“Aranan şey güzellik ya da cazibe değil artık; görüntü…
Varım, buradayım değil; görülüyorum, bir imajım; bak bana, bak!”
[Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı]
Binlerce yıldır yapılan savaşlar bize,
muzaffer güçlerin tarihi kendi çıkarlarına göre yeniden yazmaya ne kadar
hevesli olduklarını öğretti. 21. yüzyılda dijital teknoloji şirketleri, bu işi
daha da rafine bir hale getirerek açıkça geleceği yazmayı öneriyor. Çünkü
dijital teknoloji kirletiyor. Hem de fazlasıyla.
Su ve enerji tüketimi ile madenlerin
tükenmesine katkısı açısından bu sektör, Büyük Britanya ya da Fransa gibi bir
ülkenin iki üç katı ayak izi yaratıyor. Başka pek çok sebebin yanı sıra asıl
neden, dolaşımda olan 40 milyona yakın dijital cihazdır. Enerji açısından bu
cihazlar, dünyadaki elektriğin %10’unu tüketmekte.
Dijital sektör bir ülke olsaydı, en çok
elektrik tüketen ülkeler sıralamasında Çin ve ABD’nin ardından üçüncü sırada
yer alacaktı. Öte yandan, günümüzde elektriğin % 35’i kömürden elde ediliyor.
Bu durumda dijital teknolojiler, dünyadaki toplam sera gazı salınımının % 5’ini
oluşturuyor demektir.[1]
Gmail’den bir e-posta, WhatsApp’tan bir mesaj
göndermek, Twitter’a bir emoji, TikTok’a bir video ya da Instagram’a sevimli
kedi yavruları fotoğrafı koymak gibi elle tutulur olmayan eylemlerde
bulunabilmek için, Greenpeace’e göre, yakında “muhtemelen insan eliyle inşa
edilmiş en uçsuz bucaksız şey” halini alacak, maddeden oluşan ve enerji tüketen
bir altyapı oluşturdu insanlık. Mevcut çalışmalar, dijital teknolojinin
zararının faydasından daha çok olduğunu gösterme eğiliminde.
Günümüzdeki durum böyle; ancak dijital
kirlilik söz konusu olduğunda fotoğraflara değil, film şeridine bakmak
gerekiyor sanki: İnternetin ekolojik ayak izi, havsalaya durgunluk verecek bir
hızla artmakta ve bunun önünde duracak hiçbir güç yok gibi görünüyor.
Şu bir vakıa ve apaçık ortada: Dijitalleşmiş
hayatlarımız; dalgın ve kayıtsız milyarlarca ortak kiracısından biri olduğumuz,
beton ve camdan yapılma bir altyapıda çoğaltılıyor. Telefonumuz cebimizde, kumsalda
yürürken, ayak izlerimizi sadece kumda değil, konum bilgilerimizi depolayan
İskandinav veri bankalarına da bırakıyoruz; yani, devletlere ve istihbaratlara
da.
Bir kafenin terasında, stadyumda, ormanda
yapılan bir piknikte selfi çektiğimizde, bir yiyecek-içecek tüketmekle kalmıyor;
camdan yapılma bir şeridin kim bilir belki Virginia Beach ya da Silikon Vadisi’ne
kadar yayacağı pikseller de üretiyoruz: Kelimenin tam anlamıyla kendimizi
sürekli kopyaladığımız anlamına geliyor bu. İnternet, öyle bir yerde hazır ve
nazır olma imkânı(!) veriyor ki, eylemlerimize hem şimdi burada hem de binlerce
kilometre uzakta fiziksel bir tutarlılık kazandırıyor. Özcesi, dijital dünya,
her şeyi maddeden arındırma kisvesi altında edimlerimizi iki kez
maddileştiriyor, statik hale getiriyor.
Madde ise bir yerde bulunmak, bir yer işgal
etmek, dolayısıyla güç/iktidar ilişkileri ve de jeopolitik demektir. Tweet
attıkça, reels paylaştıkça, beğene tıkladıkça, shorta kitlendikçe, sörf
yaptıkça hayati meseleler “oraya” ve ortaya çıkıyor; böylece internetin
dallanıp budaklanmasını destekliyoruz. Bir tür dijital yok oluş-harakiri
yaşıyoruz.
Charles Taylor’ın çeyrek asır önce soğukkanlı
bir biçimde öngördüğü gibi: “Artık ‘bir şeyler’, ölerek, ömrünü tamamlayarak
değil; çoğalarak, artarak yok olacak!”[2]
Yusuf K.
19
Haziran 2025
Dipnotlar:
[1] Guillaume Pitron, Dijital Cehennem, Çevirmen: Alp Tümertekin, İş
Bankası Kültür Yayınları.
[2] Charles Taylor, Modernliğin Sıkıntıları, Çevirmen: Uğur Canbilen, Ayrıntı Yayınları.
0 Yorum:
Yorum Gönder