Efsaneye göre, öldürülmesi öncesi Che Guevara’nın son sözleri şu şekildeydi: “Vur beni korkak, sen sadece bir insanı öldüreceksin.” Che’nin burada kastettiği şuydu: devrim davası, o davayı güdenin ölümüne karşın sürecektir. Bu ister bir efsane olsun ister olmasın, buradaki anlam dünya genelinde devrimcilere ilham vermiştir. Birçok yönden Che’yi kuşatan mit, hakikatin kendisi kadar önemli olmuştur.
Esasında mitler, harekete geçme konusunda ideolojiye ve topluma gerekli desteği sağlarlar. Mitler, sadece toplumda değil, radikal politik hareketlerde de önemli bir rol oynarlar. Bu, Fransız sendikacı Georges Sorel ve Perulu komünist Jose Carlos Mariategui’nin kabul ettiği bir husustur.
Solun büyük bir kısmında hüküm süren bilimsellik
iddialarına karşın mitler, aynı zamanda mücadele sürecinde militanlara ilham,
tutku ve iman temin ederler.
I. Mit
Solda mitin rolünü irdelemeden önce dünyada mitlerin
nasıl iş gördüğüne dair belirli bir fikre sahip olmamız gerek. Uzun süre mitler
üzerine çalışmalar yapmış bir isim olan Joseph Campbell’a göre, mitoloji insan
toplumlarında dört işlev görmektedir. İlk işlev, mistisizmdir. Burada “mit
dünyayı sır boyutuna, tüm formların temelinde olan sırrın gerçekleşmesine
açar.”[1] Karşısında huşu, saygı ve korku içerisinde durduğumuz kâinat merak,
haşmet ve esrarla yüklüdür. Bu esrar, insanî tecrübe alanının ötesindedir ve
sıradan bir dil dâhilinde kavranamaz. Mitolojiye ait semboller ve ritler, bizim
kavrayışımızın ötesinde duran bu gerçekliği ele alma ve anlamlandırma
yöntemimizdir.
Campbell’ın ifadesiyle, mitin ikinci işlevi
kozmolojiktir. Bu anlamda mit, bir tür önbilim formu olarak düşünülebilir; o,
mevsim değişiklikleri, insan hayatının kökeni, dünyanın yaratılması gibi
konularda izahat sunarak, kâinatın nasıl işlediğini öne çıkartır. Modern
toplumda kozmolojinin yerine getirdiği işlevi büyük ölçüde bilim üstlenmiştir.
Campbell’ın ifadesiyle, mitler ve bilim çatışmaz, aksine bilim, esrarın mevcut
sınırını ileri iter, hayatın kaynağı türünden hiçbir zaman bilinemeyecek olan
alana çeker.
Campbell, mitin yerine getirdiği üçüncü işlevin
“belirli bir toplumsal düzenin desteklenmesi ve geçerli kılınması ile ilgili”
sosyolojik işlev olduğunu söyler.[2] Mitin bu noktada sahip olduğu amaç,
toplumlara göre farklılık arz eder. Feodal toplumda tefeciliği ve kâr peşinde
koşmayı büyük birer günah olarak görmesi doğalken, kapitalist toplumun bunları
birer fazilet kabul etmesi de o ölçüde kaçınılmazdır. Doğalında kapitalizm gibi
toplumsal düzene egemen olma imkânına ait mitler, sistemi ve sisteme ait değerleri
desteklerler. Farklı kapitalist toplumlarda mitin rolü de farklılaşır. Bu
hususu daha kapsamlı ele almakta fayda var.
Örneğin ABD’de hâkim mitler, bireyciliği, Amerikan
rüyasını ve beyaz üstünlüğünü destekler. Kurucu mite göre, Amerikan Devrimi
ülkeye “özgürlük ve demokrasi” getirmiştir. Oysa bu “devrim”, fiiliyatta
istisnacılık, soykırım ve köleliğe dayanan yeni bir yönetici sınıfın idaresini
sağlamlaştırmayı amaçlayan kimi kurumlar üretmiş (esas olarak beyaz ve
erkeklerle) sınırlı bir halk katılımının izlerini taşıyan bir olaydır. Amerikan
Devrimi’nin bu mirası işçi sınıfında karşılığını bulan, kapitalist topluma ait
hâkim değerleri destekleme noktasında Amerikalı liderlerce iştahla
kullanılmıştır. Amerikan Devrimi’nin gerçekliği pratikte eşitlikçi bir değişimi
savunanlarca kolay kolay benimsenmemiştir.
Diğer yandan kapitalist olan Fransız toplumu ABD’deki
işçi sınıfına kıyasla daha fazla ekonomist bir sınıf bilincine sahiptir. Modern
Fransa 1789 Devrimi’ne dayanır. Bu devrim, burjuva liderliğiyle çatışan radikal
değişimlere yol açmış (Amerikan Devrimi’ni aşacak nitelikte) kütlesel bir
toplumsal başkaldırıdır. Fransa’da toplumsal nizama egemen olma sürecinin
izleri 1789’a dek takip edilebilir. Yönetici sınıf devrimin değerlerini
benimseme konusunda belirli bir ikirciklik içindedir. Politik isimler “Cumhuriyet”e
hürmet etmekteyse de (ABD’de görülen) “kurucu babalar”a yönelik bu hürmete denk
düşen bir hayranlık söz konusu değildir. Muhafazakârlar üç renkli bayraklarına
bürünseler de “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganına sosyalistler,
komünistler ve anarşistler gibi kapitalizmin muhalifleri de kolaylıkla sahip
çıkabilmektedir.
Mitoloji, tıpkı ideoloji gibi, bireylerin özne
olmaları konusunda önayak olma ve onları çağırmak suretiyle özne kılma
noktasında belirli bir rol oynar. Amerikan rüyası veya Hristiyan değerleri gibi
toplumda onlarla bağlantılı egemen mitler birer “yanlış bilinç” örnekleri ya da
hatalı fikirler değildir. Onlar (okul veya kilise gibi) maddî pratikler
dâhilinde varolurlar. Louis Althusser’e göre, “İdeoloji ‘ruhanî dünya’ olarak
kavranan ‘fikirler dünyası’ içinde varolmaz. İdeoloji, kurumlar ve onlara has
pratikler içinde varolur. Daha açık ve cazip bir yaklaşımla, şu bile
söylenebilir: ideoloji aygıtlar ve onlara has pratikler içinde varolur.”[3]
Mitler gibi ideoloji de kiliseler, okullar, aileler vb. türünden özel olmasına
karşın Devletin İdeolojik Aygıtları (DİA) aracılığıyla varolurlar ve ideoloji
aracılığıyla hâkim sınıfın idarî hükmünü pekiştirirler. Bunu Hristiyan
köktenciliği örneğinde görmek mümkündür. Bu akımın taraftarları sadece Tanrı’ya
iman edip dua etmekle ve kiliseye gitmekle yetinmezler. Althusser’in
ifadesiyle, “Eğer insan vecibeye iman ediyorsa, o ‘doğru ilkeler uyarınca’
uygulanan rit pratikleri dâhilinde tescil edilmiş mukabil davranışlara sahip
olacaktır.”[4] Böylelikle bir Hristiyan köktenci bayrak sallayan bir Amerikan
vatanseveri hâline gelecek, çocuklarını (aile değerlerine uygunluk arz ettiği
ölçüde) kurumlara ve ülkenin kanunlarına hürmet etmeleri yönünde yetiştirecek,
askerliğini yapacaktır vb.
Althusser’e göre, feodal toplumda hâkim unsur kilise
ise modern toplumda ana DİA olarak okul öne çıkar.[5] Okulda öğrenciler
okuma-yazma gibi beceriler öğrenmekle kalmazlar, aynı zamanda toplumun hâkim
değerleri ve kültürü dâhilinde sosyalleşirler ve böylelikle nihayetinde “iyi”
ve “itaatkâr” birer yurttaş hâline gelirler. Başka bir deyişle okullar birçok
öğrenciyi toplumun mitlerini ve değerlerini kabul eden, hayat dâhilinde sahip
oldukları ikincil konumu doğal diye ona ses etmeyen itaatkâr birer işçi olarak
hazırlamaya yarar.
İdeolojilerin bireyleri DİA’lar aracılığıyla özne
olarak çağırması meselesini insanî failliğin inkârı olarak görmemek gerekir (ki
bu, Althusser’in esas olarak itiraz ettiği bir husustur). DİA’lar (her ne kadar
son tahlilde hâkim nizamın iktidarına dayansalar da bu) iktidarın sürdürülmesi
konusunda baskı gücü olması değil, ayrıca sınıflar mücadelesinin hiçbir vakit
sona ermemesi sebebiyle önem arz eder. “Sınıflar mücadelesi hiçbir vakit sona
ermediğinden, hâkim sınıfın mevcut ideolojik unsurları ve formları birleştirme
mücadelesi de asla sona ermez. Bu, hâkim ideolojinin her biri sınıflar
mücadelesinin birer yansıması olan kendi çelişkilerini tümüyle çözüme
kavuşturmayacağını söylemekle aynıdır, oysa ideolojinin işi bu çelişkileri
çözmektir.”[6] İdeoloji ve mitler her daim savaş alanındaki konumunu korurlar.
Hristiyan köktenciler, hür teşebbüse inanan birer vatansever Amerikalı
olduklarını düşünseler de bir gün greve gittiklerinde grev kırıcıların düşmanca
saldırılarına tepki koyarken bulacaklarına hiç şüphe yoktur. Bu, “hakiki”
Amerikan değerlerine ihanet ettiğini veya bu değerlerden uzaklaştığını
düşündükleri nispeten “liberal” veya “sosyalist” bir hükümeti protesto etmek
için Çay Partisi’nin düzenlediği bir yürüyüşe katılan köktenciler için de
geçerlidir.
Marksist olmayan Campbell’a göre, hâkimler, başkanlar
ya da generaller türünden devlete mensup isimlerde önemli olan onların bireysel
manada kim oldukları değildir. Bir başkanın zinaya bulaşması veya el altından
işler çevirmesi de önemsizdir. O gene de toplumda oynadığı rol gereği saygı ve
sevgi görür. Campbell’ın ifadesiyle, başkanlara saygı gösterdiğinizde “siz
onların şahsiyetlerine tepki geliştirmiş olmazsınız, tepkiniz esas olarak
onların mitolojik rolleriyle ilgilidir.”[7] Campbell’a göre, başkan yolsuzluk
yapmamalı, kendisinden beklenen mitolojik rolü yerine getirmesi gerektiğini
anlamalı, “bugün gösterge düzeyinde temsil ettiği role dönük yaşamsal
sorumluluklarını yerine getirip şahsi arzularından feragat edebilmelidir.”[8]
Başkanın mitolojik rolü Washington ve Jefferson veya Abraham Lincoln gibi
sonraki başkanlar gibi “kurucu babalar”ın gördüğü hürmette karşılık
bulmaktadır.
Adayların başkanlık kampanyalarında bile mitoloji
belirli bir rol oynamaktadır. Bush, Clinton ya da Sanders gibi isimler
“Amerika”yı temsil eden, onun için mücadele eden kişiler olarak takdim
edilmektedir (takdimde anlam bakımından sadece ufak farklılıklar
mevzubahistir). Burada önemli olan tüm bunların fabrikasyon olması değil,
başkanın bireysel özelliklerinden bağımsız olarak oynadığı rolün Amerika’daki
mitlerin ve ideolojilerin teşvik edilmesinde ve toplumsal kaynaşmada belirli
bir güç teşkil etmesidir. Böylelikle başkan mitolojik rolünü ifa edecek,
yurttaşları birer özne olarak çağırıp bu mitolojiyi onlara kabullendirecek ve
ülkenin iyiliği için o yurttaşların talep ve ihtiyaçlarını pekiştiren aday
olarak kendisini sevdirecektir. Bu sayede başkan ulusun düz manada bir
tecessümü hâline gelecektir.
Campbell’ın tanımladığı mite ait son işlev pedagojik
roldür: Bu rol, “bir insan ömrünün belirli koşullarda nasıl yaşanacağı ile
ilgilidir. Mit, insana o koşullarda yaşamayı öğretir.”[9] İnsanlar içinde
yaşadıkları toplumdan bağımsız olarak ömrü dâhilinde farklı aşamalardan,
çocukluktan evlilik ve aileyi de içeren yeni sorumluluklara sahip yetişkinliğe
geçerler. Toplumun sorumlu ve ahlaklı bir üyesi olarak nasıl hareket
edileceğini öğreten farklı dinî törenler ve ritler mevcuttur. Üniversiteden
mezun olma, komünyona veya bar mitzvaha [Yahudilerde yetişkinliğe kabul
töreni -çn] katılma bu türden tören ve ritlerdir. Öğretilen değerlere
rengini veren sınıftır. Dolayısıyla feodalitede bir kiliseye ait ritler işletme
okulundaki ritlerden farklı olacaktır.
Campbell’ın mitle ilgili belirlediği dört işlev
sosyalist hareketlere de tatbik edilebilir. Sonraki bölümlerde görüleceği
üzere, sosyalizm materyalist ve bilimsel ilkeler üzerine kurulu olsa da mitler,
semboller ve ritler militanların komünist ülkü için birer yoldaş olarak nasıl
yaşayacakları, nasıl dövüşecekleri ve nasıl ölecekleri noktasında önemli roller
oynarlar.
II. Georges Sorel
Mariategui’nin Marksizmine ve mit anlayışına en fazla
etki eden husus, Fransız sendikacı, teorisyen Georges Sorel’in çalışmasıdır.
Mariategui, Sorel’i över ve onu “Marx’ın çalışmasının yenilenmesi ve
süreklileştirilmesi düzleminde Marksizmi gerçek bir revizyona tabi tutma”[1]
konusunda Lenin’e denk görür. Sorel’e dönük övgünün bir nedeni de onun
sosyalizmi “reformist sosyalizm içinde yerleşik olan parlamentarist pasifleşme
ve burjuvalaşmış sosyalizme karşı bir protesto manasında ilk sınıf mücadelesi
anlayışına” geri dönmesidir. Mariategui son olarak Sorel’e dair şunu söyler:
“Devrimcilerin gücü bilimden değil, imandan, tutkudan ve iradeden kaynaklanır.
Devrimcilik dinî, mistik ve ruhanî bir güçtür.”[2] Mariategui dogmatik olmayan,
yaratıcı Marksizmi konusunda bir malumat sunmak amacıyla Sorel’in mit ve
iradeci değerler sistemine başvurur. Ancak bu noktada Sorel hayli ihtilaflı bir
isimdir. Şiddet Üzerine Düşünceler isimli çalışmasında açık biçimde dile
getirdiği mitin gücü ve şiddet savunusu sadece Mariategui ve Gramsci gibi
Marksistlere değil Mussolini gibi faşistlere de ilham vermiştir.
Esasında mühendislik eğitimi almış olan Sorel
1890’larda emekli olması ardından Marksist politikaya yüzünü döner. Bir dizi
Marksist dergiye katkı sunar ve yanlışlıkla vatana ihanetle suçlanmış olan
Yahudi subay Alfred Dreyfus’un desteklenmesine dönük kampanyaya dâhil olur.
Ancak Sorel tarihi ve insanların davranışını onların ekonomik motifleri
üzerinden izah eden İkinci Enternasyonal içerisindeki determinizme asla bağlı
kalmaz. Sorel Marksizmi onu kabalaştıranlara karşı savunur. Ona göre Marksizmin
ahlakî içeriği çok önemlidir.[3] Sorel, Marksist teorinin ekonomi, ahlak ve
insan eylemi anlayışı bağlamında yenilenmesi ve gözden geçirilmesi gerektiği
kanaatindedir.
Bu amaç doğrultusunda Sorel İtalyan Marksist Antonio
Labriola ve bir miktar da revizyonizm tartışması süresince Alman Eduard
Bernstein’ın çalışmalarına bakar. Ona göre Labriola tarihsel materyalizm
savunusu ve bir eylem teorisi olarak Marksizm anlayışı noktasında övülmesi
gereken bir isimdir.[4] Sorel Labriola’yı Marksizmdeki ekonomik determinizmden
kopup ahlakın önemine vurgu yapması sebebiyle takdir eder.[5] Kendi revizyon
girişimi dâhilinde şu sonuca ulaşır: “Emek-değer teorisi artık bilimsel açıdan faydalı
değildir ve birçok yanlış anlaşılmaya sebebiyet vermektedir.”[6] Labriola ise
kendi yazılarının Marksist ekonominin hükümsüzleştiğini iddia etmek için
kullanılabilecek çalışmalar olmadığını söyler ve Sorel ile ilişkilerini
kopartır.
Sorel’in Dreyfus savunusunda asli unsur hakikat ve
adalet anlayışlarını savunmaya dönük ahlakî bir arzudur. Aynı ahlakî kaygı Şiddet
Üzerine Düşünceler isimli çalışmasına da yansır, aynı zamanda mitlerin
mücadele içerisinde seferber edilmesi meselesinde de karşılığını bulur.
Dreyfus’un temize çıkması ardından Sorel, elde edilen
sonuç oportünist, kariyeristler ve parlamentarist sosyalistler lehine olduğu
için, ihanete uğramış gibi hisseder kendisini. Sorel Jean Jaures ve Alexander
Millerand’ın reformizmi üzerinden hezimete uğrar. Millierand “cumhuriyetçi
savunma” hükümetine girer. Bu noktada Sorel hükümette yerleşik olan devletçilik
ve Jakobenizm konusunda paniğe kapılır. Ona göre sosyalizmin özerkliği burjuva
politikasındaki yozlaşma ve oportünizmin o hızla kayan kumu içinde yitip
gitmektedir.[7] Süreç proletaryanın devrimci şevkini artırmak şöyle dursun,
aksine boğmuştur. Sorel’in kanaatine göre her türden devrim medeniyeti çöküşe
götüren liberal demokrasiye ait kurumları ve değerleri yok etmelidir.
Sorel’ İkinci Enternasyonal partilerinde mevcut olan
parlamentarizm, tedricilik, oportünizm ve reformizm üzerinden şu sonuca ulaşır:
“Anarşistler, burjuva kurumlara dâhil olarak devrimcilerin bu kurumların ruhunu
benimsediklerini söylerken haklılar. Tüm milletvekilleri burjuvazinin
temsilcisi ile proletaryanın temsilcisi arasında çok az fark olduğu konusunda
uzlaşma içerisindeler.”[8] Sorel’in resmî Marksizme ait baskın kitabîliğe
yönelik eleştirisi ona karşı gelişen muhalefet dâhilinde ilerleme kaydeden sendikalist
hareketlerde de yankılanır. Fransa’da devrime öncülük etmek amacıyla işçilerin
başlattığı genel greve ve doğrudan eyleme dayanmaktan ve her türden politik
eylemden kaçınan Genel İşçi Konfederasyonu (CGT) gibi sendikalist yapılar
ortaya çıkar. 1906 sonrası posta, demiryolu ve başka sektörlerdeki işçilerin
greve çıkmasına neden olan belirli bir huzursuzluk ortamı oluşur. 1909’da
grevler eski blankist Georges Clemenceau’nun bulunduğu hükümeti orduyu göreve
çağırmaya mecbur eder. Askerler işçilere ateş ederler.[9]
Bu dönemde Sorel sendikalizmi benimsemiş ve hareketi Şiddet
Üzerine Düşünceler isimli çalışmasında teorize etmeye çalışmıştır. Bu
çalışmada Sorel Marksizme dönük özgül revizyon girişimini belirli bir sonuca
bağlar ve kapitalizmin yasalarını anlama yöntemi olarak kullanımına veya
determinizme dair her türden izi Marksizmden söküp atar. Sorel ayrıca bu
aşamada Henri Bergson’un sezginin gücü ve irrasyonel ile ilgili teorilerini
benimser, bunlara bir de Nietzsche’nin yerleşik ahlakı aşağılayan
yaklaşımlarını ve isyan ahlakı da eşlik eder. Sorel’e göre, Marksizm sınıf
mücadelesine indirgenmiştir ve merkezî vasıfları birer mit olarak
yorumlanmalıdır.
“Geveze ve bol bol yalan söyleyen parlamentarist
sosyalistler”in aksine Sorel sendikalist hareketi över ve onun “toplumun
gelecekle ilgili çalışma konusunda elinde bulunan mükemmel bir eğitici güç”
olduğunu söyler.[10] Sendikalizmin merkezinde devrimci genel grev düşüncesi
durmaktadır. Bu düşünce “bugünün insanlarını yarın hiçbir efendinin bulunmadığı
atölyelerde çalışan özgür birer üreticiye dönüştüren tümüyle epik bir zihinsel
durum”a yol açmaktadır.[11] Bu işçiler modern fabrikaların “ekonomik epiği” içerisinde
çelikleşip savaş için proletaryanın kendisini örgütlediği genel grevlere
katılarak ve kendisini tarihin büyük motivasyon gücü olarak görüp ulusun diğer
kısımlarından ayırmak suretiyle dönüşmektedir. Tüm diğer toplumsal kanaatler
mücadeleye dair kanaatlere tabi hâle gelmektedir. Militan yaklaşımındaki
kahramancılık ve tarihsel rolüyle bağlantılı ihtişamı konusunda net bir bilince
sahiptir artık. O cesaretinin tüm ölçüsüne dair belirli bir kanıt sunacak olan
nihai mücadeleye dönük yoğun bir hasret içerisindedir.[12]
Bu kahraman işçilerin devlet iktidarının alınması
mücadelesi konusunda herhangi bir plana ihtiyacı yoktur. Onların zaferi ve
sermayenin çöküşü işçi sınıfının içerisinde şiddete dönük tutku ve kahramanlığa
dair zihniyetin ortaya çıkışının bir sonucu olacaktır. Bu zihniyete gerekli
ilhamı genel grev miti verecektir. O dehşet verici savaşın ardından işçiler
birer üreticiye dönüşecek, kendi küllerinden doğan yeni medeniyeti
kuracaklardır. Sorel’e göre, burjuvazi “hâlâ büyük çoğunluğu elinde
tutmaktadır, ona can veren fetihçi, doymak bilmez, acıma nedir bilmeyen ruhtur.
Bu ruh modern çağın başından beri yeni sanayileri yaratanlara ve bilinmeyen
toprakları keşfedenlere ana niteliğini vermiştir. Bugünse iyice yozlaşmış ve on
sekizinci yüzyılın asilliği ölçüsünde aptallaşmıştır.”[13]
Sorel’in argümanı mitin “genel grev dâhilinde tüm
sosyalizmi kuşattığı”na dair kanaate dayanır. Ona göre “her bir grev bağrında
büyük nihai ayaklanma için bir sınav, bir model ve bir hazırlık çalışmasını
barındırır.”[14] Rosa Luxemburg gibi diğer Marksist genel grev teorisyenleri
proletaryayı savaşa hazırlama konusunda genel grevin sahip olduğu ahlakî gücü
görürler. Luxemburg için genel grev özel bir taktiktir ama evrensel bir devrim
teorisi değildir. Ayrıca Luxemburg proletarya için Marksist teorinin gerekli
olduğu fikrine karşı çıkar ve şiddetin fetişleştirilmesine itiraz eder.
Sorel ise genel grevin geçerliliğini pratikte veya
tarihsel düzlemde çürütmenin bir yolu bulunmadığını düşünür. Zira genel grev
“her tür çürütme çabasından azade” bir mittir.[15] Bilimin veya eleştirinin ne
kadar geçerli olduğunun bir önemi yoktur. Din veya genel grev türünden mitlere
dönük inancı sarsmak imkânsızdır. Bir mit, “temelde hareketin diline ait bu
türden kanaatlerin ifadesi olarak bir grubun kanaatlerine denk olduğu için
çürütülemez. Sonuçta mit tarihsel açıklamalar düzlemine yatırılabilecek, parçalarına
ayrılıp analiz edilebilecek bir şey değildir.”[16] Mit aklın ve analizin
ötesindedir. Genel grev türünden mitler Sorel için önemlidir, zira bunlar
“neredeyse saf birer gerçekliktir ve bizim son mücadeleye girme konusunda
kitleleri hazırlayan, onlara ait faaliyetleri, duyguları ve fikirleri
anlamamızı sağlayan hususlardır. Mitler şeylere dönük birer açıklama değil,
eyleme geçme iradesinin birer ifadesidir.”[17] Dolayısıyla modern dünyada mit
mevcut düzeni yok etmek konusunda insanlara ilham veren bir savaş aracıdır.
Gene de Sorel mitle ütopyayı ayrıştırma gereği duyar.
Ütopya, hukukçular gerçek kurumlara dair kanaat bildirsinler diye, o kurumlara
dönük yeterli bir dizi analojiye sahip, muhayyel kurumlardan oluşan bir
zihinsel üründür. Ütopya parçalara ayrılabilen, bu parçaların her birinin
ileride oluşacak yasama erkine uygun (birkaç değişiklikle) uygun kılındığı bir
yapıdır.[18]
Bir ütopyanın “modern üretime ait gerekli koşullara
uygun düşmediğini göstermek suretiyle çürütülmesi mümkündür.”[19] Bu nedenle
Sorel Marksizmi her türden toplum analizinden ve rasyonaliteden ayırır ve
teorinin yerine kıyametvari şiddete yol açmak için gereken devrimci mitleri
koyar. Sorel’de sosyalizmle, insanlar arasında yeni bir ahlakı teşvik eden bir
din arasında çok az fark vardır.[20] Devrimci mitler bu ahlakı sağlarlar, oysa
akıl ve Marksist materyalizm sağlayamaz. Genel grev miti yeni ritlerin, sembollerin,
efsanelerin ve proleterleri aşkın, ebedi bir şeye bağlayan, öyle olmasını
sağlayan bir yaratım için bir tür katalizör görevi gören bitmek tükenmek
bilmeyen bir diriliş kaynağıdır.
Sorel sendikalist harekette sınırsız bir iman ve güven
bulmasına karşın hareket beklentilerini karşılayacak kadar yaşama imkânı
bulamaz. Sorel sendikalizmden ve proletaryadan kopar, Fransız aşırı sağıyla
flört etmeye başlar. 1922’de ölmesinden önce Sorel’in politik tutkuları
(kendisine ilham veren isim olduğunu söyleyen) Mussolini ve Lenin eliyle
yeniden alevlendirilir.
Avrupa ve ABD’deki sendikalist hareketler büyük
grevler gerçekleştirmesine karşın burjuva devletini yıkmayı becerememiştir. I.
Dünya Savaşı’nın yol açtığı güçlüklerden sendikalist hareket kurtulmayı
başaramamış, hareket ya vatansever duygulara teslim olmuş ya da ezilmiştir.
Sendikalizm aynı zamanda devlet iktidarı meselesi ve partinin rolü konusunda
yetersiz olduğunu ispatlamıştır. Sonuçta hiçbir yerde genel grev sermaye
düzenini yıkamamış, böylelikle sendikalizm güç sınavını geçememiştir. 1917’de
Marksizmi yeniden dirilten, devrimci komünistlerin örgütlediği Bolşevik Parti
olur. Parti Rusya’da iktidarı başarıyla ele geçirip yeni bir düzen tesis eder.
Bolşeviklerin başarısı esas olarak teoriyle pratiğin birliğine, devrimci bir
parti anlayışına ve sovyetlerin mevcut örnekliğine dayanmaktadır. Mariatuegui
gibi dünya genelindeki komünistlere ilham veren işte bu fikirlerdir.[21]
Mariategui Marksizmi bir yöntem ve öğreti olarak ele
alır. Sorel’in mitle ilgili düşünceleri onun determinizmle mücadelesinde katkı
sunmuş, proletarya arasında kahramanlara özgü, devrimci bir eylemi teşvik
etmesini sağlamış, nihayetinde yozlaşmış burjuva toplumu üzerine yeni bir
sosyalist dünya kurmaları konusunda işçilere ilham vermiştir.
III. Mariátegui
José Carlos Mariátegui 14 Temmuz 1894’te (Bastille
Günü’nde) Moquegua, Peru’da mütevazı bir liberal babanın ve (kendisini
yetiştiren) dindar bir Katolik annenin altıncı çocuğu olarak dünyaya gelir.
Mariátegui’nin gençliği dedesinin deri atölyesinde, oraya uğrayan emekçilerin
hikâyelerini, büyük çiftliklerdeki serfliğe benzer çalışma ve yaşam koşullarına
dair anlatılanları dinleyerek geçer. Sekiz yaşında geçirdiği kazanın ardından
Mariátegui’nin sol bacağında kalıcı sorunlar ortaya çıkar. 1924 yılında bacağı
kesilince geri kalan hayatını tekerlekli sandalyede geçirmek zorunda kalır.
Ailesinin yoksul olması yüzünden Mariátegui sekizinci
sınıfta okulu bırakır ve ailesine destek olmak için işe girer. On beşinde
Peru’da çıkan La Presna gazetesinde linotipçi olarak çalışmaya başlar.
Gazetecilikte hünerini gösterince gazetede yazarlık ve editörlük yapmaya
başlar. On altı yaşında sosyalizmle ilgilenir. Sonrasında ömrü kısa süren emek
yanlısı iki gazete çıkartır. 1919’da işçi ve öğrencilerin taleplerini
desteklemekle kalmaz, ayrıca kongreyi dağıtıp diktatörleşen Peru Cumhurbaşkanı
Leguia’ya yönelik eleştirilerini de yoğunlaştırır. Hükümet kendisini eleştiren
gazeteleri kapatır ve Mariátegui’yi “enformasyon temsilcisi” kılıfı altında
Avrupa’ya sürgün eder.
Mariátegui 1919-23 arası dönemde Avrupa’da kalır.
Burada edindiği tecrübe Marksist olarak olgunlaşmasına katkı sunar. Öncelikle
Fransa ve İtalya’da yaşayan Mariátegui buralarda Antonio Gramsci, Benedetto
Croce, Romain Rolland, Henri Barbusse gibi bir dizi aydın ve sosyalistle
karşılaşır. İtalya’da iken ülkeyi sosyalist devrimin eşiğine getiren
1919-20’deki [biennio rosso] fabrika işgallerine tanık olur. Mariátegui 1921’de
o ünlü Livorno kongresinde İtalyan Komünist Partisi’nin kuruluşunda da bulunur.
Bu ülkede bir İtalyan kadınla tanışır ve onunla evlenir. Dört oğlu olur.
Sonrasında Peru’ya dönen Mariátegui artık kendisini Marksizme adamış, çok yönlü
bir isimdir.
Peru’da Mariátegui bir dizi politik çalışma içerisine
girer. Perulu anarşist düşünür González Prada [1844-1918] adına kurulan Universidad
Popular González Prada’da [González Prada Halk Üniversitesi] işçilere
dersler verir. Peru Genel İşçi Konfederasyonu ile ölümü ardından Komünist
Parti’ye dönüşecek olan Peru Sosyalist Partisi’nin kurulması amacıyla işçiler,
sosyalistler ve sendikacılarla birlikte çalışmalar yürütür. Ayrıca Peru ve
Latin Amerika genelinde sol ve sosyalist düşünceleri yaymak amacıyla Emek
ve Amauta (Bilge Öğretmen) isminde iki yayın çıkartır. Ömrü boyunca üç
kitabın altına imza atar. İlki Güncel Sahne, muhtelif dergilerde çıkan
makalelerinden oluşmaktadır. İkinci ve en ünlü çalışması Peru Gerçekliği
Üzerine Yedi Açıklayıcı Deneme Marksist analizin Peru’ya yaratıcı ve özgün
bir tarzda tatbikini içermektedir. Mariátegui kitapta kültür, tarih ve eğitimle
ilgili görüşlerinin yanısıra, devrim için yerlilerin önemine dair bir vurguyu
içermektedir. Kitap Latin Amerika genelinde övgüler alır ve sadece Che Guevara
gibi isimleri değil, yerli hareketleri ve kurtuluş teologlarını da etkiler.
Yayınlanan son eseri bizim bu yazıda belirlediğimiz amaçlara en uygun olanıdır.
Ölümünden sonra yayınlanan Marksizm Savunusu, revizyonizm eleştirisini
ve Leninist perspektiften devrimci marksizme yönelik bir savunuyu içerir.
Mariátegui’nin yazıları nesnel değil alabildiğine taraflıdır: “Bir kez daha
tekrarlamam gerekir ki ben tarafsız, nesnel bir eleştirmen değilim. Ulaştığım hükümler
ülkülerim, duygularım ve tutkularımdan beslenmektedir. Aleni ve kararlı bir
hırs ve tutku ile yazıyorum: amacım Peru sosyalizminin oluşturulmasına katkı
sunmak.”[22] Maalesef sağlığının kötüleşmesine bağlı olarak Mariátegui otuz
altı yaşında iken, 16 Nisan 1930 tarihinde vefat eder.
Mariátegui, Marksizm Savunusu’nda Marksizme
yönelik dogmatik olmayan, determinizm karşıtı bir yaklaşım sergiler ve
(Sorel’den ilhamla) mitlerin, ahlakın ve sembollerin önemini tartışır. Ama
Sorel’den farklı biçimde Mariátegui esas olarak Marksist teorinin önemine vurgu
yapar ve “Proletarya bugün her zamankinden daha fazla olmak üzere, dünyada
olanbiteni bilmeye ihtiyaç duymaktadır” der.[23] Ona göre proletaryaya
rehberlik edecek yegâne teori de Marksizmdir: “Sosyalizm Marx ile başlayarak
yeni bir sınıf anlayışı, kapitalizme dair çalışmadan tiksinerek bu türden bir
çalışmayı reddedenlerin romantizmi ile hiçbir müşterek yanı olmayan bir teori
ve hareket olarak ortaya çıkmıştır.”[24] Mariátegui’ye göre, bir Marksist görüş
sadece hedef konusunda bir netlik, vuzuh temin etmekle kalmaz, ayrıca o hedefe
ulaşmak için gerekli devrimci politik eylem olarak işgörür.
Ancak Marksizm, gene de sosyal demokratlara has
revizyonizmde mündemiç olan aşamacı evrimcilik de değildir. Aksine onun işçi
sınıfını eyleme teşvik etmek için ona devrimci bilinci aşılaması gerekir.
“Devrimci olması gereken, bu nedenle bu adı alan Marksizm hiçbir zaman pasif ve
kaba bir determinizme itaat etmemiştir.”[25] Mariátegui’nin ifadesiyle,
kapitalizm kendi başına yıkılmaz, bunun için sömürülenlerin bilinçli gayreti
gerekir. Kapitalizmden kurtulmanın bundan başka bir yolu yoktur. Marx’ın
eleştirisi kapitalizm var oldukça geçerliliğini koruyacaktır. O dünyanın
dönüştürülmesine dönük kesintisiz mücadelenin içindedir. Bu mücadele
proletaryanın kitlesel eylemleri ya da Marksist teorinin sürekli yenilediği
sosyalizmin inşası dâhilinde süren bir mücadeledir. Teori ile pratiğin
yenileyici etkileşimi olmaksızın Marksizm sönümlenmeye ve ölmeye mahkûmdur.
“Sosyalizm ya da başka bir ifadeyle, kapitalist toplumsal düzeni kolektivist
bir düzene dönüştürme mücadelesi bu eleştiriyi diri tutar, sürdürür, teyit eder
ve düzeltir. Onu basit bir bilimsel teori olarak kategorize etmeye dönük her
türden gayret nafiledir, zira Marksizm kitle hareketinin yöntemi ve temel
öğretileri olarak tarih içerisinde işlemeye devam eder.”[26]
Ortada saf ve devrimci olduğu düşünülen, bu “kutsal
metinler”in tefsirinin geleceğe uzanan yolun tek gerçek haritasını sunacağına
inanan “Marksist” teoriler mevcuttur. Bu insanlar fitili tutuşan devrimin
olayların nasıl seyredeceğine dair ortodoks anlayışlarından ayrıştığını ya da
halkın barikatlara doluştuğunu gördüğünde devrimin şeytanın iğvasına
kapıldığını düşünürler. Bu türden isimler beklenmeyen devrimin içinden şeytanı
çıkartmak için kendi seçtikleri Marksist alıntılardan oluşan “kutsal su”yu serpip
dururlar. Onların tutkuyla bekledikleri “gerçek devrim”e birilerinin halel
getirmesine izin verilmemelidir. Doğru sure ve doğru ayet dile dökülür dökülmez
papazın önerdiği kefaret de ödenmiş olur. Devrim kapı dışarı edilebilecek bir
şeydir, bu sayede saflık yanlısı bu isimler beklemeye kaldıkları yerden devam
ederler. Oysa mücadelenin ateşinden beslenmeyen bir Marksizm ne türden devrimci
arzuları olursa olsun esasında çürümekte olan bir cesettir. Mariátegui’nin
tespit ettiği üzere, devrimcilerin görevi Marksizmi Peru’nun (ve daha geniş
manada dünyanın) somut gerçekliğine dönük bir inceleme gerçekleştirmek
amacıyla, mevcut duruma tatbik etmektir. Gerekli stratejiler ve eylemler ancak
böylesi bir analiz üzerinden geliştirilebilir.
Sorel’in izinden giden Mariátegui burjuva toplumu
çöküşle aşılacağından proletaryanın bir devrim yapmasının zorunlu olduğunu
söyler. Bu çöküşün izlerini sanatta, edebiyatta ve aydınlarda bulmak mümkündür.
Burjuvazi vizyona ve belirli bir hedefe sahip genç, yiğit ve yükselişte olan
bir sınıftı ama her şey değişti. Modern burjuvazi kralları devirip
cumhuriyetler kurmuş olan Jakoben atalarına kıyasla soluk bir gölge gibidir.
Üretici güçleri, bilimi ve aklı ile burjuva toplumu bugün tüm dünyayı kaplamış
ve feodalizmle dinî inanca ait tüm bağları kopartmıştır. Birinci Dünya
Savaşı’nın yol açtığı felâket ve Rus Devrimi’nin ardından Mariátegui şu sonuca
ulaşır: “Burjuva medeniyeti mit, iman ve umuttan mahrumdur, asıl muzdarip
olduğu husus da budur.”[27] O sunakları harap etmiş ama yerine bir şey
koymamıştır. Mariátegui’nin kanaatine göre bilim ve akıl dinin eski mitlerinin
yerine ikame edilme noktasında yetersizdir: “İnsanda varolan sonsuzluk
ihtiyacını ne Bilim ne de Akıl karşılayabilir. Akla çeşitli itirazlar gerçekleştirilmiştir,
bu da onun insanlık nezdinde yetersiz olduğunu ortaya koymaktadır.”[28]
Akıl ve bilim ancak belirli bir yere kadar idare
edebilir. Bunlar mitlerin doldurduğu yoldan, insan ruhundaki boşluğu kapatamaz.
“İnsanlığın en derinindeki nefsin tatmini denilen o kıymetli fazilete sadece
mit sahiptir.”[29] Burjuva medeniyeti mukaddes olan her şeyi lime lime etmiş,
insanları bitmek tükenmek bilmeyen bir kâr hırsı ile hiçbir kimliği ve niteliği
olmayan piyasanın yönettiği atomize edilmiş bireylere dönüştürmüştür. Burjuva
kültürünün her yerine büyük ölçüde şovenizm, bayağılık, ırkçılık, cinsellik ve
bencillik nüfuz etmiştir. İngiliz Marksist Christopher Caudwell’in de
tespitiyle burjuva kültürü ölmekte olan bir kültürdür. İnsanların montaj
bandında konuşan birer alete, sömürgelerdeki kölelere hangi vampirlerin
yöneteceğini tayin etmek amacıyla yürütülen siper savaşlarında toplu biçimde
kıyıma tutulan birer askere indirgenmesi bu kültürün doğal bir sonucudur. Bu,
herhangi bir ülkünün değil, ölmeyi hak eden, yozlaşmış ve hastalıklı bir
toplumdur.
O hâlde mitlerden mahrum olan burjuva dünyanın yerine
ne konulmalıdır? Mariátegui’ye göre insan “metafizik bir hayvandır. O metafizik
bir hayat anlayışı olmaksızın üretken bir tarzda yaşayamaz. İnsanı tarih
içerisinde hareket ettiren mittir. Mit olmadan insanlık tarihinin bir anlamı
kalmaz.”[30] Burjuvazinin kırılan putları yerine ancak yeni bir mit
konulabilir. Bu yeni mit komünist devrimdir. Proletarya bu mit için “tutku ve
aktif bir imanla” dövüşür.[31] Mariátegui’ye göre kapitalizm insanlığa “proletaryanın
tasvip edebileceği” hiçbir şey sunamaz.[32]
Proletaryanın kahramanca eylemler içerisine
girebilmesi için onun bilincinin dönüştürülmesi gerekir. Proletarya pastadan
alacağı büyük bir dilimle tatmin olamaz, dünyanın mevcut gidişatını asla kabul
edemez. Devrimci bir sınıf bu gidişatı reddeder ve onu değiştirmek için
mücadeleye girer. Bu amaç doğrultusunda işçilere lazım gelen, “alabildiğine
antisosyal olan, anarşizme özgü bireyci ve bencil ruh hâlini aşmaktır. Bu ruh
hâli eski burjuva liberalizminin soysuzlaştırılmış, azdırılmış bir hâlinden
başka bir şey değildir. Proletaryanın aşması gereken ikinci şeyse korporatizm,
işkolu ve meslek kategorisine has ruh hâlidir.”[33] Sınıf bilincinin gerçek
manada gelişip olgunlaşması için işçilerin dar ve gündelik ufuklarının,
işkollarının sınırlarının ötesine bakmaları, dünya genelinde dost işçilerle
paylaştıkları müşterek konumu görmeleri gerekir. Daha da önemlisi komünist
bilinç Lenin’in halk kürsüsü olarak adlandırdığı ülküyü kuşatmalı, “nerede
ortaya çıktığına, halkın hangi katmanını veya sınıfını etkilediğine bakmadan,
zulmün ve zorbalığın her somut dışavurumuna tepki koyabilmelidir.”[34] Bu da
kendi yurttaşlarınca birer “hain” olarak görülseler bile, sömürgelerdeki ulusal
kurtuluş hareketleriyle ve Fransa, Britanya veya ABD’deki devrimcilerle
dayanışma içerisinde olmayı gerekli kılar. Esasen bu türden bir ihanet devrime
ve insanlığa sadakatin bir tecellisidir. Halk kürsüsü nezdinde kadın hakları
mücadelesi, ırkçılık karşıtlığı veya homofobiye karşı mücadele dikkati dağıtan
birer olgu” veya “bölücü birer müdahale” değil, müşterek kurtuluş mücadelesinin
birer parçasıdır.
Gene de belirtmek gerek: sınıf bilinci bunun ötesine
geçer ve sadece ezilen-sömürülenle dayanışma içinde olmayı ifade etmez. Bu
bilincin güç ve yönelim kazanması için disipline ve örgüte ihtiyacı vardır.
“Sizlere öncü proletaryaya gerçekçi bir tarih anlayışı yanında yaratım ve
uygulama için gerekli kahramanca iradeyi vermenin gerektiğini söylemek
istiyorum. Durumunu düzeltmeye dönük arzu ve esenlik konusunda belirli bir
iştah duymak kâfi değildir.”[35] Proletaryanın ateşi yeni toplum vizyonu ile
yakıldığında işçiler bu toplumun “ekonomi yasaları”nın değiştirilmesi mümkün
olmayan gelişimi sonucu gökten zembille inmeyeceğini, örgütlenme ve aktif
mücadele yoluyla gerçekleştirileceğini bileceklerdir. Bu mücadele öncünün
sömürü ve zulümden azade, yeni bir eşitlikçi toplum “mit”inden ilham almasını
gerekli kılar. Devrimcilerin hapishanelerden dimdik çıkmalarını, barikatlarda
savaşılmasını, her şeyi imkânsızmış gibi gösteren gerçekliğe karşı birlikte
şarkılar söyleyip yürümeyi mümkün kılan Marksist teori veya bilime ait metinler
değil, işte bu ülküdür. Bu mitin peşinden gitmekle “yoldaş” kelimesi bir kelime
olmanın ötesine geçer, somutlaşır, böylece Enternasyonal Marşı’nın sözleri
ulaşılacak birer ülkü hâlini alır. “Devrimciler kudretini bilimden değil,
imanlarından, tutkularından ve iradelerinden alırlar. Bu dinî, mistik, ruhanî
bir güçtür. Bu, mitin gücüdür.”[36]
Nihayetinde bugün proletarya bir mit değil, yeni ve
üstün bir medeniyet yaratmak için mücadele ediyor. Mariátegui’nin ifadesiyle,
“Biz Amerika’da sosyalizmin taklit ve kopya edilerek uygulanmasını kesinlikle
istemiyoruz. O kahramanca bir yaratım olmalıdır.”[37] Burada kahramancılık
proletaryanın tarihsel misyonunun farkında olmasını, yönetici sınıfın kölelik
zincirlerini kırmasını, insanlığın kaderini eline almasını ve sosyalizmi
kurmasını ifade eder. “Yükselişine ait tüm ulvi ve kahramanca unsurları kendi içinde
barındıran sınıf mücadelesinde proletarya kendisini ‘üreticiler’ ahlakı ile
donatmalı, ‘kölelik ahlakı’ndan ve onun uygulanması için işgüzar bir biçimde
çalışma yürüten, bu ahlakın materyalizminden korkan, bedavaya ahlak çalışıp
duran profesörlerinden uzaklaşıp ayrışmalıdır. Yeni bir medeniyet, kölelik ve
sefaletten başka bir meziyeti veya marifeti bulunmayan zavallı kölelerin acıklı
ve aşağılanmış dünyasından doğmayacaktır.”[38]
Oysa reformistler bu türden bir vizyonu ütopik
bulmaktadırlar, zira kapitalist devletin devrimci manada yıkılması kaçınılmaz
olarak üretimin aksamasına, kitlesel başkaldırılara yol açacak, böylesi bir
sosyalizm burjuva topluma kıyasla daha düşük bir üretim düzeyinden işe
başlayacaktır. Muhtemelen Mariátegui de bizimle aynı fikirdedir, zira o “tüm
dünyadaki devrimciler şiddetin mağdurları ya da şiddeti kullanma arasında
tercih yapmak zorundadırlar.” demektedir.[39] Bir devrimin her şeyi aksatması
gayet doğaldır. Başka ne beklenebilir ki? Ancak öte yandan bir de her bir
devrimde rastlanabilecek kahramanlara özgü destanlara tanık olunmaktadır.
Rusya’da on dört ordudan kovulup Kızıl Ordu’da birleşen yoksul askerler, beş
yıllık plan esnasında yeni fabrikaların inşasına dönük o inkâr edilemez coşku,
sanatın halka taşınması, ayrımcılıktan veya teslimiyetten azade yeni
ritüellerin, kültürün ve değerlerin üretilmesi bu tip destansı gelişmelere
örnektir. Tüm bu eylemler artık enkaz altında olabilir ama yeni bir sosyalist
dünya bu enkazın yerinde yükselecek ve kurtuluşa ermiş insanlığın çıkarlarına
hizmet edecektir. Muhtemelen Mariátegui devrimci iyimserliğini ifade eden
İspanyol anarşist Buenaventura Durruti’nin şu ifadesine onay verecektir: “Biz
işçiyiz. Onların yerine başka binalar inşa edebiliriz. Üstelik daha iyilerini.
Enkazın varlığından asla korkmuyoruz. Tüm dünya bizim mirasımız. Burjuvazi
tarih sahnesinden çekilmezden önce dünyayı tahrip ve mahvedebilir. Biz burada,
kalplerimizde taşıyoruz yeni dünyayı. Bu dünya şu dakika büyüyor içimizde.”[40]
Mitler konusunda Sorel’e itiraz eden Mariátegui’ye
göre onlar Marksist teori ve analizin yerini alamazlar ama Marksizm için
gerekli bir tamamlayıcıdırlar. Devrimci proletarya dünyayı değiştirmek için onu
bilmelidir ama bu yeterli değildir. İşçi sınıfının gerçek bir sınıf bilincine
kavuşması ve yeni bir düzen kurması için onun devrimci mitlerden ilham alması
gerekir. Mitler proletaryanın daha gelişkin bir hayat anlayışına kavuşmasını
sağlar ve ona kendisini bekleyen tehlikeler ve çilelerle yüzleşmesi için gerekli
imanı verir. Ama gene de Mariátegui devrimci mitlerin gücünün uzaktaki bir
ülküye dönük imanla sınırlı olmadığını, onun kitlelerin komünizm “mit”ini
gerçekliğe dönüştürmelerine imkân sağlayacağını söyler.
IV. Harekete Ait Mitler[41]
Marksizmin, sosyalizmin ve komünizmin bilimsellik ve
sekülerlik iddialarına karşın bizim hareketimiz mitlerin, sembollerin ve
ritüellerin gücünden bağışık değildir. Mitler ve “yanlış bilinç” kabul edilmesi
gereken maddî bir varoluş zeminine sahiptir. Esasında kitle politikası imgeler
ve mitler olmaksızın kavranamaz. Sosyalist politika sadece gazete satarak ya da
(her ne kadar teori kesinlikte gerekli ise de) altyapı ile üstyapı veya
emek-değer teorisini izah ederek halkın kafasındaki “yanlış bilinç”le rasyonel
biçimde mücadele etmek suretiyle yapılamaz. Sosyalizmin ve komünizmin
politikası birçok düzeyde işler. Bir yandan yanlış fikirlere karşı rasyonel bir
mücadele yürütür bir yandan da sembolleri ve mitleri içeren bir mücadele verir.
Rahiplerin kandırılmış, kolayca maniple edilen
insanlar olduğuna inanan en rasyonalist ve en seküler komünist hareketlerde
bile mit ve semboller önemli bir rol oynamışlardır. İsyancı Louis-Auguste
Blanqui’nin başını çektiği, on dokuzuncu yüzyılda Fransa’da ortaya çıkan
Blankici komünistler buna örnektir. Blanqui’ye göre “komünizme ancak
aydınlanmanın mutlak zaferiyle ulaşılabilir.” Blankicilerin istifade ettikleri
yöntemlerden biri, yönetici sınıfa “manevi destek” sunan Katolik Kilisesi’ne
saldırmak amacıyla çıkarttıkları din karşıtı gazetelerdir. Bu sayede insanları
uyandıracaklarına inanmışlardır. Blankiciler nihayetinde devrimin zafere
ulaşması için gerekli olanın örgütlü bir komplo olduğuna inanmış, bu komploya
aydınlanmış elit bir kesimin öncülük edeceğini düşünmüşlerdir. Dolayısıyla
hareket isyan konusunda işçi kitlelerine güvenmemiş, yönetici sınıfın ve
rahiplerin etkisi altında olmaları sebebiyle bu kitlelerin isyanının imkânsız
olduğuna kanaat getirmiştir. Blankici darbe eski düzeni yıkma noktasında başarılı
olduğu takdirde Blankiciler halkı seküler ve cumhuriyetçi değerlere göre eğitme
görevini ifa edecek “aydınlanmış bir diktatörlük” kuracaklardır.
Oysa seküler Blankiciler bile ritüellerin, sembollerin
ve mitlerin hükmü altındadırlar. Bir üye gizli derneğe katıldığında oldukça
detaylı bir kabul törenine tabi tutulmakta, bu törende gözleri bağlı olan kişi
cumhuriyet için dövüşmeye, aristokratlarla krallardan sonsuza dek nefret
edeceğine yemin etmektedir. Bu yemini bozmanın cezası ise ölümdür.
Blankicilerin kabul töreni ritüellerini icat eden kendileri değildir, Masonlar
ve Karbonariler gibi başka seküler hareketlerden taklit edilmiştir. Devrimci komplo
faaliyetine kabul töreni Katolik Kilisesi’nin onay verdiği türden bir kutsal
ayine benzemektedir.
Blankiciler cumhuriyet kurmak için yemin ederlerken,
bu terimin anlamı bile onlar için muğlâktır. Komplo örgütünün birçok üyesi
gençtir ve hiçbir vakit bir cumhuriyette yaşamamışlardır. “Cumhuriyet”, tarih
okumaları veya Robespierre’in konuşmaları üzerinden ağızdan ağza aktarılan bir
mit ve bir ülküdür. Ama gene de devrimin nihai zaferi için hayatlarını riske
ederken işte bu cumhuriyet mitinden ilham alırlar. Dahası Blanqui’nin ismi bile
sadece örgütün üyeleri değil, Fransız işçiler için de bir sembol ve mittir.
Blanqui’nin teorik zayıflığı veya devrime dönük yaklaşımının yaşadığı iflasa
karşın şu söylenmelidir: o teslim olmaksızın işkenceye direnmiş, ömrünün
yarısını hapishanede geçirmiş bir kişidir. Milyonlar için o, zulme direnmenin
ve komünist ülküye bağlılığın temsilidir. Alain Badiou’nün ifadesiyle,
“özgürlükçü politika temelde isimsiz kitlelerin politikasıdır. O, faniliğin
sınırlarını zorlamanın bir kanıtı olarak kişinin ayrıksı ve şanlı
bireyselliğinin aracı oluşunu keşfeden Blanqui (veya Che ve Lenin) gibi uygun
isimler aracılığıyla gerçekleşir. Aslında temsil edilemez olan milyonlarca
militan, isyancı ve savaşçının anonim eylemi tek basit, güçlü bir uygun isimde
meczolur ve o isimle anılır.”[42] Rasyonalist ve ateist Blanqui’nin hem mitin
hem de sembolün gücünü yüklenmesinin sebebi budur.
Tıpkı dinler gibi işçi hareketleri, anarşist
hareketler, sosyalist ve komünist hareketler de kendi sanatını, sembollerini,
eğitimini geliştirirler ve bir cemaat anlayışı sunarlar. Başkaları ne türden
eleştiriler yöneltirlerse yöneltsinler Fransız Komünist Partisi (FKP) ve Alman
Sosyal Demokrat Partisi (SPD) sırf meclise gönderilmiş temsilcilerden ibaret
değildir. Her iki parti de üyelerine ve işçi sınıfına alternatif yaşam tarzları
sunmuşlardır. SPD üye ve sempatizanları için kütüphaneler, spor ligleri, korolar
ve satranç kulüpleri kurmuştur. Bir işçi FKP veya SPD’nin üyesi olmasa bile
cemaat anlayışına içerilmiş, partilerin destekledikleri alt kültür dâhilinde
işçi sınıfı mücadelesinin ve sosyalizmin ortak değerlerine destek sunmuştur. Bu
da militanlara ve partiyi dışarıdan destekleyenlere hâkim burjuva ideolojisi ve
kültürünün saldırılarına tahammül etme noktasında gerekli olan ortak “inancı”
geliştirme imkânı sunmuştur. Parti militanları ve sempatizanlar burjuva
ideologlarının argümanlarını çürütme imkânına sahip değillerdir. Ama sosyalizme
ikna edildiklerinde ve proleter mücadele ve partinin oluşturduğu kültür
içerisinde buldukları ortak mitler, ritüeller ve sembollerin beslediği inancı
edindiklerinde bükülmesi imkânsız bir bilince sahip olurlar. Bu sayede
sosyalist hareketler bir tarikat değil, politik, ekonomik, ideolojik, kültürel
ve toplumsal hayatın tüm yönlerini kucaklayan, ortak bir inanca sahip bir
militanlar cemaati hâline gelirler.
Hareketler ayrıca kendi estetiklerini ve giyim
tarzlarını geliştirirler. Örneğin İç Savaş esnasında Bolşevik Parti militanları
devrimci coşkunluğu sembolize etmek anlamında deri ceket ve asker botları
giyerler. Bolşevikler ayrıca sanatta avangard yaklaşımı benimserler. “Kızıl
Kamayla Beyazları Yenin” isimli çalışmadaki sembolik imge bunun bir örneğidir.
Devrimci davaya ait değerleri komünistlere, sanatçılara ve işçilere taşıma
noktasında orak-çekiç amblemi de güçlü bir temsil olarak iş görmüştür. Ayrıca
devrimci hareketler hareketin değerlerini semboller, hikâyeler ve imgeler
yoluyla aktarma imkânları sunmuşlardır. Bu amaçla karikatür, afiş, proleter
edebiyat, sloganlar, şarkılar, tiyatro oyunları ve şiirden istifade edilmiştir.
Her bir hareketin estetiği zamana göre değişmekte ve kendine özel bir nitelik
arz etmektedir. Örneğin her iki hareket radikal bir estetik üretmişse de Kara
Panterler’in beresi ve silâhları ile 1840’larda Alman radikallerinin uzun
sakalları birbirinden farklıdır.
Kabul etmek gerek ki tıpkı dinler gibi mitler,
ritüeller ve sembollerin de sosyalist ve komünist hareketleri kötü etkileyen
bir yanı vardır. Herhangi bir bahaneye sığınmaksızın, FKP’nin esasen Katolik
Kilisesi’nin seküler muadili olduğunu söylemek gerekir. İkisi arasında dogma,
kitabî yaklaşımlar, azizler, şehidler, sapkınlıklar ve şeytanî isimler
konusunda belirli bir paralellik mevcuttur. Partiden uzaklaştırılan Troçkist ve
Maoist muhalifler partiden dışlanmış, görmezden gelinmiş hatta fizikî saldırılara
maruz kalmışlardır. Militanların Sovyetler Birliği’nin sosyalist referanslarını
veya dış siyasetteki ani dönüşlerini sorgulamalarına izin verilmez, zira bu,
işçilerin moralini bozacak ya da onların devrimci davaya olan inançlarını
kıracaktır. FKP içerisindeki Louis Althusser gibi aydınlar partiye dönük
eleştirilerini ya örtük veya gizli bir dille ifade etmişler ya da tümüyle
susmuşlardır. Aksi takdirde bu isimlerin partiden ihraç edilmesi ve (partiyle
ifa edilecek) büyük tarihsel misyona katılma şansını yitirmesi kaçınılmazdır.
Ayrıca dava için çalışmayan komünist militanların kaderi ölümden bile beterdir.
Örneğin Sovyetler Birliği’nde ister meşru eleştiri
isterse farklı çizgileri savunmak suretiyle olsun, davaya dönük “inanç
eksikliği” gösterdiği düşünülenler sadece “sadık bir muhalif” değil, ayrıca bir
hain olarak görülmüşlerdir. Lider üzerine şüphe düşürmek veya onu sorgulamaksa
yabancı sınıf güçleri veya faşizmle işbirliği yapmak demektir. Esasında
otuzların büyük tasfiye mahkemeleri (teyit eden ya da kanıtlayan her türlü
unsurdan mahrum olsa da) legalite ve hukuk sisteminin tuzaklarına rağmen,
sapkınlığın ihanet ve inançsızlıkla eşanlamlı görüldüğü bir mahkemeden çok
Katolik engizisyonu gibi işlemişlerdir. Nihayetinde suçlananların suçlarının
tek kanıtı onların itiraflarından ibarettir. Sovyet mahkemelerindeki
yöntemlerin Engizisyon’daki yöntemlere yönelik benzerliğini suçlanan isimlerden
biri olan Nikolai Buharin şu şekilde ifade etmektedir: “Esas olan suçlanan
kişinin itirafı. Bu ise Ortaçağ’daki hukuk sisteminin bir ilkesi.”[43]
V. Sonuç
Radikal hareketlerde mitlerin benimsenmesi dogmalara
ve bu tür Engizisyon’a has sorgulamalara yol açsa da onları içermeyen bir
politikayı tahayyül etmek imkânsızdır. Mitlerin varoluşunda “yalnış bilinç”
meselesini ele alan rasyonalist teorilerin kabul etmedikleri maddî bir
gerçeklik mevcuttur. Radikalizmin mitleri, sembolleri ve ritüelleri geçmişi
anımsama, geleceği tahayyül etme tarzımızın bir parçasını teşkil ederler ve
komünist ülkü için nasıl yaşayıp nasıl öleceğimizi bilmemizi sağlayacak,
dayanışmaya ait müşterek bir bağ kurarlar.
Doug Enaa Greene
6 Ağustos 2015
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Joseph Campbell, The Power of Myth (New York: Anchor Books, 1991),
s. 38.
[2] A.g.e., s. 39.
[3] Louis Althusser, On the Reproduction of
Capitalism (New York: Verso Books, 2014), s. 156.
[4] A.g.e., s. 259.
[5] A.g.e., s. 251.
[6] A.g.e., s. 220.
[7] Campbell 1991, s. 14.
[8] A.g.e.
[9] A.g.e., s. 39.
[10] Jose Carlos Mariátegui, Seven Interpretive
Essays on Peruvian Reality (Austin: University of Texas Press, 1971), s.
xxxiv.
[11] Mariátegui, “The World Crisis and the Peruvian
Proletariat,” Mariátegui: An Anthology içinde, 2011, s. 296.
[12] Mariátegui, “The Heroic and Creative Sense of
Socialism,” Mariátegui: An Anthology içinde, 2011, s. 212.
[13] Mariátegui, “Marxist Determinism,” Mariátegui:
An Anthology içinde, 2011, s. 208.
[14] Mariátegui, “Modern Philosophy and Marxism,” Mariátegui:
An Anthology içinde, 2011, s. 194.
[15] Mariátegui, “Man and Myth,” Mariátegui: An
Anthology içinde, 2011, s. 383.
[16] A.g.e.
[17] A.g.e.
[18] A.g.e., s. 384.
[19] A.g.e., s. 387.
[20] A.g.e.
[21] Mariátegui, “Message to the Workers’ Congress,” Mariátegui:
An Anthology içinde, 2011, s. 181.
[22] V. I. Lenin, “What is to be Done?”, Marxists
Internet Archive.
[23] Mariátegui, “Message to the Workers’ Congress,” Mariátegui:
An Anthology içinde, 2011, s. 185.
[24] Mariátegui, “Man and Myth,” Mariátegui: An
Anthology içinde, 2011, s. 387.
[25] Mariátegui, “Anniversary and a Balance Sense,” Mariátegui:
An Anthology içinde, 2011, s. 130.
[26] Mariátegui, “Heroic and Creative Sense of
Socialism,” Mariátegui: An Anthology içinde, 2011, s. 212-3.
[27] Jose Carlos Mariategui, “Ethics and Socialism,” Marxists
Internet Archive.
[28] Abel Paz, Durruti in the Spanish Revolution (Oakland:
AK Press, 2007), s. 478.
[29] Jose Carlos Mariátegui, “Henri de Man and the
Crisis of Marxism” Jose Carlos Mariátegui: An Anthology içinde, Yayına Hz.:
Harry E. Vanden ve Marc Becker (New York: Monthly Review Press, 2011), s. 189.
[30] Mariategui, “Man and Myth,” Mariategui: An
Anthology içinde, 2011, s. 387.
[31] Zeev Sternhell, The Birth of Fascist Ideology
(Princeton: Princeton University Press, 1994), s. 40.
[32] Bkz.: Yayına Hz.: John L. Stanley, From
Georges Sorel: Essays in Socialism and Philosophy (New Brunswick:
Transaction Publishers, 2002) s. 30-1 ve 154-5; ve Sternhell 1994, s. 21,
39-40.
[33] “The Ethics of Socialism” From Georges Sorel
içinde, 2002, s. 106; Sternhell 1994, s. 43-46.
[34] Aktaran: Sternhell 1994, s. 42.
[35] Bkz.: From Georges Sorel 2002, s. 10.
[36] Georges Sorel, Reflections on Violence (New
York: Cambridge University Press, 2004), s. 34.
[37] Bkz.: “How anarchists, syndicalists, socialists
and IWW militants were drawn to Bolshevism: four case studies” isimli makalem: LINKS
International Journal of Socialist Renewal.
[38] Sorel 2004, s. 112 ve 243.
[39] A.g.e., s. 250 ve 238.
[40] A.g.e., s. 249 ve 161.
[41] A.g.e., s. 75 ve 72.
[42] A.g.e., s. 110.
[43] A.g.e., s. 30.
[44] A.g.e., s. 29.
[45] A.g.e., s. 28.
[46] A.g.e.
[47] A.g.e., s. 29.
[48] A.g.e., s. 30.
[49] Bkz.: How anarchists, syndicalists, socialists
and IWW militants were drawn to Bolshevism: four case studies” (dipnot 9).
[50] Ayrıca Mike Ely’nin şu iki makalesinden istifade
ettim: “Sing our own song: “Igniting a communist aesthetic renaissance,” Kasama
Project ve “Communist foreshocks: Words, ritual and symbols,” Kasama
Project.
[51] Alain Badiou, The Communist Hypothesis (New
York: Verso, 2010), s. 249-50.
[52] Yayına Hz.: Robert C. Tucker ve Stephen Cohen, The
Great Purge Trial (New York: Grosset and Dunlap Publishers,1965), 667.
Ayrıca bkz.: Isaac Deutscher ve David King, The Great Purges (New York:
Basil Blackwell Publisher, 1984).
0 Yorum:
Yorum Gönder