Véronique Radier
16 Ocak 2022
Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve Sovyetler Birliği’nin
çöküşü sonrası birçok insan, demokrasilerin esaslı bir zafer kazandığına
inandı.
Fransa ve ABD’de etkili bir felsefeci olarak Jacques
Rancière, yeni dünya düzeninin kusurlarını ve yol açacağı tehlikeleri herkesten
önce gördü. Özgün bir akıl, Althusser’in eski öğrencisi ve Gauche Prolétarienne [Proleter Sol] örgütünün
militan bir üyesi olarak Rancière, bugün sanat, siyaset ve özgürleşme fikri
arasında kurulacak bağlar konusunda çalışma yürütüyor.
“Hiçbir şey olmayanlar”ın müdafisi olarak Rancière, bu
hafta içerisinde 1991-2021 arası dönemde politika alanına yaptığı
müdahalelerini bir araya getiren Le Trente
Inglorieuses [“O Utanç Verici Otuz Yıl”] isimli çalışmasını yayımladı.
Körfez Savaşı ile başlayıp “Sarı Yelekliler” üzerinden bugünkü pandemi dönemine
uzanan süreci ele alan Rancière, bizdeki eşitsizlikçi dürtüleri inceliyor ve
toplumsal mücadelelerle özgürlük hareketlerinin itibarsızlaştırılmasına dönük
çalışmalara karşı çıkıyor.
Cumhurbaşkanlığı seçiminin şu veya bu şekilde pozitif
bir sonuç ortaya koyacağını ümit ediyor musun?
Böyle bir şeyin gerçekleşeceğini düşünmüyorum.
Her şeyden önce bu cumhurbaşkanlığı denilen kurum,
demokratik değil. 1848’de halk iktidarına karşı hamle yapan kralcılar
tarafından icat edildi. 1962’de De Gaulle onu yeniden kurdu, amacı,
kralcılardaki anlayışı cumhuriyete mal etmekti. Böylelikle kamunun iktidarı tek
bir kişinin eline geçecek ve bu kişi tüm topluma bir rehber olarak hizmet
edecekti.
Demokrasiyi taklit eden bu girişim, bu sahte
demokrasi, neticede her türden gerçek manada özgürlükçü olan harekete karşı
kullanılan bir silâha dönüştü. Örneğin 2017’de Nuit Debout [“Gece
Ayakta”] hareketinin açığa çıkardığı enerjinin seçim mekanizmasının devreye
soktuğu buldozerle nasıl toprağa gömüldüğünü hatırlayalım.
2002 ve 2017’de sergilenen komedi 2022’de de
sergilenecek. Hatırlanacağı üzere, 2002’de ve 2017’de o güzel ahlaklı solumuz,
halka ırkçı aşırı sağın yolunu kesmek için “makul” olan sağcı adaya oy verme
çağrısı yapmıştı. Ben, bu ehven-i şer mantığına başından beri karşı çıktım ve
bu anlayışın gerçekte aşırı sağı güçlendirdiğini ortaya koydum. Aşırı sağ, bugün
yirmi yıl öncesine göre daha fazla ağırlığa sahip. Fikirleri cumhuriyetçi
geçinen sağı ele geçiriyor, cumhuriyetçi sağla arasındaki fark siliniyor,
sosyalist sol bile artık sağdan farklı görünmüyor.
“Cumhuriyetçi cephe”nin belirlediği bir adayın
etrafında toplanmanın yalnızca cumhuriyet fikrinin karşısında duran fikirleri
cesaretlendireceğini neden düşünüyorsun ki?
“Fransa’da Irkçı Fikirlerin Yayılmasına Katkıda
Bulunmanın Yedi Kuralı” başlıklı makalemi yirmi beş yıl önce yayımlamışım. Bu
makalede, aşırı sağı öfkeli bir tutumla itham edip duran yaklaşımların ona ait
fikirleri popülerleştirmekten başka bir işe yaramayacağını, neticede bu tür
saldırılarla aşırı sağın “meyve veren ağaç taşlanır” anlayışı üzerinden belirli
bir imaja kavuşacağını ve şehadet madalyasıyla onurlandırılacağını ortaya
koymuştum.
Görebildiğim kadarıyla hiçbir şey değişmedi. Bu
kampanyada da sadece ırkçı ve yabancı düşmanı fikirler tartışılıyor.
Cumhuriyetçi cephe destekçilerinin bayrak niyetine sallayıp durdukları
cumhuriyet ideali ise kimlikçi ve hoşgörüsüz bir fikre dönüştü. Laikliğin zorla
araçsallaştırılması, bu dönüşümün ispatı. Laiklik, tarihsel anlamını yitirdi,
toplumun belirli bir kısmının yaftalanması ve küçük düşürülmesi için kullanılan
bir araca dönüştü.
Radikalleşme, gerçekte bu tür bir sarmalın oluşmasına
yol açtı. 2017’deki cumhurbaşkanlığı seçiminde sizin için yazdığım yazıda “2022’de
bizden aşırıcı yeğeni Marion Maréchal’e karşı iyi cumhuriyetçi Marine Le Pen’e
oy vermemizi isteyecekler” demiştim. Éric Zemmour o yeğen işte!
Önümüzdeki seçimden de bir şey beklemiyorum. Yalnızca
politik sınıfa aşırı sağa karşı siper olma görevi bahşeden bu zararlı
mekanizma, fikirlerini herkese daha fazla kabul ettirecek.
Emmanuel Macron’u neden kundakçılık yapan
itfaiyecilerin en iyi örneği olarak görüyorsun?
Herhangi bir ideolojik arka plandan yoksun, politik
geleneklerden herhangi birisine mensup olmayan Emmanuel Macron, türedi bir
siyasetçiden başka bir şey değil. Sonuç olarak Macron, dilediği gibi fikirleri
eğip bükebilecek, karakteri olmayan biri. O, cumhuriyetin önündeki kale duvarı
olarak sunabiliyor kendisini. Eğitim bakanına üniversitelerimizdeki en büyük
tehlike olarak İslami solculukla mücadele etme görevini veren Macron, içişleri
bakanına ise göçmen akınını durdurma görevini veriyor. Macron, sol ile sağ
arasındaki mesafenin de aşırı sağ ile sağ arasındaki mesafenin de daraldığı
koşullarda politik sınıf içerisinde dolaşımda olan ve uygulamaya konulan
fikirlerin yoğunlaşmış hâlini temsil ediyor.
Henüz resmen aday olmayan Emmanuel Macron, gelecekte
uygulamaya koyacağı programı içerisinde bugüne dek sadece “zaruri” gördüğü
emeklilik reformunu ilân etti. Bunun sebebi sence nedir?
Dayanışma üzerine kurulu olan ve çalışanın maaşından
düzenli olarak ne kadar para kesileceğini belirlediği veya kendi emeklilik
fonuna toplu ödeme yapabildiği “kullandıkça öde” sisteminin ortadan kaldırılıp
yerine özel sigortanın getirilmesi, mutlakiyetçi kapitalizmin ana hedeflerinden
biridir. Bu değişikliğin asıl amacı ise kamu harcamalarını kısmaktır. Oysa bu
işlemle ne kadar paranın tasarruf edileceği açık değildir.
Bizdeki emeklilik sistemi, dayanışma üzerine kurulu bir
yaşamsal örgütlenmenin yürürlükte olduğu döneme aitti. Bu sayede sıradan
insanlar, işle kişisel zamanları arasında varolan ilişkiyi yönetebiliyorlardı.
Her türden toplumsal dayanışma biçiminin ortadan kaldırılmasının yanında işçi
temsilcilerinin yer aldıkları müzakere alanlarının ve yapılarının yok edilmesi,
esasen kapitalizmin mantığındaki köklü bir güçlüğe verilmiş bir cevaptı. “Refah
devleti” ile mücadele etme kılıfı altında kapitalizm, bugün devletle tecrit
edilmiş, yalnızlaştırılmış tüm bireyler arasında dolaysız bir ilişki tesis
ediyor.
Bu kapitalist projeye karşı gerekli alternatifi hangi
parti veya proje formüle edebilir? Mevcut politik spektrumun önemli bir kısmını
sence kim bir araya getirebilir?
Böylesi bir alternatifi arıyorsak, Marksist geleneğe
bakmalıyız. Sosyalist veya komünist olarak nitelendirilen devletler tüm
özgürlük vaatlerine ihanet etmiş olsalar da Marksizmin tarih anlayışı hâlen
daha capcanlı. Onun arkasında güçlü işçi sınıfı vardı. İşçi sınıfı hem
toplumsal bir grup, hem mücadele eden bir güç, hem de ileride kurulacak
dünyanın önceden tasavvur edilmiş hâliydi. Fabrikaların kapandığı veya başka
yerlere taşındığı koşullarda, zengin ülkelerdeki sanayi zeminini yitirdi.
Burada amaç, sadece emeği ve emtiayı ucuz kılmak değildi. Bu değişimin neticesinde işçi sınıfı, tüm o dayanışma biçimleri ve mücadele potansiyeliyle birlikte sahneden indi, yerini finans kapital karşısında yapayalnız ve güçsüz olan,
dağınık ve güvencesiz işçiler toplamı aldı. Madrid’in meydanında toplanan Indignados
[“Öfkeliler”], Wall Street’i İşgal Et Hareketi, Gece Ayakta Hareketi veya
Sarı Yelekliler türünden önemli halk hareketleri, artık sırtlarını belirli bir
toplumsal güce veya herkese ümit veren bir tarih anlayışına dayayamıyorlar.
Ekoloji, insanları kamu yararı ve hedefler etrafında
toplamak suretiyle, bu yeni bakış açısını sunamaz mı peki?
Bırakalım ümit konusunda insanlara yeni bir ufuk
sunmayı, ekoloji, bugün bize eli kulağında olan felâketten başka bir şey
söylemiyor. Hükümetlerin “kapitalizm denilen zorunluluğun hiçbir alternatifi
yok” fikrini kafamıza vura vura nakşettiği koşullarda ekolojinin mantığı da
acil bir zorunluluk üzerine kurulu. Ekoloji, insanlığın gezegeni kurtarması
gerektiğini, üstelik yapabileceğimiz tek şeyin bu olduğunu söylüyor. Bu noktada
şu soru gündeme geliyor: gezegeni kim kurtaracak?
Çevrecilerin geliştirdiği birçok söylem, gezegenin
hayatta kalması için gerekli koşulları dillendirmek suretiyle eski politik
ayrımların üstesinden gelmek istiyor, fakat bunu yaparak, politik özne
meselesinin üzerinden atlıyor, yani mücadele edecek güçler meselesi üzerinde
durmuyor, ekolojiyi dünyanın efendilerinin iyi niyetlerine bel bağlayan
uzmanların değil de herkesin davası kılacak mücadele biçimlerine işaret
etmiyor.
İyi ama iklim için mücadele edenler de eşitsizlikleri
eleştiriyorlar, ayrıca sera gazı salınımlarının büyük bir kısmına zenginlerin
sebep olduğunu söylüyorlar. Çevre mücadelesi ile toplumsal mücadele el ele
ilerleyemez mi?
Kapitalizmin ekonomik sömürü ve toplumsal eşitsizlik
gibi ekolojik felâketten de sorumlu olduğunu söyleyebiliriz. Fakat tüm
kötülüklerin ortak sebebine işaret etmek, hayırlı bir sonuç üretmez.
Eşitsizlikleri sürekli eleştirmek, davayı bir karış ilerletmez. Ona mevzi
kazandırmaz. Bir şey değişecekse, gerçekten eşitlikçi olan hareketlerin
gelişimiyle birlikte değişecektir.
Amazon Ormanları’nı kurtarsın diye G20 liderlerine
yalvarıp durun. O ormanları orada yaşayan halk savunacaktır.
Bu insanlar bir yandan ormanları kurtarmak için
mücadele ediyorlar, bir yandan da küresel ısınma veya biyolojik çeşitlilik
meselelerini gayet iyi idrak ettiklerini cümle âleme gösteriyorlar.
Eşitlik mücadelesi, ancak dünya meselelerini çözemez
denilen insanlar, bu meselelerle uğraştığı vakit mevzi kazanır. Bunun dışında,
şunu söylemek gerekmektedir: adaletsizliğe sürekli işaret edip duran pratik,
zamanla eşitsiz düzenin ayrılmaz parçası hâline gelir.
Bu insanı felç eden mantığın zincirlerinden nasıl
kurtulacağız?
Bu özerk demokratik hareketlerin genişlemesinden başka
bir çıkış yolu yok. Kapitalist enternasyonal gayet verimli işliyor. Peki
eşitlikçi hareketler, bu enternasyonalin karşısına kendi enternasyonalini
çıkartacaklar mı?
Bugün güç mücadelesi ve çıkarlarını savunma yöntemleri
yanında, dünyaya dair anlayışları konusunda da ABD, Çin, Rusya ve Avrupa
arasında pek bir fark yok.
Bugün Hong Kong’da veya Santiago’da sokağa çıkan
göstericiler, Brezilya’daki topraksız köylüler ve Notre-Dame-des-Landes
havalimanı projesine karşı çıkan çiftçiler gibi birçok insan, itirazlarını
dillendirip isyan ediyorlar. Yeni direniş biçimleri icat ediliyor. Örneğin
#BenDe hareketi, özel hayat alanında gizlenmiş şiddet biçimlerine karşı etkin
bir mücadele biçimini yarattı.
Peki ama Sarı Yelekliler gibi bir hareket neden
tutmadı?
Sarı Yelekliler, bize harekete geçme konusunda
korkuları olduğu düşünülen, sadece kendi meselelerini dert edindiği iddia
edilen insanların kimsenin beklemediği şeyleri yapabileceklerini ortaya koydu.
Bu insanlar, bir araya gelip hiç beklenmedik eylem biçimleri icat ettiler,
sistemin bizi yalnızlığa mahkûm ettiği koşullarda, eşitler olarak düşünüp
hareket edebileceklerini cümle âleme gösterdiler.
Yaşanılır bir dünya ihtimaliyle harekete geçtiğimizde,
elimizdekilerden vazgeçebiliyor, hatta kendi varlığımızı riske atabiliyoruz.
Bu hareket, başlangıçta büyüme potansiyeline sahipti.
Paris’te benim evin önünden geçen sokakta ortaokul öğrencileri, sembolik de
olsa küçük barikatlar kurmaya başlamışlardı. Hükümet, bu hareketi zor
kullanarak ezdi, sokakta eylem yapmayı tehlikeli bir iş hâline getirdi.
Öte yandan, hareket hızını, kanaatimce bu baskı ve
sebep olduğu korku değil, başka şekilde yaşayabileceğimiz bir dünyaya inancın
imkânsız görülmesi yüzünden yitirdi.
Burada bir mesele de yeni konfor alanlarına kavuşmamız
ve bugünün toplumunda daha fazla kişisel özgürlüğe sahip olmamız değil mi?
Bu özgürlükler, bulundukları yer itibarıyla,
tekniklerin üretiminin, tüketim mallarının ve kişisel özgürlüklerin aynı hızda
ilerlediği, eskiden “ilerleme” dediğimiz eşzamanlı gelişmenin sonucu değiller.
Bunlar, baskıcı güçlere karşı verilen mücadelelerle kazanıldılar.
1968’de toplum bugünkü kadar hiyerarşikti, fakat o
dönemde insanlar kendilerini eşit kabul ediyor, buna göre hareket ediyorlardı.
Yaşam standartları gelişti, teknoloji ilerledi, ama bu, tecavüz kültürünün
muhafaza edilmesine ve kadınların çilesini çektikleri tüm hâkimiyet biçimlerine
mani olmadı. Bir şeylerin değişmesini, kadınların eşitliğin gücünü eylemli
olarak ortaya koydukları kolektif mücadelelerin gelişimi sağladı.
Ufukta kara bulutlar mı var?
Ben, bir modelin ilham verme imkânına pek inanmam.
Elimizde yığınla bu türden model var ve hepsi felâketle neticelendi.
Gelecek, programları uygulamaya koyarak yazılmıyor, o,
hâlihazırda varolan dinamiklerin bir sonucu.
Şili’de halk, ulaşım zamları üzerinden harekete geçti,
neticede Pinochet anayasası yırtıldı, ayrıca ortaya güçlü bir kadın hareketi
çıktı, ona Mapuçe halkının hakları için verilen mücadele eşlik etti. Bugün
dünyada doğru reçeteleri ararken yolumuzu kaybetmemize neden olan değil, bize
ilham veren, düşünmemizi sağlayan hareketlere tanıklık ediyoruz.
0 Yorum:
Yorum Gönder