25 Şubat 2015

,

Gök Gürültüsü

Suyun yüzeyindeki tüm köpük kenara itilir ve yok olur.
Yeryüzünde geriye kalan, insanların yararına olan olacaktır.

[Ra’d: 17]


“Kadın Allah’ın emanetidir” sözünü Tayyip kendi sözüymüş gibi söyledi. Hapisten çıktığı vakit Hz. Yusuf mertebesinde görülen bu zat, şimdi kimilerince Hz. Muhammed mertebesinde görülüyor ve Tayyip de bu algıyı kendince yönettiğini düşünüyor. Hz. Yusuf benzetmesi kadınlara dair, onlara yönelik bir mesaj içeriyor. İkincisi ise egemen sistemin ürettiği erkek ideolojisine denk düşüyor. Buradaki terbiyesizlik, Peygamber’in sözünü doğrudan mülk ediniyor. Mülkün dinini İslam zannetmek, dini mülk edinenlerin ortalığa saldığı bir vesvese.

Allah, kadını ümmete emanet ediyor olmalı. Ümmetin iktidardaki erkeklerce mülk edinilmesi, Allah’ın inkârı. İslam öncesi erkek kibrini törpüleyen İslam, müstekbir erkeklerin elinde mızrağa dönüşünce, kadının sofradaki yeri öküzden sonra geliyor. Buna karşılık, burjuvaziyle imal edilip büyütülen “kadın kibri”ni örgütlemekse, sola düşüyor.

Burjuva kapitalist ilişkilerin hüküm sürdüğü koşullarda söz konusu mülk edinme, Müslümanların belli bir bütünlüğe, tevhide ait olma bilincini de törpülüyor. Bugün Tayyip’e “hırsız” diyen Cehepeliler ve bilumum solcular, önce Rum ve Ermeni mallarının, sonra kentlere göç edildiğinde hazine arazilerinin üzerine konmuş bir millete de dolaylı olarak “hırsız” demiş oluyorlar, oysa bu millet, hırsızlığını doğallaştırdığı, onayladığı için Tayyip’e oy veriyor.

Cehepelilerin ve solcuların “hırsız”dan kastettiği ise şu: “Bu devlet bizimdi, sizin gibi aşağılık insanlar, bu devleti bizden çaldılar” “Hırsız” sloganlarının mealen yorumu bu. Doğalında millet, bu sloganda kendisine edilmiş bir küfür görüyor, ona tepki gösteriyor. AKP, milletin bu küfürden iman yoluyla arınması, tevbe etmesi imkânı karşısında iktidara getiriliyor. Esasında mülkiyet, AKP’yle kendisini koruyor. Buna Avrupa Sol Partisi ya da Avrupa sol enternasyonali ile cevap yetiştirmek mümkün değil. AKP tabanı, bu zillete karşı kendi iradesini ortaya koymaya mecbur.

Eskiden bir ormancı, ormandan odun kesmek için evinden çıktığında, “yaş ağaçları incitirim” hassasiyetiyle baltasını, nacağını bir bezle örtüyordu. Burada belirleyici olan, İslam’ın verdiği tevhid bilinciydi. Bugün üç-beş patronun çıkarı için ağaçların pervasızca katledildiği bir momentte AKP, bu bilincin susması, öfkelenmemesi için var.

Selahattin Demirtaş’ın geç de olsa, dile getirdiği gibi:

“AKP’nin ana referansının İslam olduğunu da düşünmüyorum. Onu motive eden temel mesele, ekonomik çıkarlar, bu çıkarlar etrafında birleşiyorlar. Neoliberal ekonomiyi savunan, kapitalizmin nimetlerinden faydalanan bir koalisyon bu.”

O koalisyonun liberal bir koalisyonla geriletilmesi çıkışsız ama. “Biz yenisini istemiyoruz, eskisi iyiydi” demenin bir anlamı yok bu koşullarda. Bir şeyi gizlemenin en iyi yolu, onu açıktan yapmak. Bu açıdan mesele, kendi liberalliğini aşikâr kılmak, herkesi bu liberal şemsiye altında toplamak olmamalı.

AKP, şer kadar hayra da vesile oluyor. Milletin bu denli politikleştiği momentte mazlumdan-sömürülenden yana siyasetin nefes kanalları bulması daha muhtemel. Ancak liberalizm, bu tehdidi gördüğü için “laiklik, ilericilik” vaveylasıyla çıkıyor sokağa. Hemen bu küfür düzenini kendince pekiştiriyor, örtü oluyor ona. Daha önce masada birlikte olduğu efendilerine işmar ediyor, sözler veriliyor, oluşacak boşlukta gene onların hizmetinde olunacağı söyleniyor. Efendilerden dilenilerek elde edilecek bir devrim, devrim vasfını, niteliğini asla taşımıyor.

AKP’nin sofrasında olmakla onunla aynı masada oturmak arasında niteliksel bir fark yok. Mazlumların-sömürülenlerin kendi iradelerini ortaya koyacakları kanallar burada tıkanıyor.

Ahmet Örs’ün dile getirdiği “kurucu hareket”, bu küfür düzeninin kenarından dolanıyor. Onu karşıya alamıyor. Aynı şekilde İhsan Eliaçık’ın “inşa” vurgusu da AKP şahsında oluşan “politik Müslüman”a sırtını yaslıyor. Taif’te taşlanmayı göze almadan “kuruculuk” mümkün değil. Aynı şekilde, mazlumları-sömürülenleri “kurtarılacak güruh” olarak görmek de aynı yanılsamanın ürünü. AKP gerçekliğine yaslanmak, ister istemez, bu tür yanılsamalar üretiyor. Zira AKP, devletle masaya oturacak, liberalleştirilmiş bir “Müslüman” kurgusunu temsil ediyor. Bu kurgunun İhsan Eliaçık eliyle CHP, başkaları eliyle AKP tabanına kaydırılması, hiçbir sonuç vermeyecektir.

Eliaçık’ın siyasî hamlelerine bakıldığında, onun CHP’ye esasen AKP tabanını parçalamamak, ona dokunmamak amacıyla yöneldiği görülüyor. Yıllar önce MÜSİAD başkanına, “biz, siz zengin olasınız diye mücadele etmedik” diyen öfkenin adı olarak Eliaçık, ülke ekonomisinin ancak yüzde onunu elinde bulunduran bu derneğe kafa tuttuktan sonra TÜSİAD çizgisine kayıyor. Antikapitalist Müslümanlar hareketinin sekteye uğradığı moment de Mehmet Ali Birand’ın onları kendi burjuva sofrasında ağırladığı, TV’ye çıkarttığı gündür. Dolayısıyla hareket, kendinden menkul, kendisine özel bir odaya doğalında hapsedilmiştir.

AKP, bugün mevcut iktidarının her an tehlikede olduğunu söyleyerek, tabanına yağmaya, kervana koş emri veriyor. İleride en azından maddî açıdan ayakta durabilecekleri bir zemin örülmek isteniyor. Kişilerin özel imanlarına çekilen İslam, toplumsal hayatı terk ediyor.

Dolayısıyla, bu terk edişe, İslam’ı, Kemalist bir kurgu olarak, kişiyle Allah arasındaki muhabbete kapatma girişimi eşlik ediyor. Her iki isim de AKP tabanındaki sınıflar mücadelesinden kaçmanın imkânlarına bakıyor; oradaki mücadeleyi gene kendinden menkul belirli sıfatlar altına toplamaya çalışıyor. Esasen Metin Yüksel yürüyüşünde taşınan “Müslümanlar Birleşin” sloganı da bu mücadeleye karşı bir önlem almakla ilgilidir. Oysa bu küfür düzeninde Müslümanların görevi, kendi özel dünyalarında bir olmak değil, putlar şahsında paramparça edilmiş ümmeti birlemektir. Bu, doğalında AKP’yi de karşıya atmayı gerektirecektir. Müslümanlar, CHP çıktısı tüm Demokrat Parti ve türevlerini batılın safına atmadıkça, haksöz kendisine dil bulamayacaktır. Kurtarıcılık veya kendini kurtarma, özgürleştirme girişimlerinin bir hayrı olmayacaktır.

Liberalizm devletle; sosyal demokrasi burjuvaziyle aynı masaya oturma iradesidir. Masayı parçalayacak müşterek iradeye bakmak zorunludur. Müslüman’ın liberalleştirilmesi, AKP şahsında Kemalist devletle masada bir olmayı sağlıyor. Sendika kurmak, böylelikle burjuvaziyle eşit bir masada buluşmak da benzer bir yanılgıya neden oluyor. İmralı’da kurulan masa da buraya dâhil.

Kuruculuk, ister İslamî, ister “adalet devleti”, isterse “demokratik halk iktidarı” başlığı altında olsun, bu masaya dönük güvenle dile getiriliyor. Birileri, masada olma hâlini tüm zamana-mekâna teşmil ediyorlar.

Ra’d suresi 11. ayette, “hiç kuşkusuz bir toplumun bireyleri kendi iç dünyalarını değiştirmedikçe, Allah da o toplumun gidişatını değiştirmez.” buyruluyor. “Gök gürültüsü” anlamına gelen bu sure, suyun çözücülüğüne, yıkıcılığına vurgu yapıyor.

Mesele, demek ki o suya karışabilmekte. Suyun kıyısına kurulmuş masada olanlar, suyun fiziğinden, kimyasından azade oldukları yanılgısına kapılıyorlar, ama onun şiddeti, her şeyi yutacak güçte.

O hâlde kuruculuk vurgusu, rububiyete ve tevhide aykırı. Yani o masada olmak adına hareketi, mücadeleyi belirli kalıplara dökmek, sıfatlara hapsetmek, iç dünyayı dondurup onu efendilerin beğeneceği kıvama getirmek yanlış. “Müslüman mahalle”deki sınıfî yarılmaya karşı sigortalar döşemek, bu sistemin kendinden menkul Müslüman’ının birliği adına, o mahalleyi koruyup kollamak, döne dolaşa AKP’ye hizmet ediyor. O Müslüman’ın iç dünyası, dışarının kavgasıyla harlanmadığı, ümmetin kavgasından düşen alaz o diyarı yakmadıkça, hakiki bir İslamî kavga vermek de mümkün değildir. IŞİD yangını yangınla söndürmekse; bu türden teşebbüsler de sistemin köpüğüyle söz konusu yangını boğmaktadırlar.

Dağlarımızdaki kuşlar, “elâlem bizi fakir sanmasın” diye değil, onların açlığı bizim açlığımız, onların sefilliği bizim sefilliğimiz olduğu, biz “biz” olduğumuz için aç kalmamalı. Yem satanlarla ve kendilerini dağların mutlak sahibi zannedenlerle aynı masada oturmuş olmak, kandırmasın bizi. Gırtlağımızdan aşağı inen iman, onların kursağına düşen aşa bağlı zira.

Ra’d suresinde Allah’ın kudreti gök gürültüsü mecazıyla anlatılıyor. Münkirlere ve müşriklere kendi sınırlı varlıklarının ötesi gösteriliyor. Sınırlı varlığımız mutlaklaştırıldığı ölçüde Allah’tan uzaklaşıyoruz. Bu sınırlılık, köpük gibi birikiyor suyun yüzünde.

Bugün düşman, mazlum-sömürülen Müslüman’ı sınırlandırıyor. O sınırlarda AKP, bir mevzi değil, mevki olarak varoluyor. Dolayısıyla AKP, o köpüğün parçası. Demek ki halk, mücadele ettikçe suya kavuşacak.

Müslüman, köpüğe aldanan değil, suya susayandır.

Eren Balkır
25 Şubat 2015

0 Yorum: