30 Temmuz 2014

,

Domenico Losurdo Söyleşisi

Liberalizm:

Sefaletten Azade Yaşama Hakkımızın En Azılı Düşmanı


l’Humanité

16 Ağustos 2013


İtalyan felsefeci, tarihçi ve militan komünist Domenico Losurdo, özgürleşme sürecine dair yeni düşünceler geliştirmek amacıyla, birkaç yıldır liberalizm tarihi çalışan bir isim.

“Bir komünist ayrıca bir felsefeci ve tarihçi olarak amacım, zamanımızın hâkim ideolojisiyle mücadele etmek. Bunun nedeni, hâkim ideolojinin tarihi maniple etmesi ve özgürleşme süreci önünde engel teşkil ediyor olması. Aynı ölçüde bizim, bir de özgürleşme mücadelesini yeniden düşünmemiz gerekiyor.”

İtalya Urbino Üniversitesi’nde profesör olan Domenico Losurdo, Hegel felsefesi uzmanı, bu konu üzerine kaleme alınmış iki kitabı mevcut (Hegel ve Liberaller, PUF, Paris, 1992 ve Hegel ve Alman Felâketi, Albin Michel, Paris, 1994), diğer çalışması ise Gramsci üzerine (Gramsci. Liberalizmden Eleştirel Komünizme, Syllepse, Paris, 2006).

Losurdo, medyada boy gösteren bir aydın değil, esas olarak liberalizm meselesi, onun komünizm ve özgürlük mücadelesi ile ilişkisi üzerine çalışan önemli bir akademisyen. Heidegger ile Nietzsche’yi kesen, Kant’tan Marx’a uzanan klasik Alman felsefesinin politik tarihine yoğunlaşmış olan Losurdo, uzun süredir liberalizmin politik tarihi üzerine çalışıyor (Liberalizmin Karşı Tarihi, la Découverte, 2003). Ayrıca bir çalışması Fransızcada da yayınlandı: Tarihte Revizyonizm (Albin Michel 2006), 20. Yüzyılın İlk Günahı (Aden, 2007), Tarihten Kaçış (Delga, 2007), ve Stalin: Karanlık Bir Efsanenin Tarihi ve Eleştirisi (Aden 2011).

* * *

Liberalizmin Karşı Tarihi isimli kitabınızda neoliberal ideolojiyi ve onun “totalitarizm”e yönelik muhalefet dâhilinde demokrasi ve özgürlük ile eşitlenme tarzını yapısöküme uğratıyorsunuz. Liberalizme yönelik bu yaklaşımı analiz edip ifşa etmeyi neden acil bir görev olarak belirlediniz?

Her bir imparatorluk, kendi genişlemesini yüceltmek için kendi kökenlerini ve tarihini övüp başkalaştıran, düşmanlarını (veya muhtemel düşmanlarını) ahlâkî bir güç ve politik bir üstünlük önünde diz çöktüren soykütüksel bir efsaneye ihtiyaç duyar. Roma İmparatorluğu tarafından gayet akıllı bir biçimde icat edilmiş efsaneye göre, Roma sadece asil değil, kutsal köklere de sahiptir: epik tarihi uyarınca Roma Truva Kralı’nın kuzeni Anchises ile Tanrıça Venüs’ün oğlu olan, Truva’yı alevler içerisinde terk eden dindar Aeneas tarafından kurulmuştur. Modern ABD imparatorluğunun soykütüksel efsanesi de bundan pek farklı değildir: hoşgörüsüz ve despotik Avrupa’dan kaçıp Yeni Dünya’ya gelen kurucu babalar, burada, Birleşik Devletler ve güya yaşayan en eski demokrasi şeklini alan ebedî bir özgürlük anıtı inşa ederler. Benim kitapsa tümüyle farklı bir tarihin yaşandığını gösteriyor: Müteakip süreçte Birleşik Devletler’in kuruluşuna tanık olan İngiliz kolonileri en yoğun kölelik biçimini ve kölelerin tümüyle insanlıktan çıkartılması sürecini koşulluyorlar. Kurulduğu sürecin ilk birkaç on yılında ülkede başkanlık koltuğuna hep köle sahipleri oturuyor. Bu isimler, Santa Domingo ve Haiti’de kölelerin özgürleşme sürecine mani oluyorlar, ayrıca Teksas ile Meksika’ya köle ihraç ediyorlar. Buna başka suçlar da ekleniyor. Bu, epey uzun süre devam etmiş utanç verici bir tarih. Birçok ABD’li akademisyenin otuzlarda güneydeki siyahlara yönelik zulme dair anlattıklarına bakılabilir ve bu yapılanlar, Nazi Almanya’sında Yahudilere uygulanan zulümle kıyaslanabilir. Tabii bir de buna, batı sömürgeciliğinin sahip olduğu bütünlüğe ana niteliğini veren, Kızılderililere yönelik imha operasyonu ve soykırım faaliyetlerini de eklemek gerekir.

Tarih boyunca farklı zulüm biçimlerini liberal ideoloji nasıl meşrulaştırmıştır? Sizin ifadenizle, liberalizm sadece yönetici sınıfa uyan demokrasi midir?

Bugünlerde durum farklı. Jakoben Devrimi ile başlayıp Bolşevik Devrim ile tamamlanan çevrim, sömürge kökenli halklar aleyhine işleyen sömürgeci zulüm meselesini ön plana çıkarttı. Gene de hâlâ Ortadoğu’da yegâne “gerçek” demokrasinin İsrail olduğuna dair sözler sarf ediliyor. Madalyonun diğer yüzünde ise tutuklanan, işkence gören ve yargısız infazlara kurban giden Filistinliler duruyor. Yönetici sınıfa tam uyan demokrasi işte bu! Küresel düzeyde ise batı, BM Güvenlik Konseyi’nin iznini bile almaksızın, savaş açma hakkını kendi üstüne alıyor; ABD başkanları, kendi ülkelerini hep dünyaya rehberlik etme hakkına sahip “Tanrı’nın seçilmiş milleti” olarak tarif ediyorlar. Yönetici sınıfa uyan bu demokrasi, maalesef tozpembe bir geleceğe sahip.

Burada şunu eklemek gerek: liberalizm, Hegel ve Rousseau gibi felsefecilerin gayet açık biçimde farkında oldukları, ekonomi ile politika arasındaki bağlantıyı gözardı ediyor. Örneğin Hegel bize açlıktan ölme riski bulunan bir insanın gerçekte kölenin sosyal statüsüyle kıyaslanabilecek bir statüye nasıl tabi olduğunu gösteriyor.

Bazı insanlar Nazizm ile Komünizm arasında kıyaslama yapmaktan büyük zevk duyuyorlar… Bu totalitarizm kavramını siz nasıl tarif ediyorsunuz?

Totalitarizmin kökleri, büyük kapitalist güçlerin ve onların sömürgelerin ele geçirilmesi ve küresel hegemonya için gerçekleştirdikleri rekabet üzerinden kışkırtılan savaşta tüm halkın askere alındığı “bütünsel savaş” ve “bütünsel seferberlik” teorilerine dayanıyor. Hitler’in arzusu Almanya’nın intikamını almak, yaşam (sömürge) alanını yeniden ele geçirip genişletmektir. O, kendisinin sömürgecilik geleneğinin varisi olduğuna inanıyordu. Bu sebeple ilgili geleneği radikalleştirmek istedi, öncelikle ABD örneğine başvurdu ve Slav halkını “üstün ırk”a hizmet eden köleler seviyesine indirgeyerek, Doğu Avrupa’da kendi “Uzak Batı”sını kurmaya çalıştı. Bu projenin Stalingrad’da büyük bir yenilgi almış olması tesadüf değil. Sonrasında söz konusu yenilgi, sömürgecilik karşıtı devrimlerin başlangıcını teşkil etti.

Hâkim ideolojinin keyfî niteliğini göstermek için şu kıyaslamayı yapmak mümkün: on dokuzuncu yüzyılın başında Napolyon, Santa Domingo’ya güçlü bir ordu gönderir. Burada amacı, Toussaint Louverture liderliğindeki büyük siyah devrimini ilga etmek, ardından da köleliği yeniden hâkim kılmaktır. Burada güvenle şunu söyleyebiliriz: sonrasında yaşanan korkunç savaşta saldırıya maruz kalanlar, artık saldıranlardan daha az “yabanî”dir, ancak tarafları “yabanîlik” ya da lanet bir “totalitarizm” kategorisine sokup suçlamak saçmalık olacaktır.

Sınıf Savaşı: Politik Tarih ve Felsefe isimli en son kitabınızda[2], Marx-Engels felsefesinin merkezî kavramı olan sınıf savaşı kavramına odaklanıyorsunuz. Bu kavram, toplumun nasıl analiz edileceği, onun nasıl anlaşılacağı ve onun içinde nasıl eyleme geçileceği meselelerinin kavranmasına ne şekilde katkı sunabilir?

Marx ve Engels’e göre, sınıf savaşı, uluslararası düzeyde işbölümü, ulusal düzeyde ve aile kurumu içinde işler. O, sömürgeci düzeni kızdıran insanlara, kapitalist sömürüye karşı mücadele eden alt sınıflar ve ataerkil ailenin dayattığı “ev köleleri” oluşa itiraz eden kadınlara işaret eder. Japon İmparatorluğu’na karşı Çin halkının, Nazilere karşı Sovyet halklarının verdikleri kurtuluş savaşları ve gerçekleştirdikleri ulusal direnişler, köle olmaya karşı koymanın somut ifadeleridir. Bu savaşlar ve direnişler, sınıf savaşının elde ettiği muazzam zaferlerdir. Dahası, yüksek teknolojinin batı nezdinde tekelleşmesine son vermek isteyen (örneğin Çin gibi) ülkeler ile uluslararası emek piyasasının alt kısımlarına kapatılmaya karşı çıkanların verdiği mücadele de sınıf savaşı olarak değerlendirilmelidir.

Bir felsefeci ve bir komünist tarihçi olarak siz hâkim ideolojinin tarihi maniple ettiğini, onun özgürleşme mücadelesini engellediğini söylüyorsunuz. Bugün söz konusu özgürleşme mücadelesini nasıl yeniden ele almalıyız? Sizin görüşünüze göre, Avrupa’da ve dünyanın geri kalan kısmında komünist perspektif ne durumdadır?

Sınıf savaşının üç ana ayağına bakmak gerek. Bu noktada sıklıkla gözardı edilen bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Uluslararası ilişkiler bağlamında demokrasi için mücadele etmedikçe, bizim ne bir sosyalist ne de demokrat olmamız mümkündür. Küçük bir grup ülkenin kendisini seçilmiş milletler olarak takdim etmesi ve BM Güvenlik Konseyi’nden herhangi bir yetki almaksızın savaş açma ya da bu yönde tehditler savurması, sömürgeciliğin veya yeni sömürgeciliğin bir tezahürüdür, bu duruma her yönden karşı çıkmak gerekir. Stratejiye dair bir perspektif olarak bizim komünizmi sadece sınıfsal uzlaşmazlıkların değil, ayrıca devlet ve politik iktidarın tümüyle ilga edilmesi olarak takdim etmemiz gerekir. Burada din, millet, işbölümü, piyasalar gibi her türlü olası çatışma kaynağından ayrıca bahsetmeye gerek bile yok. Devletin ilgası efsanesini yeniden inceleyen Gramsci, sivil toplumun kendi içinde bir tür devlet olduğunu söyler. O, ayrıca enternasyonalizmin, kapitalizmin çöküşü sonrası varlığını sürdürecek kimi kimlikler türünden, ulusal kimliklerin yanlış anlaşılması noktasında, elinden bir şey gelmeyeceğini de iddia eder. Piyasa ile ilgili olarak Gramsci, soyut bir form olarak piyasa yerine, “kararlı piyasa”dan dem vurmanın daha akıllıca olacağını düşünür. Gramsci, kapitalizm sonrasında devletin inşa edilmesine ciddi zarar verecek olan mesihçiliğin ötesine geçmemize katkı sunar.

Piyasa ekonomisiyle sosyalist perspektifi harmanlayan Çin toplum modelini nasıl analiz ediyorsunuz?

Çin Halk Cumhuriyeti, tarihimizin en büyük sömürgecilik karşıtı devrimine dayanır; Çin Devrimi, politik bağımsızlıkla başarılı bir ekonomik bağımsızlığı gerçek manada birleştirmeyi başardığı takdirde, yegâne sömürgecilik karşıtı devrim olacaktır. Bu bağlamda Mao ile Deng Xiaoping arasında belirli bir süreklilik vardır. Deng, yeni planını iki ana görüş temelinde takdim etmiştir. İlk olarak o, sadece devrimci bir feda ruhunun özel politik coşku momentlerinde başarılı olabileceğine inanmıştır. Uzun vadede özendirici ekonomik önlemler, dolayısıyla rekabet ve piyasalar olmaksızın üretici güçleri geliştirmek (ve dolayısıyla sefaletle mücadele etmek) imkânsızdır. Üstelik Sovyetler Birliği’nin çöküşü ardından yaşanan krizler süresince batı yüksek teknolojiyi tekeline almış, Çin’in uluslararası piyasalara açılmadan bu yüksek teknolojiye erişmesi imkânsızlaşmıştır. Maoist dönem (o dönemde eğitimin teşvik edilmesi, salgın hastalıkların yok edilmesi vb.) üzerinden elde edilen başarılar sayesinde yeni plan, açıktan yaşanan çatışmalara rağmen, muazzam bir başarı elde edebilir: 600 (kimi tahminlere göre 660) milyon insan sefaletten kurtulmuş, altyapı imkânları birinci dünya ekonomisine uygun hâle getirilmiş, sahil şeridinden iç kesimlere doğru ciddi bir endüstrileşme süreci yaşanmış, birkaç yılda maaşlar hızla artmış, çevre meseleleriyle ilgili endişeler çoğalmıştır. Bağımsızlığın muhafaza edilmesinde gösterdiği başarıyla ve ulusal egemenliğe odaklanarak, ayrıca eski sömürgeleri kendi ekonomik bağımsızlıkları peşinde koşmaya teşvik etmesiyle, Çin bugün, yirminci yüzyılda başlamış olan ve günümüze dek farklı kılıflar altında süren sömürgecilik devriminin merkezi olarak görülebilir. Kamusal alanın her türden ekonomide oynaması gereken öncü rolü bize hatırlatmak suretiyle Çin, ekonomik liberalizme ve Washington’un dayattığı uzlaşmaya karşıt bir alternatif teşkil etmektedir.

Avrupa’da görülen tasarruf tedbirleri üzerinden, özgürleşmemiz için bize lazım gelen alternatifleri ve yolları siz nasıl anlıyorsunuz?

Merkezî rolü sadece sosyal devletin parçalanması ve savaş yanlısı siyasete karşı verilen mücadeleler oynayabilir. İkinci Dünya Savaşı süresince Demokrat Partili F. D. Roosevelt “korku ve sefaletten azade” yaşama hakkını teorize etti, bunun yanında liberal gelenek geleneksel özgürlükleri bahşetti. Washington’daki uzlaşmaya dayanan ekonomik liberalizm, sefaletten azade yaşama hakkımızın en azılı düşmanıdır. Korkudan azade yaşama hakkı da Obama’nın insansız hava araçlarına başvurma yöntemi, savaş tehditleri ve savaş çığırtkanlığına dayalı siyaset eliyle günbegün inkâr edilmektedir.

Kaynak

Dipnotlar:
[1] Contre-histoire du libéralisme, Éditions la Découverte, 2013, Liberalism: A Counter-History, Verso Publisher, 2011.

[2] La Lotta di classe. Una storia politica e filosofica, Éditions Laterza, Italie, 2013.

0 Yorum: