Liberalizm:
Sefaletten Azade Yaşama Hakkımızın En Azılı Düşmanı
l’Humanité
16 Ağustos 2013
İtalyan felsefeci, tarihçi ve militan komünist
Domenico Losurdo, özgürleşme sürecine dair yeni düşünceler geliştirmek
amacıyla, birkaç yıldır liberalizm tarihi çalışan bir isim.
“Bir komünist ayrıca bir felsefeci ve tarihçi olarak
amacım, zamanımızın hâkim ideolojisiyle mücadele etmek. Bunun nedeni, hâkim
ideolojinin tarihi maniple etmesi ve özgürleşme süreci önünde engel teşkil
ediyor olması. Aynı ölçüde bizim, bir de özgürleşme mücadelesini yeniden
düşünmemiz gerekiyor.”
İtalya Urbino Üniversitesi’nde profesör olan Domenico
Losurdo, Hegel felsefesi uzmanı, bu konu üzerine kaleme alınmış iki kitabı
mevcut (Hegel ve Liberaller, PUF, Paris,
1992 ve Hegel ve Alman Felâketi, Albin Michel, Paris, 1994), diğer çalışması
ise Gramsci üzerine (Gramsci. Liberalizmden Eleştirel Komünizme,
Syllepse, Paris, 2006).
Losurdo, medyada boy gösteren bir aydın değil, esas
olarak liberalizm meselesi, onun komünizm ve özgürlük mücadelesi ile ilişkisi
üzerine çalışan önemli bir akademisyen. Heidegger ile Nietzsche’yi kesen,
Kant’tan Marx’a uzanan klasik Alman felsefesinin politik tarihine yoğunlaşmış
olan Losurdo, uzun süredir liberalizmin politik tarihi üzerine çalışıyor (Liberalizmin Karşı Tarihi, la Découverte, 2003).
Ayrıca bir çalışması Fransızcada da yayınlandı: Tarihte Revizyonizm (Albin
Michel 2006), 20. Yüzyılın İlk Günahı (Aden, 2007), Tarihten Kaçış (Delga,
2007), ve Stalin: Karanlık Bir Efsanenin Tarihi ve Eleştirisi (Aden
2011).
* * *
Liberalizmin Karşı Tarihi isimli kitabınızda neoliberal ideolojiyi ve onun
“totalitarizm”e yönelik muhalefet dâhilinde demokrasi ve özgürlük ile eşitlenme
tarzını yapısöküme uğratıyorsunuz. Liberalizme yönelik bu yaklaşımı analiz edip
ifşa etmeyi neden acil bir görev olarak belirlediniz?
Her bir imparatorluk, kendi genişlemesini yüceltmek
için kendi kökenlerini ve tarihini övüp başkalaştıran, düşmanlarını (veya
muhtemel düşmanlarını) ahlâkî bir güç ve politik bir üstünlük önünde diz
çöktüren soykütüksel bir efsaneye ihtiyaç duyar. Roma İmparatorluğu tarafından
gayet akıllı bir biçimde icat edilmiş efsaneye göre, Roma sadece asil değil,
kutsal köklere de sahiptir: epik tarihi uyarınca Roma Truva Kralı’nın kuzeni
Anchises ile Tanrıça Venüs’ün oğlu olan, Truva’yı alevler içerisinde terk eden
dindar Aeneas tarafından kurulmuştur. Modern ABD imparatorluğunun soykütüksel
efsanesi de bundan pek farklı değildir: hoşgörüsüz ve despotik Avrupa’dan kaçıp
Yeni Dünya’ya gelen kurucu babalar, burada, Birleşik Devletler ve güya yaşayan
en eski demokrasi şeklini alan ebedî bir özgürlük anıtı inşa ederler. Benim
kitapsa tümüyle farklı bir tarihin yaşandığını gösteriyor: Müteakip süreçte
Birleşik Devletler’in kuruluşuna tanık olan İngiliz kolonileri en yoğun kölelik
biçimini ve kölelerin tümüyle insanlıktan çıkartılması sürecini koşulluyorlar.
Kurulduğu sürecin ilk birkaç on yılında ülkede başkanlık koltuğuna hep köle
sahipleri oturuyor. Bu isimler, Santa Domingo ve Haiti’de kölelerin özgürleşme
sürecine mani oluyorlar, ayrıca Teksas ile Meksika’ya köle ihraç ediyorlar.
Buna başka suçlar da ekleniyor. Bu, epey uzun süre devam etmiş utanç verici bir
tarih. Birçok ABD’li akademisyenin otuzlarda güneydeki siyahlara yönelik zulme
dair anlattıklarına bakılabilir ve bu yapılanlar, Nazi Almanya’sında Yahudilere
uygulanan zulümle kıyaslanabilir. Tabii bir de buna, batı sömürgeciliğinin
sahip olduğu bütünlüğe ana niteliğini veren, Kızılderililere yönelik imha
operasyonu ve soykırım faaliyetlerini de eklemek gerekir.
Tarih boyunca farklı zulüm biçimlerini liberal
ideoloji nasıl meşrulaştırmıştır? Sizin ifadenizle, liberalizm sadece yönetici
sınıfa uyan demokrasi midir?
Bugünlerde durum farklı. Jakoben Devrimi ile başlayıp
Bolşevik Devrim ile tamamlanan çevrim, sömürge kökenli halklar aleyhine işleyen
sömürgeci zulüm meselesini ön plana çıkarttı. Gene de hâlâ Ortadoğu’da yegâne
“gerçek” demokrasinin İsrail olduğuna dair sözler sarf ediliyor. Madalyonun
diğer yüzünde ise tutuklanan, işkence gören ve yargısız infazlara kurban giden
Filistinliler duruyor. Yönetici sınıfa tam uyan demokrasi işte bu! Küresel
düzeyde ise batı, BM Güvenlik Konseyi’nin iznini bile almaksızın, savaş açma
hakkını kendi üstüne alıyor; ABD başkanları, kendi ülkelerini hep dünyaya
rehberlik etme hakkına sahip “Tanrı’nın seçilmiş milleti” olarak tarif
ediyorlar. Yönetici sınıfa uyan bu demokrasi, maalesef tozpembe bir geleceğe
sahip.
Burada şunu eklemek gerek: liberalizm, Hegel ve
Rousseau gibi felsefecilerin gayet açık biçimde farkında oldukları, ekonomi ile
politika arasındaki bağlantıyı gözardı ediyor. Örneğin Hegel bize açlıktan ölme
riski bulunan bir insanın gerçekte kölenin sosyal statüsüyle kıyaslanabilecek
bir statüye nasıl tabi olduğunu gösteriyor.
Bazı insanlar Nazizm ile Komünizm arasında kıyaslama
yapmaktan büyük zevk duyuyorlar… Bu totalitarizm kavramını siz nasıl tarif
ediyorsunuz?
Totalitarizmin kökleri, büyük kapitalist güçlerin ve
onların sömürgelerin ele geçirilmesi ve küresel hegemonya için
gerçekleştirdikleri rekabet üzerinden kışkırtılan savaşta tüm halkın askere
alındığı “bütünsel savaş” ve “bütünsel seferberlik” teorilerine dayanıyor.
Hitler’in arzusu Almanya’nın intikamını almak, yaşam (sömürge) alanını yeniden
ele geçirip genişletmektir. O, kendisinin sömürgecilik geleneğinin varisi
olduğuna inanıyordu. Bu sebeple ilgili geleneği radikalleştirmek istedi,
öncelikle ABD örneğine başvurdu ve Slav halkını “üstün ırk”a hizmet eden
köleler seviyesine indirgeyerek, Doğu Avrupa’da kendi “Uzak Batı”sını kurmaya
çalıştı. Bu projenin Stalingrad’da büyük bir yenilgi almış olması tesadüf
değil. Sonrasında söz konusu yenilgi, sömürgecilik karşıtı devrimlerin
başlangıcını teşkil etti.
Hâkim ideolojinin keyfî niteliğini göstermek için şu
kıyaslamayı yapmak mümkün: on dokuzuncu yüzyılın başında Napolyon, Santa
Domingo’ya güçlü bir ordu gönderir. Burada amacı, Toussaint Louverture
liderliğindeki büyük siyah devrimini ilga etmek, ardından da köleliği yeniden
hâkim kılmaktır. Burada güvenle şunu söyleyebiliriz: sonrasında yaşanan korkunç
savaşta saldırıya maruz kalanlar, artık saldıranlardan daha az “yabanî”dir,
ancak tarafları “yabanîlik” ya da lanet bir “totalitarizm” kategorisine sokup
suçlamak saçmalık olacaktır.
Sınıf Savaşı: Politik Tarih ve Felsefe isimli en son kitabınızda[2], Marx-Engels felsefesinin merkezî kavramı olan
sınıf savaşı kavramına odaklanıyorsunuz. Bu kavram, toplumun nasıl analiz
edileceği, onun nasıl anlaşılacağı ve onun içinde nasıl eyleme geçileceği
meselelerinin kavranmasına ne şekilde katkı sunabilir?
Marx ve Engels’e göre, sınıf savaşı, uluslararası
düzeyde işbölümü, ulusal düzeyde ve aile kurumu içinde işler. O, sömürgeci
düzeni kızdıran insanlara, kapitalist sömürüye karşı mücadele eden alt sınıflar
ve ataerkil ailenin dayattığı “ev köleleri” oluşa itiraz eden kadınlara işaret
eder. Japon İmparatorluğu’na karşı Çin halkının, Nazilere karşı Sovyet
halklarının verdikleri kurtuluş savaşları ve gerçekleştirdikleri ulusal
direnişler, köle olmaya karşı koymanın somut ifadeleridir. Bu savaşlar ve
direnişler, sınıf savaşının elde ettiği muazzam zaferlerdir. Dahası, yüksek
teknolojinin batı nezdinde tekelleşmesine son vermek isteyen (örneğin Çin gibi)
ülkeler ile uluslararası emek piyasasının alt kısımlarına kapatılmaya karşı
çıkanların verdiği mücadele de sınıf savaşı olarak değerlendirilmelidir.
Bir felsefeci ve bir komünist tarihçi olarak siz hâkim
ideolojinin tarihi maniple ettiğini, onun özgürleşme mücadelesini engellediğini
söylüyorsunuz. Bugün söz konusu özgürleşme mücadelesini nasıl yeniden ele
almalıyız? Sizin görüşünüze göre, Avrupa’da ve dünyanın geri kalan kısmında
komünist perspektif ne durumdadır?
Sınıf savaşının üç ana ayağına bakmak gerek. Bu
noktada sıklıkla gözardı edilen bir hususa dikkat çekmek istiyorum.
Uluslararası ilişkiler bağlamında demokrasi için mücadele etmedikçe, bizim ne
bir sosyalist ne de demokrat olmamız mümkündür. Küçük bir grup ülkenin
kendisini seçilmiş milletler olarak takdim etmesi ve BM Güvenlik Konseyi’nden
herhangi bir yetki almaksızın savaş açma ya da bu yönde tehditler savurması,
sömürgeciliğin veya yeni sömürgeciliğin bir tezahürüdür, bu duruma her yönden
karşı çıkmak gerekir. Stratejiye dair bir perspektif olarak bizim komünizmi
sadece sınıfsal uzlaşmazlıkların değil, ayrıca devlet ve politik iktidarın
tümüyle ilga edilmesi olarak takdim etmemiz gerekir. Burada din, millet,
işbölümü, piyasalar gibi her türlü olası çatışma kaynağından ayrıca bahsetmeye
gerek bile yok. Devletin ilgası efsanesini yeniden inceleyen Gramsci, sivil
toplumun kendi içinde bir tür devlet olduğunu söyler. O, ayrıca
enternasyonalizmin, kapitalizmin çöküşü sonrası varlığını sürdürecek kimi kimlikler
türünden, ulusal kimliklerin yanlış anlaşılması noktasında, elinden bir şey
gelmeyeceğini de iddia eder. Piyasa ile ilgili olarak Gramsci, soyut bir form
olarak piyasa yerine, “kararlı piyasa”dan dem vurmanın daha akıllıca olacağını
düşünür. Gramsci, kapitalizm sonrasında devletin inşa edilmesine ciddi zarar
verecek olan mesihçiliğin ötesine geçmemize katkı sunar.
Piyasa ekonomisiyle sosyalist perspektifi harmanlayan
Çin toplum modelini nasıl analiz ediyorsunuz?
Çin Halk Cumhuriyeti, tarihimizin en büyük
sömürgecilik karşıtı devrimine dayanır; Çin Devrimi, politik bağımsızlıkla
başarılı bir ekonomik bağımsızlığı gerçek manada birleştirmeyi başardığı
takdirde, yegâne sömürgecilik karşıtı devrim olacaktır. Bu bağlamda Mao ile
Deng Xiaoping arasında belirli bir süreklilik vardır. Deng, yeni planını iki
ana görüş temelinde takdim etmiştir. İlk olarak o, sadece devrimci bir feda
ruhunun özel politik coşku momentlerinde başarılı olabileceğine inanmıştır.
Uzun vadede özendirici ekonomik önlemler, dolayısıyla rekabet ve piyasalar
olmaksızın üretici güçleri geliştirmek (ve dolayısıyla sefaletle mücadele
etmek) imkânsızdır. Üstelik Sovyetler Birliği’nin çöküşü ardından yaşanan
krizler süresince batı yüksek teknolojiyi tekeline almış, Çin’in uluslararası
piyasalara açılmadan bu yüksek teknolojiye erişmesi imkânsızlaşmıştır. Maoist
dönem (o dönemde eğitimin teşvik edilmesi, salgın hastalıkların yok edilmesi
vb.) üzerinden elde edilen başarılar sayesinde yeni plan, açıktan yaşanan
çatışmalara rağmen, muazzam bir başarı elde edebilir: 600 (kimi tahminlere göre
660) milyon insan sefaletten kurtulmuş, altyapı imkânları birinci dünya
ekonomisine uygun hâle getirilmiş, sahil şeridinden iç kesimlere doğru ciddi
bir endüstrileşme süreci yaşanmış, birkaç yılda maaşlar hızla artmış, çevre
meseleleriyle ilgili endişeler çoğalmıştır. Bağımsızlığın muhafaza edilmesinde
gösterdiği başarıyla ve ulusal egemenliğe odaklanarak, ayrıca eski sömürgeleri
kendi ekonomik bağımsızlıkları peşinde koşmaya teşvik etmesiyle, Çin bugün,
yirminci yüzyılda başlamış olan ve günümüze dek farklı kılıflar altında süren
sömürgecilik devriminin merkezi olarak görülebilir. Kamusal alanın her türden
ekonomide oynaması gereken öncü rolü bize hatırlatmak suretiyle Çin, ekonomik
liberalizme ve Washington’un dayattığı uzlaşmaya karşıt bir alternatif teşkil
etmektedir.
Avrupa’da görülen tasarruf tedbirleri üzerinden,
özgürleşmemiz için bize lazım gelen alternatifleri ve yolları siz nasıl
anlıyorsunuz?
Merkezî rolü sadece sosyal devletin parçalanması ve
savaş yanlısı siyasete karşı verilen mücadeleler oynayabilir. İkinci Dünya
Savaşı süresince Demokrat Partili F. D. Roosevelt “korku ve sefaletten azade”
yaşama hakkını teorize etti, bunun yanında liberal gelenek geleneksel
özgürlükleri bahşetti. Washington’daki uzlaşmaya dayanan ekonomik liberalizm,
sefaletten azade yaşama hakkımızın en azılı düşmanıdır. Korkudan azade yaşama
hakkı da Obama’nın insansız hava araçlarına başvurma yöntemi, savaş tehditleri
ve savaş çığırtkanlığına dayalı siyaset eliyle günbegün inkâr edilmektedir.
Dipnotlar:
[1] Contre-histoire du libéralisme, Éditions la Découverte, 2013, Liberalism:
A Counter-History, Verso Publisher, 2011.
[2] La Lotta di classe. Una storia politica e
filosofica, Éditions Laterza, Italie, 2013.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder