizginlemesine ya da düşünce özgürlüğünün birliği dizginlemesine asla müsamaha
gösterilemez.”[217]
(3) Marksizmi Çürütmek
Bahays ve Tamimî’nin kitapçığı, tarihsel eleştiri
silâhları ile Marksizmi mağlup etme teşebbüsüdür. Yazarlar, Marksizmi kültürel
açıdan Avrupa’da temellendirilmiş olan bir teori olarak takdim ediyor, onun
Üçüncü Dünya için uygun olmaması sebebiyle akim kaldığını söylüyorlardı:
“Özgürlük
ve bağımsızlık için verilen mücadeleye kitle desteği kazandırmak yerine, o,
despotik, bürokratik bir devlete dönüşmüş, öncü partisi ile birlikte halktan
tecrit edilmiş ve tam da genel siyasetin ve gizli servislerin yaptığı şeyi ifa
ederek, tüm özgürlükleri dizginlemiştir.”[218]
Marksistler, ellerinde “sihirli değnek” olduğuna
kanidirler ama hiçbir Marksist kitap, geçerliliğini beş yıldan fazla muhafaza
edememiştir.[219] Bu nedenle “vakit, Marksizmin ‘nesnel ve bilimsel olduğunu,
hakikatin sırlarını bildiğini’ söyleyen ‘entelektüel terör’e son verme
vaktidir.”[220]
Yazarların yürüttüğü tartışma, Marx’ın Britanya
sömürgeciliğinin Hindistan’daki geleneksel toplum üzerindeki “yıkıcı
etkiler”ine dair ünlü tanımına atıf yaparak devam etti.[221] Marx’ın görüşüne
göre, İngiliz “sermaye”si veya “endüstri”si, temelde hem Avrupa hem de Avrupa
dışı toplumları dönüştürecekti; buna göre, Hindistan’daki baskıcı “köy
kültürü”ne ait sosyal ağı acımasızca yok eden kapitalizme ait gücün ve “aptal”
İngiliz yönetiminin Asya’da devrime yol açacağı tespiti, tarihin bir hilesinden
ibaretti.[222] Bahays ve Tamimî’nin iki kez alıntıladığı tespite göre Marx,
Britanya’nın eski Asyatik düzeni “Avrupa medeniyetinin tohumlarını ekmek
suretiyle” yıkmasının ona ait “iki başlı bir tarihsel görev” olduğunu söylüyordu.[223]
Şurası kesin ki yazarlar, Marx’a ait bu pasaja yönelik eleştiriyi esasen Münir
Şefik’in ve Edward Said’in yazdıklarından biliyorlardı.[224] Yazarların
kavrayışına göre Marx’ın analizi, Avrupa sömürgeciliğinin meşrulaştırılmasından
başka bir şey değildi; bu analiz özünde, yazarlara göre, kendilerinin o günkü
“medeniyet”in “yıkıcı bir medeniyet” olduğuna ilişkin argümanlarını teyit ediyordu.
Kapitalist ve komünist devletler, Üçüncü Dünya’da, “gerçek bir bağımsızlığa”
asla ulaşamayacak olan, Batılı toplumlara bağımlı toplumlar yaratmışlardı.[225]
Gerçek bir reçete, ancak her türden emperyalist saldırganlıktan köklü biçimde
ayrışan İslamî futûhât (fetihler) ile başlayan, halkları yozlaşma ve yıkımdan
kurtarmış olan İslam medeniyetinde (hazâra) bulunabilirdi.[226] İslamî adalet
modeli ve dayanışma yeniden dirilir dirilmez, emperyalizme ve Siyonizme karşı
“gerçek bir bağımsızlık mücadelesi” de başlama imkânı bulacaktı.[227]
Yazarların tespitine göre komünizm, kitlelerin durumu
ile kendi sunduğu vaatler arasındaki uyumsuzluk yüzünden başarısız olmuştu.
Komünizmde “öncü seçkinler” kendisini geleneksel toplumdan tecrit etmiş ve ona
karşı konumlanmışlardı.[228] İktidardaki komünistler, görüşlerini kendi
toplumlarının gelenekleriyle uyumlu hâle getirememişlerdi.[229] Ancak Bahays ve
Tamimî’ye göre, gerçek gelişme ve bağımsızlık ancak kitleler eliyle
gerçekleştirilebilirdi, kitlelerin inançlarına karşı çıkan “seküler ve Batılı
programlar”la değil. İslam’ın “medeniyetimiz”deki merkezî konumuna bağlı
olarak, özgürlük ve gelişme, ancak İslam’ın katkısıyla elde edilebilirdi.[230]
Temel niyet, “Siyonist düşmana nihai bir mağlubiyet yaşatmak” dâhil, ümmetin
tüm yüzeylerinde başarılı bir gelişmeyi koşullamaktı.[231] Tıpkı kurtuluş
teolojisi üzerinden Katolikliğin Latin Amerika devrimlerinde önemli bir rol
oynaması gibi[232] İslam da Afrika ve Asya’da aynı rolü üstlenmeliydi. Diğer
halklar gibi İslam ümmeti de kimliğinin Batı medeniyeti tarafından ezilmesine
mani olma hakkına sahipti ve bu noktada bağımsızlık, özgürlük ve gelişme için
Batılılaşmaya itiraz etmek zorundaydı.[233]
(4) Ontolojik Yeniden Çerçeveleme
Bahays ve Tamimî’nin ontolojik çıkış noktası, Allah’ın
yarattığı ve insanların değiştiremedikleri “insan doğası” anlamında, fıtrat
kavramıydı.[234] Fıtrat, şahsî heveslerle yüksek ahlâkî değerler arasında süren
çatışmalar türünden, insan doğasına ait “çelişkili sabiteler” arasında yaşanan “bitmek
bilmez mücadele”yi ifade ediyordu.[235] Buradan yazarlar, “ana çelişki”yi
toplumsal ilişkilerden insan doğasına kaydırıyorlardı: “İslam insanla ilgilenir
ve onu ilerlemeyi veya gecikmeyi ölçmenin ölçütü hâline getirir.”[236] Onlara
göre, İslam insan hayatına ait tüm yönler için uygun “kapsamlı bir yöntem”
iken, Marksist materyalist insan anlayışı tek taraflıydı.[237]
İslam, maddî, manevî ve tabiî ihtiyaçlar arasında
denge kurar iken, Marksizm maddî ihtiyaçlara odaklanarak, kitlesel kıyımı
ilerleme olarak meşrulaştırır ve insanı üretici güçlerle açgözlülüğün
hizmetkârı addediyordu.[238] Tarihi bencilce yürütülen bir hâkimiyet yarışı
olarak gören Marksizm, eşitliğin millîleştirme suretiyle temin edilebileceğine
dair inancından ötürü, insanlar arasında eşitliği tesis edeceğine yönelik
vaadini yerine getiremezdi.[239] İslam ise hiçbir zulüm ve adaletsizlik
biçimini kabul etmiyordu, bu nedenle, zalimle mücadele, Allah’a imanın mütemmim
cüzüydü.[240] Feodal, kapitalist ve sosyalist ülkelerdeki efendiler,
iktidarlarını kendilerine yönelik her türden saldırıyı yasadışı bir eylem
olduğuna hükmeden yasalar çıkartmak suretiyle meşrulaştırıyorlardı.[241]
Yasalar, iktidardakilerin muhtelif ihtiyaçlarını karşılamak için çıkartılıyorlardı;
ayrıca Batı’da insanlar, (eşcinsellik ya da heteroseksüel ilişkilere dair
normlar gibi) her türden ihtiyacı kamusal çıkar ve insanlığa dayanarak meşru
kılıyorlardı. Sosyalistler, komünistler ve seküleristler işe inançları için
dövüşmekle başladılar ama sonrasında sahip oldukları değerler uçup gitti, çünkü
onlar, ne kendi şahsî arzu ve heveslerine karşı mücadele yürütüyor ne de salt
kendilerine hizmet etme üzerine kurulu yaklaşımlarını sorguluyorlardı.[242]
(5) Çelişkiler: Marksizmin ve Modernitenin Dolaylı
Olarak Tasdiklenmesi
Moderniteden ve sahip olduğu çelişkilerden kurtulma
fikri, aynı ölçüde modern bir fikirdir. Söz konusu fikir, modernitenin daha iyi
bir alternatif bulmak suretiyle alt edilebileceği fikriyle bağlantılıdır. Eski
Maoistlerin İslam’ı moderniteye karşı alenen ya da zımnen bir alternatif olarak
çıkartmaları da söz konusu paradoksu yansıtmaktadır.
İlk olarak Şefik ve Bahays/Tamimî, hem Batılı
düşüncenin sınırları karşısında, İslam’ın sahip olduğu kapsamlılığı hem de
Batı’daki ahlâksızlık ve tüketimcilikle kıyaslandığında, İslam’ın sahip olduğu
ahlâkî yapıyı sorguladı. Ancak Bahays/Tamimî’nin tespitine göre Müslümanlar,
daha fazla maddî ilerleme, adalet ve politik iktidar arzulamakta ve bunları hak
etmekteydiler. Bu söz Şefik’in şu sözüyle uyumluydu: “Bana göre, bugün
Marksistlere kıyasla Müslümanlar daha fazla politik ve daha
materyalisttirler.”[243] Mühtediler, sadece İslam’ı propaganda etmekle
kalmazlar, ayrıca kitlelerle ve onların maddî ihtiyaçlarıyla uyumlu, daha iyi
birer Marksist olarak davranmaya çalışırlar.
İkinci olarak, Bahays/Tamimî, “İslam sahası”na
girişlerinin ana motivasyon kaynağının şahsî çıkarları ya da politik
pragmatizmleri olduğu anlayışını hükümsüz kılmak için uğraşan Bahays/Tamimî, sadece
kişiye hizmet eden bu türden motivasyonların yazarların oportünizm
eleştirileriyle ve varlıklarına dair, yüksek amaçlara özverili biçimde adanmış genel
resimle çeliştiği düşüncesindedir. Ancak bu noktada Şefik’in yazılarından,
Maoistlerin İslam’ı benimsemek suretiyle, daha fazla güç, destek ve meşruiyet
elde etmeyi umdukları sonucuna varmak mümkündür.
Üçüncü olarak, Bahays/Tamimî, diğer politik projelerle
kendi politik mücadelelerini ayrıştıranın İslamî idealler olduğunu iddia ediyordu.
İkili, “barbarlığın gene barbarlara ait araçlarla tasfiye edilmesi gerektiğine”
dair komünist mantığı reddediyordu.[244] Ama bu aşamada ne şiddetin barbar
biçimleriyle barbar olmayan biçimlerini ayıran bir tanım yapıyor ne de
tariflerinin İslamî ideallerle uyumlu olduğuna dair bir kanıt sunuyordu.
Şefik’in “topyekûn savaşa karşı topyekûn savaş” çağrısı, İslamcılar arasında bu
hususla ilgili herhangi bir uzlaşmanın bulunmadığını ortaya koyuyordu.[245]
Dördüncü olarak, eski Maoistler, kendilerini “Batılı
modernite” tarafından sömürülen ve tehdit edilen “geleneksel dünya” ile tanımlıyor,
moderniteyi “gerçek” gelişme olarak gördükleri şeyle aşmak istiyorlardı Marx’ın
küresel kapitalizmin modernize edici-yıkıcı etkisinin tüm gelenekleri silip
süpürdüğüne ilişkin analizini reddediyor, bunun yerine, söz konusu etkinin
sadece eskimiş gelenekleri ortadan kaldırmasını, bu sürece Siyonistlerin ve
emperyalistlerin de dâhil olmasını istiyorlardı. Yazarlar, ayrıca tarihin
hilesinin[246] toplumsal devrimlere neden olduğuna ilişkin düşünceye karşı çıkıyor,
buradan da geleneğin ve kimliğin muhafaza edilmesi amacıyla, silâhlı mücadeleye
yönelik bir savunma gerçekleştiriyorlardı. Bu sebeple ikili, hem yıkıcı
etkilerinden yoksun bir ilerleme hem de engelleri bulunmayan, uzlaşmaya itmeyen
bir gelişme ve adalet arzuluyordu.
Bahays ve Tamimî, modernleşmenin yıkıcı yanından
çıkışı öngören bir strateji arayıp durdu ama sürekli askerî eyleme yönelik
çağrıları üzerinden, adaletsiz biçimde boyun eğdiklerini düşündükleri,
modernitenin yıkıcı gücünü bir biçimde muhafaza ettiler.
Sonuç
Maoizmin ideolojik planda cihadizme dönüşmesi, bir
dizi politik olayla eşzamanlı olarak gerçekleşmiştir. Gerillaların Ürdün’den
(1970) ve Lübnan’dan (1978/1982) çekilmeleri, Fetih hareketinin iki muhalif
kampa ayrışmasına neden oldu: kamplardan biri, İsrail ile yaşanan çatışma
sürecinin uluslararası hukuka uygun olarak, “anlaşma”yla sonuçlanması eğilimine
girerken, diğer taraf ise, Filistin’in “kurtuluş”una dek silâhlı mücadelenin
sürmesini istedi. “Cihad” kavramının, gerilla taktiklerine muhalif olacak
biçimde, yeniden takdim edilmesi, 1974’ten itibaren, FKÖ’nün iki devletli
çözümü kabul etme eğilimi gösteren bir stratejiye yönelmesine bir cevap olarak
gerçekleşti. Hem bu eğilim, hem FKÖ gerillalarının Lübnan iç savaşında içine
düştükleri, felâkete yol açan karışıklık, hem de İsrail ordusunun yaşattığı
somut yenilgi, Filistinli gerillaların taktikler, güç ve amaçlar konusunda
hayal kırıklığı yaşamasına neden oldu. Sürekli birlik çağrısı yapmalarına
rağmen, Filistinli ve Lübnanlı Maoistler, bu sürece, savaş alanlarından çekilme
ya da muhalefetle geçmiş on yılın ardından, Fetih’ten koparak tepki verdiler.
Tekil ve kolektif yolculuğu kendisini militan
İslamcılığa götüren söz konusu hizip, Marksizmi aştığına kani oldu. Bu değişim,
Arap Solu, Fetih ve Müslüman Kardeşler ile araya konulan mesafeyi işaretleyen,
seçici, biriktirici ve çelişkili bir inanç sistemiyle ve anti-emperyalizmin,
kurtuluş mücadelesinin ve Arap-İslamî kimliğin teşkil ettiği bir karışımın
takdim edilmesiyle sonuçlandı.[247] Bu kesişimler farklı sempatizan unsurlara
cazip geldi.
Cihadistler, Rus ve Çin modellerinin yerini alacak,
İran benzeri bir devrimi savundular ve örtük olarak, ilerleme fikrini, yani
İslam’ın önceki deneyimleri özetleyip aştığına dair fikri ihya ettiler.
Maoistler, şehadeti ve inançlarını savundular, buradan da, yeni İslamî idealler
ile birlikte, Filistin’in kurtuluşunun ancak silâhlı mücadele yoluyla
gerçekleştirilebileceğini söylediler.
Sırtlarını Marksist enternasyonalizme dönen Bahays ve
Tamimî’nin, esasen İslamî olmak istemelerine karşın, kurtuluş teolojisine
yönelik olumlu atıflar yapması, şaşırtıcıdır. Ancak öte yandan, dini
anti-emperyalist bir güç olarak anlamaları, onların kimi Latin Amerikalı
örneklerden uzak olmadıklarının bir delili gibidir. Gene de Münir Şefik,
kurtuluşu ve devrimi, ister Batı’ya karşı bütünsel bir savaş olarak tanımlasın
ister tanımlamasın, onun bir “kurtuluş teologu” unvanını almaya hak ettiğini
söylemek pek mümkün değildir.[248] Ayrıca Maoistlerin deneyimi, “oldukça erken
İslamîleşmiş” bir deneyim olarak da görülemez, burada Marksizm ve İslamizm
arasındaki gerçek bir izdivacın, Ernst Bloch’un “somut ütopya”sının,
arzulandığı biçimde gerçekleşmesi ile sonuçlanmasından söz edilemez.[249] Hem
Maoistler hem de cihadistler, esasında ilkin Maoist Çin, sonrasında İslamcı
İran ile, yani Filistin yanlısı bir güçle ve ideolojiyle ittifak kuran
faillerdi. Kitlesel seferberliğe, ittifaka, silâhlı mücadeleye ve şehadete
düşkünlükleri, ne özelde kurtarıcı ne de dinî bir şey olarak görülebilir; bu
düşkünlük, gerçekte yaşanan değişimde muhafaza edilmiş, İslamî terimlerle ifade
edilen bir tür uzlaşmazlığa dönüşmüştür.
Temelde değişen husus, kültürel ve dinî argümanların
da adım adım dâhil edildiği, politik şiddetin meşrulaştırılmasıyla ilgili
Maoist çerçevenin militanlarca açılmasıdır. Bu nedenle enternasyonalizme
özgüllük, eleştiriye inanç, Allah’ın iradesine de tarihsel zorunluluk eşlik
eder. İslamîleştirilmiş bir “devrim teorisi”ne sahip olan Maoistler, birlik
hâlinde kaldıkları sürece, koşullara bakılmaksızın, kitlelerin sahip oldukları
tarih yapma becerilerine inanıyorlardı. Düşman galip geliyor görünse de tarih,
yenilmeyen inanç ve birliklerine bağlı olarak, mücahidlerin sonunda başarılı
olacaklarını kanıtlayacaktı. Uzak bir geleceğe dek ertelenebilecek olan ve
nihayetinde gerçekleşecek zafere dair kehanet, Marksistlerin teorik düzlemde
uğraşıp durdukları, pratikte de başarısızlık tehdidiyle yüz yüze oldukları,
“doğru” moment, “olgun” koşullar ve devrimci eylemler için “yeterli” araçlara
sahip olma ve “hemen sonuç alma”ya dair tüm somut soruları geride bırakıyordu.
Cihadistlerin eylemleri, onlar farklı bir zamansal çerçeve içinden tartışma
yürütüp bireysel deneyimleri hem kolektif öngörüyle ilişkili hem de ondan azade
olması sebebiyle, her türden eleştiri ya da hatadan bağışıktı. Onlar, zafer
için bir “katalizör”, bir araç olmayı başardıkları ölçüde, kişisel hedeflerine
ulaşmış sayılırlardı; “onların davalarının kazandığını görecek kadar yaşamaları
zorunlu değil”di. (Azmi).
Her ne kadar İslamî Cihad Tugayları, kendilerini takip
edecek herhangi bir kitle üzerinde belirli bir tesir bırakamamışlarsa da,
örgütün anti-emperyalizmi Arap-İslamî kimlik siyasetiyle, silâhlı halk
mücadelesini kesin ama ertelenmiş bir zafer vaadiyle birleştirmeleri, onun
militan İslamcı söylemlerdeki uzlaşmazlığın oluşumuna dair bir örnek olduğunu
kanıtlamaktadır.
Manfred Sing[*]
[Kaynak: Die Welt des Islams, Şubat
2011, Brill, s. 1-44.]
Dipnotlar:
[*] Bu makale, 2007’den beri Alman Araştırma Vakfı (DFG) tarafından desteklenen
ve Beyrut Doğu Enstitüsü’nde hazırlanan komünist dönüşümlerle ilgili araştırma
projemin bir ürünüdür. Nihaî biçimini kazanmasında bu makaleye katkıda bulunan
Melanie Schulze-Tanielian ve proje asistanım Meryem Yunis’e teşekkürlerimi
iletiyorum.
[1] Ziad Abu-Amr, Islamic Fundamentalism in the
West Bank and Gaza: Muslim Brotherhood and Islamic Jihad (Bloomington:
Indiana University Press, 1994), s. 111. Munîr Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra.
Abû Hasan wa-Hamadî wa-ikhwânuhumâ (Beyrut: Muʾassasat al-Wafâʾ, 1994), 32, s. 124.
[2] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 32, 124.
[3] Jean-Francois Legrain, “HAMAS: Legitimate Heir of
Palestinian Nationalism”, Political Islam: Revolution, Radicalism or Reform?
içinde, yayına hz.: John L. Esposito (Boulder, Colorado: Lynne Rienner
Publishers, 1997), s. 159-178, burada: s. 161.
[4] A.g.e., s. 162.
[5] Bkz.: Abu-Amr, Islamic Fundamentalism, s.
96, ve Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, 32, s. 124. Şefik, “başarılı ve
büyük” operasyonun sivil ölümleriyle sonuçlandığından bahsetmemektedir.
[6] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, 31, s. 124.
Operasyona, Hz. Muhammed’i Mirac’a çıkartan atın ismi verilmiştir.
[7] İtâf Ulyân’ın değerlendirmesine göre, kendisi 17
yaşındayken Fetih’in eğitim kampına katılmak amacıyla 1980’de gizlice Lübnan’a
gitmiştir. Burada Münir Şefik, Ebu Hasan ve Hamadî ile tanışmıştır. 1984’e
kadar Lübnan’daki saldırı modellerine uygun olarak, İsrail’de intihar
saldırıları yapılabileceği fikrini savunmuştur. 1985’te Tugaylar’dan gerekli
alan Ulyân bir arkadaşıyla birlikte iki yıl süreyle saldırıyı planlar. Ulyân 15
yıla mahkûm edilir, on yıl sonra serbest bırakılır ama birkaç kez daha tutuklanıp
serbest kalır. Bkz.: Aksaa web sitesindeki “ʿItâf ʿUlyân: Râʾidat al-ʿamalîyât al-istishhâdîya fî Filastîn” isimli
değerlendirmesi, erişim tarihi: 17 Aralık 2009. “Politik Tutsaklar için Kadın
Örgütü” (Nisâʾ li-acl el-Asîrât el-Siyâsîyât) web sitesi, erişim tarihi: 17 Aralık 2009.
[8] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 124.
[9] Bu noktada mevcut genel sekreter Ramazan Şalla ile
ilgili şuradaki ifadelerle bir kıyaslama yapılabilir: Ghassân Sharbal, Fi ʿayn al-ʿâṣifa. Hiwâr maʿa l-amîn al-ʿâmm
li-Harakat al-Jihâd al-Islâmî fî Filastîn al-duktûr Ramadân ʿAbdallâh
Shallah, ajrâhu Ghassân Sharbal, al-Hayât (Beyrut:
Bîsân, 2003), s. 65, 67.
[10] Birçok web sitesi, onu cesur bir savaşçı ve kadın
rol model olarak över, ayrıca 2002’de Filistin’de ilk şehadet eylemini
gerçekleştiren Vefa İdris gibi önde gelen kadın intihar eylemcileri listesine
dâhil eder. 1995’ten beri Cihad Hareketi’nin 160 kişinin öldüğü otuz ayrı
intihar saldırısı gerçekleştirdiği söylenmektedir, bkz.: Filistin’deki İntihar
Saldırılarının Listesi, erişim tarihi: 7 Ekim 2009.
[11] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 123 ve
devamı, s. 131 ve devamı.
[12] A.g.e., s. 3, 46, 89, 131-138.
[13] Bu, aynı zamanda İslamî Cihad Hareketi’nin
kendini nasıl kavradığını da gösterir. Bkz.: Ramazan Şalla’nın Şarbal’a ait Fî
ʿayn al-ʿâṣifa çalışması
içinde yayınlanan mülâkatı, s. 65.
[14] Diğer Marksist grupların (FHKC ve FHKC-GK)
üyeleri de cihad gruplarına ya katıldılar ya da yeni gruplar oluşturdular.
Bkz.: Abu-Amr, Islamic Fundamentalism, s. 93, 129 ve devamı; Denis
Engelleder, Die islamische Bewegung in Jordanien und Palästina 1945-1989 (Wiesbaden:
Harrassowitz, 2002), s. 70.
[15] Muhammad Muhammad al-Bahayṣ, Muhammad Bâsim Sultân al-Tamîmî, Asʾila hawl
al-islâm wa-l-mârkisîya min warâ ‘al-qudbân (Beyrut:
Dâr al-Fikr al-Islâmî, 1990). Bu makaleye dikkatimi çektiği için, Lübnan
Üniversitesi Sosyoloji Profesörü Saud Mevla’ya teşekkürlerimi iletiyorum.
[16] A.g.e., s. 7.
[17] Abu-Amr, Islamic Fundamentalism, s. 95;
Engelleder, Die islamische Bewegung, s. 72.
[18] Bu eski milliyetçi ve seküler isimlerden biri de
İslamî Cihad Hareketi’nin mevcut lideri Ramazan Şalla’dır.
[19] Bkz.: Bahayṣ ve Tamîmî, Asʾila, Önsöz bölümü, s. 10.
[20] Shafîq, Shuhadâʾwa-masîra.
Abû Hasan wa-Hamadî wa-ikhwânuhumâ.
[21] Bkz.: Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 4,
127. Ayrıca bkz.: “Munîr Shafîq”, al-Khitâb al-islâmî al-muʿâṣir: Muhâwarât fikrîya içinde, yayına hz.: Wahîd Tâjâ (Halep: Fuṣṣilat li-l-Dirâsât wa-l-Tarjama wa-l-Nashr, 2000);
ayrıca şu çalışma ile kıyaslayınız.: Bashîr Mûsâ Nâfiʿ, “al-Islâmîyûn
al-filastînîyûn wa-lqadiya al-filastînîya”, erişim tarihi: 10 Eylül 2009.
[22] Bkz.: Legrain, “HAMAS”, s. 162. Şefik, grubun
Hamas ile ilgili olarak oynadığı öncü rolün altını çizer ama grubun Şikakî
grubuyla bağlantısından bahsetmez, bkz.: Shafîq, Shuhadâʾwa-masîra, s. 125. Legrain’in varsayımına göre, (“HAMAS”, s.
162) Şefik, 1988’de Hamas’la kurduğu bağlantı daha gerilere gider. Paz
tarafından analiz edilen makalede Şefik Hamas’tan bahsetmez ama genel manada
İslamcılardan söz eder. Bkz.: Reuven Paz, “Is Hamas Reevaluating the Use of
Terrorism?” (1998), erişim
tarihi: 27 Eylül 2008.
[23] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 4.
[24] Biyografik kimi detaylar için bkz.: “al-Kâtib
fî ṣutûr: Munîr Shafîq”, erişim tarihi: 28 Şubat 2008. Ayrıca El-Cezire
isimli uydudan yayın yapan kanalda Münir Şefik ile yapılan mülâkatla
kıyaslayınız, “Bidâyât al-nidâl al-siyâsî wa-khiyâr al-muqâwama” (23 Mayıs
2009), erişim tarihi: 15 Ekim 2009. 1936 doğumlu
olan Şefik, 1951 yılında politikleşti. Fetih’e katıldıktan sonra dış ilişkiler
sorumlusu (1968-1972), ardından FKÖ Planlama Merkezi üyesi (1972-1978) ve
müdürü (1978-1992) oldu. Sonrasında ona enerjisini çalışmalara ve yazı alanına
teksif etmesi için resmî görevlerden çekilmesi söylendi. Bugün İslamcı ve
milliyetçi grupların birlikte çalıştığı “Arap Milliyetçi Kulübü genel
koordinatörü” olarak çalışmaktadır; bkz.: Munîr Shafîq, “al-Muqâwama mâ baʿd intihâʾ al-harb al-bârida”, Qiyam
al-muqâwama. Khayâr al-shahâda wa-l-hayât, yayına hz.: al-Muʾtamar
al-Dâʾim li-l-Muqâwama içinde
(Beyrut: Dâr al-Hâdî, 2008), s. 255-263, burada: s. 255.
[25] Munîr Shafîq, al-Islâm fî maʿrakat
al-hadâr (Beyrut: Dâr al-Kalima li-l-Nashr,
1981; Dâr al-Fikr al-Islâmî, 21990). Bu makalede ben ikinci baskıdan alıntı
yaptım.
[26] Bahayṣ, Tamîmî, Asʾila, s. 23, 46.
[27] Laleh Khalili, Heroes and Martyrs of
Palestine. The Politics of National Commemoration (Cambridge: Cambridge
University Press, 2007).
[28] İsrail, Filistin ve ABD bağlamında söz konusu
süreçle ilgili olarak bkz.: Hans G. Kippenberg, “Die Entsakularisierung des
Nahostkonflikts. Von einem Konflikt zwischen Staaten zu einem Konflikt zwischen
Religionsgemeinschaften”, Säkularisierung und die Weltreligionen, yayına
hz.: Hans Joas, Klaus Wiegandt (Frankfurt am Main: Fischer, 2007), s. 465-507.
[29] Rex Brynen, Sanctuary and Survival. The PLO in
Lebanon (Londra: Westview Press, 1990), s. 1. Brynen’a göre, grup bırakalım
ulaşılmak istenen hedefe, İsraillilere ait bir su pompalama istasyonuna,
cepheye bile hiçbir zaman ulaşamamıştır.
[30] Abu-Amr, Islamic Fundamentalism, s. 90-95.
İlk cihad savunucularına yetmişli yılların başında rastlanmaktadır.
[31] A.g.e., s. 98 ve devamı; Engelleder, Die
islamische Bewegung, s. 70.
[32] Engelleder, Die islamische Bewegung, s. 70
ve devamı.
[33] FHKC: Jûrj Habeş tarafından 1968’de kuruldu.
FHKC-GK: 1968’de Ahmed Cibril liderliğinde FHKC’den ayrılan grup. FDHKC: Nâyif
Havatme liderliğinde FHKC’den 1969’da ayrılan grup. LKEÖ: Muhsin İbrahim ve
Muhammed Kişli tarafından 1969/70’te kuruldu.
[34] Humeyni’nin cihadın anlamına dönük kimi atıfları
şu şekildedir: “İslam, kâfirler için kanın, diğer insanlar için rehberliğin
dinidir. […] Çok fazla kan, çok fazla şehid feda ettik. […] Şehid vermekten
korkmuyoruz. İslam için verdiklerimiz asla yeterli değildir ve kesinlikle çok
azdır. […] [Kâfirleri öldürmek] Allah’ın emrettiği cerrahi bir operasyondur.
[…] Savaş, dünya ve her millet için bir lütuftur.” Bkz.: Laurent Murawiec, The
Mind of Jihad (New York: Cambridge University Press, 2008), s. 43 ve
devamı. Şiiliğe ait unsurların Fethi Şikâkî gibi Sünni cihad savaşçıları
üzerindeki etkisi için bkz.: Emmanuel Sivan “Islamic Radicalism: Sunni and Shiʿite”, Religious
Radicalism and Politics in the Middle East içinde, yayına hz.: Emmanuel
Sivan ve Menachem Friedman (Amherst: State University of New York Press, 1990),
s. 39-76. Cihada soldan sempati duyanlar için bkz.: Emmanuel Sivan, “Assessment
by the Left”, Radical Islam: Medieval Theology and Modern Politics içinde,
yayına hz.: aynı isim, genişletilmiş baskı (New Haven, Londra: Yale University
Press, 1990), s. 153-180.
[35] İsmi bilinmeyen bu kişinin Emel Hareketi’nden (Afwâj
el-Mukâveme el-Lubnânîye, Lübnan Direniş Müfrezeleri) ayrılan ve sonrasında
Hizbullah’ı (Allah’ın Partisi) kuracak olan gruplardan birinin üyesi olduğu
söylenir. 18 Nisan 1983’te Beyrut’taki ABD elçiliğinin bombalanması ve 23 Ekim
1983’te ABD’li ve Fransız barış gücü birliklerinin kışlalarına yapılan
saldırılar söz konusu spektrumdaki gruplara atfedilmiştir. Hizbullah 1984-1985
arası dönemde ortaya çıkmıştır. Bkz.: August Richard Norten, Hizballah of
Lebanon: Extremist Ideals vs. Mundane Politics (New York: Council on
Foreign Relations, 1999); Hala Jaber, Hezbollah. Born with a Vengeance (New
York: Columbia University Press, 1997); Walid Charara, Frederic Domont, Le
Hezbollah. Un mouvement islamo-nationaliste (Paris: Fayard, 2004).
[36] Abu-Amr, Islamic Fundamentalism, s. 111.
[37] A.g.e., s. 114. Ayrıca bkz.: Engelleder, Die
islamische Bewegung, s. 71.
[38] Eskiden FKÖ’de komutan muavinliği yapmış olan Ebu
Cihad, 1988’de Tunus’ta uğradığı suikast sonucu öldürülmüştür.
[39] Abu-Amr, Islamic Fundamentalism, s. 111;
Engelleder, Die islamische Bewegung, s. 71. Ebu Cihad’ın rolünü önemsiz
gösteren şu çalışmayla kıyaslayınız: Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 59.
[40] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 2. “Arap
olmayanlar” İranlılara işaret ediyor görünmektedir. Eğilimin ortaya çıkışı ile
ilgili olarak ayrıca bkz.: Fathî al-Biss, Inthiyâl al-dhâkira. Hâdhâ mâ
hasala (Amman: Dâr al-Shurûq, 2008), s. 141-145. Solcu Fetih kanadı için
bkz.: Helga Baumgarten, Palästina: Befreiung in den Staat. Die
palästinensische Nationalbewegung seit 1948 (Frankfurt am Main: Suhrkamp,
1991), s. 227-234, ayrıca bkz.: Yezid Sayigh, Armed Struggle and the Search
for State: The Palestinian National Movement, 1949-1993 (Oxford: Oxford
University Press, 1999), s. 199, 352 ve devamı.
[41] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 40.
[42] A.g.e., s. 41.
[43] A.g.e., s. 8, 132.
[44] A.g.e., s. 42.
[45] A.g.e., s. 36 ve devamı.
[46] 1965’te Filistin’le Dayanışma amaçlı yapılan
büyük kitlesel yürüyüşte Mao FKÖ delegelerine, “halklar sayıları kurtuluş
savaşları yürütecek kadar azaltılmasından korkmamalıdır, çünkü onlar çoğalma
imkânı bulacakları barışçıl zamanlara sahip olacaklardır. Örneğin Çin kurtuluş
mücadelesinde yirmi milyon insanını kaybetmiştir.” Aktaran: John K. Cooley,
“China and the Palestinians”, Journal of Palestine Studies, Sayı 1, Sayı
2 (Kış 1972) içinde, s. 19-34, burada: s. 25.
[47] Sayigh, Armed Struggle, s. 352. Öğrenciler
yetmişlerin başından beri epey politikleşmiş, gösteriler Beyrut Amerikan
Üniversitesi kampüsündeki binalar işgal edilip sonrasında üniversite idaresince
boşaltıldığı 1974 yılında zirveye ulaşmıştır. Eski bir Maoist olan Biss, sürece
kişisel katılımına ve geçici olarak hareketin dışına çıkışına dair bir
değerlendirme yapar, bkz.: Biss, Inthiyâl, s. 148, 206-213. Arka plan
için bkz.: Makram Rabah, A Campus at War. Student Politics at the American
University of Beirut 1967-1975 (Beyrut: Dar Nelson, 2009), ve Betty S.
Anderson, “Voices of Protest: Arab Nationalism and the Palestinian Revolution
at the American University of Beirut”, Comparative Studies of South Asia,
Africa and the Middle East, 28 (2008) içinde, s. 390-403.
[48] Biss, Inthiyâl, 144 ve devamı. Ayrıca
bkz.: Munazzamat al-Tahrîr al-Filastînîya wa-Jumhûrîyat al-Ṣîn al-Shaʿbîya, yayına
hz.: Munazzamat al-Tahrîr al-Filastînîya (Kahire, 1966).
[49] Lillian Craig Harris, “China’s Relations with the
PLO”, Journal of Palestine Studies, 7, Sayı 1 (Güz 1977), s. 123-154,
burada: 123 ve devamı. Arafat 1970’te şunu söyler: “Çin’in Fetih’e gerçek bir
yardım yapan ilk dış güç olduğunu söylemem bir sırrı ifşa etmem demek değildir.
Akt.: Cooley, “China and the Palestinians”, s. 26.
[50] Harris, “China’s Relations”, s. 127.
[51] Cooley, “China and the Palestinians”, s. 26 ve
devamı. Yazarın tespitine göre, Çin’in askerî ve ekonomik desteğinin tam
miktarını tahmin etmek mümkün değildir.
[52] Harris, “China’s Relations”, s. 124.
[53] A.g.e., s. 131, 141.
[54] A.g.e., s. 127.
[55] A.g.e., s. 129.
[56] Bkz.: Baumgarten, Palästina, s. 189, 228;
şu çalışmayla kıyaslayınız: Cooley, “China and the Palestinians”, s. 19-34.
[57] Harris, “China’s Relations”, s. 124. Sovyetler
Birliği, Filistin’de gerilla hareketinin geçerliliğini tanıması 1970’e dek
gerçekleşmez; bkz.: Helena Cobban, The Palestinian Liberation Organisation.
People, Power and Politics (Cambridge: Cambridge University Press, 1984),
s. 155. 1964-1975 arası dönemde Çin’e giden delegasyon sayısı 25 iken, SSCB’ye
giden 9’dur. Bu tespit için bkz.: Hashim S. H. Behbehani, China’s Foreign
Policy in the Arab World 1955-1975. Three Case Studies (Londra, Boston:
Kegan Paul International, 1981), s. 132. Öte yandan FKÖ 1965’e dek daimi bir
büro üzerinden temsil edilmektedir, Sovyetler Birliği’nde büro ancak 1974’te
açılır; bkz.: Harris, “China’s Relations”, s. 149, ve Rusya’daki Filistin
Büyükelçiliği web sitesi, erişim tarihi: 15 Mayıs 2010.
[58] Baumgarten, Palästina, s. 224, 226.
[59] Bkz.: A.g.e., s. 245 ve devamı. “On
Maddelik Program” 1-8 Temmuz 1974’te Kahire’de yapılan 12. Filistin Ulusal
Konseyi toplantısında karara bağlanır. Bu kararı, Arap Birliği’nin FKÖ’nün
Filistin milletinin tek ve meşru temsilcisi olduğuna ilişkin kararı (28-30 Ekim
1974) ve Arafat’ın Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki konuşması (13 Kasım
1974) takip eder.
[60] 2. Madde şu şekildedir: Kurtuluş Örgütü,
kurtarılmış Filistin bölgesinin her bir parçası üzerinde yaşayan insanlar için
bağımsız bir ulusal otorite tesis etmek ve Filistin ülkesini özgürleştirmek
için tüm araçları, öncelikle silâhlı mücadeleyi devreye sokacaktır.” 8.
Madde’de ise: “Kurulur kurulmaz, Filistin ulusal otoritesi, kapsamlı Arap
birliğine giden yolda atılacak bir adım olarak, tüm Filistin ülkesinin
özgürleştirilmesi sürecini tamama erdirmek amacıyla, çatışma içerisindeki
ülkelerin birleşmesi için gayret edecektir.” yazmaktadır.
[61] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 17.
[62] A.g.e., s. 20.
[63] A.g.e., s. 18, 28.
[64] A.g.e., s. 21 ve devamı.
[65] Bkz.: Sayigh, Armed Struggle, s. 352.
[66] Munîr Shafîq, “Li-mâdhâ yarfudu l-filastînîyûn
mashrûʿal-dawla
al-filastînîya fî l-Diffa al-Gharbîya wa-QitâʿGhazza”, Shuʾûn Filastînîya, 1972, Sayı 7 (Mart), s. 65-73. Daha ayrıntılı
olarak: aynı yazar, Bayn istrâtîjîyat al-tahrîr al-kâmil wa-istrâtîjîyat
al-hall al-siyâsî (Beyrut: Dâr al-Talîʿa, 1973).
[67] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 11, ve aynı
yazar, Min ittifâq Ûslû ilâ ‘al-dawla thunâ’îyat al-qawmîya”. Rudûd ʿalâ Idwârd
Saʿîd wa-ʿAzmî Bishâra wa-âkharîn (Amman: Dâr al-Shurûq, 1999).
[68] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 51, 58.
[69] FHKC, FHKC-GK, Ebu Nidâl Grubu, Suriye destekli
Sâika ve Irak destekli Arap Kurtuluş Cephesi gibi muhtelif militan gruplar On
Maddelik Program yüzünden FKÖ’den ayrıldılar ya da askıda olan üyeliklerine son
verdiler.
[70] Bu Şefik’in varsayımıdır, bkz.: Aynı yazar, Shuhadâ
‘wa-masîra, s. 69.
[71] Biss, “binlerce değilse bile, yüzlerce Maoist”ten
söz etmektedir. Bkz.: Biss, Inthiyâl, s. 230.
[72] Bkz.: Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 76 ve
devamı, ayrıca Biss, Inthiyâl, s. 230 ve devamı. 13 Nisan 1975’te
kimlikleri bilinmeyen silâhlı adamların kurdukları pusuya misilleme yapmak
amacıyla (Ayn El-Rummane’de) Falanjist milisler, bir otobüsün içerisinde yirmi
yedi Filistinliyi öldürdüler, bu, iç savaşa yol açacak şiddet sürecini tetikledi.
[73] Bkz.: Biss, Inthiyâl, s. 231, ve Sayigh, Armed
Struggle, s. 199. Alluş’un Fetih’e yönelik muhalefeti için bkz.: a.g.e.,
s. 352 ve devamı, 355, 431, ve Baumgarten, Palästina, s. 227-233
muhtelif yerlerde. Alluş, Ebu Nidâl Grubu’na katıldı ve Irak’a gitti.
[74] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 83, 114 ve
devamı. Kıyaslama için bkz.: Biss, Inthiyâl, s. 277.
[75] Biss, Inthiyâl, s. 277. Filistin/Kuzey
İsrail’deki en yüksek dağ olan Yermük Dağı’nın (Meron Dağı) ismini almıştır.
[76] Saʿd Haddâd tarafından 1976 yılında kuruldu ve özellikle
İsrail birlikleri güvenli bölge oluşturmak için 1978’de Güney Lübnan’ı işgal
ettiğinde (Litani Operasyonu) İsrail ile ittifak içine girdi.
[77] Nakkâş, 1975’te Viyana’daki OPEC konferansına
yapılan saldırıda Venezuelalı Çakal Carlos’un (Ilich Ramirez Sanchez) yanındaki
isimlerden biridir. Bkz.: Gassân Şarbal’ın Enis Nakkâş’la yaptığı mülâkat, Asrâr
al-ṣundûq al-aswad. WadîʿHaddâd – Carlos
– Anîs al-Naqqâsh –Jûrj Habash içinde, yayına
hz.: Gassân Şarbal (Beyrut: Riad El-Rayyes Books, 2008), s. 253-341, ve Manhâl
al-Amîn, “Anîs al-Naqqâsh: al-Munâdil al-qawmîʿalâ l-tarîq al-islâmî”, Ahbar, 9 Nisan 2009
içinde (erişim
tarihi: 25 Kasım 2009).
[78] Bkz.: Sharbal, “Anîs al-Naqqâsh”, s. 330.
[79] Hristiyanlar, Müslümanlar ve Dürzîler hep
birlikte Yermük Bölüğü’ne katılırlar.
[80] Şii Dava Partisi’nin yedi yüz üyesi FKÖ
kamplarında eğitim aldı. Bkz.: Waddâh Sharâra, Dawlat Hizballâh. Lubnân
mujtamaʿan islâmîyan (Beyrut:
Dâr al-Nahâr, 2006.), s. 109; ayrıca kıyaslama için bkz.: Bernard Rougier, Everyday
Jihad. The Rise of Militant Islam among Palestinians in Lebanon (Cambridge,
Mass.: Harvard University Press, 2007), s. 28.
[81] Bu değerlendirme Enis Nakkâş’a aittir: Sharbal,
“Anîs al-Naqqâsh”, s. 326 ve Saʿûd al-Mawlâ, Nicolas Dot-Pouillard, “De Pekin a
Teheran, en regardant vers Jerusalem: la singuliere conversion a l’islamisme
des ≪Maos du Fatah≫” içinde, Cahiers
de l’Institut Religioscope, Sayı 2 (Aralık 2008, erişim
tarihi: 1 Aralık 2009), s. 1-39, burada: 33. İran ile
Fetih’in ilişkileri iyidir, Arafat Humeyni’yi Necef’te sürgündeyken bizzat iki
kez ziyaret eder. Ayrıca Humeyni’nin oğullarından ikisi Fetih’in askerî
eğitimine katılmıştır. Bkz.: Sharâra, Dawlat Hizballâh, s. 109.
[82] Bkz.: Sharbal, “Anîs al-Naqqâsh”, s. 326;
Dot-Pouillard, “De Pekin a Teheran”, s. 33. Eğitim alanların arasında Ayetullah
Muntazarî’nin (ö. 2009) oğlu Muhammed Muntazarî ve 1986’da, babası Afgan olduğu
için cumhurbaşkanlığına aday olamayan Celâleddin Farisî gibi Humeyni
destekçileri de vardır, Farisî ile ilgili olarak bkz.: Olivier Roy, The
Failure of Political Islam (Cambridge, Mass.: Harvard University Press,
1994), s. 176.
[83] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 119. Saûd
Mevla’ya göre, 1978’deki İsrail saldırısına mani olmaya çalışırken on dört-on
beş kişi ölmüştür, şurada aktarılan beyanına bkz.: Dot-Pouillard, “De Pekin a
Teheran”, s. 33. Biss, yirmi sekiz bölük üyesi için dikilmiş bir anıttan söz
etmektedir, bkz.: Inthiyâl, s. 307.
[84] Şefik sadece iki şehidden bahsetmektedir; bkz.:
Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 120. İsrail kaynaklarına göre, aralarında
birim komutanının bulunduğu altı İsrailli ve en az üç Filistinli öldürülmüştür;
bkz.: Zeev Schiff, Ehud Yaari, Israel’s Lebanon War (New York: Simon
& Schuster, 1984), s. 124-131.
[85] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 122 ve
devamı. Saûd Mevla bir mülâkatta bu gelişmeden bahseder: “Avec l’invasion
israelienne et l’occupation, la Brigade n’existe plus, elle est detruite
militairement et politiquement. Donc tout ce monde s’est disperse.” Bkz.:
Dot-Pouillard, “De Pekin a Teheran”, s. 35.
[86] Said Muraga’nın grubu (“Ebu Musa”), Fetihü’l İntifâda,
tüm Fetih üyesi gruplara liderlerin emirlerine itaat etmeme çağrısı yapar,
bkz.: Brynen, Sanctuary, s. 184-187.
[87] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, 92 ve devamı.
[88] A.g.e., s. 93.
[89] A.g.e., s. 88 ve devamı.
[90] İmâd Muğniye, Tarâd Hamâda ve geçici bir süre
Saûd Mevlâ (1988’e dek). Mevlâ, 1979 sonrası bölüğün inançsal ayrımlar yüzünden
bölündüğünü söylüyor: “1979’den itibaren Sünni-Şii ayrımı ile yüzleştik.
Sonrasında tugaya katılmış Şiiler ayrılarak ileride Hizbullah’ı kuracak olan
gruplara katıldılar.” Bkz.: Dot- Pouillard, “De Pekin a Teheran”, s. 35.
[91] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 89 ve
devamı.
[92] 1982 Yaz’ında, binlerce insan ağırlığı Sünni olan
kentte toplanıp Trablus’un yeni Büyük Emiri olarak Şeyh Said Şaban için yemin
ettiler. Şaban, güçlü bir İran yanlısı eğilime sahip olan, Lübnanlı Şii din
adamlarıyla iyi ilişkilere sahip, karizmatik bir Sünni isimdi. Dört ay sonra
Maoistler, Şaban’a katılıp Tevhid Hareketi’ni kurdular. Bkz.: Ranstorp, Securing
Lebanon, s. 830 ve devamı; Muhammad Abî Samrâ, “Min ‘Munazzamat al-Ghadab’
wa-‘Dawlat al-Matlûbîn’ ilâ ‘al-Muqâwama al-Shaʿbîya’ wa-‘Lijân al-Masâjid’”, El-Nahar, 2 Mart
2008 içinde (erişim
tarihi: 1 Kasım 2009).
[93] Akkâvî ile ilgili olarak bkz.: Michel Seurat, “Le
quartier de Bab Tebbane a Tripoli (Liban). Etude d’une ‘asabiyya urbaine”, aynı
yazar, L’État de barbarie içinde (Pairs : Editions du Seuil, 1989), s.
110-170. Akkâvî’nin Güney Lübnan’daki kimi çatışmalarda yer aldığı söylenir,
bkz.: Sharbal, “Anîs al-Naqqâsh”, s. 330.
[94] ʿAbd al-Raʾûf Sinnû, Harb Lubnân 1975-1990. Tafakkuk al-dawla
wa-taṣadduʿal-mujtama’ (Beyrut:
Arab Scientific Publishers, 2008), Cilt I, s. 418.
[95] Bkz.: Sinnû, Harb Lubnân, Cilt I, s. 418;
Rougier, Everyday Jihad, s. 9.
[96] Seurat, “Le quartier de Bab Tebbane”, s. 160 ve
devamı. Şeyh Şaban bu noktada şunu söyler: “Biz ne bir parti ne de diniz. Biz
Müslümanız, İslam bizim dinimiz, Müslümanlarsa bizim partimizdir.” Ayrıca
kıyaslama için bkz.: Abî Samrâ, “Min ‘Munazzamat al-Ghadab’”.
[97] Seurat, “Le quartier de Bab Tebbane”, s. 159.
[98] FHKC, DFKP ve FHKC-GK, Arafat’ın muhalifleridir.
Arka plan için bkz.: Sinnû, Harb Lubnân, Cilt I, s. 417-421. Arafat’ın
Trablus’taki varlığı Suriye tarafından kabul görmez, zira Arafat ve Suriye
Cumhurbaşkanı Hâfız Esad baharda ortak bir politik strateji üzerinde
anlaşamamıştır. Arafat’ın savaşçıları, İsrail ve Suriye’den dirence rağmen, Fransızların
yardımıyla Yunan gemilerine binip kaçmayı başarmışlardır.
[99] Bkz.: Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 88 ve
devamı, 93.
[100] Arka plan için bkz.: Sinnû, Harb Lubnân,
Cilt I, s. 408-412.
[101] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 94 ve
devamı.
[102] A.g.e. Ayrıca bkz.: Biss, Inthiyâl,
s. 319. Ebu Tevk’in şehadeti Fetih tarafından hâlâ anılmaktadır, bkz.:
“Mukhayyam Shâtîlâ yukarrimu dhikrâ l-shahîd Abû Tawq”, el-Mustaqbal, 19
Ağustos 2009 (erişim tarihi: 15 Mayıs 2010), ve “al-Qâʾid al-batal al-shahîd
al-muqaddam ʿAlî Saʿîd Abû Tawq” Fatehforum isimli web sitesinde, erişim tarihi: 15 Mayıs 2010.
[103] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 34. Söz
konusu hayal kırıklığı küresel bir olgudur ve Avrupa’daki birçok Maoistin
inançlarını terk etmesine neden olmuştur, bunun nedeni, Dörtlü Çete’nin sadece
Kültür Devrimi esnasında yapılan aşırılıklardan ötürü suçlanması değil, ayrıca
1981’deki göstermelik mahkemede, parti karşıtı faaliyetlerinden ötürü suçlu
ilân edilmesidir.
[104] Bkz.: Behbehani, China’s Foreign Policy,
s. 102-133 (“Çin-Filistin İlişkilerinde Dönüm Noktası” başlıklı bölüm); Harris,
“China’s Relations”, s. 123-154; ve Sâmî Musallam, al-Ṣîn wa-l-qadîya al-filastînîya 1976-1981 (Beyrut: Muʾassasat al-Dirâsât al-Filastînîya, 1982), s. 8-15.
[105] Shafîq, al-Islâm, s. 10.
[106] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 3,
46, 89, 131-138. Ayrıca şu çalışmayla kıyaslayınız: Sayigh, Armed Struggle,
s. 630.
[107] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 59.
[108] İran Devrimi sonrası İslam’a ihtida eden Assâf,
1985’te İslam Cumhuriyeti’ni ziyaret ve inancını yitirmiş olarak döndü
ülkesine. İran rejimini ilk elden gözleme fırsatı bulan Assâf, İran’ı fazla
Marksist bulmuştur: “Öylesine tuhaf ki, İran’da, sadece politik faaliyette
değil, sanatta, sanatsal biçimde ve sanatsal faaliyetlerde Marksist rejimlerden
izler bulunabiliyor, aynı resimlere, kana, şiddete, milliyetçiliğe ve
liderlerin övülmesine rastlanıyor, burada da daha önceden gördüğümüz türden,
benzer şeyler yineleniyor. İranlı dostlarıma bunu söylediğimde, şoke oldular.”
Bkz.: Dot- Pouillard: “De Pekin a Teheran”, s. 16.
[109] İlyas Huri, Lübnan ve Filistin’de geçen Bâbu’l
Şems’i yazan yazar (Beyrut: Dâr al-Âdâb, 1998).
[110] Hamâda, 2006/7’de Hizbullah’ın Lübnan
kabinesindeki çalışma bakanıydı.
[111] Mevla, Lübnan Üniversitesi’nde profesör olarak
çalışıyordu. 1980’lerin başından 1988’e kadar Hizbullah üyesiydi. İç savaş
sonrası Hristiyan-Müslüman diyalogundaki katkılarından dolayı iyi tanınan bir
isimdir.
[112] İnde-mâ yaʾtî l-masâʾ [“Akşamüstü”] isimli
filminde Suveyd, hayatta kalan eski yoldaşlarının hikâyelerini bir “belgesel
kurgusu” dâhilinde kaydetmiştir. Bkz.: Laura U. Marks, “Mohamed Soueid’s Cinema
of Immanence”, erişim tarihi: 20 Kasım 2009.
[113] İnthiyâl el-dhâkira, 2008’de Beyrut ve
Amman’da yayımlandı. Ürdün’deki yetkili makamlar ilk başta kitabının dağıtımını
yasakladılar. Hazırlanan rapora göre, kitaptaki yirmiden fazla pasajın iftira
içeriyordu, zira yazar, Ürdün ordusunu Filistinlilere kötü davranmakla ve
mülteci kamplarını bombalayıp güvenlik güçlerine tutsaklara işkence ettirmekle
itham ediyordu. Bunun üzerine yetkili makamlar, yazarı “inançsal şovenizm” (en-naʿarâtü’t tâʾifîya) yapmakla ve Ürdünlüler arasında fitne sokmakla suçladılar.
Halktan yükselen öfke, özellikle Ürdün Yazarlar Birliği’nin gayretleri
sayesinde, mahkeme yazara isnat ettiği suçlamaları Mayıs 2009’da kaldırdı.
Bkz.: Dâr al-Shurûq, “Mahkamat al-istiʾnâf tunhî qadîyat Inthiyâl al-dhâkira”, erişim tarihi: 11 Kasım 2009.
[114] Biss, Inthiyâl, s. 285. Yazar ayrıca bir
yayınevi kurmuştur (Dârul Şurûq).
[115] A.g.e., s. 286.
[116] A.g.e., s. 309.
[117] A.g.e., s. 310.
[118] A.g.e. Biss, karşı tarafın cevaplarına
karşılık vermez.
[119] Bir mülâkatta Nakkâş, dostu olan Celâleddin
Farisî’nin Tahran’da kıldıkları bir namaz esnasında, sabır ve tahammül ile
ilgili bir Kur’an âyetini nasıl aktardığını anlatır: “O an gerçek bir
aydınlanmaydı benim için. Zira artık ben uygulayıcı bir mümin olmuştum.” Bkz.:
Charara, Domont, Le Hezbollah, s. 93.
[120] Muğniye ile ilgili olarak bkz.: Dot-Pouillard,
“De Pekin a Teheran”, s. 5, ve Nakkâş’ın şuradaki açıklamaları: “Sâdîq li-ʿImâd Mughnîya
yakshifu tafâṣîl hayâtihi l-yawmîya”, Dunyâ al-Watan içinde,
21 Şubat 2008 (erişim tarihi: 14 Mayıs 2010). Muğniye’nin
ABD Donanması’nın Beyrut’taki kışlalarına yönelik 1983’te yapılan bombalama
eyleminden, CIA’in Beyrut istasyon şefi William Buckley’nin kaçırılıp
öldürülmesinden ve Buenos Aires’teki İsrail büyükelçiliğine 1992’de yapılan saldırıdan
sorumlu olduğuna inanılmaktadır. Muğniye, 12 Şubat 2008’de Şam’da düzenlenen
bombalı araç saldırısında öldürülmüştür. Bkz.: “The Fox is Hunted Down”, Newsweek
içinde, 25 Şubat 2008 (erişim tarihi:
1 Kasım 2009).
[121] Bkz.: Münir Şefik’le mülâkat, “Bidâyât al-nidâl
al-siyâsî”.
[122] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 107.
[123] A.g.e., s. 111.
[124] A.g.e., s. 34.
[125] A.g.e., s. 32.
[126] A.g.e., s. 34.
[127] Örneğin bkz.: Murawiec, The Mind of Jihad,
s. 289 ve devamı.
[128] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 35.
[129] Bkz.: Biss, Inthiyâl, s. 274. Ayrıca
kıyaslama için, Şefik’in 2009 tarihli mülâkatında sarf ettiği, “Marksistler,
ölümle ilgilenen bir dile sahip değildirler” cümlesine bakılabilir; bkz.:
Shafîq, “Bidâyât al-nidâl al-siyâsî”.
[130] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 34.
[131] A.g.e., s. 35.
[132] A.g.e., s. 98.
[133] A.g.e.
[134] A.g.e., s. 138
[135] A.g.e.
[136] A.g.e., s. 136; ayrıca kıyaslama için
bkz.: Rûjîh (Roger) Nabʿa, “Wa… li-mâdhâ al-rumûz fî zaman al-mihan”, Ahbar
içinde, 6 Eylül 2006 (erişim
tarihi: 11 Kasım 2009). Nabâ Öğrenci Bölüğü’nün
kurucularından biridir, şimdilerde Beyrut’taki Amerikan Üniversitesi’ne bağlı
Uluslararası Kolej’de öğretmenlik yapmaktadır. Ona göre, Arap
milliyetçiliğinin, Filistin kurtuluşu mücadelesinin ve İslam devriminin başarılı
olup olmayacağını belirleyen en önemli faktör “kitle temeli”dir (el-kâide
el-şabîye).
[137] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 136.
[138] A.g.e., s. 135.
[139] A.g.e., s. 137.
[140] A.g.e., s. 126-129, ve ayrıca Biss, Inthiyâl,
s. 284.
[141] Belki bu argüman, kadınların o yaşta evlenip
çocuk sahibi olmaları, dolayısıyla politik çalışmadan çekilmelerinin zorunluluk
olduğunu ifade ediyor olabilir.
[142] Biss, Inthiyâl, s. 284.
[143] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 23, 81.
[144] A.g.e., s. 84 ve devamı.
[145] A.g.e., s. 73-77.
[146] A.g.e., s. 83. Bu açıklama, ta 1973’te
füze ve el bombası atmanın “devrimci” bir eylem olmadığını düşündüğü söyleyen,
Emel lideri Musa Sadr’ın eleştirel konumuna işaret ediyor olabilir. Ayrıca
Emel, halkın FKÖ ile İsrail birlikleri arasında kesintisiz süren çatışmalardan
yorulduğunu düşündüğünden, 1980-82 arası dönemde Güney Lübnan’da gerilla
eylemlerine main olmaya çalışmıştır. İsrail ordusu 1982’de Lübnan’ı işgal
ettiğinde, halk onu ilk başta memnuniyetle karşılamıştır.
[147] Ayrıca kıyaslama için bkz.: Biss, Inthiyâl,
s. 240 ve devamı. Biss, burada, 1974’te Emel kendisine bağlı milisler
oluşturduğunda, Öğrenci Bölüğü’nün silâh ve askerî eğitim temin ettiğini
söyler.
[148] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 84; ayrıca
Biss, Inthiyâl, s. 278.
[149] Shafîq, Shuhadâʾwa-masîra, s. 116.
[150] Bu isim, Hz. Muhammed’in torunu, Hz. Ali’nin
oğlu Hz. Hüseyin’in Kerbela’da (MS 680) katledilip başının kesilmesine atfen
verilmiştir.
[151] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 94. Yazar
kendisinin Sünni ya da Şii olup olmadığından bahsetmez. İçeriğe bakılırsa,
Şefik’in Sünni olmuş olması muhtemeldir. Bazı yazarlar onu Hamas’ın sözcüsü
olarak görmeyi sürdürmüşlerdir, bkz.: Legrain, “HAMAS”, s. 162, ve Paz, “Is
Hamas Reevaluating”.
[152] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 74.
[153] A.g.e., s. 113 ve devamı.
[154] Ölü sayısı belirsizdir ve üç yüz ilâ altı yüz
arasında değişmektedir. İntikam almak için Hristiyan milisler Ağustos 1976’da
Tellul Zatir’deki Filistin mülteci kampında kalan üç bin kişiyi öldürür.
[155] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 114.
[156] A.g.e., s. 122.
[157] A.g.e.
[158] Saʿd Jarâdât, Jûrj Shafîq ʿAsl, Afkâr thawrîya fî mumârasat al-qitâl (Beyrut:
Dâr al Talîʿa, 1978).
[159] Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra, s. 103-110.
[160] A.g.e., s. 110.
[161] A.g.e.
[162] A.g.e., s. 132.
[163] Sâdiq Jalâl al-ʿAzm, Dirâsa naqdîya li-fikr al-muqâwama
al-filastînîya (Beyrut: Dâr al-ʿAwda, 1973), s. 234.
[164] Suriyeli Marksist düşünür İlyas Murkus, Filistin
gerillalarıyla ilgili aynı ölçüde eleştirel bir çalışma kaleme almıştır: ʿAfwîyat
al-nazarîya fî l-ʿamal al-fidâʾî. Naqd al-fikr al-muqâwi (Beyrut: Dâr al-Haqîqa, 1970).
[165] Sadiq Jalâl al-ʿAzm, Dirâsa naqdîya li-fikr al-muqâwama
al-filastînîya (Beyrut: Dâr al-ʿAwda, 1973), s. 8.
[166] Dirâsa naqdîye li-fikr el-muqâweme
el-filastînîye isimli eser, 1972’de 1967 sonrası kaleme alınan el-Naqdü’l-dhâtî
baʿd el-hazîma (Beyrut:
Dâr al-Talîʿa, 1968) ve Naqdü’l-fikr ed-dînî (Beyrut: Dâr
al-Talîʿa, 1969) isimli diğer
eleştirel çalışmalarına bir tür ek olarak yazılmıştır.
[167] ʿAzm, Dirâsa naqdîya, s. 17-21.
[168] Örneğin bkz.: Munîr Shafîq, Hawl
al-tanâqudwa-l-mumârasa fî l-thawra al-filastînîya (Beyrut: Dâr al-Talîʿa, 1971), aynı yazar,
al-thawra al-filastînîya bayn al-naqd wa-l-tahtîm (Beirut: Dâr al-Talîʿa, 1973).
[169] ʿAzm, Dirâsa naqdîya, s. 11, 18, 25 muhtelif
yerlerde.
[170] A.g.e., s. 214.
[171] A.g.e., s. 221.
[172] A.g.e., s. 42.
[173] A.g.e., s. 78-206.
[174] A.g.e., s. 119.
[175] A.g.e., s. 206. Benzer bir alıntı için
bkz.: a.g.e., s. 42.
[176] A.g.e., s. 43.
[177] Shafîq, al-thawra al-filastînîya, s.
13-16, 65 ve devamı.
[178] A.g.e., s. 12. Ayrıca kıyaslama için
bkz.: Sayigh, Armed Struggle, s. 199.
[179] Shafîq, al-thawra al-filastînîya, s.
44-49.
[180] A.g.e., s. 98-107.
[181] A.g.e., s. 20.
[182] 1967’de bir İsrail sinemasına bomba
yerleştirmeye çalışan FKÖ savaşçısı on yıla mahkûm edilmiştir.
[183] Shafîq, al-thawra al-filastînîya, s. 28.
[184] Shafîq, al-Islâm, s. 8; Kitabın ikinci
sayfasındaki ilk dipnotta yazar şunları aktarır: Bu bağlamda, Edward Said’in Oryantalizm
kitabı, yazarı söz konusu hakikati yüzlerce kanıt ve şahitlikle kanıtladığı
için çok önemli bir çalışmadır.”
[185] A.g.e., s. 196.
[186] A.g.e., s. 19-27, 84-92, 109-114,
176-206.
[187] A.g.e., s. 84-92.
[188] A.g.e., s. 84-87.
[189] Kıyaslama için Tatar Bolşevik ve SSCB’de
Müslüman komünizmin temsilcisi Mirza Sultan Galiyef’in 1923’te yazdıklarına
bakılabilir: “Eğer bir devrim İngiltere’de başarılı olursa, proletarya
sömürgelere zulmetmeye devam edecek ve mevcut burjuva hükümetlerinin siyasetini
sürdürecektir. […] Doğulu emekçinin zulme uğramasına mani olmak için bizim
Müslüman kitleleri kendimize ait ve özerk olan bir komünist hareket içinde
birleştirmemiz gerekmektedir.” Akt.: Murawiec, The Mind of Jihad, s.
230.
[190] Shafîq, al-Islâm, s. 121-129.
[191] A.g.e., s. 97.
[192] A.g.e., s. 200. Yukarıda alıntılanan
cümleyle biten tüm bölüm (a.g.e., s. 195-200) şu başlığı taşımaktadır:
“Topyekûn Savaşa Karşı Topyekûn Savaş Vermenin Gerekliliği Hakkında”.
[193] Sonrasında eski bir Maoist olan Roger Nabâ,
1923’te Osmanlı Padişahlığı’nın ilga edilmesinden itibaren tüm Ortadoğu
tarihini bu padişahlığın kaybına karşı bir itiraz (Mümâna’a) ve tevhid
arayışı olarak izah eder. Bkz.: Nabʿa, “Wa… li-mâdhâ”.
[194] Shafîq, al-Islâm, s. 44, 150-155.
[195] A.g.e., s. 44.
[196] A.g.e., s. 150.
[197] A.g.e.
[198] Bkz.: Dot-Pouillard ile mülâkatı, “De Pekin a
Teheran”, s. 30.
[199] Shafîq, al-Islâm, s. 150 ve devamı.
[200] A.g.e., s. 154.
[201] A.g.e.
[202] Örneğin bkz.: 1923’te Bakû’de yayınlanan, “Doğu
Halkları Kurultayı Manifestosu”: “Doğu halkları! Hükümetlerinizden gelen cihad
çağrılarını sıklıkla işittiniz, Peygamber’in yeşil bayrağı altında yürüdünüz
ama tüm bu cihadlar hileliydi, çünkü bu savaşlardan sonra köleliğin ve
sefaletin sürmesini sağladı. […] Şimdi biz sizleri Komünist Enternasyonal’in
kızıl bayrağı altında yapılacak ilk gerçek cihada çağırıyoruz. Sizi kendi
esenliğiniz, kendi özgürlüğünüz, kendi hayatınız için vereceğiniz cihada çağırıyoruz!
Akt.: Murawiec, The Mind of Jihad, s. 214 ve devamı.
[203] Bkz.: Alman Tarikatlar Raporu
(Enquete-Kommission des Deutschen Bundestags “Sogenannte Sekten und
Psychogruppen”): “Anhang zum Forschungsprojekt ‘Aussteiger, Konvertierte und
Uberzeugte – kontrastive biographische Analysen zu Einmundung, Karriere, Verbleib
und Ausstieg in bzw. aus religios-weltanschaulichen Milieus oder Gruppen’”
(1998), erişim
tarihi: 27 Eylül 2008.
[204] Bahays, Tamimî, Asʾila, s. 12.
[205] A.g.e., s. 13 ve devamı.
[206] A.g.e., s. 15 ve devamı.
[207] A.g.e., s. 16; Shafîq, Shuhadâ ‘wa-masîra,
s. 131.
[208] Bahays, Tamîmî, Asʾila, s. 16.
[209] A.g.e., s. 16, 38.
[210] A.g.e., s. 16.
[211] A.g.e., s. 27.
[212] A.g.e., s. 16.
[213] A.g.e., s. 37.
[214] A.g.e., s. 38.
[215] A.g.e.
[216] A.g.e., s. 39.
[217] A.g.e.
[218] A.g.e., s. 19 ve devamı.
[219] A.g.e., s. 21.
[220] A.g.e., s. 21 ve devamı.
[221] İncelemede kaynaklar belirtilmemektedir ama
yazarlar kesin olarak şu çalışmaya atıfta bulunmaktadırlar: Karl Marx, “British
Rule in India”, New-York Daily Tribune içinde, 3804, 25 Haziran 1853 (erişim tarihi: 27 Ekim 2009), ve aynı
yazar, “The Future Results of British Rule in India”, New-York Daily Tribune
içinde, 8 Ağustos 1853 (erişim tarihi: 27 Ekim 2009).
[222] Marx şunu yazar: “Britanya idaresi altında
İngiltere’nin Hindistan’da bir toplumsal devrime yol açtığı, onun en pespaye
çıkarları üzerinden harekete geçtiği, bu çıkarları dayatan üslubu dâhilinde bir
aptal olduğu doğrudur. Ama asıl soru bu değildir. Sormamız gereken, insanlığın
Asya’daki toplumsal durumda yaşanan köklü bir devrim olmaksızın hedefine ulaşıp
ulaşamayacağıdır. Eğer ulaşamıyorsa, İngiltere’nin işlediği suçlar ne olursa
olsun o, devrimi taşıma noktasında tarih tarafından kullanılan bilinçsiz bir
âletten başka bir şey değildir.”
[223] Bahays, Tamîmî, Asʾila, s. 25, 43; kıyaslama için şu çalışmada Fransızcaya
çevrilmiş olan alıntıya bakınız: Charara, Domont, Le Hezbollah, s. 91 ve
devamı.
[224] Bkz.: Shafîq, al-Islâm, s. 180 ve Edward
Said, Orientalism (New York: Pantheon Books, 1978), s. 153.
[225] Bahays, Tamîmî, Asʾila, s. 25.
[226] A.g.e., s. 44. Şu bölümle kıyaslayınız:
“Şiddet ve İslamî Futuhât ile Sömürgeci Saldırılar arasındaki Farklılık” (el-ʿUnf
we-l-farq beynul futûhât el-islâmîye we gazavât el-istismârîye), Shafîq, al-Islâm içinde, s. 129-132.
[227] Bahayṣ, Tamîmî, Asʾila, s. 46.
[228] A.g.e., s. 49.
[229] A.g.e.
[230] A.g.e., s. 49 ve devamı.
[231] A.g.e., s. 50 ve devamı.
[232] 1968’de Medellin’de düzenlenen Latin Amerikalı
Piskoposlar Konferansı Neomarksizmden etkilenen kurtuluş teolojisini resmen
destekler. Kurtuluş teologları da 1979’daki Nikaragua devrimine destek
sunarlar. Aynı yıl Latin Amerika Piskoposlar Konferansı kendisini, muhafazakâr
piskoposlara muhalif, “fukaranın tercih edeceği bir seçenek” olarak niteler.
[233] Bahays, Tamîmî, Asʾila, s. 52.
[234] “Fıtrat” terimi ile ilgili tartışma yaklaşık on
sayfa tutmaktadır. A.g.e., s. 31-41.
[235] A.g.e., s. 36.
[236] A.g.e., s. 33.
[237] A.g.e., s. 39.
[238] A.g.e., s. 32. Kıyaslama için bkz.:
Shafîq, al-Islâm, s. 48, 97, 105, 110, 113.
[239] Bahays, Tamîmî, Asʾila, 33 ve devamı.
[240] A.g.e., s. 40.
[241] A.g.e.
[242] A.g.e., s. 40 ve devamı.
[243] Dot-Pouillard ile yaptığı mülâkata bakınız: “De
Pekin a Teheran”, s. 30.
[244] Bahays, Tamimî, Asʾila, s. 32; Yazarlar Lenin’e ait cümleyi yanlışlıkla
Engels’e atfederler.
[245] İslamî Emel’in kurucusu ve sonrasında
Hizbullah’ın önde gelen isimlerinden olan Abbas Musevî Ekim 1983’te şunları
söyler: “Savaş, İsrail, Amerika, Fransa ya da tüm diğer şer güçlerin kendisine
zulmettiği, kendisini öldürdüğü ya da ölümüne katkı sunduğu, evini yıktığı,
toprağını işgal ettiği her Müslüman’ın görevidir, şerre şerle karşı koymak her
Müslüman’ın görevidir.” Bkz.: Robert Fisk, Pity the Nation. Lebanon at War
(Oxford: Oxford University Press, 2001), s. 521.
[246] Bkz.: Shafîq, al-Islâm, s. 41, burada
yazar Marksist “tarihin hilesi” anlayışını reddeder.
[247] Eski bir Maoist olan Roger Nabâ’nın izahatına
göre, Ortadoğu yirminci yüzyılda sadece dört karizmatik isim tanımıştır. Nasır,
Arafat, Humeyni ve Nasrallah. Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Nasrallah,
önceki üç ismin deneyimlerini birleştiren bir semboldür, bkz.: Nabʿa, “Wa… li-mâdhâ”.
[248] Muhammed Tahir Benseda’nın Şefik’in el-Islâm
fî mârakat el-hadâra isimli eserine dair yorumu için bkz.: “Les theologies
islamiques de la liberation (9)” (24 Nisan 2007), erişim tarihi: 1 Kasım 2009. Türkçesi: İştirakî. Bensaada, “Bay Şefik’in
çalışmasının içerik olarak bir teoloji çalışması olmadığını” kabul eder. Web
sitesindeki İslamî kurtuluş teolojisine ilişkin çalışma ayrıca Ali Şeriatî ve Ebû’l Alâ el-Mevdûdî’yi de kapsamaktadır.
[249] Bkz.: Dot-Pouillard, “De Pekin a Teheran”, s.
17, 21; Yazar bu ifadeyi şurada kullanıyor: A.g.e., s. 23: “L’experience
‹ maos › a Tripoli et au Sud-Liban fait office, peut-etre, d’utopie concrete
non realisee theoriquement, et trop tot islamisee pour faire office de
veritable synthese entre marxisme tiers-mondiste et islam revolutionnaire.”
[“Maocuların Trablus ve Güney Lübnan’da edindikleri deneyim, belki de teorik
olarak henüz gerçekleşmemiş, somut bir ütopyadan ibarettir ve bu ütopyanın
Üçüncü Dünya ile Üçüncü Dünya Marksizmi arasında gerçek bir sentezin oluşmasına
katkı sunması için vakit henüz çok erkendir.”]