Sömürgeciliğin Meşrulaştırılması:
Avrupamerkezciliğin Tarihsel Sosyolojik Temelleri
Avrupalı
denilen öz ile Atlantik denilen ötekinin imali, temelde hâlâ mevcut olan ve
değişen sosyolojik eşitsizlik biçimlerine dayanan, birbiriyle etkileşim
içerisindeki süreçler dâhilinde gerçekleşir.
Aynı
şekilde, Avrupamerkezcilik ideolojisi, Avrupa’nın kültürel veya coğrafi
sınırlarını esas alan bir tarihsel bağlama oturtulmamalı, bu ideoloji sadece
özünde toplumları kesen gelişim sürecinin bir parçası olarak ele
alınmalıdır.[1] Sonuçta sömürgeciyle karşılaşılmış, orada toplumlar arasındaki
kültürel farklılıkların okunmasına ilişkin kimi eğilimler açığa çıkmış,
toplumlar arasındaki farklılıklar, birer fark olarak değil, noksanlık olarak
ele alınmıştır.
Bu
yaklaşıma göre Amerika’da görülen Kızılderililer, İspanyollarda olan
özelliklerden mahrumdurlar. Bu noksanlık, sonrasında Kızılderili denilen
“ötekinin geri kalmışlığının” bir işareti olarak ele alınmış, bu sayede
Avrupalı denilen öz, “ileri” ve “üstün” kabul edilmiş, her şey, bu hiyerarşik
ayrıma tabi kılınmıştır.
Bu
ayrıştırma işlemi ile Avrupalılar, kendilerini kültürel açıdan türdeş bir
varlık olarak görme imkânına kavuşmuş, o varlığı vahşi olandan ayrı, ileri ve
medeni bir yere yerleştirmiştir. Bu sayede Avrupamerkezciliğin temel
öncüllerinin ilk örnekleri ortaya konulmuştur.
Atlantik
ötesindeki karşılaşma dâhilinde yöntemsel açıdan içselcilik gündeme gelmiştir.
İçselcilik bağlamında Avrupa’nın yaşadığı gelişim, iç kaynaklı ve kendiliğinden
yaşanan bir süreç olarak değerlendirilmiştir. Buna bağlı olarak, tarihsel
üstünlükle ilgili önermeler gündeme gelmiştir. Bu önermelere göre Avrupa’da
modernite, iç dinamiklerle ve dışarıdan bağımsız olarak gerçekleşmiştir.[2]
Bu
hiyerarşinin kurulması ile birlikte bir “medeniyet ölçütü” belirlenmiş, bu
ölçüt uyarınca medeni olanın medeni olmayanı kontrol altına alması, ahlakî bir
yükümlülük hâline gelmiştir.[3]
Bu
hâliyle, sürekli kıyaslama içine girilmiş, bu pratik sonucu farklılıkla ortadan
kaldırılması veya aşılması gereken unsurlar olarak belirlenmiş, İspanya
örneğinde bu farklılıklar birer kusur ve noksanlık kabul edilmiş, onların
ortadan kaldırılmaları, böylece boşlukların doldurulması üzerinde durulmuştur.
Sonuçta
“yerliler” medenileştirilmesi gereken unsurlardır ve tüm o kendilerine has
özellikleri yok edilmelidir. Kölelik savunucusu İspanyol ilahiyatçı Juan Ginés
de Sepúlveda, medenileştirme pratikleriyle toplumsal imha arasında bağ kurar.
Ona göre, “vaftiz edilmeden ölen bir ruh, masum bile olsa, bir kıymete sahip
değildir.”[4] Sepúlveda’nın dile getirdiği buyruk, güya ahlakî ve insanîdir.
Sonuçta bu ahlakî buyruk, kâinat hakkında söz söyleyen öznenin bir
yansımasıdır, İspanyolların pratikleri evrenseldir ve elbette ki değerler
onların değerleriyle tanımlanmalıdır.[5]
Medeniyet,
imha ile mümkündür ve başka yerlere taşınmalıdır. Bu anlayış bize,
Avrupamerkezciliğin üçüncü bileşeni olan doğrusal gelişimci yaklaşım
konusunda bilgi vermektedir.
Dipeş
Çakrabarti, türdeş bir zaman anlayışını temel alan doğrusal gelişimciliği
“tarihselcilik” olarak niteler.[6] Sosyo-kültürel ayrım noktaları doğrusal
ilerleyen tarih anlayışı üzerinden belirlendiğinde, Avrupalı olmayanlar,
Avrupa’nın geçmişine ait bir imaj sunan varlıklar olarak görülürler. Buna
karşılık, Avrupa, kendisini Avrupalı olmayanların geleceğine ait bir imaj
üzerinden takdim eder.
Bu
bakış açısına göre Kızılderililer, mülkiyet bireyselleşip güven altına
alınmazdan önce doğanın ilk hâline dair bir paradigma olarak işgörürler: John
Locke’un dile getirdiği biçimiyle “başlangıçta tüm dünya Amerika”dır.[7] İskoç
aydınlanmasının filozofu ve tarihçi Adam Ferguson, bu meseleye kendi yorumunu
katar:
“Amerikalı vahşilerin
mevcut koşulları dâhilinde asıl dikkat etmemiz gereken husus, onların birer
ayna olması ve o aynada ecdadımızın özelliklerinin aksetmesidir. Buradan
ecdadımızın da yaşadığı durumların etkisi açısından kendimizce belirli
sonuçlara ulaşmalıyız.”[8]
Bu
tarz doğrusal gelişimcilik anlayışları, mesafe veya ayrım gibi dünyaya dair
anlayışlar aracılığıyla, eşitsizlik (yani fark) üzerine kurulu sosyolojik
ilişkileri yeniden inşa eder.[9] Bu tür anlayışlar, aynı zamanda İspanyollarla
Kızılderililer arasındaki somut sosyolojik farklılıkların yok edilmesi sürecini
meşrulaştırmak için gerekli çerçeve olarak işgörür. Bu yok etme işlemi ise
Batı’nın özel mülkiyet ve devlet oluşumu üzerine kurulu, kendisine has kültürel
yolu doğallaştırmak, doğalmış gibi göstermek suretiyle gerçekleştirilir.[10]
Doğrusal
gelişimcilik anlayışları, Aydınlanma döneminde en eksiksiz ifadesini
Avrupamerkezci düşünme tarzında bulur.[11] Tek bir doğrultuda ilerleyen zamanın
akışı dâhilinde birbirinden net olarak ayrıştırılabilen gelişim aşamalarına
vurgu yapmak suretiyle (ki Fransız Fizyokratlar ve İskoç Aydınlanması’nın
düşünürleri, bu aşamaları birbiri ardı sıra gelen geçim tarzları şekilde ele
almışlardır) aşamacılık, yeni ortaya çıkan “bilimsel” ırkçılık anlayışlarının
en önemli düşünsel temellerinden birini meydana getirmiştir.[12]
Tek
bir doğrultuda ilerleyen aşamacı modellere uygun olarak, Avrupalıların Avrupalı
olmayan halklardan üstün olduğunu ispatlayan, dolayısıyla onlara hâkim olmaları
gerektiğini söyleyen bilimsel ve teknolojik ölçütler, on yedinci ve on
sekizinci yüzyıl boyunca temel norm hâline gelmişlerdir.
Güçlenen
kapitalist merkezle kapitalist olmayan çevre arasındaki maddi uyumsuzlukların
artmasıyla birlikte “eşyayı temel alan” ayrımlar, felsefi, toplumsal, dini ve
kültürel ayrımların yerini almışlardır.[13] Bu, dünya geneline yayılan
kapitalizm koşullarında üretici güçlerin hızlı fakat eşitsiz gelişiminin yol
açtığı, genele yayılmış teknoloji fetişizmine dair bir gelişmedir. Teknolojik
gelişimin düzeyi, belirli bir ırkın ve/veya toplumun ahlakî açıdan sahip olduğu
değeri belirlediği düşünülmeye başlanmıştır.[14] Bu yolda ilerleyen modern
ırkçılığa kapitalist üretim tarzının eşitsiz yapısının belirli bir sisteme
kavuştuğu ve o yapının başka toplumlarla ilişki içine girdiği süreç eşlik
etmiştir.[15]
Sonrasında
Avrupa’nın gerçekleştirdiği “insanî” müdahaleler yanında Kızılderililerin
mülksüzleştirilmesi, gelişimin aşamalı ilerlediğine dair anlayış temelinde
meşrulaştırılmıştır. Bu meşrulaştırma girişimi dâhilinde Avrupalı olmayan
toplumlar “Batı”yla kıyaslanıp onlara maddiyat ve ölçütler açısından “geri”
oldukları söylenmiştir.
Amerika
Birleşik Devletleri’nin kurulmasıyla yerli halklar, tıpkı Beyaz Amerikalıların
imrenerek baktıkları toprakları elinde bulunduran nispeten daha güçsüz
topluluklar gibi, ırksal açıdan aşağı mertebede, toprakları verimli
kullanmaktan aciz varlıklar olarak görülmüşlerdir.[16]
Üretici
güçleri yeterince geliştiremeyen topluluklar veya milletler, varolmak için
gerekli şartlardan mahrum unsurlar olarak kabul edilmiş veya onların ahlaken ve
kültürel açıdan üstün olan Batı toplumlarından eğitim almaları ve onların
yönetimine tabi olmaları gerektiği üzerinde durulmuştur.
Modern
liberalizmin babası kabul edilen John Locke, Atlantik ötesinde İngilizlerin
elinde bulunan sömürgelerdeki yerlilerin mülklerinin ellerinden alınmasına
ilişkin benzer türde gerekçeler sıralamıştır. Locke’a göre yerlilerin
mülksüzleştirilmesi, hem gereklidir hem de meşrudur, çünkü yerliler, toprakla
yeterince haşır neşir olmadıkları için toprak üzerinde bir hakka sahip
değildirler.[17]
E.
P. Thompson’ın ifade ettiği biçimiyle Locke, Kızılderilileri “emeğiyle toprağı
geliştirmekten aciz kişiler olarak gördüğünden ve bu tür bir emek ve geliştirme
işlemi mülkiyet hakkını teşkil ettiğinden, Avrupalıların avcılıkla geçinen
yerlilerin mallarına el koymalarının, işleri daha kolay kılacağını”
düşünmektedir.[18] Bu sayede Avrupa’nın Amerika kıtasında işlettiği
sömürgeleştirme süreci ve devreye koyduğu ideolojik aygıtlar, dünya genelinde
ırk ayrımcılığının ilk örneklerini ortaya koymuştur.[19] Bu dünya, sonrasında
kapitalizmin emperyalist hâkimiyet üzerine kurulu bir dünya sistemine doğru
evrilmesiyle birlikte değişmiştir.
Alexander Anievas
Kerem Nişancıoğlu
[Kaynak:
How the West Came to Rule: The Geopolitical Origins of Capitalism, Pluto
Press, 2015, s. 126-128.]
Dipnotlar:
[1] Edward Said, Avrupamerkezciliğin bu yönünü şu çalışmasında güçlü bir
analizle ele almıştır: Orientalism: Western Conceptions of the Orient (Londra:
Routledge & Kegan Paul, 1978).
[2]
Kamran Matin, ‘Redeeming the universal: postcolonialism and the inner life of
Euro centrism’, European Journal of International Relations, Cilt. 19
Sayı. 2 (2013), s. 353–77. Avrupamerkezcilikle ilgili önermelerin tamamını
görmek için giriş bölümüne bakılabilir.
[3]
Brett Bowden, Empire of Civilization: The Evolution of an Imperial Idea,
(Şikago, Ill.: University of Chicago Press, 2009), s. 115.
[4]
Aktaran: Tzvetan Todorov, Conquest of America: The Question of the Other,
(Norman, Okla: University of Oklahoma Press, 1982), s. 155.
[5]
Todorov, Conquest of America, s. 154.
[6]
Tarihselcilik tartışması konusunda birinci bölüme bakılabilir.
[7]
E. P. Thompson, Customs in Common (Londra: Penguin, 1993), s. 164.
[8]
Adam Ferguson, An Essay on the History of Civil Society (Basle,
Switzerland: J. J. Tourneisen, 1789), s. 147.
[9]
Johannes Fabian, Time and the Other: How Anthropology Makes Its Object (New
York: Columbia University Press, 2002), s. 16. Fabian’a göre, “doğrusal zaman
kapitalist moderniteden önce vardı, dolayısıyla moderniteye doğru atılmış
kararlı adımlar, doğrusallık anlayışının müdahalesinde değil, Yahudi-Hristiyan
zaman anlayışını genelleştirip evrenselleştirmek suretiyle onu sekülerleştirme
girişimlerinde aramak gerekir.” (2). Aydınlanma öncesinde Yahudi-Hristiyan
geleneğindeki zaman anlayışı, selamet fikri üzerine kuruluydu, dolayısıyla
herkesi kapsayan veya içerici bir anlayıştı. Ötekiler, paganlar ve kâfirler
(vahşi ve ilkelden ziyade hidayete ermeye aday kişiler olarak görülüyorlardı.
Uzamsal bir genişleme girişimi olarak fetih sürecinde bile din değiştirmeyi
esas alan bir ideoloji üzerinde duruldu. Buna karşılık doğal, seküler ve
evrimci tarihsel zaman anlayışlarına yaslanan Aydınlanma, bu hâliyle sömürgeci
pratikleri meşrulaştırmak adına vahşileri ve ilkelleri medeniyete “henüz hazır
olmayan” unsurlar olarak değerlendirdi. Bu bağlamda ortaçağdaki doğrusal zaman
anlayışlarıyla çelişen bir zaman anlayışı geliştirildi ve bu anlayış dâhilinde
her şey mesafe ve ayrım üzerinden ele alındı (26). Tüm bu tespitlerine karşın
Fabian’ın kutsal ve seküler arasında yaptığı ayrımın biraz daha
detaylandırılması gerekiyor. İlk dönem sömürgecilerin yazılarını ele alan
Fabian, çelişkileri gözden kaçırıyor ve mesafe koyma ile içerme amaçlı
pratiklerin çeliştiğini, ama sonuçta birbirlerini teşkil ettiklerini görmüyor.
Aydınlanma, özle öteki arasındaki ilişkileri inşa ediyor. Bu inşa sürecine esas
olarak mesafe koyma anlayışı damgasını vuruyor. Zira medenileştirme misyonunu
temel alan proje, o mesafeyi kapatma amacını güdüyor. Bu bağlamda
medenileştirme, esasen herkesi kucaklayan bir proje. Buna karşılık
sömürgeciliğin ilk başlarda geliştirdiği, farklılığı esas alan anlayışlar ise
asla kucaklayıcı değil, çünkü Vitoria ve Sepúlveda’nın görüşlerinde gördüğümüz
üzere, yerliler henüz hidayete ermeye hazır olmayan unsurlar olarak
değerlendiriliyorlar ve bunların yüz yıl boyunca İspanya’nın himayesi altında yaşamaları
böylece barbar kültürlerinden kurtulmaları gerektiği söyleniyor. Sürecin
başlarında geliştirilen düşüncelerin temel göstergeleri, ayrım ve mesafe. Ama
aynı şekilde sonrasında İspanya’da geliştirilen düşünceler içermeyi, dâhil
etmeyi öne çıkartıyor. Geri kalmışlık, vahşilik, hamlık üzerinde duran
mesafe/ayrım temelli anlayışları, esasen hidayete erdirme/medenileştirme
misyonu anlamında içerme/dâhil etme pratiklerini meşrulaştırmak, hatta
mecburiymiş gibi göstermek için kullanılıyorlar. Bu hâliyle sömürgeciyle
karşılaşma meselesi, doğrusal zaman anlayışının genelleştirilmesi ve
evrenselleştirilmesi yönünde atılan ilk adımlardan biri olarak görülmelidir. Bu
karşılaşma, aynı zamanda modern ve seküler bir forma geçiş sürecine ait bir
momenttir.
[10]
Beate Jahn, ‘IR and the state of nature: the cultural origins of a ruling
ideology’, Review of International Studies, Cilt 25, Sayı 3 (1999), s.
412.
[11]
Yirminci yüzyılda liberallerin ve yeni muhafazakârların demokratikleştirme ve
ekonomik inşa projeleri gibi modernleşme teorisi de bu mirası sürdürmüştür.
[12]
Bkz. Istvan Hont, Jealousy of Trade: International Competition and the
Nation-State in Historical Perspective (Cambridge, Mass.: Harvard
University Press, 2005), s. 364–70; Neil Davidson, How Revolutionary were
the Bourgeois Revolutions? (Şikago, Ill.: Haymarket, 2012), s. 55–71.
[13]
Karayipler’deki kölelik karşıtı hareketlere yönelik bir reddiye ve bilimsel
ırkçılık örneği için bkz. Sibylle Fisher, Modernity Disavowed (Londra:
Duke University Press, 2004). Michael Adas, Machines as the Measure of Men:
Science, Technology, and Ideologies of Western Dominance (Ithaca, N.Y.:
Cornell University Press, 1989).
[14]
Burada altını çizmek gerekir ki modern ırkçılık, aynı zamanda eşitsizliğin
kapitalizm koşullarında normatif ifadelere nasıl kavuşturulduğuna,
kavuşturulmaya devam edildiğine dair önemli bir göstergedir: Bu süreçte
sosyo-kültürel farklılık, noksan veya geri kalmışlık ifadesi olarak ele
alınmaktadır.
[15]
Kapitalizmi evrenselleştirici ve farklılaştırıcı eğilimler arasındaki çelişkili
kaynaşma olarak tarif edebiliriz. Bu eğilim, toplumsal gelişim üzerinde
eşitleyici ve parçalayıcı bir baskı uygulamaktadır. Eşitsizliğin bu şekilde
sistemleştirilmesinin en çarpıcı örneği, toplumlar içerisinde ve arasında
sistemsel eşitsizliklerin ve güç hiyerarşilerinin (tekrar) üretilmesidir.
Eşitsizlik, sermaye birikiminin genişlemeci ve rekabetçi mantığının zaruri bir
sonucu olarak sistemleşmektedir.
[16]
Joseph A. Fry, Dixie Looks Abroad: The South and U.S. Foreign Relations,
1789–1973 (Baton Rouge, La.: Louisiana State University Press, 2002), s.
44.
[17]
Terence J. Byres, Capitalism from Above and Capitalism from Below: An Essay
in Comparative Political Economy (Londra: Palgrave Macmillan, 1996), s.
172.
[18]
Thompson, Custom in Common, s. 164–5. John Locke’un Kızılderililerle
ilgili görüşleri için bkz. Nagamitsu Miura, John Locke and the Native
Americans: Early English Liberalism and its Colonial Reality (Newcastle
upon Tyne: Cambridge Scholars, 2013).
[19] W. E. B. Du Bois, The Souls of Black Folk (New York: Crest, 1961 [1903]), s. 23.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder