Zizek’in de, farklı bağlamda, yinelediği bir fıkra var.
Asker, eline geçirdiği her kâğıdı “bu değil” diye yırtıp atmaktadır.
Komutanları delirdiğine kanaat getirip askeri hastaneye sevk ederler. Asker,
doktorun odasında da eline geçirdiği her kâğıdı “bu değil” deyip yırtar. En
sonunda buna çürük raporu verirler, raporu eline alan asker, “işte bu!” der.
Tunus’tan Bahreyn’e uzanan hat üzerinde yaşananlara
karşı solda bir kesim benzer bir tepki veriyor. “Bu devrim değil, yok hayır bu
da değil, bu hiç değil!..” Böylece kendi devrimsizliğini ve devrimcilik dışılığını
aklamaya çalışıyor.
Sınıf ve iktidar hususunda ayrı ayrı uzmanlaşmış örgüt şefleri, devrim meselesini kendi uzmanlık derecesine ve yoğunluğuna göre belli bir konuma yerleştiriyorlar.
Devrim, sınıf ve iktidar kurgusunun,
bilgisinin ve öngörülerin bir yerinde basit bir ara kaleme dönüşüyor.
Devrim’ciler ise her ikisine kendi devrim bilgisi, uzmanlığı düzeyinde itiraz
ediyorlar. Onlar da devrimin sadece kendileri yaparlarsa anlamlı olacağını
düşünüyorlar.
Bölgede yaşananlara “mal bulmuş Mağribî gibi” devrim
diye sarılanlar da eleştiriyi hak ediyorlar. Mağribî kıyam, basit düzeyde
belirli bir “politik devrim” hattını takip ediyor. Tarihin tekerrür etmesinden
değil, sömürü ve zulme ilişkin kimi hakikatlerin değişmediğinden söz etmek
gerekiyor. Hayatında tek bir (politik) doğru çizemeyenlerin “analitik
geometri”nin sakin sularına sığınması kaçınılmaz görünüyor. “Diktatörlük ya da
kabile düzeni yerine liberal demokrasiyi tercih ederim” diyenlerin yaşananlara
“işte bu!” diye atlamaları, tam da asker kaçaklarının psikolojisini örnekliyor.
Batıcı burjuva dünyasının ilerlemeciliğine kul olan bu zevat, yaşananları kendi
“ileri” konumunu işaretlediği için önemsiyor.
Yani bu kişi, Mısırlı gençler de kendisi gibi rahat
koşullarda “solculuk” oynasın istiyor. “Analitik geometri”, kendi benliğine
değer biçilmesini, konumunun yüceltilmesini isteyenlerin sığınağı oluyor. Onlar
“devir değişti, Marx mı kaldı?” diyenlerin takipçileri olmaları itibariyle,
kendilerinin bizzat içinde bulundukları devri biricikleştirip, onu “yeni”
sıfatı ile tarihten kopartıyorlar. Yeni vurgusunu, eskinin en kepaze olanına
bağlanmak isteyenler yapıyor. Geçmişin tozu toprağı altında kalmış bir iç mücadelede
bir taraf, bugün kendisini “yeni” diye yutturmaya çalışıyor. Bunlar, “devir
değişti, orta sınıf güçlendi” deyip Marksizmi içtihada açan Bernstein’ın
mağlubiyetinin intikamını almak istiyorlar.
“Mecliste komutanların da oturmasını isterim” diyen
Kemal Okuyan, Mağrip ve Maşrık’ta olup bitenlere ilişkin olarak, bölgedeki
“kamucu gelenekten yoksun” “Soros uşakları”nın ve “emperyalizmin kuklaları”nın
saraylara yürüdüğünü iddia ediyor. Böylece ordu ve Kemalizm uşaklığını, onun
kuklası olarak yol alma iradesini örtbas etmek istiyor. Bir yerlere mesaj
gönderme gereği duyuyor.
Fikret Başkaya ise, “devrimi halk, yani sıradan
insanlar yapar; devrimin ne zaman patlayacağı bilinmez; ve hiçbir devrim bir
diğerine benzemez, her devrim ‘tektir’ ve başka türlü olamaz” diyor. O, “bu
şefler, örgütler, sizin şahsiyetinizi, biricikliğinizi, egonuzu, varlığınızı
tanımaz” diyerek küçük burjuva ördekleri avlamaya çalışıyor. Buna, Mısır ve
Tunus’u âlet ediyor, hepsi bu.
Politik, ideolojik ve teorik düzeylerde temelli kimi
tartışmalar, güncel gelişmeler üzerinden yürütülüyor. Kemal Okuyan, hâlâ örgüt
ve parti meselesini; Başkaya, hâlâ kitleci kripto-troçkizmini savunuyor. Buradan
ekmek yediğini iyi biliyor. Her fırsatta bu temel dayanakların kavgası
veriliyor. Hiçbirisinin de bugün yaşanan politik bir olayın devrimci anlamda
dönüştürülmesi, devrim yolunda anlamlandırılması gibi bir derdi bulunmuyor.
İşleri güçleri, alamet-i farikaları olan kimi kavram ve olguları abartmaktan
ibaret. Zaten her politik olay lafla geçiştirildiği için, anlam ve değer
kazanmıyormuş gibi görünüyor. Kimse, “Bin Ali, Mübarek gitti, sıra Tayyip’te
inşallah!” diyemiyor.
Sol içi çocuksu kavgalar, solu kavgadan kaçmanın
mekânı hâline getiriyor. Sol, sınıf, millet ve dine ilişkin her gerilim
alanından kaçıp sığınılacak bir kovuğa dönüşüyor. Bu alanlara giren kollar ise
bir tür ajanlık faaliyeti olarak iş görüyorlar. “Kitle belimizi kırmadan, biz
onu dağıtalım” deniliyor.
Muhafaza siyaseti saldırıyı tanımıyor, saldıranı
düşman olarak kodluyor.
Sosyalist, milliyetçi ya da İslamcı, kendi ideolojik
bütünlüğünü biricikleştirip hakikatin karşısına çıkartıyor. Hakikat, onun
bireyliğinin ölçü ve ölçeğine doğru daraltılıyor. O, tüm kirinden, pasından,
geçmişinden arınıp özgürleştiğinde güçlü olacağını zannediyor.
Birey olarak sosyalist, milliyetçi ve İslamcı olanlar,
toplumun, milletin ve İslam’ın içinde ajan olarak iş görüyorlar.
Müslüman Arabî kıyamın, külli, bu ajanların tasfiyesi
olarak okunması mümkün. İşin içinde emperyalist odakların plan ve projelerinin
hâkim olduğunu söylemek, o ajanlara hizmet ediyor. Zaten bu türden bir beyanda
bulunmak, kendisinin de böylesi bir ajan olduğunu ele veriyor.
Sosyalist, milliyetçi ya da İslamcı, sadece kendisinin
mutlak ve biricik olduğu yanılsaması ile sürece, döneme ve duruma bakıyor.
Kendi mutlaklığını ve biricikliğini işaretliyorsa, verili durumu göğe
çıkartıyor. İşaretlemiyorsa, süreci öne çıkartıp kendi yıldızının parlayacağı
günlerin umudunu, bezirgân misali, pazarlıyor.
İşçiliğin yükünden kurtulmasına imkân veren bir cennet
diyarı olarak sosyalizmi bulan işçi, kendisi dışında herkesi küçük
burjuva görüyor.
Millî oluşun yükünden kurtulmasına imkân veren bir
cennet diyarı olarak milliyetçilikle tanışan yurttaş, kendi dışında
herkesi vatan haini ilân ediyor.
Müslüman oluşun yükünden kurtulmanın cenneti İslam ise
o Müslüman, kendisi dışındaki herkese “kâfir” diyor ya da küfre bulaşan yanları
öne çıkartıyor.
Başkaya ve Okuyan: her iki kesimde politik
devrimcilikten kaçışın teorisini ve pratiğini üretirken, bölgede yaşananları,
iç siyaset malzemesine dönüştürüyor.
Mesele AKP mi? “AKP karşıtlığı”, AKP’nin oluşum ve
gelişme dinamiklerine, bu dinamiklerin devlet ve demokrasi alanında yol açtığı
sonuçlara karşı körleşiyor. 1960 darbesinin açtığı alan kadar solcu olmaya
alışık olan kesimler, ana rahmine dönüp AKP karşıtı söylemi
örgütleyebileceklerini zannediyorlar. Oysa AKP’ye karşı mücadele, bir taraftan,
onun kitlesi içre bir muhalefeti de örgütlemeyi, bir taraftan da onun varlığı
ile sebep olduğu çatlaklara sızmayı gerektiriyor. AKP karşıtlığı, her iki
politik adımı da engelliyor.
Dimyat’a pirince giden tüccar kafalar evdeki bulgurdan
oluyorlar. Bu türden bir siyaset ve teori ile AKP karşıtlığı Kemalizme; Mağrip
kıyamı eleştirisi devletçiliğe kapaklanıyor. “Devrim tüccarları”na kızanlar,
örgüt tüccarlığı yapıp siyasetin ve teorinin gereklerine uzaklaşıyorlar.
Ticaretini yaptıkları örgüt de devrimden azade, steril bir yere hapsediliyor.
Kendisinden başka kimseye tahammül edemeyen Okuyan ve
Başkaya gibi isimler her şeyi düzlüyorlar. Birinde “örgüt”, diğerinde “halk”
tanrı katına yerleşiveriyor. Bu tanrılık, teoride, ideolojide ve siyaset
alanında cereyan eden gelişmelere ahkâm kesmekle yetiniyor, vahiyler savuruyor
yukarıdan ve aşağıdakileri aşağıda olma hâllerine dayanarak aşağılıyor.
Okuyan, kendiliğinden isyan eden halk kütlelerini;
Başkaya, devrimci örgütlü iradeyi horgörüyor. Başkaya için Ekim devrim değilse,
Okuyan için Tahrir bir devrim değil. Lenin’e “Alman ajanı” diyenler de aynı
kafadan. Ekim’i devrim olarak görmeyen ultra troçkistler ve sol komünistler de
aynı soydan.
İki kesimin Kavuklu-Pişekâr atışması ise kimseye bir
hayır getirmiyor. İlkinin laboratuvar ortamında ürettiği Frankestein’ı, yani
partisi, tarihin kitlelere miras bıraktığı birikimi; ikincisinin Gepetto
misali, marangozhanede ürettiği “pinokyo”su, yani “halk”ı ise, toplumsal
mücadelelerin kendi içre birer mevzi olarak oluşturduğu örgütleri ezip geçiyor.
Lenin, “sınıf, partisini savaş alanında tanır” diyor.
Bu, işçinin ancak savaş alanında sınıf olabildiğini, partinin de kendisini
orada teşkil etmesi gerekliliğini anlatıyor. Okuyan ve Başkaya, savaş alanından
kaçışın “teorisyenleri” olarak, bu sınıfın ve partinin oluşumuna sürekli engel
çıkartmak yükümlülüğü ile hareket ediyorlar. Kimse, üzerindeki yaldızların
dökülmesini, kendisinin geçersizleşeceği bir ortamın oluşmasını istemiyor.
Yirmilerin başında Sovyetler’deki kavga da bu
minvalde. Dünya devrimi perspektifinde ustalaşmış kesimlerle ülke içine kapanan
sosyalizm pratiğinde belirli mevziler elde etmişlerin arasında bir alan kavgası
sürüyor. İlkine “sol muhalefet-Troçkizm”, ikincisine “Stalinizm” deniliyor.
Mısır ve Tunus hususunda her iki kesim, Okuyan-Başkaya
kavşağında buluşuyor: Başkaya, Okuyan gibi, “Belki de hepsinden önemlisi bu
devrimlerin, ta baştan ve oldum olası kolonyalizm/emperyalizm tarafından
peydahlanıp, ‘araçlaştırılan’ Politik İslam’ın iflasını da ilân etmiş olmasıdır”
diyor. Okuyan sitesinde, kendi teorisini ispatlamak adına, yeni peydahlanan
Arap kadınlararası güzellik yarışmasına ait görüntüleri yayınlıyor. Bu türden
yarışmalara itikadî manada itiraz edeni ise “gerici” olarak damgalıyor.
Okuyan’da öznellik, nesnelliğin üzerini örten bir
zırh, Başkaya’da nesnellik öznelliği gizleyen bir şal olarak iş görüyor. O
zırhı ve şalı yırtan ne varsa, o zırh ve şal neresinden yırtılıyorsa, devrim
oradan işaret veriyor.
“Sosyalist
Devrimciler’in programındaki ana çelişki, onların Narodnizm ile Marksizm
arasında salınmalarının bir sonucudur. Marksizm, asgarî ve azamî program
arasında açık bir ayrımın yapılmasını talep eder. Azamî program, toplumun
sosyalist dönüşümüdür ki bu program, meta üretiminin ilgası gerçekleşmeksizin imkânsızdır.
Asgarî program, meta üretiminin sınırları dâhilinde bile mümkün olan reformlar
önerir. Her iki programın karıştırılması, kaçınılmaz olarak, proleter
sosyalizmden küçük burjuva, oportünist ya da anarşist kimi sapmaların
yaşanmasına yol açar ve gene kaçınılmaz olarak, proletarya tarafından politik
iktidarın ele geçirilmesi aracılığıyla gerçekleştirilecek toplumsal devrimin
hedeflerini karartır.” [Lenin]
Mesele, gençliğinde, civarındaki Marksistlere “siz
insanı önemsemiyorsunuz” şeklindeki burjuva liberal eleştiri ile saldıran
Troçki’ye kadar gider. Öncesi de vardır ama konuyla ilgili örnek burasıdır. Bu
solculardaki işçi sınıfı, halk, insan ya da birey ile ilgili hassasiyet
devrimci politikanın körleşmesini getirir. Bu türden yücelik kodları biçim
değiştirir ama öz hep aynı kalır. Troçki, Marksist olduktan sonra da benzer bir
hassasiyetle hareket etmiş, Lenin’i “insanlık dışı” bulmuş, onda bir diktatörün
ruhunu görmüş, hareket içinde sürekli yücelik kodları adına, yatay düzlemde
kimi uzlaşma zeminleri kovalamıştır.
Adam yurduna konmak, 2009 1 Mayıs’ında Taksim’e giren
“makul sayı”ya dair bir meseledir. Düşman, dişine uygun olanı kendi hasmından
devşirmeyi bilebildiği için güçlüdür. Tersten, güçlü olduğu için, vurduğu her
yer ve zamanda önünde diz çöken “uşaklar” bulabilmektedir. Makulleştirme
işlemi, adam yurduna konmak, dikkate alınmak isteyenler üzerinde uygulanır.
Burada “eşitlik” ya da “özgürlük” sloganları veya bu sloganların sahipleri
arasındaki ayrımın bir önemi yoktur. Makulleştirme işlemi her iki kesimde de bir
biçimde işler.
Makulleşenin Marksizmi, sosyalizmi ve devrimi de
makulleşecektir. “Bugün hak ve şirk ayrışmış, kavga ediyor” diyene, “ne hakkı
ne şirki, basbayağı sınıf savaşı bu” diye cevap verenin ağzındaki sınıf, artık
makuldür. Bundan yüz, yüz elli yıl önce yüzeysel ayrışmaları, tartışmaları
dikine kesen ve onları disipline eden sınıf savaşı perspektifi, bugün, hele ki
sınıfın ölgün olduğu dönemde, savaş kaçkınlığının kılıfıdır. Teorik düzeyde
hak-şirk ayrımı, elbette ki sınıf mücadelesine içredir, ancak ikincisini bir
hakikat gibi dillendirmek, ilkini ezmemelidir.
Lenin’in, Marx’tan miras, “politik devrim toplumsal
devrimi önceler” tespitini program meselesine tercüme edişi, benzer bir
makulleşme sürecine dönük itirazla ilgilidir. Bu makulleşme sürecinde Mağribî
kıyam, birilerinin uykusunu kaçırmıştır. Bugün bariz Kemalistin bile, “biz,
devrimi üretim araçlarının el değiştirmesi olarak biliyorduk, bunlar devrim
değil” dediği ortamda, ilgili ayrımın hatırlatılması zorunludur.
“Karşı devrim de bir devrimdir.” Marx’ın bu sözü de
dikkate alınmalıdır. Devrime ilahi anlamlar yükleyenlerin esasta devrimden
kaçtıkları görülmelidir. Karşı devrim bile olsa, öndevrimsel ya da reformist
momentlerin dahi, komünist harekete sunduğu ciddî fırsatlar ve imkânlar
mevcuttur. Görmek isteyen göz yoksa, bunlar, tümden düşmanın çekmecelerinde
mahpus kalırlar. Bir diş macunu markasının bile “devrim” sözcüğünü kullanması
karşısında hayıflananlar, en az o diş macunu markasının sahibi kadar, devrimle
sadece laf düzeyinde ilgilidirler.
“Toplumsal devrim-politik devrim” ayrımında ilkine
eğilimli olanlar, politik devrimleri toplumsal katılımı ölçüsünde, “yüce halk”
nezdinde, değerli bulurlar. İkincisine eğilimli olanlar ise toplumsal zemine
politik ağırlığı, “yüce devlet/iktidar” açısından taşıdığı önem bağlamında
anlam yüklerler. Birinciler, politik devrimin tüm gereklerinden kaçarlar,
ikinciler ise toplumsal dönüşümün tüm mevzilerini tarumar ederler.
Evet, “günümüzde sosyal devrime yükselemeyen politik
devrimler, kaçınılmaz olarak kitlelerin geri çekilmesi ve yenilgisiyle
sonuçlanır.” [Hakan Gülseven] Ama bu tespit, sözü edeni ikna eden sözlerle ve
sözü edenin başkalarını ikna etme gayretiyle ilgili bir meseledir. Eğer sözü
eden şahıs, bir grup devrimcinin şiddet yoluyla devrim yoluna düşmesinin
yanlışlığı hususunda ikna edilmişse, o da aldığı emir dâhilinde, başkalarını
politik devrime değil, kendinden menkul bir “sosyal devrim”e örgütleyecektir. Kendinden
menkul bir “sosyal devrim”, politik devrimin işbölümü, disiplin ve hiyerarşiye
dair öğrettiklerinden mahrum bir süreç olarak, gevezelikten ibarettir.
Küreselleşme bağlamında en fazla tekrarlanan husus,
ulus-devletlerin geçersizleştiği meselesidir. Bu noktada sol, ona sahip
çıkanlarla, ona karşı ezelî husumetini, husumetin nesnesi kalmadığı tespiti ile
unutanlar olarak ikiye bölündü. Her iki kesim de ulus-devlet ile kapitalist
dönüşümler arasındaki teması ve ilişkileri kaçırdı. Birinciler, politik
devrimciliği toplumsal; ikinciler, toplumsal devrimciliği politik devrimcilik
olarak ifa etme imkânı buldular. Aradaki duvar yıkıldı ve politik devrimciler,
hiç adım atmadıkları arazilerde bildikleri ile yol almaya çalıştılar. Aynı
şekilde, toplumsal devrimi öne çıkartanlar da gene hiç adım atmadıkları çorak
arazide bildiklerini yaptılar. Bu süreçte toplumsal devrim’ciler politik
devrim’cileri küçük gördüler, politik devrim’ciler ise toplumsal devrim’cileri
horladılar. Bir dönem böyle geçti. Eskiden toplumsal devrim’ci olanlar, bugün
yerelleştiler, iktidara oynadılar, eski politik devrim’cilerin rollerini
çaldılar. Aynı rol çalma işlemi politik devrim’cilerde de fiilîleşti. Eski
politik devrim’ciler, “devlet önemsizleşti, demek ki bizim toplumsal meselelere
odaklanmamız lâzım, zaten bu politik iktidar tutkusu bizi iyiden iyiye
köreltmişti” dediler. Eski toplumsal devrim’ciler ise, “değerdüşümüne maruz
kalan devlet, bizim şiddetsiz politikamızı haklı çıkardı, demek ki
politik-yönetsel konulara şimdi daha fazla ağırlık vermek gerek” diye
düşündüler. İki rakip, kendisine değil, diğer rakibine ait olan koltuktan karşı
tarafa incili sözler dökmeyi sürdürdü. Oysa koltuğun her ikisinin de üçayağı
vardı: Fransız Devrimi-Kemalizm-60 Darbesi.
Devrim hususunda ölçü Fransız Devrimi ise, bu burjuva
bir teori, ideoloji ve politikayı koşullayacaktır. Nesnel devrim, şahıslar
nezdinde, bu sayede makulleştirilir. “Devrimi halk yapar” lafı, “üçgen üç
köşelidir” türünden bomboş bir laftır.
Kısa süre önce, devrim sonrası Kahire gözlemlerini
paylaşan Sefer Turan, gençlerin sokakları süpürdüğünü, kaldırım kenarlarını
boyadığını anlatmaktadır. Bu, annesinin vazosunu kırmış olmanın utancı ile onu
koltuğun altına saklamaya çalışan bir çocuğun psikolojisi de olabilir.
“Süpürülen, devrimdir” de denilebilir. Ama gerçek bir devrim varsa, o süpürge
sapları illaki kırılacaktır.
“Devrimi halk yapar” tespiti de alttan böylesi bir
utancı barındırır. Yapılan işe belli bir toplumsallık ve tarihsellik bahşetme
derdinde olanlar, bu türden küçük burjuvalardır. Yani tarihin ve toplumun
yasaları gereği devrim olmamakta, birileri münferit, tekil ve göreceli
eylemlerine özel bir “tarih ve toplum” bulmaya çalışmaktadırlar.
Devrimin ölçüsü Fransız Devrimi değil, Ekim Devrimi de
olabilir, bir başkası da. Bu, aynı ölçünün niteliğinin değiştiği anlamına
gelmez. “Ekim Devrimi de Doğu’nun Fransız Devrimi olsun” diye ilgili devrimi
ele alanlar ya da onu “Avrupa’nın Fransız Devrimi varsa Dünya’nın da Ekim’i
var” şeklinde yüceltenler görülmüştür. Bugün Tunus ve Mısır üzerinden dönen
tartışmalar, bu iki kesimin kavgasıdır.
Oysa mesele, 1789-92 dönemecini önceleyen tüm sömürü
ve zulüm karşıtı mücadelelere duhul edebilmek ve onlara ait olabilmektir.
Mağribî ve Maşrıkî kıyam buradadır.
Eren Balkır
6 Mart 2011
0 Yorum:
Yorum Gönder