Mandela ve Mugabe, Afrika’nın güneyinde
siyahları beyaz idaresinden kurtarma mücadelesinin önemli isimleriydi. Peki
Batı, Mandela’ya neden şükranlarını sunarken Mugabe’ye küfrediyor? Mandela, “iyi”
bir ulusal kurtuluş kahramanı olurken Mugabe neden kötü ilân ediliyor?
Bunun sebebi, Güney Afrika’da yürürlüğe
konulan kurtuluş projelerinin Batı’nın ekonomik çıkarlarını tehdit etmemesi ama
Mugabe’nin Zimbabwe’sinin tehditkâr bulunması.
Medyada karşılık bulan propagandaya
göre Mandela demokratik olduğu için iyi biriydi, lâkin Mugabe kötüydü çünkü o
“otokratikti.” Oysa bu lafların yüzündeki yaldızı aldığımızda karşımıza
Batı’nın ve beyaz elitlerin ekonomik çıkarları çıkmaktadır.
Güney Afrika’da toprak mülkiyeti
konusunda hâlen daha hâkim unsur, ırk ayrımcılığı döneminde olduğu gibi,
beyazlar. Toprakların yeniden dağıtımı süreci en iyi hâliyle kaplumbağa hızıyla
ilerleyebildi. Zimbabwe’de ise toprak beyaz yerleşimcilerden alınıp siyah
çoğunluğa verildi. Bugün Güney Afrika ekonomisi, beyazların ve Batı’nın
hâkimiyeti altında. Mugabe ise ülkesinde ekonomiyi yerlileştirmeye, doğal
zenginlikleri ve verimli varlıkları ülke halkının ellerine teslim etmeye dönük
adımlar attı.
Batı, Mugabe’yi daha çok Batılı
şirketlerin elindeki madenleri millileştirme planı sebebiyle şeytanlaştırdı. Bu
plan uyarınca Batı’daki bir avuç zengin yatırımcı, ülkenin madenleri konusunda
sahip olduğu aslan payını elinden çıkartmak zorunda kalacaktı. Batı medyasına
göre, kendi halkına ekonomisinde önemli bir yer tutan bir şeyin mülkiyetini
vermek akla hayale gelmeyecek bir adımdı.
Buna karşılık Mandela, Güney Afrika
madenlerinin millileştirilmesine dönük çağrılara kulak tıkadı ve ekonomisinin
sağlam temellerde idare edilmesi için gerekli ilke olarak Batı ve beyaz
hâkimiyetine onay verdi.
2013’te The Financial Times Güney Afrikalı lideri “Sahra-altı Afrikası’nın
en büyük ekonomisinin güvenilen bir kâhyası olarak iş görüp katı bir para ve
maliye politikası uyguladığı” için göklere çıkarttı. Çünkü Mandela, yabancı
yatırımcıların kasalarına Güney Afrika madenlerinden ve tarımından elde edilen
kârların akmasını, Afrika Ulusal Kongresi’nin madenlerin millileştirilmesini,
toprakların yeniden dağıtılmasını öngören ekonomik adalet programının
uygulanması ile beyaz elitlerin yoluna taş konmamasını güvence altına almıştı.
Öte yandan millileştirme ve toprakların yeniden dağıtımı Mugabe’nin yegâne
projesiydi.
Fakat Mugabe de Batılı işadamlarının
çıkarlarını temsil ettiğini söylediği halkın çıkarlarının önüne koyup Mandela’nın
uyguladığı katı maliye ve para politikasını benimseyince birden Batı’dan onay
aldı ve sevilen bir ulusal kurtuluş kahramanı hâline geldi.
Gelgelelim bu sevginin ömrü fazla uzun
olmadı ve Mugabe, başka bir yola girip toprak reformu programına destek olunca o
sevginin yerini nefret aldı. Batı’nın Mugabe’ye yönelik aşağılayıcı tutumu, madenlerin
kontrolünü halkın eline teslim edecek bir yerlileştirme programını yürürlüğe
koyunca daha da sertleşti.
Neticede Mugabe, halkın ekonomik
çıkarlarını savunan birine dönüşüp yabancı yatırımcıların ve beyaz
sömürgecilerin güvendiği bir kâhya olmaktan çıkmasıyla birden kötü ve şeytanî
bir figür hâline geldi. Sonrasında
Mugabe, kurtuluş projesine gerçek anlamını kazandırıp halkına politik ve
ekonomik egemenliği teslim edince Batı, buna ülkeyi aksi yöne dönmeye zorlamayı
amaçlayan yaptırımlarla cevap verdi. Frantz Fanon’un da dediği gibi, “Bir
sömürgeci ve emperyalist güç, bir halka bağımsızlık vermek zorunda kalırsa o
emperyalist güç ‘bağımsızlık mı istiyorsun? Al bağımsızlığını da açlıktan geber”
der.
Batı’nın açtığı ekonomik savaş Zimbabwe
ekonomisini kaosa sürüklediğinde Batılı gazeteler, ekonomik güçlüklerin
Mugabe’nin “yanlış yönetimi”nin birer sonucu olduğunu söylediler ama asla
ABD’de çıkan finansal yardım alınmasına mani olan, ekonomik gelişimi durduran
Zimbambe Demokrasisi ve Ekonomisinin Islahı Kanunu’na dönüp bakmadılar. Bu,
Nazi işgali ve savaşın yol açtığı yıkımdan ziyade II. Dünya Savaşı sonrası
mahvolan Sovyet ekonomisi konusunda sosyalizmi suçlayan yaklaşımları andıran
bir yaklaşımdı. Batı medyası, bağımsızlığını elde etmiş Üçüncü Dünya
hükümetlerine aynı standardı uyguluyor, yaptırımlara maruz kalan bir ülkedeki
ekonomik güçlükleri yaptırımlara değil de yanlış yönetime bağlıyordu. Bu
uygulamaya Venezuela’da da rastlıyoruz. Petrol zengini ülkedeki ekonomik
sıkıntı, Batı medyasında ABD’nin Carakas’ın orta yerine bıraktığı, ekonomik
savaş olarak imal edilmiş atom bombası dikkate alınmadan ele alınıyor.
Demokrat-otokrat karşıtlığı, esasen
propaganda amaçlı bir icat. Batılı hükümetler ve medya, Batılı şirketlerin
çıkarlarını koruyup destekleyen liderleri meşrulaştırıp kendi halkının
çıkarlarını koruyan ve destekleyen, halkının gelişimiyle ilgili ihtiyaçlar
üzerinde duran Castro, Kim Jong Un, Maduro, Xi Jinping ve Mugabe gibi liderleri
şeytanlaştırmak için bu icadı kullanıyor.
Mugabe’nin
toprak reformunu gereken hızda yürürlüğe koymadığından, ekonomiyi yeterince
yerlileştirmediğinden tabii ki söz edilebilir ama bu noktada bu tür adımlara
karşı olan Batılı hükümetlerin gücünü de dikkate almak gerekir. Öte yandan onun
gerçek bir ulusal kurtuluş kahramanı olmadığını kimse söyleyemez. O, kendi
ülkesinin yabancıların kontrolünde bulunduğunu, sözde bağımsızlığın sadece yerleşimci
azınlığa mahsus olduğunu görmüş bir isimdi.
Stephen Gowans
6
Eylül 2019
0 Yorum:
Yorum Gönder