13 Ekim 2023

,

Filistin’in Direnme Hakkı

Çekilen tüm acıları, onca zulmü, halkımızı ve içinde yaşadığı koşulları, dünyanın davamıza bakarken geliştirdiği görüşteki soğukluğu anımsayınca onların bizi ezmesine izin vermeyeceğimizi gördük. Kendimizi ve devrimimizi her yol ve araçla savunacağız.

[Corç Habeş 1926-2008]

Bir özgürlük savaşçısı, mücadelenin niteliğini ezenin tanımladığını, çoğunlukla ezene ait yöntemlerin aynısını uygulamak dışında ezilene başka bir çıkar yol bırakılmadığını zor yoldan da olsa öğrenir.

[Nelson Mandela 1918-2013]


Aralık 1982’de, İsrail’in Lübnan’ı harap eden işgal harekâtından[1] altı ay sonra Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, “halkların kendi kaderlerini tayin hakkının her yerde gerçekleşmesinin önemi” üzerinde duran A/RES/437/43 sayılı karar tasarısını[2] kabul etti. Karar, hiçbir sınırlama getirmeksizin, Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkı denilen o “devredilemez hak”a, ulusal bağımsızlığa, toprak bütünlüğüne, dış müdahale olmaksızın gerçekleşecek ulusal birliğe ve egemenliğe onay verdi, Filistinlilerin “silâhlı mücadele de dâhil, eldeki tüm araçlarla” bu haklar için verecekleri mücadelenin meşruluğunu bir kez daha teyit etti. Karar, aynı zamanda İsrail’in “Ortadoğu’daki yayılmacı faaliyetlerini ve Filistinli sivilleri sürekli bombalamasını” güçlü bir dille mahkûm ederek, bu iki eylemiyle İsrail’in “Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkına ve bağımsızlığına kavuşmasına mani olduğunu” söyledi.

Kararın alındığı günün üzerinden kırk yıl geçti. İsrail’in Filistin halkına karşı uyguladığı şiddet ve Filistinlilerin topraklarına el koyma ve oralara yerleşimcileri yerleştirme süreci sona ermiş değil. 

Bugüne dek Gazze’den Şeyh Cerrah’a tüm tarihî Filistin genelinde Filistinliler, hâlen daha işgal altındalar, hayatlarını her yönden boğan kontrol mekanizmalarına tabi olarak yaşamak zorunda kalıyor, Siyonist devletin o sadist ve hiçbir zaman hesabını vermediği şiddetinin çilesini çekiyorlar.

Birleşmiş Milletler’in onayını alan Filistinlilerin işgale karşı direnme hakkı, aynı zamanda uluslararası hukukun da güvencesi altında. Dördüncü Cenevre Sözleşmesi[3], işgalci bir gücün işgal altındaki halkların kendi kaderlerini tayin hakkını, insan haklarını ve mevcut hâlini korumasını şart koşuyor. Sonrasında İşgal Altındaki Filistin Toprakları’nda İnsan Haklarıyla İlgili Özel BM Raportörü olarak atanan, uluslararası hukuk uzmanı Richard Falk’un da izah ettiği biçimiyle[4], İsrail, bu hukuki yükümlülüklerin mevut çerçevesini açıktan, küstahça ve alenen redde tabi tutmak suretiyle, Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin hakkını kökten inkâr ediyor, böylelikle, hukuken koruma altında olan direnme hakkının gündeme gelmesine neden oluyor.

Falk, bu değerlendirmeyi Aksa intifadası esnasında yapıyordu, ama İsrail, Filistin topraklarını işgal etmesi ve uluslararası hukuku yasadışı yerleşimlerin inşası ve her gün yapılan ihlaller üzerinden alenen ve sürekli ayaklar altına almaya devam ediyor. Esasında işgal sürecinin kökleşmenin en önemli sebebi de komprador Filistin Yönetimi’nin İsrail’le yaptığı işbirliği.

Esasında uluslararası hukukunun bu tür hakları dile dökmesinin bir önemi yok. Hâlen devam eden yerleşimciliğe ve zulme silâhlı direnişle direnme hakkı temel bir ahlaki hak ve Filistinliler bu hakka her koşulda sahipler. Bu hak tanınmalı ve desteklenmeli.

Filistinliler birkaç kuşaktır ızdırap çekiyorlar. En çok zulmü de kuşatma altında olan ve sürekli bombalanan Gazze’de yaşayanlar görüyorlar. Bu ızdırabın ana sebebi ise İsrail, onun kesintisiz süren saldırganlığı, yayılmacılık politikası ve devlet ideolojisi olarak Siyonizmin doğasında olan ırkçılık.[5]

Batı medyasının anlattığı ve İsrail’i “misilleme”de bulunan taraf olarak takdim ettiği hikâyenin aksine[6], asıl Filistinliler tepkisel eylemlerde bulunuyorlar, zira İsrail’in Filistinlilere uyguladığı şiddet hem kesintisiz hem de yapısal. Doğal olarak da bu şiddeti ona karşı geliştirilmiş direniş takip ediyor.

“Zulüm üzerine kurulu ilişkinin tesis edilmesiyle birlikte şiddet de başlamış olur” diyor Paolo Freire ve “tarihte şiddeti hiçbir zaman ezilenler başlatmamışlardır” diye ekliyor. Ali Ebunima’nın kısa süre önce dediği gibi, “Filistin’de tüm politik şiddetin ana sebebi Siyonistlerin yerleşimci-sömürgeci siyasetidir.”[7]

Filistinlilerin silâhlı direniş sergilemesi, hukuki ve ahlaki bir haktır. Bu konum tartışmaya kapalıdır ve onların davasını destekleyenlerce her durumda savunulmalıdır. Gelgelelim Batı’da bu konumu alanların sayısı çok az. Filistinlilerle dayanışma içinde olduklarını gür bir sesle dile getirenler bile bu konumdan bir biçimde uzak duruyorlar. Gazze’den fırlatılan füzeler dâhil, silâhlı direniş pratiğine ait tüm eylemler, Filistin’i destekleyenler tarafından sorunun parçası oldukları tespiti üzerinden eleştiriliyorlar. Bu eylemler “beyhude”, “verimsiz” eylemler olarak görülüyor, hatta “savaş suçu”[8] ve “düşüncesizce uygulanmış vahşet”[9] olarak değerlendiriliyor, dahası, bunlar Filistinlileri öldüren, hep birlikte sürekli cezalandıran, işkence eden, hapse tıkan ve bombalayan İsrail’in eylemleriyle kıyaslanıyor.

Bikrum Gill’in ifadesiyle[10] “bu tür bir dayanışma, esasen Filistinlileri, İsraillilerin yerleşimci şiddetine veya beyaz emperyalist koruyucu güçlere göre hareket etmesi gereken, yetkisiz, güçsüz bağımlı bir tebaa olarak görülebilecek, egemenlikten yoksun varlıklar olarak gören yaklaşımı temel alıyor.”

Batı’daki güvenli mekânında o rahat koltuğuna oturup Filistinlilerin hayatlarını riske atarak seçtikleri silâhlı direniş eylemlerini eleştirenler, alabildiğine şovenist bir konumdan konuşuyorlar. Lafı dolandırmadan şu söylenmeli: Uzaktan Filistinlilerle dayanışma içine girip onlara Fanon’un[11] “insanlığını ve onurunu muhafaza etmeleri, nihayetinde de kurtuluşa ulaşmaları için zaruri gördüğü sömürgecilik karşıtı mücadeleyi” nasıl yürüteceklerini kimse kimseye dikte edemez. Acımasız bir askeri işgal altında olmayanların veya etnik temizlikten kaçıp bir yerlere sığınmacı olarak gitmemiş olanların, sömürgecilerine karşı koyanların seçtikleri üsluba ve tarza dair hükümde bulunmaya hakları yoktur.

Esasında, eğer bu destek, zulme taşlardan gayrı başka şeylerle direnildiği ve bu direnenler artık cesur, fotojenik ama nihayetinde güçsüz kurbanlar olarak resmedilemediğinde ortadan kayboluyorsa, Filistin davasıyla dayanışma içinde olunduğuna dair ifadeler anlamını yitirir.

Kısa süre önce Hamas’ın Gazze’deki güçlerinin lideri Yahya Sinvar şu soruyu soruyordu: “Dünya, bizi hiç itiraz etmeden katledilen, uslu duran, kibarlık eden, terbiyeli, bıçağa boynunu gönüllü olarak uzatan koyunlar olarak görmeyi mi bekliyor?” Sinvar devamında şunu söylüyordu: “Bu imkânsız. Hayır, biz halkımızı gücümüz yettiğince savunmaya kararlıyız.”[12]

Bu olgu, Jones Manoel’in Batı solundan bahsederken üzerinde durduğu “yenilgi fetişi” meselesini akla getiriyor.[13] Bu fetiş, solu “zulme, ızdıraba ve şehadet” durumlarından etkilenilir kılarken, direniş ve devrim için ortaya konulan başarılı eylemlere karşı çıkmasına neden oluyor. Manoel, değerlendirmesine şu şekilde devam ediyor:

“İnsanlar, Filistinli bir çocuğun elindeki sapanla bir tanka taş atarken çekilmiş fotoğraf türünden benim çok da bayılmadığım görüntülere bakınca kendilerinden geçiyorlar. Evet, bu tür fotoğraflarda bir tür kahramanlık örneğine rastlıyoruz, ama bunlar, aynı zamanda barbarlığa dair işaretler. Ortada tepeden tırnağa silâhlı olan emperyalist sömürgeci gücün karşısında kendisini savunma becerisinden yoksun bir halk var neticede. Bu halk direnme becerisine de sahip değil, ama bir biçimde romantize ediliyor.”

Batı solunun büyük bir kısmı, Filistin davasıyla dayanışma içerisinde olduğunu genel ve soyut ifadelerle dile getiriyor, ama kendi rolünün sahip olduğu önemi abartıyor, bir yandan da o dava için mücadele eden ve ölen örgütleri redde tabi tutuyor.

Teslim olmayı reddeden ve ne pahasına olursa olsun sabırla direnen insanlar, çoğunlukla onların davasıyla dayanışma içerisinde olduğunu beyan edenlerce eleştirilirler. Aynı şekilde, bu insanlar, Filistin direnişine herkesten daha fazla maddi yardım sunan dış güçleri ya görmezden gelirler ya da şeytanlaştırırlar. Bu konuda en fazla öne çıkan ülke, İran’dır. Nadiren de olsa bu yardım kabul görse bile yardımı kabul eden Filistinli örgütler, kendilerinin başkalarının kendi çıkarlarına hizmet eden eylemlerinde kullanılmalarına izin verdikleri için “ahmak” veya “kukla” olarak görülüp küçümsenirler. Oysa bu anlayış, Filistinli liderlerin kendi ifadeleriyle çelişmektedir.[14]

Hamas, Gazze’den sivil-asker ayrımı gözetmeksizin belirli hedeflere füze fırlatıyor. Hem İnsan Hakları Gözlemevi hem de Uluslararası Af Örgütü, bu saldırıları “savaş suçu” olarak görüyor. Perugini ve Gordon ise İsrail’in saldırılarıyla Hamas’ın saldırılarını denkleştiren yaklaşımın, sürekli kuşatma altında yaşayan insanların ancak ev koşullarında yapabildikleri füzelerin savaş suçu olarak gördüğü üzerinde duruyor.[15] Başka bir ifadeyle, Filistinli silâhlı örgütler, teknolojik açıdan geride oldukları için suçlanıyorlar.

Mayıs 2021’deki çatışma sürecinin son deminde Gazze lideri Sinvar[16] “her türden silâha, son teknoloji ürünü teçhizata ve uçağa sahip olan, çocukları ve kadınları hedef gözeterek bombalayan İsrail’den farklı olarak, Hamas’ın elinde askeri hedeflere odaklı, hedefini net olarak bilen füzeler bulunduğunu, henüz kendi yaptıkları roketleri kullanmadıklarını” söylüyor ve ekliyor: “Halkımızı elimizde olanlarla savunmaya mecbur edildik, elimizde olan da bu.”

Batı’da Filistin davasına destek sunan birçok kişi, meşru olan silâhlı mücadeleyi desteklemekten imtina ediyor ve bu noktada ilgili mücadelenin temel niteliğini ve sorunu çözüme kavuşturacak yolu örtbas eden, gizleyen bir yaklaşımı benimsiyor.

Filistin, basit manada bir insan hakları meselesi, hatta bir ırk ayrımcılığı meselesi değil. Onun mücadelesi, emperyalizmin desteğini arkasına almış yerleşimci sömürgeci devlete ait güçlere karşı kendi imkânlarıyla direnen, sömürgeciliğe karşı koyan bir ulusal kurtuluş mücadelesidir.

Bugünlerde Batı’da sömürgelik hâlinden kurtulma anlamında “dekolonizasyon” terimi, soyut manada veya üniversitelerin, kurumların ve sanatın genel içeriği ile ilişkisi içerisinde kullanılıyor. Oysa bu terim, asıl önemli olan meseleyle, toprak meselesiyle bağlantılı. Meselenin özünü de Filistin toprağının sömürgelik hâlinden kurtulması hedefi oluşturuyor. Bu anlamda, Siyonist sömürgeciler defedilmeli, ırkçı yapılar ve bariyerler hem fiziki hem de politik manada sökülüp atılmalı, tüm Filistinli mültecilere geri dönüş hakkı verilmelidir.

Burada şu tespit yapılmalı: Filistinlilerin özgürlüklerine kavuşmak için silâhlı mücadele yürütme hakkına sunulan desteğin önemine yönelik vurgu, Batı’da bu hakka destek verenlerin şiddet çağrısı yapması, şiddeti fetişleştirip yüceltmesi gerektiği anlamına gelmiyor elbette. Ayrıca bu vurguyu yapmak demek, BDS gibi sivil itaatsizlik eylemlerinin de önemsiz veya sonuçsuz kalacak beyhude girişimler olarak görülmesi gerektiğini söylemek demek de değil. Bilâkis, BDS, silâhlı mücadelenin önemli bir bileşeni olduğu, farklı içerik ve biçimlere sahip direniş faaliyetlerinin ayrılmaz parçası olarak görülmeli.

Lübnan’daki İsrail Destekçilerini Boykot Et kampanyasının kurucu üyesi Samah İdris’in de ifade ettiği biçimiyle, “direnişin sivil ve silâhlı biçimleri birbirlerini tamamlar, bunlar birbirlerini karşılıklı olarak içeren unsurlar olarak görülmeli.”[17] Halid Bereket ise şu hususun üzerinde duruyor:

“İsrail ve müttefikleri, Filistin direnişinin hiçbir biçimini hiçbir vakit kabul etmedi. Boykot kampanyaları ve halkı örgütleme pratikleri silâhlı direnişin alternatifi değil, mücadelenin birbirine bağımlı olan taktikleridir.”[18]

Bu anlamda, Nelson Mandela’nın analizi bu bağlamda geçerliliğini hâlen daha muhafaza ediyor:

“Şiddet araçlarını kullanmayan pasif direniş, ortaya koyduğunuz itiraz uyduğunuz kurallara bağlı kaldığı sürece etkili olur, ama eğer barışçıl eyleme şiddetle cevap verilirse pasif direniş etkisini yitirir.”[19]

Mandela’ya göre “sivil itaatsizlik, ahlaki bir ilke değil bir stratejidir, çünkü etkisiz bir silâhı kullanmak ahlaken hayırlı bir eylem değildir.”

Afrika Ulusal Kongresi’nin silâhlı direniş kararının yaslandığı gerekçeyi netliğe kavuştururken Mandela, kendilerine başka bir yol bırakılmadığını söyler:

“Cephaneliğimizde bulunan, konuşmalar, heyetler, tehditler, yürüyüşler, grevler, oturma eylemleri, gönüllü mapusluk gibi şiddet dışı silâhları kullandık, ama hepsi de sonuçsuz kaldı, ne yaptıysak demir yumrukla karşılandı.”

2018-2019’da yapılan, İsrailli keskin nişancıların yüzlerce Gazzeli göstericiyi vurup öldürdüğü, binlercesini yaraladığı Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü’nden bahsederken Sinvar da aynı şeyleri söylüyor:

“Biz de barışçıl direniş ve halk direnişi yolunu denedik, ama bu yol İsrail’in katliamlarını durdurmadı, dünya, oturup işgal gücünün elindeki savaş mekanizmasının gençlerimizi katletmesini seyretti.”[20]

Mandela’nın etkililikle ilgili vurgusu önemli. Batı’da Filistin davasına destek sunan birçok insan ne derse desin, Gazze’de yürüyen silâhlı direniş “beyhude” değil, üstelik etkisini artırarak büyüyor, caydırıcılık kapasitesini artırıyor.

2014 savaşında İsrail’in yenilgiyle çıkması yanında, tarihî Filistin içerisine çok sayıda füzenin atıldığı Mayıs 2021’deki direnişin ulaştığı son başarı da bu gerçeğin birer kanıtı. Gazze’yi yerle bir eden bombardımana rağmen İsrail, bu füzelerin atılmasına mani olamadı. 2014’teki kayıpların ardından bugün İsrail, kara işgaline girişmekten fazlasıyla korkuyor. Çünkü bugün direnişin elinde geçmişte Güney Lübnan’da İsrail tanklarını imha eden Kornet füzelerinden var.

21 Mayıs’ta ilan edilen ateşkesi İsrail, büyük ölçüde bir yenilgi olarak değerlendirirken, tarihî Filistin genelinde Filistinliler, bu ateşkesi bir zafer olarak görüp kutladılar. İsrail geleneksel ölçütlere göre hâlen daha büyük bir güç olsa da askeri düzlemde varolan denge bozuldu, direniş bugün yıllardır sahip olduğu konumdan daha güçlü bir konumda. Bu konum ise 2000’de ve 2006’da Hizbullah’ın İsrail’e karşı elde ettiği başarıları ve Direniş Ekseni içerisinde yer alan diğer Lübnanlı örgütlerin ve isimlerin desteği, sunduğu eğitim ve yardım üzerine kurulu.[21] Bu sayede örgüt, imkân ve kabiliyetlerini daha da artırdı.

2014’ten beri bu değişim, İsrail silâhlarının satışlarındaki durgunlukta ve Gazze’ye yönelik saldırılarının artık şehri eğitim sahası ve en son teknoloji ürünü silâhları için bir sahne olarak kullanan silâh şirketlerinin hisse değerlerindeki durağanlıkta karşılık buldu.

Şir Hever’in ifadesiyle, “İsrail’in 2014’ten itibaren Gazze’de sergilediği başarısızlıklar ardından silâh şirketlerinin müşterileri ‘bu teknolojinin sıkıntısı ne? Filistinlileri bu füzelerle etkisiz hâle getiremiyorsanız biz bunları niye satın alalım?’ diye sormaya başladılar.”[22]

Pratikte yol açtığı etkiye ek olarak silâhlı mücadele, propaganda sahasında da önemli bir değere sahip. Gerçek şu ki Filistin, Mayıs 2021 itibarıyla dünya genelinde manşetlerde kendisine pek yer bulamıyor. Ama Gazze’deki silâhlı direniş farklı bir güce ve etkiye sahip. Batı medyası ise özel olarak Hamas’a odaklı. Oysa silâhlı direniş, İslami Cihad ve FHKC gibi örgütlerden oluşuyor.

FHKC özel olarak ele alınması gereken bir örgüt. Altmışların sonunda ve yetmişlerin başında (yolcuların burnu bile kanamadan serbest kaldığı) bir dizi uçak kaçırma eylemiyle Filistin davasını milyonlarca insanın zihnine nakşetti, dünyayı Filistinlilerin çektiği çile konusunda bilinçlendirdi. Filistinli yazar ve FHKC sözcüsü Gassan Kenefani, silâhlı mücadelenin “en iyi propaganda biçimi” olduğuna inanıyor, “ABD’nin elindeki devasa propaganda sistemine rağmen her şeye silâhlı mücadeleyle kendisini özgürleştirmek için uğraşan halkın karar verdiğini” düşünüyordu.[23]

1970 yılında, Batı destekli Ürdün rejiminin ülkedeki Filistinlilerin yaşadığı mülteci kamplarını bombalamasının ardından Kenefani’nin yoldaşı Corç Habeş liderliğinde FHKC, Amman’da bulunan iki otelde, ABD, Batı Almanya ve (İsrail’in en önemli destekçilerinden olan) İngiltere vatandaşlarından oluşan bir grubu rehin aldı. Rehineler karşılığında FHKC, bombardımanın sona ermesini ve Filistin direniş hareketinin tüm taleplerinin karşılanmasını talep etti. Rehinelerin serbest bırakılmasından kısa bir süre sonra Habeş, gruptaki insanlardan özür dileyerek şunları söyledi:

“Yaptığımız şeyi neden yaptığımızı size açıklamanın görevim olduğunu düşünüyorum. Elbette, liberal bir bakış açısıyla baktığımızda, yaşananlar için üzgün olduğumu belirtmeliyim. Son iki üç gündür size kimi sıkıntılar yaşattığımız için özür dilerim. Fakat bunu bir kenara bırakarak, yaptığımız şeyi neden yaptığımızı anlayacağınızı ya da en azından anlamaya çalışacağınızı umuyorum.

Belki bizim bakış açımızı anlamak sizin için zor olabilir. Farklı koşullarda yaşayan insanlar farklı çizgilerde düşünürler. Aynı şekilde düşünemezler. Filistin halkı olarak bizi ve düşünce tarzımızı uzun yıllardır yaşadığımız koşullar şekillendirdi. Buna engel olamayız. Çok temel bir gerçeği bildiğinizde düşünce tarzımızı anlayabilirsiniz. Biz Filistinliler, 22 yıldır, son 22 yıldır kamplarda ve çadırlarda yaşıyoruz. Ülkemizden, evlerimizden, topraklarımızdan sürüldük, koyun gibi sürüldük ve burada mülteci kamplarında insanlık dışı koşullara maruz bırakıldık.

Halkımız 22 yıldır haklarının iade edilmesini bekliyor ama hiçbir şey olmadı. Üç yıl önce koşullar elverişli hâle geldi ve böylece halkımız, davasını savunmak için ele silâh alma imkânı buldu, haklarını geri almak, ülkelerine geri dönmek ve ülkelerini özgürleştirmek için savaşmaya başladı. 22 yıl süren zulmün, insanlık dışı muamelelerin, kimsenin bizi umursamadığı kamplarda geçen hayatın ardından devrimimizi korumaya sonuna kadar hakkımız olduğunu düşünüyoruz. […]

Sabah uyanıp bir fincan sütlü neskafe içmiyoruz ve sonra aynanın karşısında yarım saatimizi İsviçre’ye uçmayı ya da bu ülkede bir ay, öbür ülkede başka bir ay geçirmeyi düşünerek geçirmiyoruz. Amerika ve İngiltere’de sizin sahip olduğunuz binlerce ya da milyonlarca dolara sahip değiliz. Her gün kamplarda yaşıyoruz. […] Sizin gibi sakin olamayız. Sizin düşündüğünüz gibi düşünemiyoruz. Bu koşullarda bir, iki ya da üç gün yaşamadık. Bir hafta değil, iki hafta değil, üç hafta değil. Bir yıl değil, iki yıl değil, tam 22 yıl boyunca o çileyi çektik.

İçinizden herhangi biri bu kamplara gelip bir iki hafta kalsa sarsılır. Etkisinden kurtulamaz. Yaşayacağı koşullardan bağımsız olarak düşünemez ve işlerini halledemez.

İngilizcemin kusuruna bakmayın. Kişisel olarak sizden özür dilediğimi söylememe izin verin. Üç ya da dört gün boyunca yaşadığınız sıkıntılar için üzgünüm. Fakat devrimci bir bakış açısıyla, yaptığımız şeyi yapmaya çok ama çok hakkımız olduğunu düşünüyoruz, böyle düşünmeye de devam edeceğiz.”

Habeş’in sözleri dikkatle dinlenmeli. Mesajında ısrarla dile getirdiği hususlar, Habeş’in dediği gibi 22 değil, 73 yıl boyunca sefil koşullarda yaşayan ve eli kolu bağlı bir kurban olmaya sürekli olarak karşı çıkan Filistinliler için elli yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına karşın, hâlen daha somut ve canlı.

Bir vakitler Mao Zedung’un da ifade ettiği biçimiyle, “devrim ne bir akşam partisine katılmaya, ne bir makale yazmaya, ne resim çizmeye ne de nakış işlemeye benzer. O, hiçbir şekilde incelikle, hobi niyetine ve kibarca yapılacak bir iş değildir.” Aynı tespit, dekolonizasyon için de geçerli. Zira dekolonizasyon, geçmişte çok farklı biçimler alan mücadelelere tanık olsa da silâhlı mücadele, bir biçimde o sürecinin mütemmim cüzüdür. Filistin, bu konuda asla istisna değil. BDS’ye de diğer sivil toplum eliyle yürütülen kampanyalara da destek verilmeli, ama Filistinlilerin her türlü tartışmadan azade olan silâhlı mücadele verme hakkı, Filistinlilerle ve onların haklı davalarıyla dayanışma içinde olmayı seçmiş olanlarca desteklenmeli.

Louis Allday
22 Haziran 2021
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Louis Allday, “1982 İsrail İşgali”, 20 Mart 2017, X.

[2] “Resolutions”, UN.

[3] “Geneva Convention”, 12 Ağustos 1949, UN.

[4] Richard Falk, “International Law and the al-Aqsa Intifada”, Kış 2000, Merip.

[5] Liberated Texts, “Three Defining Characteristics”, 23 Nisan 2021, X.

[6] Louis Allday, “Israel and the Semantics of Propaganda”, Louisallday.

[7] Ali Abunimah, “It’s Time to Change Liberal Discourse About Hamas”, 10 Haziran 2021, Intifada.

[8] Kenneth Roth, “Indiscriminate Rocket”, 24 Mayıs 2021, X.

[9] Ali Abunimah, a.g.m.

[10] Bikrum Gill, “AOC”, 20 Mayıs 2021, X.

[11] Josh Pallas, “Fanon on Violence and the Person”, 20 Ocak 2016, CLT.

[12] Ibn Riad, “Yahya Sinwar”, 30 Mayıs 2021, X.

[13] Jones Manoel, “Western Marxism, the Fetish for Defeat, and Christian Culture”, 8 Kasım 2020, Redsails.

[14] Ibn Riad, “Sinwar”, 5 Haziran 2021, X.

[15] Nicola Perugini ve Neve Gordon, “How Amnesty International Criminalizes Palestinians for Their Inferior Weapons”, 6 Nisan 2015, Counterpunch.

[16] Vice News, “Yahya Sinwar”, 3 Haziran 2021, X.

[17] Khaled Barakat, “Uphold Palestinian Struggle in All Its Forms”, 13 Ağustos 2020, Intifada.

[18] Khaled Barakat, a.g.m.

[19] Louis Allday, “Mandela”, 14 Mayıs 2017, X.

[20] Vice News, X.

[21] Louis Allday, “Hamas”, 26 Mayıs 2021, X.

[22] Shir Hever, “Who Rules Israel?”, 3 Haziran 2021, Youtube.

[23] Red Army Films, “Red Army and PFLP”, Youtube.

[24] Louis Allday, “PFLP”, 23 Ocak 2020, X.

[25] George Habash, “Our Code of Morals is Our Revolution”, 10 Ekim 2023, Ebb.

[26] Mao Tse Tung, “Classes and Class Struggle”, Stanford.

0 Yorum: