07 Ocak 2023

,

Rancière Mülâkatı


Véronique Radier

16 Ocak 2022


Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrası birçok insan, demokrasilerin esaslı bir zafer kazandığına inandı.

Fransa ve ABD’de etkili bir felsefeci olarak Jacques Rancière, yeni dünya düzeninin kusurlarını ve yol açacağı tehlikeleri herkesten önce gördü. Özgün bir akıl, Althusser’in eski öğrencisi ve Gauche Prolétarienne [Proleter Sol] örgütünün militan bir üyesi olarak Rancière, bugün sanat, siyaset ve özgürleşme fikri arasında kurulacak bağlar konusunda çalışma yürütüyor.

“Hiçbir şey olmayanlar”ın müdafisi olarak Rancière, bu hafta içerisinde 1991-2021 arası dönemde politika alanına yaptığı müdahalelerini bir araya getiren Le Trente Inglorieuses [“O Utanç Verici Otuz Yıl”] isimli çalışmasını yayımladı. Körfez Savaşı ile başlayıp “Sarı Yelekliler” üzerinden bugünkü pandemi dönemine uzanan süreci ele alan Rancière, bizdeki eşitsizlikçi dürtüleri inceliyor ve toplumsal mücadelelerle özgürlük hareketlerinin itibarsızlaştırılmasına dönük çalışmalara karşı çıkıyor.

Cumhurbaşkanlığı seçiminin şu veya bu şekilde pozitif bir sonuç ortaya koyacağını ümit ediyor musun?

Böyle bir şeyin gerçekleşeceğini düşünmüyorum.

Her şeyden önce bu cumhurbaşkanlığı denilen kurum, demokratik değil. 1848’de halk iktidarına karşı hamle yapan kralcılar tarafından icat edildi. 1962’de De Gaulle onu yeniden kurdu, amacı, kralcılardaki anlayışı cumhuriyete mal etmekti. Böylelikle kamunun iktidarı tek bir kişinin eline geçecek ve bu kişi tüm topluma bir rehber olarak hizmet edecekti.

Demokrasiyi taklit eden bu girişim, bu sahte demokrasi, neticede her türden gerçek manada özgürlükçü olan harekete karşı kullanılan bir silâha dönüştü. Örneğin 2017’de Nuit Debout [“Gece Ayakta”] hareketinin açığa çıkardığı enerjinin seçim mekanizmasının devreye soktuğu buldozerle nasıl toprağa gömüldüğünü hatırlayalım.

2002 ve 2017’de sergilenen komedi 2022’de de sergilenecek. Hatırlanacağı üzere, 2002’de ve 2017’de o güzel ahlaklı solumuz, halka ırkçı aşırı sağın yolunu kesmek için “makul” olan sağcı adaya oy verme çağrısı yapmıştı. Ben, bu ehven-i şer mantığına başından beri karşı çıktım ve bu anlayışın gerçekte aşırı sağı güçlendirdiğini ortaya koydum. Aşırı sağ, bugün yirmi yıl öncesine göre daha fazla ağırlığa sahip. Fikirleri cumhuriyetçi geçinen sağı ele geçiriyor, cumhuriyetçi sağla arasındaki fark siliniyor, sosyalist sol bile artık sağdan farklı görünmüyor.

“Cumhuriyetçi cephe”nin belirlediği bir adayın etrafında toplanmanın yalnızca cumhuriyet fikrinin karşısında duran fikirleri cesaretlendireceğini neden düşünüyorsun ki?

“Fransa’da Irkçı Fikirlerin Yayılmasına Katkıda Bulunmanın Yedi Kuralı” başlıklı makalemi yirmi beş yıl önce yayımlamışım. Bu makalede, aşırı sağı öfkeli bir tutumla itham edip duran yaklaşımların ona ait fikirleri popülerleştirmekten başka bir işe yaramayacağını, neticede bu tür saldırılarla aşırı sağın “meyve veren ağaç taşlanır” anlayışı üzerinden belirli bir imaja kavuşacağını ve şehadet madalyasıyla onurlandırılacağını ortaya koymuştum.

Görebildiğim kadarıyla hiçbir şey değişmedi. Bu kampanyada da sadece ırkçı ve yabancı düşmanı fikirler tartışılıyor. Cumhuriyetçi cephe destekçilerinin bayrak niyetine sallayıp durdukları cumhuriyet ideali ise kimlikçi ve hoşgörüsüz bir fikre dönüştü. Laikliğin zorla araçsallaştırılması, bu dönüşümün ispatı. Laiklik, tarihsel anlamını yitirdi, toplumun belirli bir kısmının yaftalanması ve küçük düşürülmesi için kullanılan bir araca dönüştü.

Radikalleşme, gerçekte bu tür bir sarmalın oluşmasına yol açtı. 2017’deki cumhurbaşkanlığı seçiminde sizin için yazdığım yazıda “2022’de bizden aşırıcı yeğeni Marion Maréchal’e karşı iyi cumhuriyetçi Marine Le Pen’e oy vermemizi isteyecekler” demiştim. Éric Zemmour o yeğen işte!

Önümüzdeki seçimden de bir şey beklemiyorum. Yalnızca politik sınıfa aşırı sağa karşı siper olma görevi bahşeden bu zararlı mekanizma, fikirlerini herkese daha fazla kabul ettirecek.

Emmanuel Macron’u neden kundakçılık yapan itfaiyecilerin en iyi örneği olarak görüyorsun?

Herhangi bir ideolojik arka plandan yoksun, politik geleneklerden herhangi birisine mensup olmayan Emmanuel Macron, türedi bir siyasetçiden başka bir şey değil. Sonuç olarak Macron, dilediği gibi fikirleri eğip bükebilecek, karakteri olmayan biri. O, cumhuriyetin önündeki kale duvarı olarak sunabiliyor kendisini. Eğitim bakanına üniversitelerimizdeki en büyük tehlike olarak İslami solculukla mücadele etme görevini veren Macron, içişleri bakanına ise göçmen akınını durdurma görevini veriyor. Macron, sol ile sağ arasındaki mesafenin de aşırı sağ ile sağ arasındaki mesafenin de daraldığı koşullarda politik sınıf içerisinde dolaşımda olan ve uygulamaya konulan fikirlerin yoğunlaşmış hâlini temsil ediyor.

Henüz resmen aday olmayan Emmanuel Macron, gelecekte uygulamaya koyacağı programı içerisinde bugüne dek sadece “zaruri” gördüğü emeklilik reformunu ilân etti. Bunun sebebi sence nedir?

Dayanışma üzerine kurulu olan ve çalışanın maaşından düzenli olarak ne kadar para kesileceğini belirlediği veya kendi emeklilik fonuna toplu ödeme yapabildiği “kullandıkça öde” sisteminin ortadan kaldırılıp yerine özel sigortanın getirilmesi, mutlakiyetçi kapitalizmin ana hedeflerinden biridir. Bu değişikliğin asıl amacı ise kamu harcamalarını kısmaktır. Oysa bu işlemle ne kadar paranın tasarruf edileceği açık değildir.

Bizdeki emeklilik sistemi, dayanışma üzerine kurulu bir yaşamsal örgütlenmenin yürürlükte olduğu döneme aitti. Bu sayede sıradan insanlar, işle kişisel zamanları arasında varolan ilişkiyi yönetebiliyorlardı. Her türden toplumsal dayanışma biçiminin ortadan kaldırılmasının yanında işçi temsilcilerinin yer aldıkları müzakere alanlarının ve yapılarının yok edilmesi, esasen kapitalizmin mantığındaki köklü bir güçlüğe verilmiş bir cevaptı. “Refah devleti” ile mücadele etme kılıfı altında kapitalizm, bugün devletle tecrit edilmiş, yalnızlaştırılmış tüm bireyler arasında dolaysız bir ilişki tesis ediyor.

Bu kapitalist projeye karşı gerekli alternatifi hangi parti veya proje formüle edebilir? Mevcut politik spektrumun önemli bir kısmını sence kim bir araya getirebilir?

Böylesi bir alternatifi arıyorsak, Marksist geleneğe bakmalıyız. Sosyalist veya komünist olarak nitelendirilen devletler tüm özgürlük vaatlerine ihanet etmiş olsalar da Marksizmin tarih anlayışı hâlen daha capcanlı. Onun arkasında güçlü işçi sınıfı vardı. İşçi sınıfı hem toplumsal bir grup, hem mücadele eden bir güç, hem de ileride kurulacak dünyanın önceden tasavvur edilmiş hâliydi. Fabrikaların kapandığı veya başka yerlere taşındığı koşullarda, zengin ülkelerdeki sanayi zeminini yitirdi. Burada amaç, sadece emeği ve emtiayı ucuz kılmak değildi. Bu değişimin neticesinde işçi sınıfı, tüm o dayanışma biçimleri ve mücadele potansiyeliyle birlikte sahneden indi, yerini finans kapital karşısında yapayalnız ve güçsüz olan, dağınık ve güvencesiz işçiler toplamı aldı. Madrid’in meydanında toplanan Indignados [“Öfkeliler”], Wall Street’i İşgal Et Hareketi, Gece Ayakta Hareketi veya Sarı Yelekliler türünden önemli halk hareketleri, artık sırtlarını belirli bir toplumsal güce veya herkese ümit veren bir tarih anlayışına dayayamıyorlar.

Ekoloji, insanları kamu yararı ve hedefler etrafında toplamak suretiyle, bu yeni bakış açısını sunamaz mı peki?

Bırakalım ümit konusunda insanlara yeni bir ufuk sunmayı, ekoloji, bugün bize eli kulağında olan felâketten başka bir şey söylemiyor. Hükümetlerin “kapitalizm denilen zorunluluğun hiçbir alternatifi yok” fikrini kafamıza vura vura nakşettiği koşullarda ekolojinin mantığı da acil bir zorunluluk üzerine kurulu. Ekoloji, insanlığın gezegeni kurtarması gerektiğini, üstelik yapabileceğimiz tek şeyin bu olduğunu söylüyor. Bu noktada şu soru gündeme geliyor: gezegeni kim kurtaracak?

Çevrecilerin geliştirdiği birçok söylem, gezegenin hayatta kalması için gerekli koşulları dillendirmek suretiyle eski politik ayrımların üstesinden gelmek istiyor, fakat bunu yaparak, politik özne meselesinin üzerinden atlıyor, yani mücadele edecek güçler meselesi üzerinde durmuyor, ekolojiyi dünyanın efendilerinin iyi niyetlerine bel bağlayan uzmanların değil de herkesin davası kılacak mücadele biçimlerine işaret etmiyor.

İyi ama iklim için mücadele edenler de eşitsizlikleri eleştiriyorlar, ayrıca sera gazı salınımlarının büyük bir kısmına zenginlerin sebep olduğunu söylüyorlar. Çevre mücadelesi ile toplumsal mücadele el ele ilerleyemez mi?

Kapitalizmin ekonomik sömürü ve toplumsal eşitsizlik gibi ekolojik felâketten de sorumlu olduğunu söyleyebiliriz. Fakat tüm kötülüklerin ortak sebebine işaret etmek, hayırlı bir sonuç üretmez. Eşitsizlikleri sürekli eleştirmek, davayı bir karış ilerletmez. Ona mevzi kazandırmaz. Bir şey değişecekse, gerçekten eşitlikçi olan hareketlerin gelişimiyle birlikte değişecektir.

Amazon Ormanları’nı kurtarsın diye G20 liderlerine yalvarıp durun. O ormanları orada yaşayan halk savunacaktır.

Bu insanlar bir yandan ormanları kurtarmak için mücadele ediyorlar, bir yandan da küresel ısınma veya biyolojik çeşitlilik meselelerini gayet iyi idrak ettiklerini cümle âleme gösteriyorlar.

Eşitlik mücadelesi, ancak dünya meselelerini çözemez denilen insanlar, bu meselelerle uğraştığı vakit mevzi kazanır. Bunun dışında, şunu söylemek gerekmektedir: adaletsizliğe sürekli işaret edip duran pratik, zamanla eşitsiz düzenin ayrılmaz parçası hâline gelir.

Bu insanı felç eden mantığın zincirlerinden nasıl kurtulacağız?

Bu özerk demokratik hareketlerin genişlemesinden başka bir çıkış yolu yok. Kapitalist enternasyonal gayet verimli işliyor. Peki eşitlikçi hareketler, bu enternasyonalin karşısına kendi enternasyonalini çıkartacaklar mı?

Bugün güç mücadelesi ve çıkarlarını savunma yöntemleri yanında, dünyaya dair anlayışları konusunda da ABD, Çin, Rusya ve Avrupa arasında pek bir fark yok.

Bugün Hong Kong’da veya Santiago’da sokağa çıkan göstericiler, Brezilya’daki topraksız köylüler ve Notre-Dame-des-Landes havalimanı projesine karşı çıkan çiftçiler gibi birçok insan, itirazlarını dillendirip isyan ediyorlar. Yeni direniş biçimleri icat ediliyor. Örneğin #BenDe hareketi, özel hayat alanında gizlenmiş şiddet biçimlerine karşı etkin bir mücadele biçimini yarattı.

Peki ama Sarı Yelekliler gibi bir hareket neden tutmadı?

Sarı Yelekliler, bize harekete geçme konusunda korkuları olduğu düşünülen, sadece kendi meselelerini dert edindiği iddia edilen insanların kimsenin beklemediği şeyleri yapabileceklerini ortaya koydu. Bu insanlar, bir araya gelip hiç beklenmedik eylem biçimleri icat ettiler, sistemin bizi yalnızlığa mahkûm ettiği koşullarda, eşitler olarak düşünüp hareket edebileceklerini cümle âleme gösterdiler.

Yaşanılır bir dünya ihtimaliyle harekete geçtiğimizde, elimizdekilerden vazgeçebiliyor, hatta kendi varlığımızı riske atabiliyoruz.

Bu hareket, başlangıçta büyüme potansiyeline sahipti. Paris’te benim evin önünden geçen sokakta ortaokul öğrencileri, sembolik de olsa küçük barikatlar kurmaya başlamışlardı. Hükümet, bu hareketi zor kullanarak ezdi, sokakta eylem yapmayı tehlikeli bir iş hâline getirdi.

Öte yandan, hareket hızını, kanaatimce bu baskı ve sebep olduğu korku değil, başka şekilde yaşayabileceğimiz bir dünyaya inancın imkânsız görülmesi yüzünden yitirdi.

Burada bir mesele de yeni konfor alanlarına kavuşmamız ve bugünün toplumunda daha fazla kişisel özgürlüğe sahip olmamız değil mi?

Bu özgürlükler, bulundukları yer itibarıyla, tekniklerin üretiminin, tüketim mallarının ve kişisel özgürlüklerin aynı hızda ilerlediği, eskiden “ilerleme” dediğimiz eşzamanlı gelişmenin sonucu değiller. Bunlar, baskıcı güçlere karşı verilen mücadelelerle kazanıldılar.

1968’de toplum bugünkü kadar hiyerarşikti, fakat o dönemde insanlar kendilerini eşit kabul ediyor, buna göre hareket ediyorlardı. Yaşam standartları gelişti, teknoloji ilerledi, ama bu, tecavüz kültürünün muhafaza edilmesine ve kadınların çilesini çektikleri tüm hâkimiyet biçimlerine mani olmadı. Bir şeylerin değişmesini, kadınların eşitliğin gücünü eylemli olarak ortaya koydukları kolektif mücadelelerin gelişimi sağladı.

Ufukta kara bulutlar mı var?

Ben, bir modelin ilham verme imkânına pek inanmam. Elimizde yığınla bu türden model var ve hepsi felâketle neticelendi.

Gelecek, programları uygulamaya koyarak yazılmıyor, o, hâlihazırda varolan dinamiklerin bir sonucu.

Şili’de halk, ulaşım zamları üzerinden harekete geçti, neticede Pinochet anayasası yırtıldı, ayrıca ortaya güçlü bir kadın hareketi çıktı, ona Mapuçe halkının hakları için verilen mücadele eşlik etti. Bugün dünyada doğru reçeteleri ararken yolumuzu kaybetmemize neden olan değil, bize ilham veren, düşünmemizi sağlayan hareketlere tanıklık ediyoruz.

Kaynak

0 Yorum: