Trump’ın
2016’da başkan olmasından sonra Demokrat Parti’ye oy veren birçok seçmen, bu
gelişme karşısında afalladı ve ihanete uğradığını düşündü. Anket firmaları ve
istatistikçiler, Hillary Clinton’ın büyük bir zafer elde edeceğini öngörmüş,
Clinton’ın yürüttüğü kampanya ile Trump’ın yıldızını parlattığını, çünkü onun
yenilmesi en kolay rakip olarak görüldüğünü söylemişlerdi. Sonrasında
Clinton'ın kampanyasını yürütenler ve medya, kendine yakışır bir biçimde,
Rusların seçime müdahale ettiği yalanına ve beyaz üstünlükçülüğünün Demokratik
Ulusal Komite’nin kurulmasını sağladığı iddiasına sarılarak, böylesine büyük
bir hesaplama hatasını neden yaptıkları sorusunu savuşturmaya çalıştı.
Gerçekte
bu hesaplama hatasının, Trump’ın seçmene cazip gelme sebeplerini
anlayamamalarının asıl sebebi, onlarca yıldır oluşan sınıfsal ayrışmaydı.
Yetmişlerden 2008’deki finansal çöküşe dek uzanan dönemde ülkenin yüzde 20’sini
teşkil eden zengin kesim, reel gelirini artırırken, geri kalan yüzde 80’in
geliri sürekli yerinde saydı. Bu yüzde 20’lik kesim, esas olarak üniversite
mezunu, Demokrat Partili olmuş meslek sahibi kişilerden oluşurken, yüzde 80
daha çok işçi sınıfına denk düşüyordu.
1960’ta
Demokrat Partili başkan John F. Kennedy, beyaz üniversite mezunlarının oyunu
kaybetmiş, ama öte yandan üniversite yüzü görmemiş seçmenin neredeyse yarısının
oyunu almayı bilmişti. Joe Biden’da tam tersi bir durum yaşandı.
1992’de
Bill Clinton’a destek verenlerin yaklaşık yüzde 60’ı üniversite diploması
olmayan beyazlarken, Biden’a oy verenlerde bu oran, sadece yüzde 27. 2018’de
Kongre’de temsil edilen on en zengin şehrin hepsi de Demokratların elindeydi.
Demokrat
Parti’deki elitizm sorunu, liberal meslek sahibi kesim arasında uzun zamandan
beri görülen bir eğilime denk düşüyor. Onlarca yıldır bu kesim, kendisinden
aşağıda gördüğü kesimlere karşı bir sınıf mücadelesi veriyor. 1994’te kaleme
aldığı Revolt of the Elites and the Betrayal of Democracy [“Elitlerin
İsyanı ve Demokrasiye İhanet”] isimli kitabında Christopher Lasch de bu tespiti
yapıyor. Lasch kitabında, yönetim kademelerinde bulunan elitlerin kamuyu
ilgilendiren tartışmalardan çekildiğini, halkın çoğunluğuyla alakalı temel
yükümlülüklerini terk ettiğini söylüyor. Demokrat Parti’ye bağlı üst orta sınıf
ile ülkenin geri kalan kısmı arasındaki ekonomik ayrışma, zaman içerisinde
gerçeklikten kopmuş, şirketlerin çıkarlarına bağlanmış, kendi dünyasına
kapanmış bir aydın sınıfı meydana getirdi.
Cumhuriyetçi
Parti, bir zamanlar büyük şirketlerin partisi olarak görülürken, bugün büyük
miktarlarda bağışlarda bulunan milyarderlerin yarısından fazlası Demokrat
Partili. Parti, ilâç, teknoloji ve finans şirketlerinden yüksek miktarlarda
bağış alıyor. Demokrat Parti’nin savunduğu davaya ve konu başlıklarına şirket
yöneticilerinin sunduğu destek, genelde sağın ayaklanmacı ve anti-demokratik
girişimleriyle yol açacağı tehditlere karşı zorunlu bir dayanak olarak
görülüyor. Oysa ifade hürriyetini ortadan kaldıran, sözünü esirgemeden konuşma
imkânını yok eden bu ittifak, aşırı merkezîleşmiş, şirketlerin kontrolüne
girmiş bir hükümetin ortaya çıkmasına neden oluyor.
Trump’ın
seçilmesi sonrası birçok yorumcu, Trump’ın takipçilerinin ülkeyi aşırı sağcı
bir otoriterizme sürükleyeceği konusunda kaygılı olduklarını dile
getirmişlerdi. Ama tam aksine, kişisel özgürlükleri yok etmek ve otoriteye körü
körüne itaat etmek gerektiğini açıktan dillendirmek, üniversite mezunu Demokrat
Partililere düştü. Doksanlarda Lasch’in bahsini ettiği eğilim derinleşti. Artık
bu eğilim, sadece demokrasiyi tehdit etmiyor, temel demokratik ilkelere karşı
topyekûn saldırıyor. Temel hak ve özgürlükleri savunmaktan çok uzak olan ve
Trumpizme karşı “direniş” ortaya koyduğunu iddia eden bu eğilim, otoriterizmin
birçok özelliğini kendisinde somutluyor: bu anlamda, muhalefeti eziyor,
sorgusuz sualsiz itaat talep ediyor, bilgi akışının sıkı bir biçimde kontrol
edilmesini istiyor. Trump destekçilerini hedefe koyan milyarderler, duyarcı
şirketler, aydınlar ve Demokrat Parti yetkilileri, popülist sağın ürettiğini
iddia ettikleri otoriterizm bataklığına yuvarlanıyorlar.
İlk
bölümü 26 Ekim 2017’de yayınlanan, Margaret Atwood’un aynı adlı romanından
uyarlanmış The Handmaid’s Tale [“Hizmetçinin Hikâyesi”] isimli dizi,
liberal medya organlarında “önsezileri güçlü” bir eser olarak Trump dönemi
Amerika’sına ayna tuttuğu için övüldü. Gazeteciler, ABD’nin dizide aksettirilen
Gilead denilen yere benzediğini, bu mekân üzerine kurulu distopyanın
hâlihazırda gerçekleştiğini söylediler ve insan haklarının artık varolmadığı
bir gerçekliğe doğru ilerlendiği konusunda uyarılarda bulundular.
Baskılarla
karşılaşılan Kovid döneminin seyircisini hedef kitle olarak belirlemiş olan
dizi, aslında izleyiciye yönelik bir uyarıdan çok bir tür el kitabı işlevi
görüyor. İnsanlara zorla ve baskı yoluyla uygulanan tıbbi prosedürler, maske
zorunluluğu, sansür, banka hesaplarının dondurulması gibi uygulamalar, hem
romanda hem de dizide tasvir edilen totaliter devletin ana unsurlarıydı.
Nihayetinde dizi, sağın otokratik hamlelerinde değil, aşı zorunluluğu, tıbbi
değeri şüpheli maske şartı, ifade hürriyetine getirilmiş kısıtlamalar,
göstericilerin hesaplarına el konulması gibi liberallerce onaylanıp desteklenen
tedbirler üzerinden somut gerçeklikte karşılık buldu. Laptop sınıfı, tüm bu
yaptırımlara, tedbirlere ve dayatmalara destek sundu.
Burada
mesele, sadece riyakârlık değil. Üniversite mezunu profesyoneller, kendi
otoriterliklerini kendilerini zalimlerle mücadele eden mağdurlar olarak
resmetmek suretiyle rasyonalize ediyorlar. Mağdurluk denilen din de baskıcı
tedbirleri meşrulaştırmak adına faşizm, kadın düşmanlığı veya beyaz
milliyetçiliği denilen umacılardan bahsedip duruyor. Tam da bu sebeple, meslek
sahibi sınıf (orta sınıf) sürekli aşısız insanları “Trump destekçisi” olarak
damgalıyor. Oysa birçok büyük şehirde aşı pasaportu uygulamasına en çok da
Demokrat Parti’ye oy veren siyahlar riayet etmiyorlar.
Aşı
karşıtlığı ile mücadele kılıfı ardında duyarcı liberal siyasetçiler, o karşı
çıktıklarını iddia ettikleri ayrıştırıcı politikaları benimsiyorlar,
“sistematik ırkçılığa” destek sunuyorlar. Kendilerini doğrunun ve aklın safında
olan kişiler olarak gören liberal yorumcular, hastanelerin aşısız hastaları
kabul etmemesini isteyebiliyorlar. Hatta bazıları, aşısızlar ölünce sevinçten
taklalar atıyorlar. Üstelik bunlar, Trump’ın başkan olmasının başkalarını
cezalandırmayı öngören, ülkeyi geriye götürecek bir eğilime yol açacağı
konusunda uyarılarda bulunan kişiler. Bu başvurulan söylem sayesinde birçok
güçlü kişi, kendilerini biçare ve mazlum olarak gösterme imkânı buluyor.
New
York Times gazetesinin yayın kurulu, kısa süre önce Amerika’daki birçok
kuruma nüfuz eden “toplumun dilsizleştirilmesi”ne dönük girişimleri eleştiren
bir makale kaleme aldı ve orada, birçok önde gelen ilericinin sindirildiğini
söyledi. Kongreye girişi konusunda yaşadığı şehirde en nezih mahallelerden
destek görmüş olan New York temsilcisi Alexandria Ocasio-Cortez ise sadece
solun sansür kültürünün kurbanı olduğu, bağnazları sadece solun kamuoyu önünde
rezil ettiği iddiasında. Bu iddiasını dillendiren Ocasio-Cortez, nedense birçok
kez sansürü savunmuş bir isim olduğunu unutuyor. Örneğin 2019’da Facebook’un
icra kurulu başkanı Mark Zuckerberg’e “yalanları silmesi” çağrısında bulundu.
2021’de muhafazakâr kesimde popüler olan sosyal medya uygulaması Parler’ı 6
Ocak’taki Senato isyanı sonrası uygulama mağazalarından kaldırması konusunda
Apple ve Google’a baskı uygulayan gene oydu. Ocasio-Cortez, aslında yaptığının
gerçekte bir sansür çağrısı olduğunu düşünmüyor, çünkü o, tüm politik
muhalefetin kendisini öldürmeye ahdetmiş şiddet yanlısı teröristlerden
oluştuğuna inanıyor (Oysa kendisi 6 Ocak günü Senato binasında değildi). O
temelde silinip gitmeyecek bir mağdur imajı çizmeye, bu sayede despotik
yaklaşımını meşrulaştırmaya çalışıyor.
Öte
yandan Biden da büyük teknoloji şirketlerinin Kovid aşıları konusunda farklı
görüşleri olan kişilerin sosyal medya platformlarından atmasını istedi. Hatta
bu kişilerin insanları öldürdüklerini söyledi ve onları birer katil olarak
niteledi. Sosyal medyada aşıların bulaşa mani olmadıklarına ilişkin iddiaya
benzer iddiaların doğru olduğu görülmesine rağmen sansür, kollarını her yana
uzatmayı bildi.
Sahip
oldukları platformların nasıl kullanılacağı konusunda kendi takdir hakkını
kullanan bu teknoloji şirketleri, esasen yürütme erki ile koordineli hareket
ediyor, dolayısıyla bu anlamda, bu şirketler, platformlarda ifade hürriyetine
getirdikleri kısıtlamalarla ABD Anayasası Birinci Değişikliği’nde belirtilen
kanun maddesini ihlal ediyorlar. Bu açıdan, kendilerinin bir zamanlar sadece
diktatörlüklerde görüldüğünü iddia ettikleri toplumu dilsizleştirme, susturma
çabalarına ortak oluyorlar.
Öte
yandan yanlış bilgiler sosyal medya değil, ana akım haber kanallarından
yayılıyor. Trump destekçileri, en çok da yalan yanlış iddialara körü körüne,
hiç düşünmeden inandıkları için eleştiriliyorlar. Oysa pandemi döneminde bu
tespitin en çok da üniversite eğitimi almış Demokrat Partililer için geçerli
olduğu görüldü. Bu kesim, hâlen daha Kovid ile ilgili birçok çarpık ve yanlış
görüşe inanmaya devam ediyor.
2022’de
yapılan bir araştırmaya göre, kendisinin “fazla liberal” olduğunu söyleyen
insanların yüzde 48’i Kovid’in çocukların sağlığı için büyük bir risk teşkil
ettiğine inanıyor. Bu insanlar, Kovid’in çocuklar nezdinde yol açtığı riskin
çok küçük olduğuna dair kanıtlarla hiç ilgilenmiyorlar.
Hastalıkları
Önleme ve Kontrol Merkezi’nin (CDC) aktardığına göre, Ocak 2021-Eylül 2021
arası dönemde Kovid yüzünden ölen çocuk sayısı 280 (sonrasında CDC toplam ölüm
sayısını yüzde 25 oranında şişirdiğini kabul etti).
2015-2019
arası döneme ait veriler, grip ve zatürree yüzünden daha fazla sayıda çocuğun
öldüğünü ortaya koyuyor. Kalp hastalığı, havai fişekler, boğulma ve motorlu
araçlar çocuklar için Kovid’den daha fazla risk barındırıyor. Kovid’in çocuklar
için büyük bir risk teşkil ettiğine inanıp çocuklara maske zorunluluğu
getirilmesi ve okulların kapatılması gerektiğini söyleyenler, tam da
gazetelerin Trump destekçilerinde gördüğü türden, bilim konusunda sahip
oldukları cehaleti ortaya koymuş oluyorlar.
Üniversite
eğitimi almış Demokrat Partililer, aynı zamanda ulusal güvenliği esas alan
gözetim devletine de giderek daha fazla destek sundular. ABC kanalında
yayınlanan View isimli sohbet programına katılanlar, Tucker Carlson ve
Hawaii temsilcisi Tulsi Gabbard’ın Ukrayna savaşı karşıtı görüşlerine itiraz
ettiler, ayrıca bu kişilere Adalet Bakanlığı tarafından bir tür McCarthy’ci
soruşturmaya tabi tutulması gerektiğini, Amerika Karşıtı Faaliyetler
Komitesi’ne benzer bir komitenin kurulmasının şart olduğunu söylediler. Bir
yandan polis teşkilâtını paylayıp, duyar kasmak adına Siyahların Hayatı
Önemlidir hareketine destek çıkan bu ilerici isimler, kontrolsüz bir gücü
elinde bulunduran, tarihi insan hakları ihlalleri ve temel hakların çiğnendiği
pratiklerle yüklü olan kudretli kurumların gölgesine sığınmayı tercih
ediyorlar.
2017’de
Demokrat Partililerin yüzde 67’si, FBI’ın “iyi” veya “mükemmel” bir iş
çıkarttığını söylerken, Cumhuriyetçilerde bu oran yüzde 49’tü (2003 senesinde
Demokrat Partililerde bu oran yüzde 44’tü). Gene 2017 yılında Demokratların
yüzde 32’si CIA’ye destek verirken, Cumhuriyetçilerde bu oran sadece yüzde
4’tü.
Ülke
genelinde Demokrat Parti içinden hukukî yaptırıma ve istihbarat kuruluşlarına
verilen desteğe, teknoloji şirketleriyle ve medya kuruluşlarıyla parti
arasındaki işbirliğinde gözlemlenen artış denk düşüyor. Bu işbirliğinin en
önemli kanıtı da bugün doğru olduğu bilinen laptop hikâyesi. (2020’de Biden’ın
oğlu Hunter Biden, bozulan bilgisayarını tamirciye götürüyor. O bilgisayardan
kimi gizli bilgiler ifşa oluyor. Buna göre oğul Biden, bir enerji şirketiyle
ilişkisi dâhilinde yüklü miktarda para almış. -ç.n.)
Bu
haber çıkar çıkmaz Twitter ve Facebook habere yasak getirdi. Onlarca istihbarat
uzmanı çıkıp bu haberin Rus kaynaklı dezenformasyon çabasının ürünü olduğunu
ispatlamaya çalıştı.
Sansür,
susturma ve dışlama üzerine kurulu kültürden sadece kimi politik kazanımlar
elde etmeye çalışan Demokratlar istifade etmiyor. Bu kültür, en çok da partiye
destek sunan finans kurumlarının ekmeğine yağ sürüyor.
Kovid
dönemi boyunca parti ve partiyle bağlantılı beyaz yakalı işçiler,
milyarderlerin ve şirketlerin ideolojisini uygulama görevini layıkıyla yerine
getirdiler.
Kapanma
tedbirleri ve aşı uygulamaları üzerinden teknoloji ve ilâç şirketleri muazzam
kârlar elde ettiler ve her dönemeçte sahada üzerlerindeki pijamalarla kendileri
için dövüşen piyadelere yardım edip onları kışkırttılar. Kapanma tedbirlerinin
milyonlarca Amerikalıyı işsizliğin, ümitsizliğin ve açlığın dünyasına
sürüklediği koşulları meslek sahibi sınıf bir tür lüks olarak değerlendirdi. Bu
dönemi evde dinlenme, işe gidip gelirken strese yol açan şeylerden arınma
imkânı olarak gördü. Bu dönemde milyarderler servetlerine servet katarlarken,
üst orta sınıf, süreci sessizlikle karşıladı veya işlenen suça ortaklık etmeyi
seçti. Bunun nedeni, orta sınıfa mensup birçok insanın uzaktan çalışma üzerine
kurulu yaşam tarzlarını olabildiğince uzatmak istemesi değil, yukarıda Times yayın
kurulunun tarif ettiği “toplumu dilsizleştirme” çabalarına ortak olmasıydı.
Dilsizleştirme
işlemi, birçok ciddi sonuca yol açtı. Örneğin bugün herkesin kabul ettiği gibi,
okulların kapatılması yanlıştı, ama bunun yanlış olduğunu en başta dile
getirenler, dostlarından, işlerinden oldular, olası fırsatlardan mahrum
kaldılar.
Kimse,
sansür kültürünün, insanların üzerini çizme anlayışının otoriter projenin
merkezî unsuru olduğunu görmedi. Her momentte “çizgiyi düzleştirelim”,
“ninelerimizin hayatını kurtaralım” veya “virüsün yayılmasını iki haftada
durdururuz” türünden yeni bir fikir ortaya atılır ve bu fikir gerekli,
sorgulanamaz bir fikir olarak takdim edilir, ardından en eğitimli sınıfın o
güçlü desteğine başvurulur. Oysa bu yaklaşım, bu destek arayışı, tüm toplum
için bir tehdit teşkil etmektedir.
Her
seferinde yeni bir panik ortamı yaratacaklar, yeni katı kurallar
belirleyecekler, ifade hürriyeti konusunda yeni kanunlar çıkartacaklar,
böylelikle insanların hâkim ideolojiye sadık olup olmadıklarını teste tabi
tutacaklar.
Denize
kıyısı bulunan liberal bir şehirdeki zengin bir mahalleden yürüyerek geçen her
insan, evlerin önünde “Bu evde biz falana inanıyoruz” yazılı bir tabelaya
illaki rastlamıştır. Bu tür evlerin sahipleri yüzeyden bakıldığında neye
inanırsa inansınlar, aslında derinde bu türden tabelalar, tek bir önemli
özelliğe işaret etmektedirler: Uyumlu olma arzusu.
Peki
meslek sahibi sınıf, duyar kasmaya, kendi üyelerinin bile gözetlenmesine neden
bu kadar meraklı?
Seksenlerden
beri sınıf atlama imkânı giderek azaldı. Üniversite eğitimi görmüş Y kuşağı
(1980-2000 arasında doğmuş kuşak -ç.n.) Büyük Resesyon’dan beri ekonomik
durumlarını bir türlü düzeltemedi. Bu insanlar, uzun süre öğrencilik dönemine
ait borçları kapatmak, yüksek faiz oranlarıyla aldıkları kredileri ödemek için
mücadele ettiler ve çok az insanın ekonomik açıdan ilerleme kaydettiği o “kayıp
on yıl”ın çilesini çektiler. Bu süreçte ev sahibi olmak, neredeyse
imkânsızlaştı. Birçok Y Kuşağı mensubunun birikimi enflasyon sebebiyle eridi.
Bu
artan ekonomik basıncın neticesinde üniversite mezunu kesimin verdiği sınıf
mücadelesi zaman içerisinde çatallandı. Demokrat Parti’yle bağlantılı
akademisyenlerden, STK’lardan ve bürokratlardan oluşan ağ, sadece “cahil” halk
kitlelerine karşı harekât düzenlemek zorunda kalmadı, aynı zamanda elit kesim
içinde süren ve her daim rekabetle malul olan kavgaya da karıştı. Bu türden
kavgaların şiddeti Trump’ın başkan seçilmesiyle arttı ve pandeminin başlaması
ile birlikte doruk noktasına ulaştı. Dolayısıyla ortaya duyarcı profesyoneller,
duyar kasmayı iş hâline getiren, meslek sahibi kişiler çıktı. Bu insanlar, daha
iyi bir konuma gelebilmek için rakiplerinin ayağını kaydırmak ve yönetim
kademelerinde zaten sınırlı sayıda olan makamlara oturmak için yarışmak zorundaydı.
İlgili makamlar daha da ulaşılmaz hâle geldikçe, o makamlardaki insanlar da
daha mutlakiyetçi, daha zorba ve daha fazla demokrasi düşmanı oldular. Başka
bir ifadeyle bu insanlar, bir vakitler bize Trumpizmden korkmayı öğretirken,
dillerine doladıkları, sürekli eleştirdikleri her türden vasfı yüklendiler.
Alex Gutentag
30
Mart 2022
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder