Bu,
Louis Althusser’in Maria Antonietta Macciocchi’ye 1969 yılında gönderdiği
mektupta yer alan, Mayıs 1968 ile ilgili tahlilidir. 1969'da İtalya ve
Fransa'da yayımlanan, sonrasında Stephen N. Hellman'ın, New Left Books’un 1973
tarihli baskısı için İngilizceye çevirdiği Louis Althusser'e İtalyan
Komünist Partisi'nden Mektuplar isimli çalışma, Fransız filozof ile Maria
Antonietta Macciocchi arasında gerçekleşen önemli mektuplaşma sürecini
içeriyor. l'Unita’nın Paris muhabiri Macciocchi, 1968 seçimlerinde Napoli’de
aday olmak için İtalyan Komünist Partisi tarafından 1967’nin sonlarında İtalya’ya
geri çağrıldı. Macciocchi, bu teklifi kabul etmesinin en büyük nedenini şu
şekilde açıklıyor: “Ülkemde ve partimde olan bitenin ardındaki hakikati öğrenme
arzusu ve ihtiyacına binaen kabul ettim teklifi.” Althusser ile yazışmasını da
bu hakikat arayışı ile ilişkilendiriyor: “Paris'ten ayrılmadan önce komünist
filozof Louis Althusser’e bir yazışma projesi önermeme neden olan gerçeği
öğrenmek de aynı ihtiyaçtan kaynaklanıyordu.”
Aşağıda
yer verilen, Althusser’in Mart 1969 tarihli mektubu, Macciocchi’nin isteği
üzerine Althusser’in yaptığı Mayıs 1968 olaylarıyla alakalı ön tahlilini içeriyor.
* * *
Sevgili
M. A.,
Geçen
yaz seni Temmuz sıcağında gördüğümde Mayıs olayları ve Öğrenci Hareketi üzerine
bir şeyler yazacağıma söz vermiştim. Şimdi anlıyorum ki bu, pek çok yönden
aptalca bir sözmüş. Çünkü bir insan, elinde az sayıda da olsa nesnel belge
olmadan bu tür olaylardan bahsetmeyi nasıl öngörebilir? Nasıl olur da herkes,
en azından Mayıs olaylarını üreten “somut durum”un “somut tahlil”ini özetlemeye
izin verecek asgari nesnel bilgi olmadan, önemli bir tarihi olaydan
bahsedebileceği vehmine kapılabilir?
Hastalık
nedeniyle eve mecburen kapandığım için geçen yaz gerekli bilgilere sahip
olamadım. Bugün bile “Öğrenci Hareketi” ile ilgili bilgim epey sınırlı.
Gerçekten gerekli malzemeden yoksunum. İşçi sınıfı ve onunla birlikte Mayıs
genel grevini yapan, proleter olmayan en geniş halk kitleleri içerisinde tam
olarak ne yaşandı, bilmiyorum. L’Humanité’de ve diğer birkaç dağınık
raporda ortaya çıkan makaleler, sadece bir tahlilin en genel unsurlarını ortaya
koyuyorlar.
Bu
şartlar altında, söyleyebileceğim her şey, sadece çok şematik, kaba ve hatta
belki de temelde eksik olabilir. Aslında tahlilimi sana tez şeklinde göndermeyi
umuyordum. Bunun yerine, elimde sadece en iyi ihtimalle hipotez olarak
nitelendirilebilecek tespitler var.
Ama
böyle diye, sonsuza dek beklememiz de gerekmiyor, yani gerçekten Marksist bir
tarihsel çalışma yapmak mümkün olana kadar beklememiz veya aynı şeye denk
gelen gerçekten Marksist bir siyasi tahlil (somut bir durumun somut tahlili)
olması şart değil. Söyleyebileceğimiz şeyler varsa söylemeliyiz. Ama tabii ki
bu noktada dikkatli de olmalıyız ve düşündüklerimizi dile dökmeliyiz.
Hipotezlerimizi yoldaşlarımızın eleştirilerine sunmak için bunu yapmalıyız.
Böylelikle hipotezlerimizi aşan bir şeyler ortaya çıkacak ve her şeyin
ötesinde, Mayıs ayından sonra oluşan durumu daha net görebilme imkânı
bulacağız.
Çünkü Mayıs ayında büyük önem taşıyan şeyler oldu. “Batı’nın kapitalist ülkelerinde”
devrim beklentileri açısından oldukça önemli şeyler yaşandı. Politikalarımız
üzerinde yankılara yol açması gereken gelişmelere tanıklık ettik. Bu yaşananlar
hakkında düşünmez, kalem oynatmazsak politikalarımız, olayların rüzgârına
kapılıp gitme riskiyle karşı karşıya kalacaktır. Ben, burada şu an geçmişin bir
parçası olan Mayıs olaylarından değil, Mayıs olaylarını aşacak, bugüne ve
geleceğe ait olaylardan bahsediyorum.
Mektup
şu şekilde devam edecek. İki olguyu tespit edeceğim, bir tez ortaya atacağım,
aynı zamanda bir hipotez geliştireceğim.
“Olgu”
derken, tartışılmaz gerçekleri, terimin en güçlü anlamıyla tarihî gerçekleri,
yani ulusal ve uluslararası konjonktürün kurucu gerçeklerini kastediyorum.
“Tez”
derken de kanıtlanabilir politik ya da teorik önermeden bahsediyorum.
Hipotez
ise ya yer eksikliği (Bir mektupta sonsuza kadar kelam edilemez) ya da sadece
“alandaki” nesnel sosyolojik sorgulamalarla sağlanabilecek bilgi eksikliği
sebebiyle kesin olarak kanıtlayamadığım politik veya teorik önermeyi ifade
ediyor.
Yazmak
üzere olduğum şeyde nispeten keyfi bir düzeni takip edeceğim. Her şeyden evvel siyasetin önceliği meselesine tabi olsa da bu, pedagojik bir düzene denk
düşüyor. Neticede aktardığım Olgular (I. Olgu ve II. Olgu), Tez (I. Tez) ve
Hipotez (I. Hipotez) karışık bir sıra ile takdim edilecektir.
Argümanın
pedagojik düzeni, şu anda Mayıs olaylarının güncel yorumlarına hâkim olan şeyle
başlamamı gerektiriyor. Bu yüzden
I.
Olgu
Mayıs
ayındaki olaylarda belirleyici rol, son tahlilde, dokuz milyon işçinin genel
grevine aitti. Üniversite öğrencilerinin, ortaokul öğrencilerinin ve genç
entelektüel işçilerin Mayıs eylemlerine kitlesel katılımı son derece önemli bir
olguydu, ama bu kitlesel katılım, dokuz milyon işçinin ekonomik sınıf
mücadelesine bağlıydı.
Bu,
bizi ilk olgunun eşiğine getirip bırakıyor: Kapitalist ülkelerde şu anda
piyasaya sürülen yorum ve değerlendirmelerde, bu iki fenomenin, genel grev ve
“öğrenci” eylemlerinin göreceli önem sırası tamamen tersine çevrildi.
Komünist
partilerimiz ve özellikle Fransız Komünist Partisi için durum böyle değil. FKP,
bazı şeyleri gerçek sırasına göre sundu: Grev, öğrenci eylemlerine göre
öncelikli bir yere sahipti. Bu, sadece Mayıs ayındaki güçlerin gerçek
ilişkisini yansıttığı için değil, aynı zamanda işçi sınıfının devrimci
karakterinin Marksist-Leninist tezine ve sadece buna uygun olduğu için de
doğrudur. “Devrimci” derken, öznel olarak devrimcileri (küçük-burjuva devrimci
bildirileri) değil, nesnel olarak devrimcileri (proleter devrimle sonuçlanan
devrimci eylemleri) kastediyoruz.[1]
Buna
karşılık, bu terse çevirme işlemi, öğrenci eylemlerini grevin önüne alma
girişimi, öğrenci hareketi yayınlarının çoğunluğu da dâhil olmak üzere, tüm
burjuva ve küçük-burjuva yayınlarında karşımıza çıkıyor. De Gaulle’ün doğrudan “totaliter”,
işçi sınıfına saldıran dayatmaları ve eylem komitelerinin birkaç manifestosu
dışında, bu yayınların hepsi genel grevi arka plana itiyor; artık kimse genel
grevden bahsetmiyor. Dünyanın en büyük işçi grevini tarihten silip atıyorlar.
Onun yerine öğrenci hareketi, Sorbonne Üniversitesi ve civarında kurulan
barikatlar türünden olgular öne çıkartılıyor. Bu yaklaşımı benimseyenler,
ilgili hareketin ve barikatların önemine bakıp tarihin küçük burjuva
öğrencilerce yapıldığına, bu öğrencilerin işçi sınıfını devrime götüreceklerine
inanıyorlar.
Bazı
öğrencilerin bu burjuva tuzağına düşmediğini biliyorum. En azından bunu yazı
düzeyinde yapmıyorlar, kaleme aldıkları yazılarda, Mayıs ayındaki genel grevin Mayıs ayındaki öğrenci eylemleri karşısında sahip olduğu önceliğin farkında
olduklarını ortaya koyuyorlar. Gelgelelim, mesele de zaten doğru bir tez yazmak
değil. Bu Tezin, (a) onu kendi eylemlerine, ardından da (b) Öğrenci Hareketi'nin
somut eylem çizgisine nakşeden sınırlı sayıdaki “bilinçli” öğrencinin zihninde
var olması gerekiyor.
Ben,
bugün Öğrenci Hareketi'nin mevcut somut eylem çizgisinin pratikte, birkaç
önemli istisna dışında, bu doğru tez ile çeliştiği iddiasındayım. Öğrenci
hareketinin hareket çizgisi, öğrenci hareketinin “fikirlerini”, başka bir
deyişle, öğrencilerin büyük bir kısmının fikirlerini yansıtıyor. Öğrencilerin
büyük bir kısmı, hâlâ öğrencilerin eylemlerinin Mayıs olaylarında belirleyici
rol oynadığına inanıyor.
Öğrenci
kitlesi, bir yanlış anlamaya dayanan bir rüyada yaşıyor. Öğrenciler, kurdukları
“barikatlar”ın vahşice bastırılmasını (bu tarihsel kronolojik açıdan gerçek
olan durumu) genel greve bir "fünye" görevi gördüğü tespiti üzerinden Mayıs ayında işçilerin eylemlerine öncülük ettiklerini, bu sayede öncülük
misyonunu üstlendiklerini düşünüyorlar. Bunun apaçık bir yanılsama olduğu
ortada. İlgili iddia, kronolojik düzen konusunda kafa karışıklığı yaşamaktadır,
zira barikatlar, 13 Mayıs gösterisinden önce ve dolayısıyla genel grevden önce
kurulmuştur. Ayrıca bu iddiayı dillendirenler, orman yangınını başlatan
kıvılcım veya fünyenin rolü (Lenin) ile son tahlilde belirleyici olan tarihsel
(kronolojik olmayan) rolü birbirine karıştırmaktadırlar. Mayıs ayında, son
tahlilde belirleyici rolü oynayanlar, öğrenciler değil, işçi sınıfıydı.
Öğrenci
hareketi, Fransızca, Almanca, Japonca, İngilizce, İtalyanca veya hangi dilde
olursa olsun, yaptığı teoride (kaleme aldığı yazılarında) ve hepsinden
önemlisi, pratikte (çizgisi dâhilinde örgütlenme ve eylem biçimlerinde) bu
gerçeği tanımadığı ölçüde, onun Mayıs olaylarına dair yorumları, bir biçimde
burjuva ve küçük burjuva yorumlarıyla yan yana düşecektir. Öğrencilerin yorumu,
sadece öğrenci “örgütler”indeki çeşitli ideolojilere (özgürlükçü, yeni
Lüksemburgcu, Guevaracı ideolojilere) uygun bir biçim alan dil dâhilinde
burjuva yorumlara çekilen basit ve yavan bir sınırdan ibarettir.
Öğrenciler,
bu gerçeğin farkına varmalıdırlar. Onlar, nesnel planda ve elbette ki kendi
tarzlarında, en ileri unsurlarının öznel açıdan devrimci niyetlerine karşın,
burjuvazinin olguların gerçek sırasını terse çevirme girişimine, yani Mayıs
ayında belirleyici bir rol oynayan, dokuz milyon işçinin gerçekleştirdiği genel
grev olgusunun sessizliğe gömülmesine katkı sunmaktadırlar.
Öğrencileri
tanımadıkları bu gerçekliğe ikna etmek için, onların yararına iki gözlem
yapacağım. Her iki gözlem de Sorbonne'un işgaliyle ilgili.
Öğrenciler,
Sorbonne’u yeniden işgal ettiler ve 13 Mayıs'ta düzenlenen gösteride kızıl
bayrak açtılar. Şurası açık ki öğrencilerin Sorbonne’u bu kadar uzun süre işgal
altında tutup teslim etmemiş olmalarının ilk sebebi, 13 Mayıs gösterisinde yüz
binlerce işçinin varlığı, ikinci sebebi ise bundan sonra patlak veren büyük
genel grevdir. Bu genel grev, burjuvazi için “öğrenci cephesinden” çok daha
büyük bir tehlikeyi temsil eden bir cephe dâhilinde devletin baskı aygıtının
büyük kısmını harekete geçirmesine neden oldu. Bu grev ve seferberlik olmasaydı,
Sorbonne’un işgali en fazla iki üç gün sürerdi.
Aynı
işgal, öğrencilerin karşısına nesnel planda başka bir sorun çıkarttı. Sadece
kendilerine ait olduklarını sandıkları, oysa aslında genel grevin kudretinden
kaynaklanan o güce çok güvendikleri için öğrenciler işgal üzerine bir an bile
düşünmediler. Onlar bir işgalin, Sorbonne’daki işgalin bile, doğaçlama
ilerletilemeyeceğini görmediler. Öğrencilerin fabrika işgalleri konusunda
hiçbir deneyimi olmasa bile (ki bu olaylar “ateş altında” ilk sınavları olduğu
için bu anlaşılabilir) ortalıkta işgal pratiğinde zaten uzman olan insanlar
vardı. Burada tabii ki 1936’da bu mücadele biçimini “başlatan”, işgal
pratiğinin fitilini ateşleyen ve o zamandan beri birçok kez o pratiği sürdürüp
onu geliştiren, öğrendiklerini hiç unutmamış olan işçilerden bahsediyorum. Bu
tespitin ispatını, Mayıs-Haziran 1968’deki fabrika işgallerinin örnek
başarısında bulmak mümkün.
Sorbonne
öğrencileri, işçilere “yardımlarını sunmak” için sadece fabrika kapılarına
gitmek yerine, aynı zamanda bu fabrikaların militan işçilerinden Sorbonne’a
gelip onlara bir işgalin nasıl etkili bir şekilde gerçekleştirileceğini, bugün
herkesin bildiği gibi, diledikleri zaman okulda ellerini kollarını sallaya
sallaya dolaşan polis ajanlarının ve istenmeyen unsurların okula izinsiz
girişine karşı savunmanın nasıl örüleceğini, gerektiğinde Sorbonne’u baskıcı
güçlerin saldırılarına karşı nasıl savunulacağını kendilerine öğretmelerini
istemelidirler. O vakit işgal altındaki Sorbonne, öğrenci eylemleri ile işçi
mücadelesi arasında gerçekleşmesi öngörülen kaynaşmanın belirli bir biçim
almaya başladığı Mayıs ayı içerisinde sınıf mücadelesinin en önemli
alanlarından biri hâline gelebilirdi. Burada da bazı şeyler açıkça
belirtilmelidir: Öğrenciler, işçilerin kendilerine ihtiyaç duyduklarını
düşündüler, oysa gerçekte işçi sınıfının tavsiyeleri ve desteği üzerinden en
fazla yardıma muhtaç olan kesim, mücadelenin bu biçimi dâhilinde acemi olan
öğrencilerdi.
Bu
örnekten, bir “karşılaşmaya” katılan güçlerin göreceli öneminin doğru veya
hatalı bir tahmininin pratik sonuçlarının ne olabileceğini görebiliyoruz. 13
Mayıs’taki karşılaşma, esasen bir sonuca sahip değildi. Mayıs'tan sonra böylesi
bir sonuç, bir gün mutlaka ortaya çıkacak sonuç, geçici niteliğiyle, yakın bir
tarihte ortaya çıkacak bir sonuç değildi. Bunun sebebi, en azından
tartıştığımız husus bağlamında, sürece dâhil olan güçlerin gerçek önem sırası
ile ilgili yanlış değerlendirmedir.
Bu
nedenle, olgular uygun bir perspektife kavuşturulmalıdırlar. Dolayısıyla aşağıdaki
Tez önemlidir.
I.
Tez
Yaygın
olarak “Mayıs Olayları” olarak adlandırılan şey, iki tür eylemin nesnel planda
karşılaşmasının bir sonucuydu:
1.
Fransız işçi ve çalışan kitlesinin ekonomik ve siyasi sınıf mücadelesinin
eylemi, yani dokuz milyon kadın ve erkeğin bir ay süren genel grevi, Mayıs
olaylarının son tahlilde tarihsel olarak belirleyici unsuruydu.
2.
Hükümetin ve polisin baskıcı eylemlerinin muhteşem bir patlamaya kıvılcım
sağladığı; üniversite öğrencilerinin, lise öğrencilerinin ve genç entelektüel
işçilerin eylemleri. (Bu baskıcı eylemler, burjuva bakış açısıyla objektif
olarak “sakar”dı: Mayıs'tan bu yana, politikacılar ve burjuva devlet aygıtının
temsilcileri “kendilerini ele verdiler” ve şimdi buna göre davranıyorlar, yani
kendilerine yakışan burjuva tavırla hareket ediyorlar.) Patlama, 11 Mayıs
gecesi ve daha sonra Sorbonne, Odéon gibi kültürün temel dayanağı olan
kurumların işgali sırasında kurulan barikatlarda zirveye ulaştı.
Olan
şey, tarihi bir karşılaşmaydı, kaynaşma değil. Bir karşılaşma oluşabilir veya
gerçekleşmeyebilir. Nispeten tesadüfî bir “kısa karşılaşma” olabilir, bu
durumda herhangi bir güç kaynaşmaya yol açmaz. Mayıs olayları için de bu durum
geçerliydi. O dönemde işçilerin ve çalışanların, öğrenciler ve genç entelektüel
işçilerle buluşması kısa süreli bir karşılaşmaydı ve bu karşılaşma, kısa ve
genel ifadelerle aktaracağım bir dizi sebebe bağlı olarak, belirli bir kaynaşmaya
yol açmadı.
Uzun
bir karşılaşma olan veya hâline gelen bir karşılaşma, mutlaka bir kaynaşma
şeklinde olmalıdır. Bu kaynaşma mayısta yaşanmadı. Mayıs'tan bu yana yaşanan
gelişmeler şu tezi doğruluyor: İşçi hareketi ile öğrencilerin ve diğer kesimlerin
eylemleri, hâlen nesnel planda kaynaşmış değil. Kaynaşmanın gerçekleşebilmesi
için proleter olmayan gençlerin şu anda bulundukları yerden çok uzun bir yol
kat etmeleri gerekecek ve İşçi Hareketi de (evet, o da) belli bir aşamaya
gelmiş olmak zorunda. Her iki taraf ilgili mesafeyi katetmediği sürece, önünde uzanan yolu kendince katettiği ölçüde, söz konusu kaynaşma asla
gerçekleşmeyecek. Dolayısıyla, işçi hareketi kendi yolunu yürüyecek, proleter
olmayan gençlik de kendi yolunda tereddütle ilerleyecek.
I.
Tez üzerinden olayların kronolojisine onu tarihe tabi kılarak, belirli bir
düzen verilebilir. Karşılaşma, kelimenin tam anlamıyla 13 Mayıs günü yapılan
devasa gösteride, De Gaulle’ün darbesinden on yıl sonra atılan “On Yıl Yeter!”
sloganında gerçekleşti. Bu, tabii ki politik bir slogandı, ama aynı zamanda De Gaulle’e karşı atılan savunmacı ve negativite içeren bir slogandı. Ana kitle
içerisinde CFDT (Fransız Demokratik İşçi Konfederasyonu) gibi yapıların “İşçi
İktidarı” türünden münferit anarko-sendikalist sloganları da işitildi. Başka
gruplardan da sloganlar yükseldi: “Halka hizmet edin!”, “İşçileri destekleyin!”
Savunmacı siyasi slogana (“On Yıl Yeter!”) ek olarak proleter
enternasyonalizmin güçlü bir ifadesine de tanık olundu: “Kahrolsun ABD Emperyalizmi!”,
“Ulusal Kurtuluş Cephesi kazanacak! Vietnam Muzaffer Olacak!” Gelgelelim,
“Kahrolsun Emperyalizm!” ve “On Yıl Yeter!” gibi kitlesel politik sloganlar,
perde gerisinde, 13 Mayıs yürüyüşünde atılan ekonomik sınıf mücadelesine ait şu
türden sloganları gizliyordu: "Ücret Artışı İstiyoruz!”, “Gereksiz Diye
Tek Bir İşçi Bile Atılmasın!”, “Herkese İş Güvencesi Verilsin!”, “Zamanlanmış
Üretime Hayır!”, “Sendikalara Yönelik Baskılara Son!” vs.
Yüz
binlerce işçi, üniversite ve lise öğrencisi ile genç entelektüel işçilerin
temsil ettikleri bu yürüyüşün ortaya koyduğu karşılaşmada görülen en sıra dışı
şey, işçilerin dilindeki sloganlarla, öğrencilerle entelektüellerin dilindeki
sloganlar arasındaki nesnel uyumsuzluktu.
Öğrenciler
ve başını Sauvageot ile Geismar’ın çektiği entelektüeller, “On Yıl Yeter!” ve
“Kahrolsun De Gaulle” gibi sloganlarla sadece hükümetin değişmesini değil, “devrim”
de istiyorlardı. Bu “devrim” çağrısı, sonrasında “İşçi İktidarı! Öğrenci
İktidarı! Köylü İktidarı!” türünden anarko-sendikalist sloganlarda karşılık
buldu. Bu sloganlar, SNES-SUP (İleri Düzey Eğitimde Ulusal Öğretmenler Birliği)
ile UNEF’teki (Ulusal Fransalı Öğrenciler Birliği) doktrinerlerin devrimciliği
ile öğrenciler arasında hâkim olan anarşizme ait bir tür sentezi ifade
ediyorlardı. Ancak muazzam işçi kitlesi başka amaçlar güdüyor, bu amaçlar “On
Yıl Yeter!” gibi savunmacı politik sloganlarda ve kitlesel düzeyde ekonomik
sınıf mücadelesine ait sloganlarda karşılık buluyordu.
Bu
uyumsuzluğu kimler düşünmeyi bıraktı? Oysa Mayıs olaylarını takip eden her
gelişmeye rengini, hem kronolojik hem de tarihsel anlamda, bu uyumsuzluk
çaldı. Her şeyden önce, işçi eylemleri (genel grev) ile öğrencilerin ve
entelektüellerin eylemleri arasında, nadiren başarılı olan ve daha çok parçalı
veya açıkçası aslında var olmayan müteakip tüm karşılaşmaların biçimini bu
uyumsuzluk tayin etti.
Öğrenciler, kendi rolleri gereği, gidip Sorbonne ve Odéon gibi yerleri işgal ettiler ve buraları ideolojik, kendi düşüncelerine göre, politik üsleri hâline getirdiler. Çoğunlukla genç ama aynı zamanda bazı yaşlı işçiler Sorbonne ve Odéon’a özgürce gelip gittiler. Doğal olarak, bu mekânlara yiyecek ve barınma imkânı bulduğunu düşünen, toplumsal açıdan uyumsuz kişiler ve lümpen proletarya mensupları yanında, Kongo’dan ayrılma sürecinde umduklarını bulamayan, gelip Sorbonne’da korumalık yapan Katangalılar türünden, kendi kişisel trajedilerini yüceltme ihtiyacı duyanlar da geldi.[2]
Öğrenciler,
“halka hizmet etmek” ve “işçilere yardım etmek”le ilgili o yakıcı arzuyla
birbirlerine üstünlük sağmaya çalıştılar ve bu anlayışla, hizmet etmek adına,
fabrika kapılarına gittiler. Başta kapılar neredeyse her yerde onlara açıldı,
ama sonra, kapıların bulunmadığı Flins gibi kimi istisnalar dışında, tüm
kapılar öğrencilere kapandı, bu da militan öğrencileri büyük bir hayal
kırıklığına uğrattı. Kimi örneklerde (Flins, Cléon, Nantes, Sochaux)
öğrenciler, polisin fabrikalara müdahalesiyle başlayan şiddetli çatışmalara
doğrudan katılma imkânı buldular. Hatta bu çatışmalarda bir öğrenci öldü. Bu
genç, Flins’te boğularak katledildi. Ayrıca iki işçi, belirli sayıda polisin
konuşlandırıldığı Sochaux'da tüfekle öldürüldü.
Ama
genel kural gereği işçi kitlesi, öğrencilerin bu coşkulu davetine karşılık
vermedi. Öğrencilerin ütopik (ideolojik-politik) umutları ile işçilerin acil
talepleri arasında belirgin bir uçurum, bunun sonucunda da ciddi bir anlayış
eksikliği söz konusuydu.
Bazı
öğrenciler, oldukça basit bir şekilde, bunun nedenini Genel İşçi Konfederasyonu
(CGT) ve Fransız Komünist Partisi liderlerinin “ihanetine” atfettiler. Bu,
basit bir yaklaşımdı, çünkü Marksist-Leninist açıklama gereği, bu oranda bir
kitle hareketi söz konusu olduğunda, liderlerin belirleyici rolüne inanmak
doğru değildir. Gerçek şu ki, sadece işçi liderliği değil, esasında tüm işçi
sınıfı, öğrencilerin gerçekliğe dair bir anlayıştan çok, düş kurma pratiğinin
ürünü olan önerileri uyarınca, hareket etme gereği duymadı.
İşçi
sınıfı, öğrencilerin sınıf mücadelesindeki açık deneyimsizliği göz önüne
alındığında, ucu açık maceralarının peşinden sürüklenmenin riskli olduğunu
gördü.
Bu
nedenle işçi sınıfı, kendi deneyiminin bilgisine sahip olarak, kendi yolunda
yürümeye devam etti. Bu, elbette, Geismar, Sauvageot ve daha sonra Herzberg
gibi öğrenci “liderler”inin ardı ardına kaleme aldıkları bildirilerde karşılık
bulabilecek bir yol değildi. Zira söz konusu bildiriler kamuoyunda yankı
buluyor, burjuva radyolarda ve basında sevinçle karşılanıyorlardı (Burjuvazi,
öğrenci “liderlerinin” düşündüğü kadar aptal değildi. Bu arada belirtmek gerek:
Geismar ve Herzberg öğrenci bile değildi, hoca ve araştırmacıydı. Geismar
Birleşik Sosyalist Parti, Herzberg FKP üyesiydi ve kendisi, kısa bir süre sonra
partiden ihraç edildi.)
İşçi
sınıfı, tam da bu burjuva basındaki ilgi sebebiyle Birleşik Sosyalist Parti’nin
Charléty’de düzenlediği o büyük mitinge sıcak yaklaşmadı (O dönemde BSP,
“Üniversitelilerin Sosyalist Partisi” olarak anılıyordu). Dolayısıyla işçi
sınıfı, pratikte kendi sorunlarını tek başına çözdü. Bu sorunların ilki
talepler meselesi, diğeri de mevcut durumda geliştirilen bakış açısı uyarınca
tali olarak görülen, kendi liderleriyle ilişki meselesiydi. Bu ikinci sorunu işçi
sınıfı her durumda kendi sorunu olarak gördü ve öğrencilerin bu işe karışmasını
istemedi. Ona göre, öğrencilerin bu basit gerçeği idrak etmeleri güç olsa bile
onu bir biçimde kafalarına sokmaları gerekiyordu.
İşçi
sınıfı, kendi işinin başına döndü. Üstelik bunu zafer naralarının atıldığı,
bayrakların dalgalandığı dönemde yaptı. Bazı durumlarda belirli sendika
liderleriyle sık sık sorun yaşamak durumunda kaldı. Sonra her şey normal
sırasına geri döndü. Ama bazı şeyler değişmişti. Ücretler, geçici olarak daha büyük
bir satın alma gücü ile donatılmıştı. Sendikalar, fabrikalar içinde temel
haklarını kazanmıştı (Citroën fabrikasında kazanılan hak, gerçekten büyük bir
zaferdi).
Asıl
önemlisi de işçi sınıfının şu gerçekleri hafızasına nakşetmiş olmasıydı: Süreç
içerisinde patronlar, hükümet ve devlet aygıtı kitlelerin eylemiyle bir gecede
büyük korkuya duçar oldu. Böylesi bir eylemin mümkün olduğu görüldü ve bu
türden bir eylemin ileride bir gün Paris Komünü’nden, 1917 Ekim Devrimi’nden ve
Çin’de 1949’da gerçekleşen proleter devrimden beri dillendirilen devrime yol
açabileceği anlaşıldı.
İşçi
sınıfı işine geri döndü, öğrencilerse o ünlü sloganları “Bu Daha Başlangıç,
Mücadeleye Devam!” uyarınca, mücadeleye devam ettiler. İyi ama bu, neyin
başlangıcıydı? Neyin mücadelesi verilmekteydi?
Bu
soruları sormam demek, hiçbir şeyin başlamadığını düşünüyorum demek değil.
Bilakis, üniversite öğrencileri, liseliler, teknik okul öğrencileri ve genç
entelektüel işçiler için o çok temel süreç, en gerekli şey başlamıştı. Ama
neyin başlangıcıydı bu?
Öğrenciler,
bunun devrimin başlangıcı olduğunu düşünüyorlar. Uzun vadede bu, elbette ki
doğru bir düşünce, ama o vakit görülüyor ki öğrenciler, o yolda ilk adımı atma
konusunda başarılı olamamışlar. Asıl başarı ise “mücadeleye başlamak için” Mayıs ayını beklemeyen, esasında yüz yılı aşkın bir süredir mücadelenin içinde
olan işçi sınıfına ait. Peki o zaman öğrencilerin başlattığı şey neydi?
“Mücadeleye
devam!” diyorlar, ama mücadele zaten bir şekilde devam etti, pratikte geriledi
ve önümüzdeki aylarda, en azından Fransa’da dar anlamda öğrenci sahasında
öğrencilerin “öğrenci hareketi” dediği şey tümüyle dağılma sürecine girecek.
Bu
dağılma süreci Fransa’da başladı bile. İlk olarak grupçuklar pıtrak gibi
çoğaldı. Son dönemde bu dağılma süreci, eylem komiteleri içerisinde cisimleşen, yeni Lüksemburgcu tarzda gelişen, grupçuk karşıtı ideoloji biçimini aldı. Söz
konusu dağılma devam edecek ve daha da belirgin hâle gelecek. Dahası, eğitim
bakanı E. Faure’nin, o burjuvalara has zekâsıyla, en azından üniversitelerde sahip
olduğu tüm kudretiyle, bu dağılma sürecine katkıda bulunacağından emin
olabiliriz. [3]
“Bu
Daha Başlangıç, Mücadeleye Devam!” sloganında başladığı iddia edilen şey ne?
Neyin mücadelesinden bahsediliyor? Buradan şu soruyu sormamız gerekiyor:
“Öğrenci hareketi terimi ne anlama geliyor?”
I.
Hipotez
Başlarken,
en azından Fransa ve İtalya’da, aynı zamanda Almanya, İspanya ve ABD’de
“öğrenci hareketi”nin gerçekte esasen taşıyamadığı bir unvanla
taçlandırıldığına dair gözlemimi aktarmak isterim.
Bu
bakımdan, Fransa’da Mayıs 1968 bir tür bilimsel deneydi, birçok gizli gerçeğin
ortaya çıktığı bir doğrulama testiydi. Her şeyden önce, şu gerçeği dillendirmek
gerekiyor: Öğrenciler, en azından olayların başında, en katı manada belirli bir
üstünlüğe ve temel bir role sahip olduklarını düşündükleri için, kendilerinden
daha önemli olan başka toplumsal katmanların fiilî varlığını kabul etmeme
eğilimi içine giriyorlar. Bu katmanların başında liseliler geliyor ve bu kesim,
teknik okul öğrencilerini, hatta ilkokula giden son sınıf öğrencilerini
içeriyor. Bu öğrencilerin dışında, bir de farklı katmanlara ayrılmış, geniş bir
genç “entelektüel işçi” kesimi var ve bu kesim; genç doktorları, avukatları,
sanatçıları, mimarları, mühendisleri, gazetecileri, düşük ve orta düzey beyaz
yakalı işçileri, teknisyenleri, öğretmenleri, araştırmacıları vs. kapsıyor.
Esasında
“öğrenci hareketi” ifadesi, fazla belirsiz ve tek boyutlu bir ifade.
Dolayısıyla, yanlış olan bu ifade, genç entelektüel işçilerin muhtelif
katmanlarını ve genç öğrencilerin muhtelif katmanlarının ortaya koyduğu, Mayıs
ayı içerisinde kesişen farklı faaliyetleri kapsıyor. Bu muazzam çeşitlilik, Mayıs ayında meydana gelen birçok şeyi, hem eylemler arası çakışmaları
(örneğin, genç sanatçıların ve mimarların muazzam afişlerini) hem de çatışmaları
ve hatta ayrışmayı açıklıyor.
Bu
büyük çeşitlilik ortak bir unsura sahipti. Küçük burjuva kökenli bu kitleye
ortak bir ideolojik kaynak hükmediyordu: küçük burjuva ideolojisi. Ancak aynı
çeşitlilik, Mayıs ayında ifade edilen küçük burjuva ideolojisinin farklı
varyantlarını açıklamaya yardımcı oluyor: Bu ideoloji, sadece hâkim liberter
anarşizmde değil, ayrıca Troçkizmde, anarko sendikalizmde, Guevaracılıkta ve
Çin Kültür Devrimi ideolojisinde karşılık buluyor. Bu arada, Almanya ve İtalya’daki
öğrenci gençler için çok önemli olan Marcuse’nin doğrudan etkisinin Fransa’da
neredeyse sıfır olduğunu belirtmek gerek.
Diğer
bir gözlemimse şu şekilde: “Öğrenci hareketi” denilen unvan, az önce
söylediklerim ışığında, büyük bir belirsizlikle malul. Bu belirsizliğin bir
delili de öğrencilerin eylemlerini “hareket” olarak niteliyor olmaları ki bu,
onların niyetleri ve işçi hareketine yönelik hayranlıkları dikkate alındığında,
gayet anlaşılır bir durum. Ama öğrencilerin bu unvanın hakkını vermeleri güç.
Çünkü kanaatimce işçi hareketi, taşıdığı bu unvanı bir toplumsal sınıfın
(proletaryanın), nesnel planda devrimci bir sınıfın hareketi olduğu için hak
ediyor. Üniversite öğrencileri, lise öğrencileri ve genç entelektüel işçiler
bir sınıf değil, küçük burjuva ideolojisine sahip “orta tabaka”yı teşkil
ediyorlar. Dahası, bazı üyeleri otantik devrimci militanlara dönüşse bile
objektif olarak devrimci değiller (Marx ve Lenin, tam da toplumsal kökenleri
itibarıyla küçük burjuva aydınlardı.)
“Öğrenci
hareketi”nin gerçek bir hareket, yani birleşik bir hareket olmadığı, mayıs
ayında hem alınan inisiyatifler hem de yapılan eylemler düzleminde yaşanan
ayrışmalar ve çatışmalarda net bir biçimde görüldü. Örneğin temel yönelim
itibarıyla öğrenci partisi olmayan Birleşik Sosyalist Parti gibi bir politik
partinin ideolojik müdahalelerinin kendisini yönetmesine izin verdiğine göre,
Charléty gibi yerlerde ortaya çıkan öğrenci hareketi, gerçek bir hareket olarak
görülemezdi.
Bunları
söylerken, öğrenci yoldaşlarımızın kendilerini “hareket” olarak niteleme
hakkını reddetmek istemem. Zira bu ifade, onların akademik ve mesleki
kurumların sınırlarını aşıp, kapitalist devletin tüm yapısına saldıracak
birleşik eyleme ve birleşik örgütlenmeye dair arzularını ortaya koyuyor. Benim
niyetim, hareketi uygun bir bakış açısı dâhilinde değerlendirmek.
Bu
anlamda, şu önemli gerçeği dikkate almak gerekiyor: Bu hareket, bir iki ülkeyi
değil, pratikte tüm kapitalist ülkeleri, hatta birkaç sosyalist ülkeyi hedefe
koyan bir harekettir. On beş yıl önce başlamış olan bu hareket ileriye dönük
önemli adımlar atmayı bilmiş, Fransa’da Mayıs 1968’de zirvesine ulaşmazdan önce, Türkiye’de faşist diktatörlüğün ezdiği o muhteşem öğrenci hareketi türünden, kimi dikkat çekici hatalara imza atmıştır.
1955’te
doğan bu uzun ömürlü beynelmilel hareket, zaferlerle ve yenilgilerle ilerledi,
geriye düştü, ama sonra çarpıcı bir hamleyle toparlanmayı bilerek, bugüne
geldi.
Peki
o vakit tarihsel planda herhangi bir emsali bulunmayan, kaçınılmaz yenilgilere
rağmen yok edilemeyen, ileride de yenilgilerle yüzleşecek olan, ama bir daha
asla durdurulamayacak olan bu olay neyin nesidir?
Sahip
olduğum sınırlı bilgi temelinde bu soruya belirli bir izahat sunabilmek adına,
aşağıdaki temel hipotezi sunmak isterim: Bu beynelmilel hareket, son tahlilde,
ölümün eşiğinde olan, kriz içerisinde kıvranan emperyalizmin tahrik ettiği,
küçük burjuvazinin fiili ortamında en genel manada ütopyacı-solcu biçimler
altında sürdürülen sınıf mücadelesinin kendiliğinden gelişen biçimlerinden birisidir.
Uluslararası
antiemperyalist sınıf mücadelelerinin bu hareketin doğuşu ve gelişimi
üzerindeki etkisine dair kanıt bulmak çok da zor değil. Sadece en önemlilerini
belirtmek gerekirse, Cezayir’deki savaşın genç öğrenciler ve entelektüeller
üzerindeki etkisini, Küba Devrimi’ni, “Che”nin kahramanca, ama politik olarak
maliyetli bir ölümle karşılaştığı Latin Amerika’daki gerilla savaşını, Vietnam
halkının dünyanın en büyük askerî gücünün saldırısına karşı verdiği o muazzam
ve muzaffer mücadeleyi, Çin Kültür Devrimi’ni, Afrikalı-Amerikalıların ABD’nin
büyük şehirlerindeki şiddetli isyanı ve Filistin direnişini hatırlayalım. Bu
antiemperyalist mücadeleler, genç işçiler de dâhil olmak üzere, ülkelerimizin
çağdaş gençleri arasında olağanüstü bir anlama çabası ve kabulle karşılaştı
(Unutmayalım ki Fransa’da Cezayir Savaşı için seferber olan, proleter ve köylü
gençlerdi. General Salan’ın Cezayir ayaklanması için başlattığı “Darbe
Operasyonu”nu felce uğratan ve subayların tereddüt yaşamasını sağlayan onlardı.
O gençler, aldıkları bu dersi hiç unutmadılar.)
Doğal
olarak, 1930’dan 1960’a kadar uzanan sürece damga vuran olaylar ardı ardına
gerçekleşmiş, burjuva ideolojisini son derece kırılgan ve savunmasız bir hâle
sokmuş olmasaydı, bu anlayış bu denli derin olmazdı. Mussolini’nin faşizmi,
Hitler’in Nazizm’i, İspanya İç Savaşı ve cumhuriyetçilerin uluslararası
faşizmin darbeleri altında yaşadığı yenilgisi, İkinci Dünya Savaşı, Orta Avrupa’da,
özellikle Çin’de bu savaştan kaynaklanan devrimler, “Üçüncü Dünya” ülkelerinin
siyasi ve kimi zaman sosyal kurtuluşu, yenilgilerin yanı sıra “zaferler” (Kore,
Vietnam!), “müttefiklerinin” zayıflığı ve çelişkileri sonucu emperyalizmin tek
uluslararası jandarması hâline gelen ABD’nin doğrudan siyasi ve askerî
müdahaleleri, kısacası, burjuvazinin devasa ekonomik ve askerî güçlerinin
siyasi ve ideolojik iktidarsızlığının kamuoyuna faş edilmesi… tüm bu olaylar,
tamamen yok edilmemiş olsa bile, geleneksel burjuva ideolojisinin gücünü, bugün
hâlâ etkili olsa da neredeyse yok olmanın eşiğine getirmiştir.
Bu,
oldukça önemli bir gerçekliktir ve bu gerçekliğe gereken değeri vermemek, hâkim
sınıfın ideolojisi olan bu burjuva ideolojisinin yenilgilerinden az bahsetmek,
büyük bir hata olacaktır. Bu yenilgi, tüm dünyayı kuşatan bir yenilgidir.
İsyandaki küçük burjuvazi, Marksizm-Leninizme uzanan yolu “çocuksu”, ütopik ve
ideolojik biçimlerde arasa da bu yenilgi sayesinde Marksist-Leninist ideoloji,
hegemonya oluşturma imkânı bulacağı bir boşluğa, geniş bir kapı aralığına
kavuşmuştur. Her şeyden önce biz biliyoruz ki anarşizm, anarko sendikalizm,
yeni Lüksemburgculuk ve en genel manada “solculuk” biçimi alan ütopyacılık,
Lenin’in de ifade ettiği gibi, ancak uygun bir tedaviden geçtiği takdirde ıslah
edilebilecek bir çocukluk hastalığıdır.
Dolayısıyla,
bir yandan emperyalizme karşı verilen muzaffer mücadelenin prestijli
örneklerinin, diğer yandan burjuva ideolojisinin gerçekte yaşadığı yenilginin
açtığı boşluğun, öğrenci ve entelektüel gençliğin ideolojik isyanı için geniş
bir savaş alanı açmasına kimse şaşırmasın.
Buna
ek olarak belirtmek gerekiyor ki emperyalizmin ekonomik krizi, sadece sömürülen
işçi sınıfının değil, aynı zamanda, belki de ilk kez, doğrudan küçük
burjuvazinin nispeten iyi durumda olan tabakalarının (ara kadroların,
mühendislerin, öğretmenlerin, araştırmacıların vs.) maddi varlığını etkiliyor.
Bu kesimler işsizlik yükünün altında bunalıyorlar, bu anlamda, söz konusu
kesimin aynı işsizliği yaşamayı bekleyen çocuklarının savaş alanına hücum
etmesine şaşırmamak gerekiyor.
Emperyalizmin
politika, ekonomi ve ideoloji düzleminde çektiği ölüm sancıları, küçük burjuva
gençliğin devlete ait kimi kapitalist aygıtlara saldırması için gerekli
koşulları oluşturdu. Bu aygıtlar içerisinde ilk saldırıya uğrayansa eğitim
sistemi, yani burjuva ideolojisinin bugün giderilmesi imkânsız bir zafiyetle
malul olan ideolojik beyin yıkama aygıtı oldu.
Bu
nedenle ben, geliştirdiğim hipotez dâhilinde, genç öğrencilerin ve
entelektüellerin hareketinin hem ulusal hem de uluslararası düzeyde, ideolojik
bir isyan olarak değerlendirilmesi gerektiğini söylüyorum. (Önemli Not:
İdeolojik bir isyan, öğrencilerin çok kolay inandığı gibi, kapitalist ülkelerin
eğitim sistemlerine ait aygıtlara saldıran, kendiliğinden ve kendisi için bir
politik devrim değildir.)
Şimdilik
bu aşamadayız. Ama bence insan, nereden geldiğini ve hangi tarihsel
derinliklerde kökleri olduğunu biliyorsa, nereye gittiği veya herhangi bir
olayda yönelimin ne yöne doğru olduğu, olayların onca iniş çıkışın ardından
nerede sona ereceği konusunda makul öngörülerde bulunabilir.
Esasında
kapitalist ülkeler, genç öğrencilerin ve entelektüellerin ideolojik isyanlarına
ilk kez sahne olmuyor. Yirmilerdeki isyanlar, Batı Avrupa’daki sürrealizm ve
Rusya’daki Proleter Kültür akımı da birer ideolojik isyandı. Ancak, o zamanın
dünya durumuyla ilgili emperyalizmin gücü ve burjuva ideolojisinin gücü
türünden nedenlere veya Rusya’da görülen türden, başka nedenlere bağlı olarak
bu hareketler, sözlerini yerine getirmediler. Bu hareketler, en azından Batı
Avrupa’da, çocukluk hastalığı aşamasının ötesine geçemediler.
İkinci
Dünya Savaşı öncesi tüm Avrupa ve Japonya’daki faşist hareketlerin “ideolojik
isyanına” gençlik kitlelerinin de büyük bir hevesle seferber edildiğini
bilmeyen yok. Ancak büyük burjuvazinin işçi sınıfına karşı savaşmak için siyasi
lider olarak benimsediği faşist liderler tarafından bir şekilde sömürülen bu
isyan, faşistlerin korkunç yöntemleriyle çarpıtılıp çürütülmüş, ardından Mihver
güçlerinin yürüttüğü savaşlarda katledilmiştir.
Bugünse
her şey tamamen farklı. Faşist hareketler, egemen sınıfın neo-faşist tepkisinin
gerçek, nesnel ve hatta yakın tehlikelerine rağmen, öğrenci gençler arasından
paralı asker toplama şansına neredeyse hiç sahip değil. Burjuvazi, gençlerinin
en iyileri üzerindeki ideolojik etkisini kesin olarak kaybettiği gerçeğini artık
idrak etse iyi olur.
Bu
gerçeğe bağlı olarak, yanılma korkusuna kapılmadan, şunu söyleyebiliriz: Zaman
zaman kimi unsurlarında görülen ve tehlike arz eden nesnel antikomünizm gibi
bazı kusurlarından bağımsız olarak, gençlerin dünya genelinde gerçekleştirdiği
ideolojik isyan, nesnel planda, kesin olarak ilericidir ve emperyalizme karşı
yürütülen beynelmilel sınıf mücadelesi dâhilinde sahip olduğu sınırlar ve
ulaştığı düzey bakımından asla göz ardı edilemeyecek olumlu bir role sahiptir.
Öğrenci
Hareketi’nin yüzleşmesi gereken, ama henüz büyük ölçüde efsanelere yaslanan
dili dâhilinde yüzleşmediği temel ve can alıcı soru şudur: Öğrenci Hareketi,
hangi koşullarda, hangi zaman diliminde ve hangi sınavlardan geçtikten sonra
işçi hareketi ile kalıcı bir bağ kurmayı ve nihayetinde onunla birleşmeyi
başarabilecek?
Tam
bu noktada ikinci bir olguyu takdim etmem gerekiyor.
II. Olgu
Bu
olgu, ciddiyetle ele alınması gereken bir olgu olduğu için onunla yüzleşmek
gerçekten cesaret istiyor. Tam da bu sebeple kimse onunla cesaretle
yüzleşebilmiş değil.
Şu,
uluslararası sınıf mücadelesi açısından içler acısı bir şeydir, ama ne yazık ki
tartışılmaz bir gerçektir: Komünist partilerimiz, öğrenciler ve genç
entelektüellerle, ideolojik ve siyasi temaslarını pratikte yitirdi. Umarız bu,
geçici bir durumdur.
Mayıs
ayından bu yana temasların yeniden kurulması için çaba sarf edilmiş olması, bu
temasın Mayıs ayında Fransa’da etkili bir şekilde var olmadığının kanıtı ve
mutlak bir göstergesidir. Aynı şeyin diğer ülkelerde de olduğunu düşünüyorum.
İtalyan Komünist Partisi genel sekreteri Luigi Longo’nun, İtalyan öğrenci
hareketinin bir dizi “liderini” partiye şahsen almayı vazgeçilmez bir adım
olarak görmesi, komünist öğrenci örgütlerinin kaybettikleri teması normal bir
şekilde sağlayamadıklarının da kanıtıdır.
Gerçek
şu ki Mayıs ayında Komünist Öğrenciler Birliği (UEC) olaylardan tamamen
bunaldı. Genç kitleler, öğrenciler, entelektüel işçiler ve hatta bir dizi işçi, UEC liderlerini değil, diğer liderleri takip etti; komünist sloganlarla değil,
başka sloganların öncülüğünde savaştılar. Cohn-Bendit’in ve bir örgüt bile
olmayan “22 Mart” grubunun peşinden gittiler; Ulusal Fransız Öğrenciler Birliği’ni
(UNEF) temsil eden Sauvageot’u takip ettiler; bu öyle bir hayalet örgüttü ki
eski başkanı istifa ettiğinden beri örgütün bir başkanı bile yoktu. Geismar’ı
ve ardından İleri Düzey Eğitimde Ulusal Öğretmenler Sendikası (SNES-SUP)
sekreterleri Herzberg'i izlediler. Hatta bazıları, mitingi örgütleyen Birleşik
Sosyalist Parti’nin, Mendès-France’ı orada olmasına rağmen konuşturma imkânı
bulamadığı Charléty mitinginde Barjonet’yi dinledi. Devamı bir türlü gelmeyen
13 Mayıs’taki büyük miting dışında gençler, ne Komünist Öğrenciler Birliği’nin
peşinden gitti ne de FKP ve CGT’nin talimatlarına uydu. Doğrudur, o eyleme
gençler büyük bir coşkuyla katıldılar, fakat FKP veya CGT yerine işçi sınıfının
peşinden gittiler. Hatta gençler, kendi grupçuklarının sözünü bile dinlemediler
ve bu grupçuklar, mayıstaki öğrenci hareketi dalgasının altında kaldılar.
Bu,
sadece tefekkürü değil, aynı zamanda her şeyden önce gerçeğe dair belgeleri ve
daha derin bir tahlili hak eden ciddi ve etkileyici bir olgudur. (Olgular,
gerçekler ve tahlil olmadan tefekkür nasıl mümkün olabilir?)
Öğrenciler
nezdinde kendi örgütleri tarafından temsil edilen komünist partiler, Mayıs
ayında öğrenci gençliğin kendiliğinden eylemleri ve ideolojisi tarafından
geride bırakıldıkları süreçte öğrenci gençlerle pratikte tüm temaslarını neden
kaybettiler?
Burada
sadece soru soruyorum, zira bir hipotez formüle etme riskini göze almak için
gerekli bilgilere sahip değilim. Şurası kesin ki Fransa açısından Cezayir
Savaşı öğrencileri epey etkiledi, dolayısıyla bu etkiye geri dönüp bakmak
gerekiyor, zira Komünist Öğrenciler Birliği, tam da bu savaşın yol açtığı etki
sebebiyle, savaş sonrası ciddi hasara yol açan iki ayrışmaya tanıklık etti ve
bu iki ayrışma da örgütü epey zayıflattı, onun üye ve takipçi yitirmesine sebep
oldu. Burada bir de Çin Kültür Devrimi’ni ve Çin Komünist Partisi’nin Çin
dışında gelişen hareketlere yönelttiği ayrıştırmacı sloganlarını anmamız
gerekiyor. Ancak tüm bunlar, nedenlerin teşkil ettiği genel sistem içerisinde
kısmi bir yere sahip unsurlardır; bu sistem, hem ayrıntılarıyla hem de kesinlikle
bir bütün olarak tahlil edilmelidir, çünkü sadece tek bir ulusun gençliğini
değil, kapitalist ülkelerin ve aynı zamanda belirli sosyalist ülkelerin
gençliğini de ilgilendirmektedir.
Bu
temas kaybı için nihai nedenler ne olursa olsun, kesin olan bir şey var: Parti,
gençlik isyanının nihayetinde solculuğa doğru itildiği sürece mâni olacak tek
bir tedbir bile almadı. “Solculuk”, hareketin aldığı muhtelif biçimleri
tanımlamak için kullanılabilecek, yerinde bir terim. Bugün grupçuklardan geriye
kalanlarla eski solcuların bolca kanıt sunduğu bir husus da hareketin
bölündüğüne dair gerçekliktir. Neticede bu bölünme sürecinde kimi gruplar iyice
uzlaşmaz bir nitelik kazanmıştır.
Burada
belirtmek gerekir ki biz, burada esasen küçük burjuva solculuktan bahsediyoruz,
Lenin’in hiçbir ayrım gözetilmeden alıntılanıp durulan Sol Komünizm çalışmasında
değindiği proleter soldan değil. Bir hususu daha belirtmeliyim: Lenin, sağcı
doktrinerizmin devrim için proleter solculuktan bin kat daha tehlikeli
olduğunu, onun daha güç tedavi edileceğini, neticede proleter solculuğun işçi
hareketine ait bir çocukluk hastalığı olduğunu düşünüyordu. Ama gene de
Lenin’in formüllerini küçük burjuva öğrencilerdeki solculuğa doğrudan tatbik
edilemeyeceğini söylemem gerek.
Güvenle
belirtmeliyim ki “sağcı doktrinerizmden daha az tehlikeli” olsa bile, hatta
proleter solculuktan daha az tehlikeli olsa bile, küçük burjuva solculuğun
tedavisi proleter solculuğun tedavisine kıyasla daha zordur. Çünkü küçük
burjuvazi, kendisini iyileştirecek, “proleter sınıf içgüdüsü” denilen o ilaca
sahip değildir, bilakis, bu sınıf, “proleter sınıf konumu”na dönüştürülmesi
gayet güç olan bir “küçük burjuva sınıf içgüdüsü”ne sahiptir.
Tüm
bu özel koşullar, entelektüellerde ve öğrencilerde görülen bu solculuğun özel
bir yoldan tedavi edilmesini gerekli kılmaktadır. Lenin’in 1916’daki gençlik
hareketleri hakkında söylediği gibi, “Onlara her türlü yardım yapılmalıdır.
Onların hatalarına karşı sabırlı olmalı ve onları mücadele ile değil, esasında
ikna yoluyla, yavaş yavaş düzeltmeye gayret etmeliyiz.”
Ne
var ki gençliğin o çorbaya dönmüş solculuk ideolojisine yürüyeceği yolu nasıl
tarif edebiliriz? Her şeyden önce bu hareket, tarihsel planda gerekli örneğe ve
emsale sahip değil. Bu emsalden yoksun olan, ama tüm yanlışlarına, kibirli
hâline ve kusurlarına rağmen kitlesel bir hareket olarak ilericiliği
tartışılmaz olan bu ideolojik isyanın bilinmeyen yönlerine vakıf değiliz, bunun
için gerekli koşullardan mahrumuz. Bir hata yapmamak için tekrar edelim: Bu,
gerçek manada, kelimenin karşılığını veren bir kitle hareketidir, küçük burjuva
bir hareket olsa da bir kitle hareketidir.
Kanaatimce,
isyanın bilinmeyen yönlerini açığa çıkartmak için gerekli koşullar şunlardır:
1.
Her şeyden önce, sansasyonel mayıs genel grevinde meydana gelenlerin
ayrıntılarını anlamak için sosyolojik (ekonomik, siyasi ve ideolojik) tahlil biçimlerinin oluşturulması gerekir; şeylerin tarihsel düzenini yeniden
oluşturmak önemlidir. Dolayısıyla, dokuz milyon işçinin genel grevinin
öğrencilerin ve entelektüel gençliğin eylemleri karşısında tarihsel açıdan
öncelikli olduğu iddiası aslidir (Bu iddia, Marcuse ve yandaşlarının
ideolojisini çöpe atmaktadır.) Bu tahlil, ayrıntılandırıldığı takdirde, muazzam
bir avantaja sahiptir. Söz konusu tahlil, bu hâliyle, işçi sınıfını sahip
olduğu güçler ve kaynaklar konusunda bilgilendirmekle, buradan da sınıfın
devrimci müdahalenin elindeki muazzam güçleri öğrenmesini sağlamakla
kalmayacak, ayrıca genç öğrencileri ve aydınları hakkında çarpık bilgilere
sahip oldukları işçi sınıfı ve işçi hareketinin gerçekliği konusunda eğitecek,
kimi genç işçilerle kurdukları (ki bu genç işçilerin belirli bir kısmı işçi
sınıfına mensup değil) temasın ötesine geçmelerini sağlayacaktır. Bu tahlil aynı zamanda, talepleri ve öfkesi herkesin malumu olan kır proletaryasının,
yoksul köylülerin ve küçük toprak sahiplerinin Mayıs ayındaki çekimserliğini de
ortaya çıkarmalıdır. Bu kesim neden çekimser kaldı? Bu soruya cevap vermek için
mutlaka ulusal bir referans çerçevesinin ötesine geçilerek uluslararası bağlama,
emperyalizme ve emperyalizme karşı uluslararası mücadeleye ve gerçekliği,
bileşenleri asla göz ardı edilemeyecek olan uluslararası komünist hareketteki
bölünmenin yarattığı o oldukça zor koşullara atıfta bulunulmalıdır.
2.
Öğrencilerin ve genç entelektüellerin ideolojik isyanının arkasında yatan
ulusal ve uluslararası nedenler hakkında derin bir çalışma yapmak da önemlidir.
Bu tahlil, sunduğu o muazzam avantajla, gençlerin kendilerini harekete geçiren
nedenler, “özgürlük” olarak tecrübe ettikleri olayların gerekliliği, o çırpınıp
durdukları, bundan sonra da çırpınmaya devam edecekleri kör sokakların
(çıkmazların) zorlukları konusunda bilgilenmelerini sağlayacaktır. Böylesi bir
çalışma, gençlerin Mayıs ayında ortaya koydukları tarihsel eylemlere yön veren
küçük burjuva ideolojisinin kendiliğinden biçimlerinin sınırlarını ve
hatalarını anlamalarını sağlayacak, onları işçi sınıfıyla birleşme, Lenin
tarafından eşsiz bir netlikle doğrulanan, devrimci mücadelede işçi sınıfının
liderliği ilkesini tanıma ve şu anda onlara işkence eden örgütlenme zorunluluğu
meselesiyle yüzleşme konusunda hazırlayacaktır (Örgütlenmenin zorunlu olduğunu
bazı gençler hissetmekte, bazıları bilmektedir. Şu veya bu şekilde gençler
örgüt olmadan politik eylemin olamayacağının bilincindedir.) Bunun dışında,
böylesi bir tahlil, işçilerin öğrenci ve entelektüel gençliğin ideolojik
isyanının nedenlerini ve duygusunu, ayrıca öğrencilerin işçileri rahatsız
edecek, genelde güvensiz kılmasa bile onları temkinli hâle sokacak ütopik
tepkilerinin nedenlerini anlamamızı sağlayacaktır. Daha önce açıkça dile
getirdiğim gibi, bu tür bir tahlil hem ulusal hem de uluslararası düzeyde
yapılmalıdır.
3.
Son olarak, Komünist Partilerin çoğunluğu ile gençler arasındaki pratik,
ideolojik ve politik temasın sıra dışı bir gelişme dâhilinde yitirilmesinin
nedenlerinin kapsamlı bir biçimde tahlil edilmesi gerekmektedir. Burada da
olayların temeline inilmeli, böylesi bir temassızlık tek bir ülkenin
sınırlarını aşan bir konu olduğu için uluslararası düzlemle alakalı nedenler
ele alınmalı, ama aynı zamanda olguya yol açan nedenler, bilhassa ulusal
düzeyde değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Bu çalışma yapılmadan,
partilerimizin şu anda öğrenci ve entelektüel gençlerle yeniden bağ kurma
girişimleri, Mayıs ayında oluşan ve çok tehlikeli sonuçlar doğuran boşluğu
tahmin yoluyla çizilen bir hat dâhilinde geliştirilmiş yöntemlerle, yani
dostlar alışverişte görsün anlayışı uyarınca doldurma riskini doğuracaktır.
Elbette bu son tahlilin sunduğu sınırlı, ama kimsenin inkâr dahi edemeyeceği
sonuçlar, uygun bir biçimde, sabırla yürütülen bir tedavi sürecinin yokluğunda,
bahsi geçen gençliğin başına sürekli belâ olacak tüm solcu ideolojilerdeki
yükselişe dair tahlil içerisinde kendisine yer bulmalıdır.
Sana
uzun zamandır “yazacağım” diye söz verdiğim mektup bu kadar uzun olduğu için
kusura bakma. Neticede tüm bu zaman, Mayıs ile ilgili basit değer yargılarından
veya basit olgusal açıklamalardan daha fazlasını formüle etmek için gerekliydi.
Bu yüzden bu mektubu sana Mayıs ayından on, seçim kampanyanızın
bitiminden sekiz ay sonra gönderiyorum. Önerilerimin çoğunun son derece
tehlikeli olduğunu biliyorum ve çoğu durumda yanıldığıma hiç şüphem yok. Tek
istediğim, hatanın bana gösterilmesi.
Sana
yayımlayacağını bilerek kaleme aldığım bu mektup, Mayıs olaylarını daha net
anlamamızı sağlayacak bazı tahlilleri kışkırtırsa çok mutlu olurum. Zira eşi
benzeri görülmemiş bir ölçeğe sahip olan bir genel greve tanıklık eden Mayıs
1968, Direniş’ten ve Nazizm’e karşı kazanılan zaferden bu yana Batı tarihindeki
en önemli olayı ifade ediyor.
Louis Althusser
15
Mart 1969
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder