“Çekilen tüm acıları,
onca zulmü, halkımızı ve içinde yaşadığı koşulları, dünyanın davamıza bakarken
geliştirdiği görüşteki soğukluğu anımsayınca onların bizi ezmesine izin
vermeyeceğimizi gördük. Kendimizi ve devrimimizi her yol ve araçla savunacağız.”
[Corç
Habeş 1926-2008]
“Bir özgürlük
savaşçısı, mücadelenin niteliğini ezenin tanımladığını, çoğunlukla ezene ait
yöntemlerin aynısını uygulamak dışında ezilene başka bir çıkar yol
bırakılmadığını zor yoldan da olsa öğrenir.”
[Nelson
Mandela 1918-2013]
Aralık
1982’de, İsrail’in Lübnan’ı harap eden işgal harekâtından[1] altı ay sonra
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, “halkların kendi kaderlerini tayin hakkının
her yerde gerçekleşmesinin önemi” üzerinde duran A/RES/437/43 sayılı karar
tasarısını[2] kabul etti. Karar, hiçbir sınırlama getirmeksizin, Filistin
halkının kendi kaderini tayin hakkı denilen o “devredilemez hak”a, ulusal
bağımsızlığa, toprak bütünlüğüne, dış müdahale olmaksızın gerçekleşecek ulusal
birliğe ve egemenliğe onay verdi, Filistinlilerin “silâhlı mücadele de dâhil,
eldeki tüm araçlarla” bu haklar için verecekleri mücadelenin meşruluğunu bir
kez daha teyit etti. Karar, aynı zamanda İsrail’in “Ortadoğu’daki yayılmacı
faaliyetlerini ve Filistinli sivilleri sürekli bombalamasını” güçlü bir dille
mahkûm ederek, bu iki eylemiyle İsrail’in “Filistin halkının kendi kaderini
tayin hakkına ve bağımsızlığına kavuşmasına mani olduğunu” söyledi.
Kararın alındığı günün üzerinden kırk yıl geçti. İsrail’in Filistin halkına karşı uyguladığı şiddet ve Filistinlilerin topraklarına el koyma ve oralara yerleşimcileri yerleştirme süreci sona ermiş değil.
Bugüne dek Gazze’den Şeyh
Cerrah’a tüm tarihî Filistin genelinde Filistinliler, hâlen daha işgal
altındalar, hayatlarını her yönden boğan kontrol mekanizmalarına tabi olarak
yaşamak zorunda kalıyor, Siyonist devletin o sadist ve hiçbir zaman hesabını
vermediği şiddetinin çilesini çekiyorlar.
Birleşmiş
Milletler’in onayını alan Filistinlilerin işgale karşı direnme hakkı, aynı
zamanda uluslararası hukukun da güvencesi altında. Dördüncü Cenevre Sözleşmesi[3],
işgalci bir gücün işgal altındaki halkların kendi kaderlerini tayin hakkını,
insan haklarını ve mevcut hâlini korumasını şart koşuyor. Sonrasında İşgal
Altındaki Filistin Toprakları’nda İnsan Haklarıyla İlgili Özel BM Raportörü
olarak atanan, uluslararası hukuk uzmanı Richard Falk’un da izah ettiği
biçimiyle[4], İsrail, bu hukuki yükümlülüklerin mevut çerçevesini açıktan,
küstahça ve alenen redde tabi tutmak suretiyle, Filistinlilerin kendi kaderlerini
tayin hakkını kökten inkâr ediyor, böylelikle, hukuken koruma altında olan
direnme hakkının gündeme gelmesine neden oluyor.
Falk,
bu değerlendirmeyi Aksa intifadası esnasında yapıyordu, ama İsrail, Filistin
topraklarını işgal etmesi ve uluslararası hukuku yasadışı yerleşimlerin inşası
ve her gün yapılan ihlaller üzerinden alenen ve sürekli ayaklar altına almaya
devam ediyor. Esasında işgal sürecinin kökleşmenin en önemli sebebi de
komprador Filistin Yönetimi’nin İsrail’le yaptığı işbirliği.
Esasında
uluslararası hukukunun bu tür hakları dile dökmesinin bir önemi yok. Hâlen
devam eden yerleşimciliğe ve zulme silâhlı direnişle direnme hakkı temel bir
ahlaki hak ve Filistinliler bu hakka her koşulda sahipler. Bu hak tanınmalı ve
desteklenmeli.
Filistinliler
birkaç kuşaktır ızdırap çekiyorlar. En çok zulmü de kuşatma altında olan ve
sürekli bombalanan Gazze’de yaşayanlar görüyorlar. Bu ızdırabın ana sebebi ise
İsrail, onun kesintisiz süren saldırganlığı, yayılmacılık politikası ve devlet
ideolojisi olarak Siyonizmin doğasında olan ırkçılık.[5]
Batı
medyasının anlattığı ve İsrail’i “misilleme”de bulunan taraf olarak takdim
ettiği hikâyenin aksine[6], asıl Filistinliler tepkisel eylemlerde
bulunuyorlar, zira İsrail’in Filistinlilere uyguladığı şiddet hem kesintisiz
hem de yapısal. Doğal olarak da bu şiddeti ona karşı geliştirilmiş direniş
takip ediyor.
“Zulüm
üzerine kurulu ilişkinin tesis edilmesiyle birlikte şiddet de başlamış olur”
diyor Paolo Freire ve “tarihte şiddeti hiçbir zaman ezilenler başlatmamışlardır”
diye ekliyor. Ali Ebunima’nın kısa süre önce dediği gibi, “Filistin’de tüm
politik şiddetin ana sebebi Siyonistlerin yerleşimci-sömürgeci siyasetidir.”[7]
Filistinlilerin
silâhlı direniş sergilemesi, hukuki ve ahlaki bir haktır. Bu konum tartışmaya
kapalıdır ve onların davasını destekleyenlerce her durumda savunulmalıdır. Gelgelelim
Batı’da bu konumu alanların sayısı çok az. Filistinlilerle dayanışma içinde
olduklarını gür bir sesle dile getirenler bile bu konumdan bir biçimde uzak
duruyorlar. Gazze’den fırlatılan füzeler dâhil, silâhlı direniş pratiğine ait
tüm eylemler, Filistin’i destekleyenler tarafından sorunun parçası oldukları
tespiti üzerinden eleştiriliyorlar. Bu eylemler “beyhude”, “verimsiz” eylemler
olarak görülüyor, hatta “savaş suçu”[8] ve “düşüncesizce uygulanmış vahşet”[9]
olarak değerlendiriliyor, dahası, bunlar Filistinlileri öldüren, hep birlikte sürekli
cezalandıran, işkence eden, hapse tıkan ve bombalayan İsrail’in eylemleriyle
kıyaslanıyor.
Bikrum
Gill’in ifadesiyle[10] “bu tür bir dayanışma, esasen Filistinlileri,
İsraillilerin yerleşimci şiddetine veya beyaz emperyalist koruyucu güçlere göre
hareket etmesi gereken, yetkisiz, güçsüz bağımlı bir tebaa olarak
görülebilecek, egemenlikten yoksun varlıklar olarak gören yaklaşımı temel
alıyor.”
Batı’daki
güvenli mekânında o rahat koltuğuna oturup Filistinlilerin hayatlarını riske
atarak seçtikleri silâhlı direniş eylemlerini eleştirenler, alabildiğine
şovenist bir konumdan konuşuyorlar. Lafı dolandırmadan şu söylenmeli: Uzaktan
Filistinlilerle dayanışma içine girip onlara Fanon’un[11] “insanlığını ve
onurunu muhafaza etmeleri, nihayetinde de kurtuluşa ulaşmaları için zaruri
gördüğü sömürgecilik karşıtı mücadeleyi” nasıl yürüteceklerini kimse kimseye dikte
edemez. Acımasız bir askeri işgal altında olmayanların veya etnik temizlikten
kaçıp bir yerlere sığınmacı olarak gitmemiş olanların, sömürgecilerine karşı
koyanların seçtikleri üsluba ve tarza dair hükümde bulunmaya hakları yoktur.
Esasında,
eğer bu destek, zulme taşlardan gayrı başka şeylerle direnildiği ve bu
direnenler artık cesur, fotojenik ama nihayetinde güçsüz kurbanlar olarak resmedilemediğinde
ortadan kayboluyorsa, Filistin davasıyla dayanışma içinde olunduğuna dair
ifadeler anlamını yitirir.
Kısa
süre önce Hamas’ın Gazze’deki güçlerinin lideri Yahya Sinvar şu soruyu
soruyordu: “Dünya, bizi hiç itiraz etmeden katledilen, uslu duran, kibarlık eden,
terbiyeli, bıçağa boynunu gönüllü olarak uzatan koyunlar olarak görmeyi mi
bekliyor?” Sinvar devamında şunu söylüyordu: “Bu imkânsız. Hayır, biz halkımızı
gücümüz yettiğince savunmaya kararlıyız.”[12]
Bu
olgu, Jones Manoel’in Batı solundan bahsederken üzerinde durduğu “yenilgi
fetişi” meselesini akla getiriyor.[13] Bu fetiş, solu “zulme, ızdıraba ve
şehadet” durumlarından etkilenilir kılarken, direniş ve devrim için ortaya
konulan başarılı eylemlere karşı çıkmasına neden oluyor. Manoel,
değerlendirmesine şu şekilde devam ediyor:
“İnsanlar, Filistinli bir
çocuğun elindeki sapanla bir tanka taş atarken çekilmiş fotoğraf türünden benim
çok da bayılmadığım görüntülere bakınca kendilerinden geçiyorlar. Evet, bu tür
fotoğraflarda bir tür kahramanlık örneğine rastlıyoruz, ama bunlar, aynı
zamanda barbarlığa dair işaretler. Ortada tepeden tırnağa silâhlı olan
emperyalist sömürgeci gücün karşısında kendisini savunma becerisinden yoksun
bir halk var neticede. Bu halk direnme becerisine de sahip değil, ama bir
biçimde romantize ediliyor.”
Batı
solunun büyük bir kısmı, Filistin davasıyla dayanışma içerisinde olduğunu genel
ve soyut ifadelerle dile getiriyor, ama kendi rolünün sahip olduğu önemi
abartıyor, bir yandan da o dava için mücadele eden ve ölen örgütleri redde tabi
tutuyor.
Teslim
olmayı reddeden ve ne pahasına olursa olsun sabırla direnen insanlar,
çoğunlukla onların davasıyla dayanışma içerisinde olduğunu beyan edenlerce eleştirilirler.
Aynı şekilde, bu insanlar, Filistin direnişine herkesten daha fazla maddi
yardım sunan dış güçleri ya görmezden gelirler ya da şeytanlaştırırlar. Bu konuda
en fazla öne çıkan ülke, İran’dır. Nadiren de olsa bu yardım kabul görse bile
yardımı kabul eden Filistinli örgütler, kendilerinin başkalarının kendi
çıkarlarına hizmet eden eylemlerinde kullanılmalarına izin verdikleri için “ahmak”
veya “kukla” olarak görülüp küçümsenirler. Oysa bu anlayış, Filistinli
liderlerin kendi ifadeleriyle çelişmektedir.[14]
Hamas,
Gazze’den sivil-asker ayrımı gözetmeksizin belirli hedeflere füze fırlatıyor. Hem
İnsan Hakları Gözlemevi hem de Uluslararası Af Örgütü, bu saldırıları “savaş
suçu” olarak görüyor. Perugini ve Gordon ise İsrail’in saldırılarıyla Hamas’ın
saldırılarını denkleştiren yaklaşımın, sürekli kuşatma altında yaşayan
insanların ancak ev koşullarında yapabildikleri füzelerin savaş suçu olarak gördüğü
üzerinde duruyor.[15] Başka bir ifadeyle, Filistinli silâhlı örgütler,
teknolojik açıdan geride oldukları için suçlanıyorlar.
Mayıs
2021’deki çatışma sürecinin son deminde Gazze lideri Sinvar[16] “her türden
silâha, son teknoloji ürünü teçhizata ve uçağa sahip olan, çocukları ve
kadınları hedef gözeterek bombalayan İsrail’den farklı olarak, Hamas’ın elinde
askeri hedeflere odaklı, hedefini net olarak bilen füzeler bulunduğunu, henüz kendi
yaptıkları roketleri kullanmadıklarını” söylüyor ve ekliyor: “Halkımızı
elimizde olanlarla savunmaya mecbur edildik, elimizde olan da bu.”
Batı’da
Filistin davasına destek sunan birçok kişi, meşru olan silâhlı mücadeleyi
desteklemekten imtina ediyor ve bu noktada ilgili mücadelenin temel niteliğini
ve sorunu çözüme kavuşturacak yolu örtbas eden, gizleyen bir yaklaşımı
benimsiyor.
Filistin,
basit manada bir insan hakları meselesi, hatta bir ırk ayrımcılığı meselesi değil.
Onun mücadelesi, emperyalizmin desteğini arkasına almış yerleşimci sömürgeci devlete
ait güçlere karşı kendi imkânlarıyla direnen, sömürgeciliğe karşı koyan bir ulusal
kurtuluş mücadelesidir.
Bugünlerde
Batı’da sömürgelik hâlinden kurtulma anlamında “dekolonizasyon” terimi, soyut
manada veya üniversitelerin, kurumların ve sanatın genel içeriği ile ilişkisi
içerisinde kullanılıyor. Oysa bu terim, asıl önemli olan meseleyle, toprak
meselesiyle bağlantılı. Meselenin özünü de Filistin toprağının sömürgelik
hâlinden kurtulması hedefi oluşturuyor. Bu anlamda, Siyonist sömürgeciler
defedilmeli, ırkçı yapılar ve bariyerler hem fiziki hem de politik manada sökülüp
atılmalı, tüm Filistinli mültecilere geri dönüş hakkı verilmelidir.
Burada
şu tespit yapılmalı: Filistinlilerin özgürlüklerine kavuşmak için silâhlı mücadele
yürütme hakkına sunulan desteğin önemine yönelik vurgu, Batı’da bu hakka destek
verenlerin şiddet çağrısı yapması, şiddeti fetişleştirip yüceltmesi gerektiği
anlamına gelmiyor elbette. Ayrıca bu vurguyu yapmak demek, BDS gibi sivil
itaatsizlik eylemlerinin de önemsiz veya sonuçsuz kalacak beyhude girişimler
olarak görülmesi gerektiğini söylemek demek de değil. Bilâkis, BDS, silâhlı
mücadelenin önemli bir bileşeni olduğu, farklı içerik ve biçimlere sahip
direniş faaliyetlerinin ayrılmaz parçası olarak görülmeli.
Lübnan’daki
İsrail Destekçilerini Boykot Et kampanyasının kurucu üyesi Samah İdris’in de
ifade ettiği biçimiyle, “direnişin sivil ve silâhlı biçimleri birbirlerini
tamamlar, bunlar birbirlerini karşılıklı olarak içeren unsurlar olarak
görülmeli.”[17] Halid Bereket ise şu hususun üzerinde duruyor:
“İsrail ve müttefikleri,
Filistin direnişinin hiçbir biçimini hiçbir vakit kabul etmedi. Boykot
kampanyaları ve halkı örgütleme pratikleri silâhlı direnişin alternatifi değil,
mücadelenin birbirine bağımlı olan taktikleridir.”[18]
Bu
anlamda, Nelson Mandela’nın analizi bu bağlamda geçerliliğini hâlen daha
muhafaza ediyor:
“Şiddet araçlarını
kullanmayan pasif direniş, ortaya koyduğunuz itiraz uyduğunuz kurallara bağlı
kaldığı sürece etkili olur, ama eğer barışçıl eyleme şiddetle cevap verilirse
pasif direniş etkisini yitirir.”[19]
Mandela’ya
göre “sivil itaatsizlik, ahlaki bir ilke değil bir stratejidir, çünkü etkisiz
bir silâhı kullanmak ahlaken hayırlı bir eylem değildir.”
Afrika
Ulusal Kongresi’nin silâhlı direniş kararının yaslandığı gerekçeyi netliğe
kavuştururken Mandela, kendilerine başka bir yol bırakılmadığını söyler:
“Cephaneliğimizde bulunan,
konuşmalar, heyetler, tehditler, yürüyüşler, grevler, oturma eylemleri, gönüllü
mapusluk gibi şiddet dışı silâhları kullandık, ama hepsi de sonuçsuz kaldı, ne
yaptıysak demir yumrukla karşılandı.”
2018-2019’da
yapılan, İsrailli keskin nişancıların yüzlerce Gazzeli göstericiyi vurup
öldürdüğü, binlercesini yaraladığı Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü’nden bahsederken Sinvar
da aynı şeyleri söylüyor:
“Biz de barışçıl direniş
ve halk direnişi yolunu denedik, ama bu yol İsrail’in katliamlarını durdurmadı,
dünya, oturup işgal gücünün elindeki savaş mekanizmasının gençlerimizi
katletmesini seyretti.”[20]
Mandela’nın
etkililikle ilgili vurgusu önemli. Batı’da Filistin davasına destek sunan
birçok insan ne derse desin, Gazze’de yürüyen silâhlı direniş “beyhude” değil,
üstelik etkisini artırarak büyüyor, caydırıcılık kapasitesini artırıyor.
2014
savaşında İsrail’in yenilgiyle çıkması yanında, tarihî Filistin içerisine çok
sayıda füzenin atıldığı Mayıs 2021’deki direnişin ulaştığı son başarı da bu
gerçeğin birer kanıtı. Gazze’yi yerle bir eden bombardımana rağmen İsrail, bu
füzelerin atılmasına mani olamadı. 2014’teki kayıpların ardından bugün İsrail, kara
işgaline girişmekten fazlasıyla korkuyor. Çünkü bugün direnişin elinde geçmişte
Güney Lübnan’da İsrail tanklarını imha eden Kornet füzelerinden var.
21
Mayıs’ta ilan edilen ateşkesi İsrail, büyük ölçüde bir yenilgi olarak
değerlendirirken, tarihî Filistin genelinde Filistinliler, bu ateşkesi bir
zafer olarak görüp kutladılar. İsrail geleneksel ölçütlere göre hâlen daha
büyük bir güç olsa da askeri düzlemde varolan denge bozuldu, direniş bugün
yıllardır sahip olduğu konumdan daha güçlü bir konumda. Bu konum ise 2000’de ve
2006’da Hizbullah’ın İsrail’e karşı elde ettiği başarıları ve Direniş Ekseni
içerisinde yer alan diğer Lübnanlı örgütlerin ve isimlerin desteği, sunduğu
eğitim ve yardım üzerine kurulu.[21] Bu sayede örgüt, imkân ve kabiliyetlerini
daha da artırdı.
2014’ten
beri bu değişim, İsrail silâhlarının satışlarındaki durgunlukta ve Gazze’ye
yönelik saldırılarının artık şehri eğitim sahası ve en son teknoloji ürünü
silâhları için bir sahne olarak kullanan silâh şirketlerinin hisse değerlerindeki
durağanlıkta karşılık buldu.
Şir
Hever’in ifadesiyle, “İsrail’in 2014’ten itibaren Gazze’de sergilediği
başarısızlıklar ardından silâh şirketlerinin müşterileri ‘bu teknolojinin
sıkıntısı ne? Filistinlileri bu füzelerle etkisiz hâle getiremiyorsanız biz
bunları niye satın alalım?’ diye sormaya başladılar.”[22]
Pratikte
yol açtığı etkiye ek olarak silâhlı mücadele, propaganda sahasında da önemli
bir değere sahip. Gerçek şu ki Filistin, Mayıs 2021 itibarıyla dünya genelinde manşetlerde
kendisine pek yer bulamıyor. Ama Gazze’deki silâhlı direniş farklı bir güce ve
etkiye sahip. Batı medyası ise özel olarak Hamas’a odaklı. Oysa silâhlı direniş,
İslami Cihad ve FHKC gibi örgütlerden oluşuyor.
FHKC
özel olarak ele alınması gereken bir örgüt. Altmışların sonunda ve yetmişlerin
başında (yolcuların burnu bile kanamadan serbest kaldığı) bir dizi uçak kaçırma
eylemiyle Filistin davasını milyonlarca insanın zihnine nakşetti, dünyayı Filistinlilerin
çektiği çile konusunda bilinçlendirdi. Filistinli yazar ve FHKC sözcüsü Gassan
Kenefani, silâhlı mücadelenin “en iyi propaganda biçimi” olduğuna inanıyor, “ABD’nin
elindeki devasa propaganda sistemine rağmen her şeye silâhlı mücadeleyle kendisini
özgürleştirmek için uğraşan halkın karar verdiğini” düşünüyordu.[23]
1970
yılında, Batı destekli Ürdün rejiminin ülkedeki Filistinlilerin yaşadığı
mülteci kamplarını bombalamasının ardından Kenefani’nin yoldaşı Corç Habeş
liderliğinde FHKC, Amman’da bulunan iki otelde, ABD, Batı Almanya ve (İsrail’in
en önemli destekçilerinden olan) İngiltere vatandaşlarından oluşan bir grubu
rehin aldı. Rehineler karşılığında FHKC, bombardımanın sona ermesini ve Filistin
direniş hareketinin tüm taleplerinin karşılanmasını talep etti. Rehinelerin
serbest bırakılmasından kısa bir süre sonra Habeş, gruptaki insanlardan özür
dileyerek şunları söyledi:
“Yaptığımız şeyi neden
yaptığımızı size açıklamanın görevim olduğunu düşünüyorum. Elbette, liberal bir
bakış açısıyla baktığımızda, yaşananlar için üzgün olduğumu belirtmeliyim. Son
iki üç gündür size kimi sıkıntılar yaşattığımız için özür dilerim. Fakat bunu
bir kenara bırakarak, yaptığımız şeyi neden yaptığımızı anlayacağınızı ya da en
azından anlamaya çalışacağınızı umuyorum.
Belki bizim bakış açımızı
anlamak sizin için zor olabilir. Farklı koşullarda yaşayan insanlar farklı
çizgilerde düşünürler. Aynı şekilde düşünemezler. Filistin halkı olarak bizi ve
düşünce tarzımızı uzun yıllardır yaşadığımız koşullar şekillendirdi. Buna engel
olamayız. Çok temel bir gerçeği bildiğinizde düşünce tarzımızı
anlayabilirsiniz. Biz Filistinliler, 22 yıldır, son 22 yıldır kamplarda ve
çadırlarda yaşıyoruz. Ülkemizden, evlerimizden, topraklarımızdan sürüldük,
koyun gibi sürüldük ve burada mülteci kamplarında insanlık dışı koşullara maruz
bırakıldık.
Halkımız 22 yıldır
haklarının iade edilmesini bekliyor ama hiçbir şey olmadı. Üç yıl önce koşullar
elverişli hâle geldi ve böylece halkımız, davasını savunmak için ele silâh alma
imkânı buldu, haklarını geri almak, ülkelerine geri dönmek ve ülkelerini
özgürleştirmek için savaşmaya başladı. 22 yıl süren zulmün, insanlık dışı
muamelelerin, kimsenin bizi umursamadığı kamplarda geçen hayatın ardından
devrimimizi korumaya sonuna kadar hakkımız olduğunu düşünüyoruz. […]
Sabah uyanıp bir fincan
sütlü neskafe içmiyoruz ve sonra aynanın karşısında yarım saatimizi İsviçre’ye
uçmayı ya da bu ülkede bir ay, öbür ülkede başka bir ay geçirmeyi düşünerek
geçirmiyoruz. Amerika ve İngiltere’de sizin sahip olduğunuz binlerce ya da
milyonlarca dolara sahip değiliz. Her gün kamplarda yaşıyoruz. […] Sizin gibi
sakin olamayız. Sizin düşündüğünüz gibi düşünemiyoruz. Bu koşullarda bir, iki
ya da üç gün yaşamadık. Bir hafta değil, iki hafta değil, üç hafta değil. Bir
yıl değil, iki yıl değil, tam 22 yıl boyunca o çileyi çektik.
İçinizden herhangi biri bu
kamplara gelip bir iki hafta kalsa sarsılır. Etkisinden kurtulamaz. Yaşayacağı
koşullardan bağımsız olarak düşünemez ve işlerini halledemez.
İngilizcemin kusuruna
bakmayın. Kişisel olarak sizden özür dilediğimi söylememe izin verin. Üç ya da
dört gün boyunca yaşadığınız sıkıntılar için üzgünüm. Fakat devrimci bir bakış
açısıyla, yaptığımız şeyi yapmaya çok ama çok hakkımız olduğunu düşünüyoruz, böyle
düşünmeye de devam edeceğiz.”
Habeş’in
sözleri dikkatle dinlenmeli. Mesajında ısrarla dile getirdiği hususlar, Habeş’in
dediği gibi 22 değil, 73 yıl boyunca sefil koşullarda yaşayan ve eli kolu bağlı
bir kurban olmaya sürekli olarak karşı çıkan Filistinliler için elli yıldan
fazla bir zaman geçmiş olmasına karşın, hâlen daha somut ve canlı.
Bir
vakitler Mao Zedung’un da ifade ettiği biçimiyle, “devrim ne bir akşam partisine
katılmaya, ne bir makale yazmaya, ne resim çizmeye ne de nakış işlemeye benzer.
O, hiçbir şekilde incelikle, hobi niyetine ve kibarca yapılacak bir iş
değildir.” Aynı tespit, dekolonizasyon için de geçerli. Zira dekolonizasyon,
geçmişte çok farklı biçimler alan mücadelelere tanık olsa da silâhlı mücadele,
bir biçimde o sürecinin mütemmim cüzüdür. Filistin, bu konuda asla istisna
değil. BDS’ye de diğer sivil toplum eliyle yürütülen kampanyalara da destek
verilmeli, ama Filistinlilerin her türlü tartışmadan azade olan silâhlı mücadele
verme hakkı, Filistinlilerle ve onların haklı davalarıyla dayanışma içinde
olmayı seçmiş olanlarca desteklenmeli.
Louis Allday
22
Haziran 2021
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Louis Allday, “1982 İsrail İşgali”, 20 Mart 2017, X.
[2]
“Resolutions”, UN.
[3]
“Geneva Convention”, 12 Ağustos 1949, UN.
[4]
Richard Falk, “International Law and the al-Aqsa Intifada”, Kış 2000, Merip.
[5]
Liberated Texts, “Three Defining Characteristics”, 23 Nisan 2021, X.
[6]
Louis Allday, “Israel and the Semantics of Propaganda”, Louisallday.
[7]
Ali Abunimah, “It’s Time to Change Liberal Discourse About Hamas”, 10 Haziran
2021, Intifada.
[8]
Kenneth Roth, “Indiscriminate Rocket”, 24 Mayıs 2021, X.
[9]
Ali Abunimah, a.g.m.
[10]
Bikrum Gill, “AOC”, 20 Mayıs 2021, X.
[11]
Josh Pallas, “Fanon on Violence and the Person”, 20 Ocak 2016, CLT.
[12]
Ibn Riad, “Yahya Sinwar”, 30 Mayıs 2021, X.
[13]
Jones Manoel, “Western Marxism, the Fetish for Defeat, and Christian Culture”, 8
Kasım 2020, Redsails.
[14]
Ibn Riad, “Sinwar”, 5 Haziran 2021, X.
[15]
Nicola Perugini ve Neve Gordon, “How Amnesty International Criminalizes
Palestinians for Their Inferior Weapons”, 6 Nisan 2015, Counterpunch.
[16]
Vice News, “Yahya Sinwar”, 3 Haziran 2021, X.
[17]
Khaled Barakat, “Uphold Palestinian Struggle in All Its Forms”, 13 Ağustos 2020,
Intifada.
[18]
Khaled Barakat, a.g.m.
[19]
Louis Allday, “Mandela”, 14 Mayıs 2017, X.
[20]
Vice News, X.
[21]
Louis Allday, “Hamas”, 26 Mayıs 2021, X.
[22]
Shir Hever, “Who Rules Israel?”, 3 Haziran 2021, Youtube.
[23]
Red Army Films, “Red Army and PFLP”, Youtube.
[24]
Louis Allday, “PFLP”, 23 Ocak 2020, X.
[25]
George Habash, “Our Code of Morals is Our Revolution”, 10 Ekim 2023, Ebb.
[26]
Mao Tse Tung, “Classes and Class Struggle”, Stanford.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder