16 Temmuz 2021

Sömürgeciliğin Meşrulaştırılması


Sömürgeciliğin Meşrulaştırılması:

Avrupamerkezciliğin Tarihsel Sosyolojik Temelleri

 

Avrupalı denilen öz ile Atlantik denilen ötekinin imali, temelde hâlâ mevcut olan ve değişen sosyolojik eşitsizlik biçimlerine dayanan, birbiriyle etkileşim içerisindeki süreçler dâhilinde gerçekleşir.

Aynı şekilde, Avrupamerkezcilik ideolojisi, Avrupa’nın kültürel veya coğrafi sınırlarını esas alan bir tarihsel bağlama oturtulmamalı, bu ideoloji sadece özünde toplumları kesen gelişim sürecinin bir parçası olarak ele alınmalıdır.[1] Sonuçta sömürgeciyle karşılaşılmış, orada toplumlar arasındaki kültürel farklılıkların okunmasına ilişkin kimi eğilimler açığa çıkmış, toplumlar arasındaki farklılıklar, birer fark olarak değil, noksanlık olarak ele alınmıştır.

Bu yaklaşıma göre Amerika’da görülen Kızılderililer, İspanyollarda olan özelliklerden mahrumdurlar. Bu noksanlık, sonrasında Kızılderili denilen “ötekinin geri kalmışlığının” bir işareti olarak ele alınmış, bu sayede Avrupalı denilen öz, “ileri” ve “üstün” kabul edilmiş, her şey, bu hiyerarşik ayrıma tabi kılınmıştır.

Bu ayrıştırma işlemi ile Avrupalılar, kendilerini kültürel açıdan türdeş bir varlık olarak görme imkânına kavuşmuş, o varlığı vahşi olandan ayrı, ileri ve medeni bir yere yerleştirmiştir. Bu sayede Avrupamerkezciliğin temel öncüllerinin ilk örnekleri ortaya konulmuştur.

Atlantik ötesindeki karşılaşma dâhilinde yöntemsel açıdan içselcilik gündeme gelmiştir. İçselcilik bağlamında Avrupa’nın yaşadığı gelişim, iç kaynaklı ve kendiliğinden yaşanan bir süreç olarak değerlendirilmiştir. Buna bağlı olarak, tarihsel üstünlükle ilgili önermeler gündeme gelmiştir. Bu önermelere göre Avrupa’da modernite, iç dinamiklerle ve dışarıdan bağımsız olarak gerçekleşmiştir.[2]

Bu hiyerarşinin kurulması ile birlikte bir “medeniyet ölçütü” belirlenmiş, bu ölçüt uyarınca medeni olanın medeni olmayanı kontrol altına alması, ahlakî bir yükümlülük hâline gelmiştir.[3]

Bu hâliyle, sürekli kıyaslama içine girilmiş, bu pratik sonucu farklılıkla ortadan kaldırılması veya aşılması gereken unsurlar olarak belirlenmiş, İspanya örneğinde bu farklılıklar birer kusur ve noksanlık kabul edilmiş, onların ortadan kaldırılmaları, böylece boşlukların doldurulması üzerinde durulmuştur.

Sonuçta “yerliler” medenileştirilmesi gereken unsurlardır ve tüm o kendilerine has özellikleri yok edilmelidir. Kölelik savunucusu İspanyol ilahiyatçı Juan Ginés de Sepúlveda, medenileştirme pratikleriyle toplumsal imha arasında bağ kurar. Ona göre, “vaftiz edilmeden ölen bir ruh, masum bile olsa, bir kıymete sahip değildir.”[4] Sepúlveda’nın dile getirdiği buyruk, güya ahlakî ve insanîdir. Sonuçta bu ahlakî buyruk, kâinat hakkında söz söyleyen öznenin bir yansımasıdır, İspanyolların pratikleri evrenseldir ve elbette ki değerler onların değerleriyle tanımlanmalıdır.[5]

Medeniyet, imha ile mümkündür ve başka yerlere taşınmalıdır. Bu anlayış bize, Avrupamerkezciliğin üçüncü bileşeni olan doğrusal gelişimci yaklaşım konusunda bilgi vermektedir.

Dipeş Çakrabarti, türdeş bir zaman anlayışını temel alan doğrusal gelişimciliği “tarihselcilik” olarak niteler.[6] Sosyo-kültürel ayrım noktaları doğrusal ilerleyen tarih anlayışı üzerinden belirlendiğinde, Avrupalı olmayanlar, Avrupa’nın geçmişine ait bir imaj sunan varlıklar olarak görülürler. Buna karşılık, Avrupa, kendisini Avrupalı olmayanların geleceğine ait bir imaj üzerinden takdim eder.

Bu bakış açısına göre Kızılderililer, mülkiyet bireyselleşip güven altına alınmazdan önce doğanın ilk hâline dair bir paradigma olarak işgörürler: John Locke’un dile getirdiği biçimiyle “başlangıçta tüm dünya Amerika”dır.[7] İskoç aydınlanmasının filozofu ve tarihçi Adam Ferguson, bu meseleye kendi yorumunu katar:

“Amerikalı vahşilerin mevcut koşulları dâhilinde asıl dikkat etmemiz gereken husus, onların birer ayna olması ve o aynada ecdadımızın özelliklerinin aksetmesidir. Buradan ecdadımızın da yaşadığı durumların etkisi açısından kendimizce belirli sonuçlara ulaşmalıyız.”[8]

Bu tarz doğrusal gelişimcilik anlayışları, mesafe veya ayrım gibi dünyaya dair anlayışlar aracılığıyla, eşitsizlik (yani fark) üzerine kurulu sosyolojik ilişkileri yeniden inşa eder.[9] Bu tür anlayışlar, aynı zamanda İspanyollarla Kızılderililer arasındaki somut sosyolojik farklılıkların yok edilmesi sürecini meşrulaştırmak için gerekli çerçeve olarak işgörür. Bu yok etme işlemi ise Batı’nın özel mülkiyet ve devlet oluşumu üzerine kurulu, kendisine has kültürel yolu doğallaştırmak, doğalmış gibi göstermek suretiyle gerçekleştirilir.[10]

Doğrusal gelişimcilik anlayışları, Aydınlanma döneminde en eksiksiz ifadesini Avrupamerkezci düşünme tarzında bulur.[11] Tek bir doğrultuda ilerleyen zamanın akışı dâhilinde birbirinden net olarak ayrıştırılabilen gelişim aşamalarına vurgu yapmak suretiyle (ki Fransız Fizyokratlar ve İskoç Aydınlanması’nın düşünürleri, bu aşamaları birbiri ardı sıra gelen geçim tarzları şekilde ele almışlardır) aşamacılık, yeni ortaya çıkan “bilimsel” ırkçılık anlayışlarının en önemli düşünsel temellerinden birini meydana getirmiştir.[12]

Tek bir doğrultuda ilerleyen aşamacı modellere uygun olarak, Avrupalıların Avrupalı olmayan halklardan üstün olduğunu ispatlayan, dolayısıyla onlara hâkim olmaları gerektiğini söyleyen bilimsel ve teknolojik ölçütler, on yedinci ve on sekizinci yüzyıl boyunca temel norm hâline gelmişlerdir.

Güçlenen kapitalist merkezle kapitalist olmayan çevre arasındaki maddi uyumsuzlukların artmasıyla birlikte “eşyayı temel alan” ayrımlar, felsefi, toplumsal, dini ve kültürel ayrımların yerini almışlardır.[13] Bu, dünya geneline yayılan kapitalizm koşullarında üretici güçlerin hızlı fakat eşitsiz gelişiminin yol açtığı, genele yayılmış teknoloji fetişizmine dair bir gelişmedir. Teknolojik gelişimin düzeyi, belirli bir ırkın ve/veya toplumun ahlakî açıdan sahip olduğu değeri belirlediği düşünülmeye başlanmıştır.[14] Bu yolda ilerleyen modern ırkçılığa kapitalist üretim tarzının eşitsiz yapısının belirli bir sisteme kavuştuğu ve o yapının başka toplumlarla ilişki içine girdiği süreç eşlik etmiştir.[15]

Sonrasında Avrupa’nın gerçekleştirdiği “insanî” müdahaleler yanında Kızılderililerin mülksüzleştirilmesi, gelişimin aşamalı ilerlediğine dair anlayış temelinde meşrulaştırılmıştır. Bu meşrulaştırma girişimi dâhilinde Avrupalı olmayan toplumlar “Batı”yla kıyaslanıp onlara maddiyat ve ölçütler açısından “geri” oldukları söylenmiştir.

Amerika Birleşik Devletleri’nin kurulmasıyla yerli halklar, tıpkı Beyaz Amerikalıların imrenerek baktıkları toprakları elinde bulunduran nispeten daha güçsüz topluluklar gibi, ırksal açıdan aşağı mertebede, toprakları verimli kullanmaktan aciz varlıklar olarak görülmüşlerdir.[16]

Üretici güçleri yeterince geliştiremeyen topluluklar veya milletler, varolmak için gerekli şartlardan mahrum unsurlar olarak kabul edilmiş veya onların ahlaken ve kültürel açıdan üstün olan Batı toplumlarından eğitim almaları ve onların yönetimine tabi olmaları gerektiği üzerinde durulmuştur.

Modern liberalizmin babası kabul edilen John Locke, Atlantik ötesinde İngilizlerin elinde bulunan sömürgelerdeki yerlilerin mülklerinin ellerinden alınmasına ilişkin benzer türde gerekçeler sıralamıştır. Locke’a göre yerlilerin mülksüzleştirilmesi, hem gereklidir hem de meşrudur, çünkü yerliler, toprakla yeterince haşır neşir olmadıkları için toprak üzerinde bir hakka sahip değildirler.[17]

E. P. Thompson’ın ifade ettiği biçimiyle Locke, Kızılderilileri “emeğiyle toprağı geliştirmekten aciz kişiler olarak gördüğünden ve bu tür bir emek ve geliştirme işlemi mülkiyet hakkını teşkil ettiğinden, Avrupalıların avcılıkla geçinen yerlilerin mallarına el koymalarının, işleri daha kolay kılacağını” düşünmektedir.[18] Bu sayede Avrupa’nın Amerika kıtasında işlettiği sömürgeleştirme süreci ve devreye koyduğu ideolojik aygıtlar, dünya genelinde ırk ayrımcılığının ilk örneklerini ortaya koymuştur.[19] Bu dünya, sonrasında kapitalizmin emperyalist hâkimiyet üzerine kurulu bir dünya sistemine doğru evrilmesiyle birlikte değişmiştir.

Alexander Anievas
Kerem Nişancıoğlu

[Kaynak: How the West Came to Rule: The Geopolitical Origins of Capitalism, Pluto Press, 2015, s. 126-128.]

Dipnotlar:
[1] Edward Said, Avrupamerkezciliğin bu yönünü şu çalışmasında güçlü bir analizle ele almıştır: Orientalism: Western Conceptions of the Orient (Londra: Routledge & Kegan Paul, 1978).

[2] Kamran Matin, ‘Redeeming the universal: postcolonialism and the inner life of Euro centrism’, European Journal of International Relations, Cilt. 19 Sayı. 2 (2013), s. 353–77. Avrupamerkezcilikle ilgili önermelerin tamamını görmek için giriş bölümüne bakılabilir.

[3] Brett Bowden, Empire of Civilization: The Evolution of an Imperial Idea, (Şikago, Ill.: University of Chicago Press, 2009), s. 115.

[4] Aktaran: Tzvetan Todorov, Conquest of America: The Question of the Other, (Norman, Okla: University of Oklahoma Press, 1982), s. 155.

[5] Todorov, Conquest of America, s. 154.

[6] Tarihselcilik tartışması konusunda birinci bölüme bakılabilir.

[7] E. P. Thompson, Customs in Common (Londra: Penguin, 1993), s. 164.

[8] Adam Ferguson, An Essay on the History of Civil Society (Basle, Switzerland: J. J. Tourneisen, 1789), s. 147.

[9] Johannes Fabian, Time and the Other: How Anthropology Makes Its Object (New York: Columbia University Press, 2002), s. 16. Fabian’a göre, “doğrusal zaman kapitalist moderniteden önce vardı, dolayısıyla moderniteye doğru atılmış kararlı adımlar, doğrusallık anlayışının müdahalesinde değil, Yahudi-Hristiyan zaman anlayışını genelleştirip evrenselleştirmek suretiyle onu sekülerleştirme girişimlerinde aramak gerekir.” (2). Aydınlanma öncesinde Yahudi-Hristiyan geleneğindeki zaman anlayışı, selamet fikri üzerine kuruluydu, dolayısıyla herkesi kapsayan veya içerici bir anlayıştı. Ötekiler, paganlar ve kâfirler (vahşi ve ilkelden ziyade hidayete ermeye aday kişiler olarak görülüyorlardı. Uzamsal bir genişleme girişimi olarak fetih sürecinde bile din değiştirmeyi esas alan bir ideoloji üzerinde duruldu. Buna karşılık doğal, seküler ve evrimci tarihsel zaman anlayışlarına yaslanan Aydınlanma, bu hâliyle sömürgeci pratikleri meşrulaştırmak adına vahşileri ve ilkelleri medeniyete “henüz hazır olmayan” unsurlar olarak değerlendirdi. Bu bağlamda ortaçağdaki doğrusal zaman anlayışlarıyla çelişen bir zaman anlayışı geliştirildi ve bu anlayış dâhilinde her şey mesafe ve ayrım üzerinden ele alındı (26). Tüm bu tespitlerine karşın Fabian’ın kutsal ve seküler arasında yaptığı ayrımın biraz daha detaylandırılması gerekiyor. İlk dönem sömürgecilerin yazılarını ele alan Fabian, çelişkileri gözden kaçırıyor ve mesafe koyma ile içerme amaçlı pratiklerin çeliştiğini, ama sonuçta birbirlerini teşkil ettiklerini görmüyor. Aydınlanma, özle öteki arasındaki ilişkileri inşa ediyor. Bu inşa sürecine esas olarak mesafe koyma anlayışı damgasını vuruyor. Zira medenileştirme misyonunu temel alan proje, o mesafeyi kapatma amacını güdüyor. Bu bağlamda medenileştirme, esasen herkesi kucaklayan bir proje. Buna karşılık sömürgeciliğin ilk başlarda geliştirdiği, farklılığı esas alan anlayışlar ise asla kucaklayıcı değil, çünkü Vitoria ve Sepúlveda’nın görüşlerinde gördüğümüz üzere, yerliler henüz hidayete ermeye hazır olmayan unsurlar olarak değerlendiriliyorlar ve bunların yüz yıl boyunca İspanya’nın himayesi altında yaşamaları böylece barbar kültürlerinden kurtulmaları gerektiği söyleniyor. Sürecin başlarında geliştirilen düşüncelerin temel göstergeleri, ayrım ve mesafe. Ama aynı şekilde sonrasında İspanya’da geliştirilen düşünceler içermeyi, dâhil etmeyi öne çıkartıyor. Geri kalmışlık, vahşilik, hamlık üzerinde duran mesafe/ayrım temelli anlayışları, esasen hidayete erdirme/medenileştirme misyonu anlamında içerme/dâhil etme pratiklerini meşrulaştırmak, hatta mecburiymiş gibi göstermek için kullanılıyorlar. Bu hâliyle sömürgeciyle karşılaşma meselesi, doğrusal zaman anlayışının genelleştirilmesi ve evrenselleştirilmesi yönünde atılan ilk adımlardan biri olarak görülmelidir. Bu karşılaşma, aynı zamanda modern ve seküler bir forma geçiş sürecine ait bir momenttir.

[10] Beate Jahn, ‘IR and the state of nature: the cultural origins of a ruling ideology’, Review of International Studies, Cilt 25, Sayı 3 (1999), s. 412.

[11] Yirminci yüzyılda liberallerin ve yeni muhafazakârların demokratikleştirme ve ekonomik inşa projeleri gibi modernleşme teorisi de bu mirası sürdürmüştür.

[12] Bkz. Istvan Hont, Jealousy of Trade: International Competition and the Nation-State in Historical Perspective (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 2005), s. 364–70; Neil Davidson, How Revolutionary were the Bourgeois Revolutions? (Şikago, Ill.: Haymarket, 2012), s. 55–71.

[13] Karayipler’deki kölelik karşıtı hareketlere yönelik bir reddiye ve bilimsel ırkçılık örneği için bkz. Sibylle Fisher, Modernity Disavowed (Londra: Duke University Press, 2004). Michael Adas, Machines as the Measure of Men: Science, Technology, and Ideologies of Western Dominance (Ithaca, N.Y.: Cornell University Press, 1989).

[14] Burada altını çizmek gerekir ki modern ırkçılık, aynı zamanda eşitsizliğin kapitalizm koşullarında normatif ifadelere nasıl kavuşturulduğuna, kavuşturulmaya devam edildiğine dair önemli bir göstergedir: Bu süreçte sosyo-kültürel farklılık, noksan veya geri kalmışlık ifadesi olarak ele alınmaktadır.

[15] Kapitalizmi evrenselleştirici ve farklılaştırıcı eğilimler arasındaki çelişkili kaynaşma olarak tarif edebiliriz. Bu eğilim, toplumsal gelişim üzerinde eşitleyici ve parçalayıcı bir baskı uygulamaktadır. Eşitsizliğin bu şekilde sistemleştirilmesinin en çarpıcı örneği, toplumlar içerisinde ve arasında sistemsel eşitsizliklerin ve güç hiyerarşilerinin (tekrar) üretilmesidir. Eşitsizlik, sermaye birikiminin genişlemeci ve rekabetçi mantığının zaruri bir sonucu olarak sistemleşmektedir.

[16] Joseph A. Fry, Dixie Looks Abroad: The South and U.S. Foreign Relations, 1789–1973 (Baton Rouge, La.: Louisiana State University Press, 2002), s. 44.

[17] Terence J. Byres, Capitalism from Above and Capitalism from Below: An Essay in Comparative Political Economy (Londra: Palgrave Macmillan, 1996), s. 172.

[18] Thompson, Custom in Common, s. 164–5. John Locke’un Kızılderililerle ilgili görüşleri için bkz. Nagamitsu Miura, John Locke and the Native Americans: Early English Liberalism and its Colonial Reality (Newcastle upon Tyne: Cambridge Scholars, 2013).

[19] W. E. B. Du Bois, The Souls of Black Folk (New York: Crest, 1961 [1903]), s. 23.

0 Yorum: