Pages

16 Temmuz 2015

Viyana Mutabakatı


İran Hiç Yapmadığı Bir Şeye Son Vermeyi

Kabul Ederek Viyana Mutabakatı’ndan Zaferle Çıktı

 

İran, Viyana’da yürüttüğü nükleer programla ilgili diplomatik mücadeleyi kazandı. Elde ettiği başarının sebebi, Cumhuriyetçi eleştirmenlerin ve başbakan Netanyahu’nun alelacele iddia ettiği gibi, ABD’li müzakerecilerin beceriksizliği değildi. İran kazanmayı bildi, çünkü onun için blöf yapmak çok kolaydı, üstelik bunu hiç girişmediği, girişmeye bile niyetlenmediği faaliyetlere son vererek yaptı.

Müzakere masasının diğer tarafında ABD, İran’da rejim değişikliğine etkide bulunmaya dayalı Bush dönemine ait hedefi terk etmiş oldu ki bu da müzakere sürecindeki konumunu epey zayıflattı. Dahası görüşmelerinin sınırlarını önemli ölçüde 1968 tarihli Nükleer Silâhların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması [NSYÖA] tayin etti. Bu anlaşma, İran’a ve imzacı diğer tüm 190 ülkeye barışçıl amaçlı nükleer geliştirme konusunda “devredilemez bir hak” veriyor, söz konusu geliştirmenin barışçıl süreçler doğrultusunda kullanılmasını şart koşuyordu.

İran’ın nükleer programıyla ilgili birçok yalan söylendi. Müzakereleri zora sokan da bu yalanlardı:

1. “İran nükleer programını gizlice yürütüyor. Esasında program 40 yıldan fazladır işliyor, teşvik eden de ABD. İran’a ilk araştırma reaktörünü veren de o.”

2. “İran’da nükleer silâh programı vardı, var veya var olacak.” Böylesi bir programın geçmişte veya bugün var olduğu konusunda elde bir kanıt yok. Bu gerçeği ABD Ulusal İstihbarat Değerlendirme Kurumu ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu [UAEK] da doğruladı. İranlı liderler nükleer silâhların gayri İslamî olduğunu defalarca dile getirdiler.

3. “Uranyum zenginleştirmesi nükleer silâh programıyla aynı şey.” Esasında NSYÖA’ya imzacı olan İran gibi nükleer silâha sahip bulunmayan on dokuz ülke daha var. Bunlar da tıpkı İran gibi uranyum zenginleştiriyorlar. Uranyum zenginleştiren bu ülkelerin birkaçı gelecekte nükleer silâh programına sahip olabileceklerini ifade ettiler. Hiçbirisi, ABD’nin ya da diğer nükleer silâh sahibi ülkenin hedefi olmadı. Bu da İran’ın “biz nükleer faaliyetlerden değil, sırf İran olduğumuz için hedef alınıyoruz” iddiasını doğruluyor. Bush döneminde ABD’nin İran’da rejim değişikliği istediğini beyan ettiği ve nükleer silâh meselesini Amerika’da halktan destek almak için istismar ettiği göz önünde bulundurulursa, bu, gayet akla yatkın bir iddia.

4. “İran, bomba sahibi olmak için ‘yarışmak’ amacıyla bir tür gizli program yürütüyor olabilir.” Esasında İran’da parçalanabilir malzemeyi silâha dönüştürebilecek ve bir bomba üretecek ya da böylesi bir bomba için bir teslimat sistemi geliştirecek altyapı mevcut değil. İran’ın yeterli miktarda düşük zenginleştirilmiş uranyum (%5’ten az) üretmesi yıllarını aldı. Uranyumun %95 düzeyinde zenginleştirilmesi gerek. İran kısa vadede bir bomba yapabilse bile, bu bombanın test edilmesi lazım, testten sonra da ortada bomba namına bir şey kalmayacak zaten. Ayrıca böylesi bir faaliyetin de UAEK tarafından derhal tespit edileceği açık.

Görüşmeleri tıkayan bir husus da müzakerelerin amacının dışında, ikincil meselelerin gündeme taşınması konusunda kimi insanların ısrarcı olması idi. İkinci meselelerin belki de en önemlisi, İran’a konvansiyonel silâh satışları yapılması hususunda ambargo uygulanmasıydı. Oysa bunun nükleer meselesiyle hiç alakası yoktu. Bazı politik tutsakların serbest bırakılması, İran’ın Suriye’de Esad rejimine desteğini çekmesi ve İsrail’in tanınması türünden başka meseleler de görüşmelerle esasen ilişkisiz başlıklardı. Ted Cruz, Tom Cotton, Lindsay Graham veya Netanyahu ne derse desin, bu meselelere o masada yer yoktu.

Dolayısıyla İran müzakere yürütmek için muazzam bir alan buldu. Öncelikle İran’a yürüttüğü nükleer programın Nükleer Silâhların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması gereğince koruma altında olduğu güvencesi verildi. Tüm nükleer kapasitesini sökmesi gerektiğine dair fikrin diğer NSYÖA imzacısı ülkeleri etkileyeceği ve silâhların kontrolü noktasında dünyada ciddi bir tahribata yol açacağı söylendi.

İran için hiç var olmayan ve hiç niyetlenmediği bir nükleer silâh programını terk etmek hiç de zor olmadı. Bir pazarlık konumu olarak bu, masadaki muadilinizin sürekli ısrar etmesinin kıymetsiz olması sebebiyle, su götürmez bir konumdu ve başka tavizler almak için bulunulan talepleri boşa düşürüyordu. Böylesi bir hamle esasında blöftü ve ABD, Bush döneminden kalma, “İran bomba yapıyor” iddiası üzerinden, bozuntuya vermeksizin geri adım atma imkânını da bulamadı.

İran tarafında ise Tahran liderliği onca yıl ABD’ye düşmanlıktan istifade etti. Ekonomik ve sosyal politika alanındaki her hatada ABD suçlandı. ABD’ye yönelik resmî düzeydeki husumet iktidardakileri onlarca yıl ayakta tuttu. Ülke içerisinde sahip olunan bu politik avantajı terk etmek çok güç olacak ama bu politikanın terki eğer halka mutabakatın bir fedakârlık olduğu gösterilirse başarılı olacak. Bu da başka bir blöf ve hedefi esas olarak İran halkı. İran sokaklarındaki bayram havasına bakılacak olursa, yapılan gayet iyi bir hamle. ABD’ye saldırmanın sunduğu avantajı terk etmek suretiyle İran lideri popülaritesini de artırmış oldu.

İran’a dönük yaptırımlar birçok yönden ülkeye katkı sundu. Felç olmak şöyle dursun, bu yaptırımlar, neredeyse tüm geleneksel endüstriyel ve ticarî faaliyetlerde ayrıca tarımda ülkenin kendisine güvenen bir niteliğe kavuşmasını sağladı. Elbette İran’ın sonsuza dek bu yaptırımlarla yaşaması da mümkün değildi. Uluslararası bankacılık sistemine girememesi onu güçsüzleştiriyordu. Ama gene de ülke ekonomisi mevcut sınırlamalara rağmen uzun yıllar daha ayakta kalacak güçteydi. IMF ve Dünya Bankası’nın ölçümlerine göre İran’ın GSMH’sindeki büyüme geçen yıl yüzde üçtü. Yoksulluk oranı da ABD’den düşüktü.

21 Haziran günü üç haftalık İran gezisinden döndüm ve endüstriyel altyapısındaki muazzam gelişmeye ve bol miktarda tarımsal gerece tanık oldum.

Taşrada bile binlerce yabancı yatırımcıya rastlanıyor. Bunların mutabakatın başarıyla sonuçlanması sonrası doğacak fırsatlardan ağızlarının suyu akıyor. Bir Alman sanayici, “İran’ın bu kadar zengin ve kalkınmış olduğunu bilmiyordum. Buraya bir şey kurmamıza gerek yok. Sadece var olan endüstriyel faaliyetleri genişletmek ve pazarlama çalışmalarını artırmak niyetindeyiz. Hep birlikte çok miktarda para kazanacağız.” diyor.

Pek bilinmeyen bir gerçek de şu: İran konvansiyonel silâh imalatında kendisine yeterli bir ülke. Esasında İran bir silâh ihracatçısı. Nihai Viyana mutabakatında konvansiyonel silâh ticaretine konulan ambargonun kalması yönünde bir pazarlık yürütüldü. Aslında bu da başka bir blöftü. İran’ın silâh ithal etmesine gerek yok. İranlılar büyük bir direnç gösteriyormuş gibi yaparak müzakerecilerin pazarlık konusunda gerçekte hiç olmayan bir kırıntıyı kapmalarını sağladı.

ABD daha iyisini yapabilir, İran hakkında bir şeyler öğrenebilirdi ya da müzakerelere başlamadan önce İran’ın nükleer programına dair tehlikeyle ilgili o heyecanlı retoriğini daha gerçekçi bir gözle görebilirdi. İran’a karşı tatbik edilen Bush dönemine ait yaptırımlar sahte bir krize yol açtı ve tümüyle gereksiz bir yaptırım düzenini koşulladı. Bu durumun çözüme kavuşturulması dünya için hayırlı olacak ama Amerikalıların da bu krizin kendi elleriyle yarattıkları bir kriz olduğunu görmeleri lazım. On sekiz aylık müzakere sürecinde ABD’li müzakere ekibinin tek işi, zevahiri kurtarmak ve gerçekte hiç var olmayan Bush döneminin koşulladığı krizin hatalarından geri adım atmak oldu.

William O. Beeman
14 Temmuz 2015
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder