Geçen Mart ayında Suudi Arabistan’da sessizce yapılan toplantı
ve İsrail ordusundan son günlerde sızan bilgiler, Ortadoğu’da savaşın yeni bir
aşamaya geçip daha da genişlemesi konusunda gerekli zemini teşkil ediyor.
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Suudi
Arabistan’da yeni kral olmuş Kral Salman ve toplantıyı organize eden Katar
Emiri, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da bir araya geldi. Toplantı,
Suriye’deki Beşar Esad hükümetinin devrilmesi için işbirliği yapılması ve
Riyad’ın karşı çıktığı, Ankara’nın Müslüman Kardeşler’e yönelik desteğine karşı
Suudilerin salladığı savaş baltasının saklanması için gerekli fırsatı sundu.
Esad’a Nişan Almak
Anlaşma uyarınca Şam rejiminin yenilgisi öne plana
alınıp, IŞİD ve El-Kaide’nin yol açtığı tehdidin savuşturulması meselesi geriye
itildi, ayrıca İran’ın bölgedeki nüfuzunun bozguna uğratılması bir hedef olarak
belirlendi. Ancak Türkler ve Suudiler mesele İran olunca aynı yerde
durmuyorlar: Türkiye Tahran’a yönelik yaptırımların sona ermesi hâlinde doğacak
iş fırsatlarına bakarken, Riyad İran’ı önemli bir bölgesel hasım olarak
görüyor.
Türk-Suudi ekseni, Türk silâhlarının, bomba yapımında
kullanılan malzemelerin, istihbaratın ve bunlara eşlik eden tonla Suudi
parasının El-Kaide ile bağlantılı Nusret Cephesi ve Ahrar’uş Şam gibi gruplara
açıktan akacağı anlamına geliyor. Bugün Nusret Cephesi de ve Ahrar’uş Şam da
“Fetih Ordusu” içerisinde birleşmiş durumda.
Yeni ittifak ABD’de bir dizi uzlaşmazlığa neden oldu.
Bir kesim Esad’ın devrilmesini istiyor ama bugün itibarıyla esasta IŞİD’e
saldırılmasını ve İran’la nükleer anlaşmasının imza edilmesini savunuyor. Ancak
bu kanaatin değişmesi muhtemel, zira Obama yönetimi içerisinde, ülkenin Suriye
meselesine ne ölçüde girmek istediğine ilişkin tartışmalar ayrışmalara neden
oluyor. Eğer Washington Fetih Ordusu’na uçaksavar silâhlar vermeyi
kararlaştırırsa, bu, ABD’nin Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar kadar savaşın içine
girdiği, Suriye’de rejim değişikliğinin ön plana geçip “teröre karşı savaş”ın
ikincil bir nitelik arz etmesi anlamına gelecektir.
Amerikalılar, İslamcılara yardım etme ve onlara suç
ortaklığı yapma konusunda pek endişeli değiller. ABD, Irak ve Suriye’de IŞİD’i
bombalıyor, Obama yönetimi de kendisini Şam rejimi karşısında İslamcıların
kampına nesnel olarak yerleştiren bir tutumla Esad’ın devrilmesi için
Suriyelileri eğitiyor. Washington aynı zamanda Yemen’deki Husilere karşı
yürüttükleri savaşta Suudilere de yardım ediyor. Gelgelelim Husiler, Arap
Yarımadası’nda IŞİD’in ve El-Kaide’nin en etkin düşmanı. ABD, öte yandan
El-Kaide’ye karşı insansız hava araçlarıyla saldırılar düzenliyor.
Görünüşe göre, Türk-Suudi ittifakı, Suriye iç
savaşında farklı bir kanala girdi. Parçalı muhalefete karşı geçen yılın başında
elde ettiği kimi başarıların ardından Suriye hükümeti, son birkaç ay içerisinde
çok kötü yenilgiler yaşadı ve bugün Humus, Hama ve Şam ile sahil bölgesindeki
desteğini savunmak için yeniden toparlanıyor. Suriye hükümeti, ülkenin
yarısından fazlasını isyancılara kaptırmış olsa da hâlâ nüfusun yüzde altmışını
kontrol ediyor.
Türkiye, uzun zamandır Esad karşıtı güçler için
gerekli silâh, ikmal malzemeleri ve savaşçı geçişleri noktasında en önemli bir
kanal oldu. Suudi Arabistan ve Ortadoğu’daki krallıkları temsil eden Körfez
Koordinasyonu Konseyi’ndeki birçok müttefiki isyancılara para akıttı. Ama Suudi
Arabistan, Suriye ve tüm bölge ülkelerinde önemli bir varlığa sahip bulunan
Müslüman Kardeşler’i kendi krallığı için her daim bir tehdit olarak gördü.
Erdoğan’ın başında olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi
de Suudilerle sürtüşme içerisinde olan İhvan’la ideolojik yakınlığa sahip.
Örneğin Türkiye Mısır’da seçilmiş İhvan hükümetine karşı yapılan askerî darbeyi
kınarken, Suudi Arabistan Mursi’nin devriliş sürecini öncelikle parasal açıdan
destekledi, Mısır’ın ekonomisini dertten kurtarmaya dönük gayretlerini hâlen
sürdürüyor.
Ama öte yandan Esad’dan kurtulma noktasında köprünün
altından çok sular aktı. Türkler ve Suudiler, Suriye’de yeni ele geçirilen
İdlib kentinde ortak bir komuta merkezi kurdular ve Esad muhaliflerini tek bir
merkezde toplamaya başladılar.
Hizbullah’la mı Savaşılacak?
Üç yıllık iç savaş Suriye Ordusu’nu lime lime etti.
2011’de 250.000 olan asker sayısı bugün 125.000 civarında. Ama diğer yandan
Şam, Lübnan’daki Hizbullah savaşçılarından destek görüyor. 2006’da İsrail’i
püskürtmek için savaşmış olan Lübnanlı Şii örgüt, bugün Esad rejiminin en ehil
güçlerinden biri.
İsrail’den o bilgi de tam bu noktada sızdı.
New York Times’ta 12
Mayıs tarihinde çıkan hikâyenin zamanlaması gerçekten tuhaf. İsimsiz “üst düzey
İsrailli subaylar”a dayanan bu hikâye bir anda ön plana çıkıyor. Kaynak gizli
olsa da mesajı çok açık:
“Hizbullah’a
çok sert vuracağız. Elimizden geldiğinizce sivil kayıpları sınırlı tutmak için
her türlü gayreti ortaya koyacağız. Ama roket saldırıları karşısında da elimizi
kolumuzu bağlayıp oturmayacağız.”
Makale, özünde, Hizbullah’ın sivilleri güney Lübnan’da
bir zırh olarak kullandığını söylüyor. İsrail’in sivil olup olmadığına bakmadan
söz konusu grubu bombalamaya niyetlendiğini iddia ediyor.
Doğrusu pek de sıcak bir gelişme değil bu. İsrail
ordusu bu türden iddiaları 2008-9’da Gazze’ye yönelik “Dökme Kurşun”
saldırısından beri dile getiriyor. Geçen yıl “Koruyucu Sınır” saldırısında da
savaş durumuna girmişti. Bugün Birleşmiş Milletler, sivillerin hedef alındığı
savaş suçlarının işlenip işlenmediğini soruşturuyor.
İsrail Hizbullah’la ilgili bu sözleri ilk defa da
söylemiyor. Beyrut’ta yaşayan yazar ve fotoğrafçı Mitch Prothero, “sivillerin
arasında saklanma mitinin tümüyle yanlış olduğunu” söylüyor. Esasında Hizbullah
savaşçıları sivillerin arasına karışmaktan hep imtina ediyorlar, zira onlar,
“işbirlikçiler tarafından er ya da geç ihanete uğrayabileceklerini” biliyorlar.
Filistinli birçok militanın başına bu türden olayların geldiği biliniyor.
İyi ama İsrail ordusu neden Lübnan’a savaş açmaktan
bahsediyor? Sınır sessiz. Birkaç olay oldu, onlar da çok önemli şeyler değildi.
Hizbullah savaş başlatma niyetinin olmadığını söyledi. Ama gene de Tel Aviv’i
uyardı ve savaşma becerisine sahip olduğunu beyan etti. Sorunun en muhtemel
cevabı ise şu: İsrailliler eylemlerini Türkiye ve Suudi Arabistan’la birlikte
koordine ediyorlar.
Tel Aviv, İran ve P5+1, yani ABD, Rusya, Çin,
Britanya, Fransa ve Almanya arasında bir nükleer anlaşmasının imza edilmesini
engellemek için Riyad ile fiilî bir ittifak kurdu. İsrail, aynı zamanda Suudi
Arabistan’ın Yemen’e yönelik saldırısını da destekliyor ve Suriye’de Esad
karşıtı güçlere destek verme konusunda Riyad ve Ankara ile gayri resmi bir
anlaşması var.
İsrail, güney Suriye sınırı boyunca yaralanan Nusret
Cephesi savaşçılarını alıp tedavi ediyor. Ayrıca Golan Tepeleri’ndeki Suriye
güçlerini bombalıyor. Yapılan bir saldırıda yedi Hizbullah üyesini ve Suriye
hükümetine danışmanlık yapan İranlı bir generali öldürmüştü.
Belirsizlik Alanı
Suudiler, Suriye, Irak ve Yemen’de İran’ın genişlemeci
siyasetinin hüküm sürdüğüne dair tezini ileri sürüp duruyor ve bu noktada uzun
bir geçmişi olan Sünni ve Şii Müslümanlar arasındaki çatışmaya atıfta
bulunuyor. Hizbullah esasında Şiilerin bir örgütlenmesi, Irak’ın ekseriyeti bu
mezhebin üyesi. Esad rejimi de Şiiliğin bir kolu olan Alevîlerle bağlantılı.
Husiler de bu mezhebin bir parçası.
Ancak Ortadoğu’daki savaşlar seküler iktidarla ilgili,
ilahi otoriteyle değil. Mezhep ayrımcılığı her ne kadar adam toplama konusunda
faydalı olsa da, bu böyle. “İran saldırganlığı” ile ilgili söylenenler de bu
konuyla ilgili. Sünnilerin hâkim oldukları Saddam rejimi, Suudilerin parası,
ABD’nin desteğiyle, 1981’de İran’ı işgal etmiş ve bu kanlı mezhep savaşı
başlamıştı.
Eğer İsrail ordusu güney Lübnan’a saldırırsa,
Hizbullah Suriye’deki bazı birliklerini çekmek zorunda kalacak ki bu da kısa
süre önce birleşmiş bulunan isyan güçlerinin ağır baskısı altında olan Suriye
ordusunu zayıflatacak bir gelişme. Özetle iki cephede savaşmak zorunda kalacak
olan Hizbullah’ın eli kolu bağlanacak, güney Lübnan ezilecek ve bu da sonuçta
Esad rejiminin devrilmesini beraberinde getirecek.
Karl von Clausewitz’in bir vakit söylediği gibi, savaş
esasında bir belirsizlik alanıdır. Gerçekte ilk ateşi açan belirleyici olur.
Geçmişte İsrail güney Lübnan’da birçok köyü ezip geçmiş, çok sayıda Şii’yi de
katletmişti. Ama bu sefer bir kara harekâtı ve işgal faaliyeti çok pahalıya
patlayabilir. Hizbullah’ı yenebileceklerine dair o fikir boş bir hayalden
ibaret. Şiiler, Lübnan’daki etnik yapının yüzde kırkını teşkil ediyorlar ve
güneye hâkimler. Aynı zamanda Hizbullah diğer toplulukların da desteğini alıyor,
bunun bir nedeni, örgütün İsrail işgaline karşı 1982-2000 döneminde başarılı
bir direniş sergilemiş olması, 2006 işgalinde de Tel Aviv’in kanını dökmesi.
Ancak İsrail Hizbullah’a saldırırsa bu, Lübnan’da iç
savaşı tetikler. El-Kaide’nin ve IŞİD’in Suriye ve Irak’taki gücünü pekiştirir.
Türkler, El-Kaide’nin kendileri için bir tehdit teşkil etmediğini
düşünebilirler, ama son yaşananlar onların da bir durup düşünmelerine sebep
olacak nitelikte.
Afganistan’da Mücahidler ve Libya’da Kaddafi karşıtı
güçler gibi bir şey yaratmak çok da zor değil. Onları hep birlikte kontrol
etmekse başka bir mesele.
Geri Tepen Hamle
Oklahoma Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları direktörü
Joshua Landis’e göre, “Ortadoğu’da her iktidar İslamcılardan kendi amaçları
doğrultusunda yararlanmaya çalıştı ama görünen o ki bu hamle geri tepiyor.”
Taliban’ı ve El-Kaide’yi yaratan Afgan Mücahidleriydi;
IŞİD’i ortaya çıkartansa ABD’nin Irak’ı işgal etmiş olmasıydı. Libya ise
radikal İslamî gruplar için güvenli bir bölge hâline geldi. Erdoğan, AKP’nin
İslamî kimliğinin Türkiye’yi Suriye’den sekecek kurşundan koruyacağını
zannedebilir, ama bu grupların birçoğu Erdoğan’ı seküler kurumlar dâhilinde
demokratik siyaset peşinde koştuğu için mürtet kabul ediyor.
Bugüne dek Suriye ve Irak’ta gönüllü savaşmak için
giden Türk genci sayısı beş bin civarında. Bu gençler savaş sahasında
edindikleri beceriler ve ideolojiyle Türkiye’ye dönecekler ve Erdoğan Esad’ı
devirme saplantısından ötürü muhtemelen pişman olacak.
Eğer Fetih Ordusu Esad hükümetini devirme konusunda
başarılı olursa, Ortadoğu bugünkünden daha kaotik bir hâl alacak, eğer İsrail
de Lübnan’a saldırırsa “kaos” kelimesi yaşanacakları anlatma noktasında
kesinlikle yetersiz kalacak.
Conn Hallinan
11 Haziran 2015
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder