İran Hiç Yapmadığı Bir Şeye Son Vermeyi
Kabul Ederek Viyana Mutabakatı’ndan Zaferle Çıktı
İran, Viyana’da yürüttüğü nükleer programla ilgili
diplomatik mücadeleyi kazandı. Elde ettiği başarının sebebi, Cumhuriyetçi
eleştirmenlerin ve başbakan Netanyahu’nun alelacele iddia ettiği gibi, ABD’li
müzakerecilerin beceriksizliği değildi. İran kazanmayı bildi, çünkü onun için
blöf yapmak çok kolaydı, üstelik bunu hiç girişmediği, girişmeye bile
niyetlenmediği faaliyetlere son vererek yaptı.
Müzakere masasının diğer tarafında ABD, İran’da rejim
değişikliğine etkide bulunmaya dayalı Bush dönemine ait hedefi terk etmiş oldu
ki bu da müzakere sürecindeki konumunu epey zayıflattı. Dahası görüşmelerinin
sınırlarını önemli ölçüde 1968 tarihli Nükleer Silâhların Yayılmasının
Önlenmesi Antlaşması [NSYÖA] tayin etti. Bu anlaşma, İran’a ve imzacı diğer tüm
190 ülkeye barışçıl amaçlı nükleer geliştirme konusunda “devredilemez bir hak”
veriyor, söz konusu geliştirmenin barışçıl süreçler doğrultusunda kullanılmasını
şart koşuyordu.
İran’ın nükleer programıyla ilgili birçok yalan
söylendi. Müzakereleri zora sokan da bu yalanlardı:
1. “İran nükleer programını gizlice yürütüyor.
Esasında program 40 yıldan fazladır işliyor, teşvik eden de ABD. İran’a ilk
araştırma reaktörünü veren de o.”
2. “İran’da nükleer silâh programı vardı, var veya var
olacak.” Böylesi bir programın geçmişte veya bugün var olduğu konusunda elde
bir kanıt yok. Bu gerçeği ABD Ulusal İstihbarat Değerlendirme Kurumu ve
Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu [UAEK] da doğruladı. İranlı liderler nükleer
silâhların gayri İslamî olduğunu defalarca dile getirdiler.
3. “Uranyum zenginleştirmesi nükleer silâh programıyla
aynı şey.” Esasında NSYÖA’ya imzacı olan İran gibi nükleer silâha sahip
bulunmayan on dokuz ülke daha var. Bunlar da tıpkı İran gibi uranyum
zenginleştiriyorlar. Uranyum zenginleştiren bu ülkelerin birkaçı gelecekte
nükleer silâh programına sahip olabileceklerini ifade ettiler. Hiçbirisi,
ABD’nin ya da diğer nükleer silâh sahibi ülkenin hedefi olmadı. Bu da İran’ın
“biz nükleer faaliyetlerden değil, sırf İran olduğumuz için hedef alınıyoruz”
iddiasını doğruluyor. Bush döneminde ABD’nin İran’da rejim değişikliği
istediğini beyan ettiği ve nükleer silâh meselesini Amerika’da halktan destek
almak için istismar ettiği göz önünde bulundurulursa, bu, gayet akla yatkın bir
iddia.
4. “İran, bomba sahibi olmak için ‘yarışmak’ amacıyla
bir tür gizli program yürütüyor olabilir.” Esasında İran’da parçalanabilir
malzemeyi silâha dönüştürebilecek ve bir bomba üretecek ya da böylesi bir bomba
için bir teslimat sistemi geliştirecek altyapı mevcut değil. İran’ın yeterli
miktarda düşük zenginleştirilmiş uranyum (%5’ten az) üretmesi yıllarını aldı.
Uranyumun %95 düzeyinde zenginleştirilmesi gerek. İran kısa vadede bir bomba
yapabilse bile, bu bombanın test edilmesi lazım, testten sonra da ortada bomba
namına bir şey kalmayacak zaten. Ayrıca böylesi bir faaliyetin de UAEK
tarafından derhal tespit edileceği açık.
Görüşmeleri tıkayan bir husus da müzakerelerin
amacının dışında, ikincil meselelerin gündeme taşınması konusunda kimi
insanların ısrarcı olması idi. İkinci meselelerin belki de en önemlisi, İran’a
konvansiyonel silâh satışları yapılması hususunda ambargo uygulanmasıydı. Oysa
bunun nükleer meselesiyle hiç alakası yoktu. Bazı politik tutsakların serbest
bırakılması, İran’ın Suriye’de Esad rejimine desteğini çekmesi ve İsrail’in
tanınması türünden başka meseleler de görüşmelerle esasen ilişkisiz başlıklardı.
Ted Cruz, Tom Cotton, Lindsay Graham veya Netanyahu ne derse desin, bu
meselelere o masada yer yoktu.
Dolayısıyla İran müzakere yürütmek için muazzam bir
alan buldu. Öncelikle İran’a yürüttüğü nükleer programın Nükleer Silâhların
Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması gereğince koruma altında olduğu güvencesi
verildi. Tüm nükleer kapasitesini sökmesi gerektiğine dair fikrin diğer NSYÖA
imzacısı ülkeleri etkileyeceği ve silâhların kontrolü noktasında dünyada ciddi
bir tahribata yol açacağı söylendi.
İran için hiç var olmayan ve hiç niyetlenmediği bir
nükleer silâh programını terk etmek hiç de zor olmadı. Bir pazarlık konumu
olarak bu, masadaki muadilinizin sürekli ısrar etmesinin kıymetsiz olması
sebebiyle, su götürmez bir konumdu ve başka tavizler almak için bulunulan
talepleri boşa düşürüyordu. Böylesi bir hamle esasında blöftü ve ABD, Bush
döneminden kalma, “İran bomba yapıyor” iddiası üzerinden, bozuntuya vermeksizin
geri adım atma imkânını da bulamadı.
İran tarafında ise Tahran liderliği onca yıl ABD’ye
düşmanlıktan istifade etti. Ekonomik ve sosyal politika alanındaki her hatada
ABD suçlandı. ABD’ye yönelik resmî düzeydeki husumet iktidardakileri onlarca
yıl ayakta tuttu. Ülke içerisinde sahip olunan bu politik avantajı terk etmek
çok güç olacak ama bu politikanın terki eğer halka mutabakatın bir fedakârlık
olduğu gösterilirse başarılı olacak. Bu da başka bir blöf ve hedefi esas olarak
İran halkı. İran sokaklarındaki bayram havasına bakılacak olursa, yapılan gayet
iyi bir hamle. ABD’ye saldırmanın sunduğu avantajı terk etmek suretiyle İran
lideri popülaritesini de artırmış oldu.
İran’a dönük yaptırımlar birçok yönden ülkeye katkı
sundu. Felç olmak şöyle dursun, bu yaptırımlar, neredeyse tüm geleneksel
endüstriyel ve ticarî faaliyetlerde ayrıca tarımda ülkenin kendisine güvenen
bir niteliğe kavuşmasını sağladı. Elbette İran’ın sonsuza dek bu yaptırımlarla
yaşaması da mümkün değildi. Uluslararası bankacılık sistemine girememesi onu
güçsüzleştiriyordu. Ama gene de ülke ekonomisi mevcut sınırlamalara rağmen uzun
yıllar daha ayakta kalacak güçteydi. IMF ve Dünya Bankası’nın ölçümlerine göre
İran’ın GSMH’sindeki büyüme geçen yıl yüzde üçtü. Yoksulluk oranı da ABD’den
düşüktü.
21 Haziran günü üç haftalık İran gezisinden döndüm ve
endüstriyel altyapısındaki muazzam gelişmeye ve bol miktarda tarımsal gerece
tanık oldum.
Taşrada bile binlerce yabancı yatırımcıya rastlanıyor.
Bunların mutabakatın başarıyla sonuçlanması sonrası doğacak fırsatlardan
ağızlarının suyu akıyor. Bir Alman sanayici, “İran’ın bu kadar zengin ve
kalkınmış olduğunu bilmiyordum. Buraya bir şey kurmamıza gerek yok. Sadece var
olan endüstriyel faaliyetleri genişletmek ve pazarlama çalışmalarını artırmak
niyetindeyiz. Hep birlikte çok miktarda para kazanacağız.” diyor.
Pek bilinmeyen bir gerçek de şu: İran konvansiyonel
silâh imalatında kendisine yeterli bir ülke. Esasında İran bir silâh
ihracatçısı. Nihai Viyana mutabakatında konvansiyonel silâh ticaretine konulan
ambargonun kalması yönünde bir pazarlık yürütüldü. Aslında bu da başka bir
blöftü. İran’ın silâh ithal etmesine gerek yok. İranlılar büyük bir direnç
gösteriyormuş gibi yaparak müzakerecilerin pazarlık konusunda gerçekte hiç
olmayan bir kırıntıyı kapmalarını sağladı.
ABD daha iyisini yapabilir, İran hakkında bir şeyler
öğrenebilirdi ya da müzakerelere başlamadan önce İran’ın nükleer programına
dair tehlikeyle ilgili o heyecanlı retoriğini daha gerçekçi bir gözle
görebilirdi. İran’a karşı tatbik edilen Bush dönemine ait yaptırımlar sahte bir
krize yol açtı ve tümüyle gereksiz bir yaptırım düzenini koşulladı. Bu durumun
çözüme kavuşturulması dünya için hayırlı olacak ama Amerikalıların da bu krizin
kendi elleriyle yarattıkları bir kriz olduğunu görmeleri lazım. On sekiz aylık
müzakere sürecinde ABD’li müzakere ekibinin tek işi, zevahiri kurtarmak ve
gerçekte hiç var olmayan Bush döneminin koşulladığı krizin hatalarından geri
adım atmak oldu.
William O. Beeman
14 Temmuz 2015
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder