Devlet-Demokrasi
Marx’ın
Gotha Programı Eleştirisi’nde belirttiği gibi sol, “devlete kölece
inanma mikrobuna bulaşmış” ya da “bundan daha iyi bir şey olmayan, demokrasi
mucizesine inançla doludur.”[1] Yakın dönemde yaşanan referandum (2010)
tartışmaları, bu tespitin bugün de geçerliliğini koruduğunu gösterdi.
Referandumda
bir yan, “demokrasi ilerlesin” diye AKP’yi; bir yan da “devlet dağılmasın” diye
CHP’yi destekledi. Aslında kitleler içinde bir yan demokrasinin, bir yan da
devletin propagandasını, kaba tabirle, reklâmını yaptı. Buradaki rekabet,
tekillik ve bütünlük konusunda hüküm sahibi oldukları iddiasında olanların
arasındaki bir rekabetti.
Herkes,
kendi tutundukları yerden, bir “güçler dengesi, güçler ayrımı” edebiyatı
tutturdu. Kimse, burada “güç”ten kastın ne olduğunu sorgulamadı. “Sınıf”
diyenler, sanki sınıftan azade olmak için sınıfçı; “ezilen” diyenler, ezilenden
azade kalmak ve olmak için ezilenci idiler. Oysa o güç kurgusunda mazlumun ve
sınıfın adı bile yoktu. Onun adına koşturanlar ise hiç olmayacak bir duaya
“âmin” diyerek, kurguda yer bulmak istediler. Aristokrasinin, burjuvazinin ve
toprak ağalarının arasındaki sınıfsal ayrımlara tekabül eden güçler ayrılığına,
sanki bu ayrımın bir yerindeymişçesine, “evet” ya da “hayır” dediler. Bir yan,
“yasama güçlenirse emekçi sınıflar zarar görürler”, bir yan da “yargı
güçlenirse işçi sınıfı ve solun alanı daralır” iddiasındaydı.
Evet’çiler,
bir tür ezilen’ci; hayır’cılar bir tür sömürülen’ci tepki geliştirdiler. Onlar,
zulmün ve sömürünün ortak oyununda figüran olmayı yeğlediler. Tepkiler
yüzeyseldi, yüzeyin altındaki sömürü ve zulüm onlarda gizleniyordu. İşaret
parmağına değil de işaret edilen yere bakıldığında, görülen buydu. Ezilen’ciler
üzerinden pazarlanan demokrasi, işçiciler üzerinden pazarlanan ise devletti.
Niyet, mazlumları demokrasiye, işçileri de devlete peşkeş çekmekti.
Sol
cenahta “devlet mikrobu” ve “demokrasi mucizesine inanç” böyle peydahlandı.
Reformist küçük burjuva sol, zulme ve sömürüye karşı mücadeleyi ortaklaştıracak
devrimcilikten uzak durdu. Uzaklaştıkça, kendilerine oynayacak alan açtıkça,
sömürü ve zulme karşı mücadeleyi iki yana ayırdılar. Sonuçta onlar, siyaset
alanına neden girdiklerini “unutanlardı”. Kitlelere sadece unutmayı
öğretiyorlardı.
Bu
bağlamda, devrimin tahayyül olarak dahi eridiği, silikleştiği ve anlamını yitirdiği
momentlerde sol, iki yana çekiştiriliyordu. Düşman, karşı-devrim, kendi
hizmetine koşacak unsurları böylelikle devşirebiliyordu. Bu maddiyatta sahne,
ilgili reformizme kalıyordu. Tarak ve baş birbirine uymak zorundaydı. Düşman
vurdukça, içimizde ilk dökülenler onlardı. İçimizdeki düşman reformizmle ses
veriyordu. Bir yan, “laik/İslamcı sermaye”den, bir yan da
“İslamofaşist/Kemalist vesayet”ten dem vuruyordu. Veremle korkutup sıtmaya razı
etmek, bu oluyordu.
Geçmişte
düşman, Ermenilerden temizlediği topraklara fukara Türkmen boylarını
yerleştiriyor, bu sayede onların olmayan mülkleri yitirme korkusunu da ilgili
coğrafyaya yerleştirmiş oluyordu. Bu topraklar, mülk sahiplerine karşı
mücadelenin en ölü olduğu yerlerdi dolayısıyla. AKP, tam da bu toprakların evlatlarını
İstanbul sermayesi ve ordu ile biraraya getiren masa idi. Garantör ya da
arabulucu güç, bir yanıyla ABD, bir yanıyla İsrail’di.
Menderes
yerine Tayyip, gene CHP’nin “pis işler”ini yapmak için gerekliydi. Devletin
ulaşamadığı, örneğin, kenar mahallelerde, mafyaya alan açması misali, kurucu
ideoloji de kendi yedeğini altı boş bir iktidar koltuğuna yerleştiriyordu.
Deniz Baykal’ın 2002’deki “hukuksuz”luğa ses çıkarmaması ve yapılan gizli
görüşmeler, bu gerçeği açığa vuruyordu. Temelde CHP[2] ile DP arasında
karşıtlık değil, süreklilik vardı. Her ikisi, Kemalizmin ilkine aydınlanma,
ikincisine modernizm rolü bahşettiği, birer figürandı.
İlerleyen
devrimi ezmek adına düşman, onun kitlesinin içinden kimi “Türkmen boyları”
bulmak zorundaydı. Devrime kilitlenmiş teori, ideoloji ve pratik, bu boylarda,
gündelik çıkarlara kurban ediliyordu. Sol içine laikliğe, demokrasiye ve
devlete ilişkin korku ve kaygılar yerleşiyordu. Zincirlerinden başka kaybedecek
çok şeyleri olanlar o topraklara yerleşiyor, etraflarına kaybetmemek isteyen
genç müritler topluyorlardı.
Devlet
ve demokrasi[3] yoluna sapma meyli göstermeksizin, devrim kavşağında, ocağında
kalmak, elini hamura, ayağını çamura bulaştırmamak demek değildi kuşkusuz.
Aksine, elin yoğurdukları, ayağın yürüdükleri ile kurup yıkmak, yıkıp kurmaktı
mesele. Devleti ve demokrasiyi, ezel-ebedde, ilahi unsurlar olarak görmekten
bizi alıkoyacak olan da buydu.
Devlet
ve demokrasi, birleştiricidir. İlki, tekilliklerin belli bir bütünde, ikincisi
bütünlüğün tekilliklerle birleştirilmesidir. Demokrasi, halkın politik
süreçlere katılımı meselesidir. Eğer halk bu yönde bir talep içinde değilse,
solun demokrasi yaygarası, egemenlerin politik oyununa renk katmaktan başka bir
işe yaramaz. Ama buradaki hinlik, zaten halkın böylesi bir talebinin
olmadığının bilinmesi ile ilgilidir.
Üç
beş aydın, teorik plandaki liberalizmleri gereği, kendilerini payelendirirler.
Bu paye için demokrasinin her şeyden önce ve sonra olduğu millete
inandırılmalıdır. Dağınıklıktan, parçalılıktan ve kopuştan korkan aydınların
tekilliklerin bütüne eklemlenmesi (devlet) veya bütünün tekilliklerde
cisimleşmesi, onlara yedirilmesi (demokrasi) çabası dâhilinde, ikiye bölünmesi
kaçınılmazdır.
Mesele,
militan proleter devrimciler olarak, tekilliklerimizin sınırlarını aşıp bütünü
tekilleştirmek ve tekilliklere yedirilen bütünlükle hesaplaşmaktır. Kavga,
mücadele ve savaş çift yönlüdür, hedefi ise tektir: devrim.
Teori
ve Birey
“1986 yılında Gelenek
dizisine başlarken, ilk sayılarda ‘aydın’ ve ‘birey’ ekseninden kalkarak
siyasete ve siyasal bağlanmaya uzanmanın o dönemin ortamında yerinde olacağını
düşünmüştük (bugünlerde de ara sıra yapmak gerekiyor!)”[4]
Şecaat
arz ederken sirkatin söyleyen Gelenek-SİP-TKP teorisyeni Metin Çulhaoğlu,
birey-aydın ekseni etrafında döndürdüğü siyaset ve siyasî bağlanma projesi ile
12 Eylül korkusunu örgütledi sadece. Cesaret ve basiret, yerini gündelik
çıkarlara ve buna uygun adımlara bıraktı. Kendinde tam birey, kuyunun ağzını
dünya zannediyor, oradan gördükleri ölçüsünde fikir geliştiriyor, bu fikir
verili hâlinin kılıfı oluyordu.
Oysa
siyaset, kitlelerle yapılabilen bir işti. Bireyin kitlede gördükleri, en fazla
kendi benzerleri olabilirdi. Bu da siyaseti kitlelerin değil, bireyin aklı ve
yüreğine kilitlemek demekti. Tam bireye hoş gelecek bir marksizm ve sosyalizm,
siyasetsiz ve devrim dışıydı. Olmak zorundaydı.
“Aydın
ve birey ekseni”nden komünist siyaset üretebileceğini zannetmek, sadece
başkalarını değil, insanın kendisini de kandırmasıydı. Bu, sokak lambaları
etrafında sinek toplamayı öngörmek zorundaydı. Aydın katına yükselen ve orada
Allah’laşıp bireyleşen zevatın faşizme ve liberalizme karşı mücadelesi de
olmayacağından, 12 Eylül faşizminden ve Özal liberalizminden münezzeh olmak,
sömürenlerin ve zalimlerin sesi ve ruhunun, arka kapıdan, içeri girmesine imkân
verdi.
Birey
olmak aydın, aydın olmaksa birey olmak demekti, bu yüzden, bu birey-aydının
ölçü ve ölçeği belirleyici oluyor, onların “önder” oldukları kitlelerin
günbegün deneyimlediği sömürü ve zulüm kendi mücadelesini örgütleyemiyor,
birey-aydın, kendi korku ve kaygısını sürece hâkim kılıyordu. Dolayısıyla 12
Eylül eleştirileri bir tür demokrasicilik; Özal liberalizmi eleştirileri bir
tür devletçilik olarak sol içine sindi. Bir yan, işçi sınıfını demokrasi ile
terbiye, bir yan da devletle disipline etmeyi siyaset olarak belirliyor,
sosyalizm ve marksizm tarihine ait özenle seçilmiş verilerden yeni teoriler
icat ediliyordu.
Örgüt
şefleri, ülke, bölge ve dünya bağlamında, sınıf, devrim ve iktidar üzerinden,
ayrı ayrı uzmanlaştılar. Yapıp edilen her şeyin anlamını Hegel’ci açıdan “Büyük
Öteki”de, yani Tarih’te bulmak türünden, bu şefler de kendi militanlarını bir
arada tutmak amacıyla daha şümullü teorik faaliyetler içine girdiler. Toplum da
Tarih’in karşısına çıkartılan bir bütünlüktü. Teorilerinin her şeye kadir
olduğunu ispatlamak derdinde olan bu şeflerin ceplerinden günlük gazete
kupürleri dökülüyor, kafa giderek gazeteci kafasına dönüşüyordu. Her gün bir
yığın zırvayı okurun kafasına boca etmeyi meslek edinmiş olan bir gazetecinin,
o zırvanın anlamlı olduğu ideolojik bir bütünlüğün sırda saklı olduğunu okur
kitlesine yutturması gerekiyordu. (Benzer bir maraz, yayıncılık sektörü için de
geçerli. Orada da sırf para kazanmak amacıyla çıkartılmış kitabın teorik arka
planı bir süre sonra patronu teslim alıyor.) Burada bütünlüklü bir toplum ve
tarih bilgisinin her şeyi kuşattığı iddia edilmeliydi.
Çulhaoğlu’nun
işaret ettiği seksenli yıllar, gazeteciliğin ve reklâmcılığın revaçta olduğu
bir dönemdi. Maddî analizler, yerini gündelik keşmekeşi ideolojik bir haritaya
yerleştirme becerisine bırakıyordu. Teori, politik sınırlarından, tarihte ve
toplumda politik olan her şeyi teorize ederek kurtuluyordu. Aydın-birey
ekseninde dönen siyaset, kitleler ve onların maddî gerçekliği değil, bireylerin
gerilimleri üzerinden biçimleniyordu. Gazete ve reklâmcılık dâhilinde gelişen
teorik akıl ve fikriyat, tekil parçalara ve onların birleşmesine bakıyordu. Bu,
aslında tekil parçaların Birey’e işaret etmesi becerisi ile tanımlı idi. Herkes
adamdan sayılmak, önemsenmek, dikkate alınmak istiyordu. Tarihi boyunca insanı
ve bireyi hor görmekle ve dikkate almamakla eleştirilen marksizm, içerik ve
biçim değiştiriyordu. Artık marksizm, ya sosyoloji ya da tarih bilimi idi.
Kitaplar,
makaleler, bildiriler “okur” denilen tekilliğin mevcudiyetini hesaba katarak
kaleme alınıyordu. Yazar ve okur arasındaki ilişkinin, iki nokta arasındaki düz
bir doğru olarak biçimlenmesi isteniyordu. Yazarın ve okurun tüm aidiyetleri,
doğrunun bozulmasına neden olacağından, çöpe atılıyordu. Bir süre sonra
aidiyetti kötülenen.
Žižek’in
tabiriyle “Büyük Öteki”, bu bireylerin maddiyatla karşılaştıklarında muhtaç
oldukları ideolojik bir gereklilikti. Birey-aydın, zorunlu olarak Tarih’in
yerine devleti, Toplum’un yerine demokrasiyi koyabiliyordu. Bu ikame işleminde
devrimin hiçbir anlamı yoktu. Devrim, doğruyu kıran bir müdahaleydi. Zaten bu
birey-aydınların yıldızları, Tarih’in köklü, devrimsel dönüşümlere/kırılmalara,
Toplum’un açık sınıfsal ayrışmalara tabi olduğu uğraklarda parlıyordu. Tarihin
ve toplumun efendileri, onları sömürülen-mazlum kitlelerin ufuklarını
daraltmak, teorik-ideolojik-politik ihtiyaçlarını eylemden kopartmak, eylemi
kısırlaştırmak için görevlendiriyordu.
Çelişkiler
ve Çelikleşen Özne
"Çelişkiler
ben varım diye var” tespiti, düşmanın mazlumlara-sömürülenlere inandırdığı bir
fikir. Düşman, biz var olduğumuz için çelişkinin ve onun sonucunda da
başkaldırının olduğunu bize inandırmaya çalışıyor. “Huzurun, rahatın ve güvenin
tesisi” edebiyatı, bu yalan fikre inananları kendisine örgütlüyor. Bu fikir,
“senin başkaldırma sebeplerini de ben düzeltirim” kibriyle kol kola ilerliyor.
Buradaki kilit mesele, “biz”.
F
tipi hapishaneler, militanların aidiyetlerini parçalamak, onların kendi
başlarına kalıp kendilerini aşan şeyler uğruna dövüşmelerini anlamsızlaştırmak
içindi örneğin. BBG Evi[5] ve bilcümle yarışma bu dönemde devreye sokuldu.
Çünkü efendilerin genelde derdi, “yüzünü bile görmediği insanlar için
ölebilme”yi öldürmekti.
Şu
tarz diziler, üstelik solcu eliyle, girdi devreye: doğudan ya da varoştan gelen
kız ya da oğlan şehirli-burjuva olana tutulur. Akıl ve vicdan arasında bir
kavga sürer gider dizi boyunca. Zengin samimiyetsiz, yalan bir gerçeğin içinde
sıkılmıştır, ama film sonunda tüm sorunlar onun maddî müdahalesi ile birden
hallolur. Efendilerin çelişkileri öğrettikleri yer burasıdır: duygular.
Vicdan
ve duygular dünyasının çelişkilerle yüklü; aklın çelişkisiz, pürüzsüz, sorunsuz
olduğu yalanını satan onlardır. İki nokta arasındaki düz doğruyu bozan,
duygusallıktır. Sonuçta davet edilen yer, çelişkilerden münezzeh, kendi
akıllarıdır.
“Çelişkiler
ben varım diye var” lafı, şiddetin öznesindeki öfkeyi içeriksizleştirir bu
yanıyla. Öfke bilinçlenmez ve çelikleşmez. En nihayetinde “ben”in mevcudiyeti
ayak direr ve her isyanda, her dirençte, efendinin ayakları önünde eğilmeye
başlar. Çünkü o “ben”, onların “ben”idir artık. Çelişkiden azade “ben”,
düşmanın “biz”ine eklemlenmiştir.
Siyaseten
öfke, küçükken şişman olduğu için mahalle takımına alınmamaya karşı duyulan
öfkenin ötesine geçebilmeli bu anlamda. Bunun alternatifi, mahallede güreş
takımı kurmak değil. Bu açıdan “emek-sermaye” ya da “ezen-ezilen” çelişkisi, kişisel
gerilimlerin, çelişkilerin ve çatışmaların bütününü gören, “grand” bir
alternatif olamaz. Siyasette kolektif aidiyetler içinden devşirilen tekil,
birey kadrolar bu minvalde ikna edildiklerinden, söz konusu "grand",
büyük alternatif, tekil gündelik çelişkileri örtbas etmesi sebebiyle, gene
bireylik düzleminde istismar edilir.
Örneğin
işçicilik[6] düzleminde şu kaba fikir devrededir: “İşçiler, emekçiler sayıca
çok, burjuva ise sayıca az, işçiler gene sayıca bi birleşirlerse, sayıca az
olanı mahalle maçında yenerler!” Bu “netliğe” örgütlenen bireyin gündelik
hayatı çokça çelişkiyle yüklü demektir. Buradaki yaklaşım, her şeyi Amerika’ya
ya da “askerî vesayet”e bağlamak gibidir.
Örgütsel
planda ya da sosyalistlik mecrasında süreç bu şekilde ilerler: bireyler, ya
aklî ya da vicdanî sorumluluklarını atfettikleri bir yüce’ye bakarlar. Genel,
ortalama bir Müslüman’ın sadece camide, o da on dakika, namaz esnasında
Müslüman olması gibi, bir solcu da örgüt bürosunda, bildiri dağıtımında ya da
bir eylem anında solcu kalmanın yolunu bulur.
“Kur’an’ın
özünü aldık, kabuğunu köpeklere attık.” Mevlana’nın bu sözü üzerinden gidilecek
olursa, din adamları ve fakihler, ümmetin sadece basit temel ibadetler ve
akideler dünyasına takılıp kalmasına izin verirler. Bu da ümmeti, kaba tabirle,
köpek”leştirir. Efendiler, özü tekeline alan insanları beslerler, ümmete ise
namazda elin kaç santim yukarı konulacağına ilişkin boş tartışmalar kalır.
Tekil Müslüman da Müslüman oluşunu basit ibadet yöntemlerine indirgediği için,
onu gözü gibi korur, yaygınlaştırmak ister. Beş yaşındaki çocuklara namaz
öğreten bilgisayar programları yazılır, oyunlar icat edilir vs.
“Hz. Peygamberi mistik bir
dünya kurarak insanlara anlatan din adamları, peygamberin insanların kurtuluşu
için verdiği, vahyin mesajını mustazaflara ulaştırmak için gösterdiği örnek
mücadelesinin insanlara ulaşmasına ve onların anlamasına engel olurlar.”[7]
Benzer
bir engel, her şeyi tekeline alan sol şeflerde de mevcuttur. Onlar, bir sırrın
sahibidirler ve o sırrı kimseyle paylaşmak istemezler. Birileri aritmetik birer
ifade olarak tekil insanları belli bir mekânda ve zamanda bir araya getirmenin
kibri ile hareket ederler. Bu kibir, belli bir sır olduğu iddiasına yaslanır. O
özeldir. “Ben tek bir duayı zor ezberliyorum, adam Kur’an’ı hatmetmiş” ya da
“ben Marx’ın bir kitabını anlamakta zorlanırken, adam anlamış, üstüne bir de
bunun teorisini yapmış” diyenleri kandırmak artık gayet kolaydır. Bir şef
olmanın önkoşulu, herkesi tekilleştirmek ve tekil bir “güç” olduğuna
inandırmaktır. Kimseyi kendilerinin ebedî bir ihtiyaç olduklarını başka türlü
ikna edemezler.
Teori
ve ilim hakkının özel şahıslara bahşedilmesi, iç meseledir aslında. Tekil
bireylerin iç hesapları ve hesaplaşmaları, o İç’in olduğu gibi muhafazası
gayesiyle, dışarıda kimi insanların “kurban” seçilmesini gerektirir. Teori ve
ilim hakkının özel şahıslara bahşedilmesi, suların karışmaması için gereklidir.
Yirmi
dört saat Müslüman ya da devrimci olmak mümkün değilse, eylem ve amel dışında
kalanların hükmü başkalarına teslim edilmelidir. Bu içerinin biraz Yahudi biraz
Hıristiyan biraz reformist ya da muhafazakâr kalması noktasında zorunludur.
İlgili
gerilimi ve çelişkiyi emek-sermaye ya da ezen-ezilen üst çelişkisine
bağlayanların sıcak ana kucağını asla terk edememelerinin nedeni, burasıdır.
Terk varsa, ikame vardır. Kucak değişmiştir sadece.
Kavga-mücadele-savaş,
hat çekme meselesidir. Kavga için adam toplamak adına bütünlükçü, birlikçi
edebiyatın devreye sokulması kaçınılmazdır. Ama bu edebiyat, söz konusu hattın
çekilmesi esnasında bir anlam taşımaz. Kavga, mücadele ve savaş, içeriyi de
bölmüyorsa yoğunluğu düşüktür. Bu düşüklüğün altında teslimiyet yatar. Teori ve
ilim sahipleri, bu bölünmeyi kendi bekaları için asla istemeyeceklerdir. Bu
nedenle, teslimiyet her daim baştan başlar. Nesnel olarak hep kolay teslim
olacak unsurlar başa geçerler.
Teorik
planda “haklı-haksız savaş” ayrımı ve bu ayrım üzerinden yapılan felsefî
tartışmalar, boştur. Hak denilen şey, hâlâ efendilerin, zalimlerin belirledikleri
bir şeyse, mazlumların mücadelesi “haksız” değil, “hak-dışı” olmalıdır. Salt
hukuk kavgası, karşı tarafa sınır çekerken, onun mevcudiyetini tanıyacak, kendi
içindeki “düşman”ı muhafaza edip onu meşrulaştıracaktır. Bu kavga,
ahlâkî-düzleyici-eşitleyici bir mücadeleyi de içermelidir. Bu sayede içte de
sınır çekmek, içteki düşmanla hesaplaşmak mümkün olacaktır.
Kürd’ün,
Müslüman’ın ve sosyalistin politik mücadele tarihi, düşmanın bu telkinine
inanmak, bölünmek, kalanlarla yeniden rüşt ispatına yönelmek ve tekrar aynı
yalana, bu sefer bilerek, kapılmakla yüklüdür. Düşman, ülkenin temellerinde
olumlu ve olumsuz anlamda, kanı bulunan bu üç dinamiği birbiriyle
“tokuşturmayı”, kendisine uygun bir bileşkeyi yükseltmeyi bilmiştir. Bu
bileşke, efendilerin önünde diz çökenlerin ortak paydasıdır. Çelişkilerden
kurtulmak amacıyla, Kürdlüğünden, Müslümanlığından ve sosyalistliğinden azad
eden kişiler, efendilerin muhafazakâr ya da liberal hukukî düzenine
eklemlenmişlerdir.
Buradaki
psikoloji, uyduruk bir Hollywood filminde Türk bayrağı görünce sevinmekle
ilgilidir. “Kürtçe şarkı söyledi” diye kimilerine paye vermek, “başörtüsü takıp
podyumda yürüdü” diye bir mankenin dizisini sevmek, “sol lafları pazara
çıkarttı” diye ilgili kişilerin kitaplarını satın almaktır mesele. Bu
psikoloji, diz çökmeden önce edilen dua gibidir.
Bu
açıdan, çelişkinin kendisini Kürtlükte, Müslümanlıkta ya da sosyalistlikte,
özel olarak işçilikte görmek, mücadelenin, psikolojik belli içeriklere sahip bu
unsurlardan kurtulma mücadelesini koşullar. Böylesi bir mücadelenin liberal ya
da muhafazakâr kanala girmesi kaçınılmazdır.
Elbette
özgürlükçülerin eşitleyici; eşitlikçilerin özgürleştirici bir yanı mevcuttur.
Bu anlamda kurtulma çabası, efendilerin “Kürd”ünden, “Müslüman”ından ve
“sosyalist”inden kurtulmayı hedefliyor da olabilir. Öte yandan muhafazakârlık
biçiminde tezahür eden düzleme, eşitleme pratiği, bir anlamda efendilere diz
çöktürecek Kürd’ün (ve Türk’ün), Müslüman’ın ve sosyalistin korunmasını öngörüyor
da olabilir. Politik-ideolojik-teorik faaliyet, buradaki devrimci ayıraç-kama
olabilmelidir.
Son
dönemde ayyuka çıkan “sivilleşme” teraneleri, Kürd’ün Kürdlükten, Müslüman’ın
Müslüman’lıktan ve işçinin işçilikten çıkıp soyut bir yurttaşlıkta eritildiği,
demokrasinin bu şekilde tesis edildiği bir burjuva kurgusuna aittir. Buradaki
yurttaşlık, vicdandan ve duygudan azadedir. Saf, düz ve pürüzsüz bir akıl
âleminde, herkes demir tozları gibi, piyasanın güçlü mıknatısının insafına terk
edilir. Toplayacak ve dağıtacak ise gene odur. Toplanan yerin, çekim merkezinin
daima bir sözcüsü olacaktır. O sözcüyü eleştirmenin, kendi sözünün merkez
hâline gelmesini istemek dışında, devrimci bir içeriği olabilmelidir.
Hudud
Düşünce
dünyasının da bir iktisadı vardır ve bu iktisat, maddî iktisattan asla bağımsız
değildir. İktisat, temelde optimuma endekslidir, optimum ise eldeki imkânları
en elverişli biçimde kullanmakla ilgilidir. Teori konusunda, devrimciler için
optimum, kitleler nezdinde en elverişli olandır. Dert üstü murat üstü olan bir
akademisyenin marksizmi ile asgarî ücrete köle olan bir işçinin marksizmi
farklı olmalıdır. Tek seferde bir işçi maaşı kadar kitap satın alan bir aydının
politik önerileri ile işçinin hakikati arasında ciddî bir açı mevcuttur. Bu anlamda
Marx ile başlayan literatüre yönelik, farklı bir ölçü ve ölçek üzerinden,
sınırları aşma bağlamında yapılan okuma, proleter açıdan reddedilmeli, ilgili
literatür, tersten, bir sınır çekme, had bildirme gerçeği üzerinden
okunabilmelidir.
Hegel,
Feuerbach, Adam Smith ve Ricardo’nun aşılmasına kilitlenenler, ilgili isimlerde
somutlanan teorinin Marx ayracı ile sınırlandırıldığına ilişkin bir fikir de
edinmelidirler. Marx’ın bu teorisyenlerin söz sahibi olduğu piyasada kendi
dükkânını açmak için uğraştığını, dükkân sahipleri iddia etmişlerdir. Marx’ta
gördükleri, kendilerinde görmek istedikleridir.
Düşmanın
“bir adamın lafının peşinden mi gidiyorsunuz, siz de akıl yok mu?” sataşmaları
üzerinden dillendirdiği “marksizm”, düşmanın elinden alınmış, silâha dönüştürülmüş
ve tahkim edilerek yeniden düşmana çevrilmiştir. Aynı durum leninizm için de
geçerlidir. İlk eylemin altında Engels’in, ikincinin altında Stalin’in imzası
vardır.
Yirminci
yüzyıl marksizm tarihi, bir tür marksizmi ya da komünizm teorisini Engels ve Stalin’den
kurtarma çabası ile yüklüdür. İki isimdeki “kabalaştırma”, dükkân sahiplerinin
ticarî perspektiflerini daralttığı için düşman bellenmiştir.
Marx,
genelde onun dini felsefe, felsefeyi bilim, bilimi politika ile aşmışlığı
üzerinden okunur. Tersi geçerlidir: politika bilimle, bilim felsefeyle, felsefe
dinle sınırlandırılmıştır. Başı sonu belli, akademik, derli toplu, bütünlüklü
bir politika, bilim, felsefe ya da din kitabı yazmadığı için Marx’ı
eleştirenler, onun had bildiğini ve bildirdiğini görmezler. Gördükleri,
sadece fikri-teorik sınırların aşılmasıdır.
Bu
marksistlerin sınır gördükleri anda marksizmi de geriye ya da ileriye doğru
aşmaya çalışmaları kaçınılmazdır. Had bilmezlik ve bildirmezlik, marksizmi de
sınır olarak tespit etmekten çekinmeyecektir. Bu aşma gayreti, doğası gereği,
özel olarak Marx ve Engels’in tartıştığı, karşıya aldığı, Proudhon, Lasalle ve
Duhring gibi isimlerin güncelleştirilmesi ile sonuçlanacaktır.
Bütün’cülük
anlamında faşizm, aydın kafasındaki teorinin kendisinde mevcuttur. O içte
“faşist”, dışarıda “liberal”dir. Teori işi, esnaf, zanaatkâr ya da tüccar
pratiğine paralel bir işleyiş içinde gelişir. Orada akan faşizmse, teori de bu
ideolojik gömleği giyecektir. Tekçi, bütüncü yaklaşımların dışarıda parçacı,
kaos’çu, liberal yönelimler içine girmesi kaçınılmazdır. Tersi de geçerlidir:
kafada liberal olan, dünyaya ve evrene total, düz, despotik bir eylemle
yaklaşacaktır.
Son
birkaç yılda, akademyada Žižek üzerinden yürütülen tartışma, düşüncedeki ve
düşünce pratiğindeki iktisatla ilgilidir. Fazıl Say’ın “yavşak!” çıkışı da
buraya denk düşer. Bir konserde “on yedi milyon nota”ya bastığı, armoni bildiği
ile övünen Say’ın esasta itiraz ettiği arabesk değil, müziğin herkesçe
yapılabilirliği, kendisinin “dahi” özel’liğinin anlamsızlaşmasıdır. Onun
ifadesine göre, “her duygulanan” yani, “her duygusu olan” müzik yapıyor olamaz.
Müzik, özel insanların özel uğraşısı ve geçim kapısıdır. Žižek’e yönelik
“popülerlik” eleştirisi de aynı yerdedir. Onun “derin felsefî meseleleri
gündelik hayata tercüme etmesi”, kabul edilemez. Esasta “bize has, bize özel
şeylerin bu şekilde ayağa düşürülmesine karşıyız” denilmektedir.
Yani,
bir biçimde anlaşılan metnin özelleşmesi ve bu yolla yücelmesi, ayrıksılaşması,
ona harcanan “emek-zaman”ın kıymetlenmesi sonucu aydın, ilgili teorik katkının
gerçekliğine uzaklaşır. Bir kitap için harcanan vakitle ilgili algı, kitabın
anlaşılmasını ve değerlendirilmesini de etkilemektedir. “Ben bu işe yıllarımı
verdim” kibri, harcanan yılları, teorinin üzerine çıkartmakta, teorinin gerçek
yeri ve anlamı gölgelenmektedir. Oysa her kitap okuru, en genel anlamda,
kitabın kapağını açtığında, kendisinden önceki ve sonraki uçsuz bucaksız bir
mahşer yerine dönmüş bir savaş alanına girmektedir. Bu anlamda o, orada,
onlarla birlikte, işin çok küçük bir kısmını, o da eksiği gediği ile,
hallettiğini düşünmek zorundadır. Harcanan saatler ya da yıllar, ilgili kitabın
ya da teorinin mezarı olmamalıdır.
Bu
noktada marksizm tarihinden bir örnekle devam etmek mümkündür: Althusser,
otobiyografisinde, üyesi olduğu Fransız KP’si içinde, politik her türlü
müdahale imkânının sıfırlandığından, kendisinin de bu nedenle, saf bir teorik
müdahaleye yöneldiğinden bahseder. Bu müdahalenin amacı, genel teorik alanda
muarızlarının, hasımlarının ellerini bağlamaktır. Bu müdahaleye ilişkin Marx’a
projeksiyon tutar ve onun biyografisini ikiye böler. “Genç/yaşlı” ayrımı da söz
konusu müdahale ile ilgilidir. Gençliğin duygu, yaşlılığın akılla ilişkisine
göndermede bulunulur. Dert, bu hâliyle marksizmi her türden gençliğe özgü
toyluktan, acemilikten ve duygusallıktan arındırmaktır. Bu amaçla, Marx’a ve
onun yaşadığı dönemdeki teorik yaklaşımlara salladığı kırbaca bakılır.
Althusser, özelde Komintern’in tasfiyesi ve Çin Devrimi’nin etkileri arasında
sıkışmış KP’nin sancılarına ilişkin somut bir ifadedir.
Faşizmde
devletten, ırktan, kandan ve topraktan bahis açıldığı vakit tüm akan suların
durmasında olduğu gibi, teorisizm için de teori, böylesi bir kudrete sahiptir.
Bu anlamda Althusser’in ideoloji ve felsefe karşısına yerleştirdiği bilim,
sınırlayıcılık değil, bu türden bir kudrete sahiplik üzerinden değerlidir.
“Felsefeye politikacı, politikaya felsefeci olarak müdahale etme” arzusundaki
Althusser’in elindeki tek müdahale aracı, bilimdir. Çünkü bilim, kimsenin karşı
koyamayacağı hakikatleri dillendirme konusunda önemli, muktedir bir öğedir.
“Althusser, Fransa’da
belli bir entelektüel iklime denk düşer. Her ne kadar Althusser, genel anlamda,
birey olarak, tecrit edilmiş olsa da onun öteki Fransız düşünürlerin teşkil
ettiği cemaatin içinde arz-ı endam edebilmesi noktasında, uygun bir uğraktır
bu. Onun başarısı emsalsiz bir olgu değildir. Tam da antropolog (Claude)
Lévi-Strauss’un ampirik olayların çeşitliliği arkasında evrensel bir zihnî yapı
olduğunu iddia ettiği ya da (Jacques) Lacan’ın en genel anlamda insan ruhunu
kavrayabildiğine inandığı bir dönemde, Althusser de karmaşıklığın birliği ve
bütünlüğü olarak toplumun belli bir bütünlük ve birlik olduğunu düşünür.
Lévi-Strauss’un belli bir ilkel halk topluluğuna ait geleneklerin görece daha
büyük bir yapı ile ilişkilendirebileceğini iddia ettiği, Lacan’ın hasta
bireylerin terapisini büyük insan öznesine bağlamanın yollarını araştırdığı
ortamda Althusser de her toplumsal formasyonda hâkim tek bir yapının olduğunu
söylemektedir.”[8]
Tek
yapı, tek hakikat, tek merkez, cümleten, tekil bireye işaret eder. Bu, ilgili
tekleştirme işleminin tümüyle yanlış olduğu anlamına gelmez. Kasıt, işlemi
yapanın kendi mevcudiyetine, varlığına ilişkin belli bir vehim içine
girmesidir. Buradaki tekleşme ve bütünleme eğilimi, aslında teorik faaliyetin
krizi ile ilgilidir. Kriz, krizin görüldüğü faaliyetin öldürülmesi ile
mümkündür. Eski bir millî eğitim bakanının ifadesi ile “şu okullar olmasa
bakanlığı yönetmek daha kolay” demek gibi bir şeydir bu. Örnek olarak, Hitler
iktidarı, krizdeki Alman siyasî faaliyetinin öldürülmesi, siyasete hiçbir alan
bırakılmaması ile ilgili bir iradenin ürünüdür. Ölümün ve sonun rasyonel
kılıfını geçmişten veya gelecekten devşirmek mümkündür.
Althusser
örneğinde, onun maoizmin Fransız KP’si içindeki etkileri bağlamında
okunabileceğini söylerken, belki de tüm yazı-çizisi ile yazarın bir dalgakıran
olduğu da iddia edilebilmelidir. Althusser ekolünden Regis Debray’nin Küba
Devrimi’ni kırarak Latin Amerika’ya okutması için de aynı tespiti yapmak
mümkündür. En basit hâliyle, Mao ve Castro’nun sadece özel kişilere açılabilen
birer “ilah” olması, okurun bozulmuş, dönüştürülmüş bir metinle, ilgili
önderlerin pratiğini dar aklî bir kurguya kapatması, nesnel olarak, böylesi bir
“objektif ajan”lığa alan açacaktır.
Başkalarını
düşündürtmeden düşünen, özünde düşünceyi öldürüyordur. Aynı tespit, eylemek
için de geçerlidir. Zira düşünce de eylemdir.
Taktik-Strateji-Teori
“Marx’ın felsefî
antihümanizmi, hümanizm dâhil, tüm verili ideolojilerin gerekliliğini
anlamamızı sağlar. Ancak, aynı zamanda eleştirel ve devrimci bir teori olması
sebebiyle o, söz konusu ideolojilere tatbik edilmesi gereken taktiklere, yani
onların desteklenip desteklenmeyeceğine, dönüştürülüp dönüştürülmeyeceğine ya
da onlarla mücadele edilip edilmeyeceğine ilişkin bir anlayış da getirir.
Dahası marksistler, stratejiye dayanmayan bir taktiğin ve teoriye dayanmayan
bir stratejinin mevcut olamayacağını bilirler.”[9]
Althusser’in
bu sözü, bir bakıma, herkesin teorisyenlere tabi olduğu bir kurguya işaret
etmektedir. Atıfta bulunduğu ve kendi felsefî pratiğine ortak etmek için
istismar ettiği Lenin, partideki genel teorik-ideolojik yönelimin 1908-1915
arası dönemde yaşanan durgunlukta sağa kaydığını görerek, buna karşı teorik bir
mücadele verilmezse, sonucun hüsran olacağını söylemektedir. “Devrimci teori
olmadan devrimci pratik olmaz” mottosu, tam da bununla ilgilidir.
Lenin,
ayrıca teorinin de bir eylem olduğu üzerinde durarak, teorinin kendinden menkul
bir zanaat olarak ele alınmasını söyleyen eğilimlere karşı kendisini şerbetler.
İlgili durgunluk döneminde Capri ve Bologna’daki aydın-işçi çalışmalarına dair
yaklaşımı da bu yöndedir. Örneğin, özel olarak, “sanat özgür olsun, ama partili
sanattan söz ediyorsak, bu özgür olamaz” der. Partinin aklı değil, aklî,
vicdanî jeneratörü olarak faaliyet yürüten Lenin için politik mücadelenin ana
üssü, partidir. O, ilgili işçi okullarında yürütülen faaliyetin militan
devrimci kadroları likide ettiğini düşünmekte ve aslında Duhring ile arz-ı
endam eden akademizmin proleter harekette su yüzüne çıkışına itiraz etmekte,
özetle, parti içinde “entelejansiya” üyesi olma kibri ile hareket edenlere
“parti işçisi olun!” demektedir.
Althusser’in
tespitinde benzer bir entelektüel arîlik söz konusudur. Bu arileşme, doğal
olarak bir yüce belirlemek durumundadır. Yüce olan, teoridir; bir tür yücelme,
yükselme biçimi olarak teori, stratejinin ve taktiğin üzerindedir. Marksistler,
taktik, strateji ve teori arasındaki ilişkiden haberdardırlar, ama aynı zamanda
onlar, Althusser gibi aydınların da kendi teoriye dair oluşlarını yüceltme
girişimlerinin her türden taktiği ve stratejiyi de karartma ihtimalini
içlerinde barındırdıklarını görmelidirler.
Taktik
ve strateji, savaş ve ordu tarihi ile ilgili kavramlardır. Althusser’de teori,
orduya ve savaşa yukarıdan bakan ilahi bir göz gibidir. Marx’a atıfla
formatladığı “antihümanizm”, bir süre sonra, hümanizmi de içeren ideolojiler
dünyasında, “destekleme, dönüştürme ve mücadele etme” üzerinden yürütmesi
gereken taktik ve stratejiyi unuttuğu bir yerde dondurulur. Antihümanizm,
marksizmin verili alanını fetheder, onu oradan kovar. Kaş yapayım derken göz
çıkartılır ve marksizm, ideolojiler alanının alt bir unsuru hâline gelir. Süreç
içinde “Stalin’in sol eleştirisi”ni yaptığını iddia eden Althusser, “Stalin’in
sağ eleştirisi” olan troçkizmin yanına yerleşir.
Althusser,
her daim ayrıksı duracağı belli bir örgüt formu aramış ve bulmuştur. Bu örgüt,
kimi zaman Kilise, kimi zaman parti olmuştur. Kendisini Kilise’den “bilimsel
bir teorik kurgu olarak marksizm”; partiden “teolojik bir kurgu olarak” teorik
marksizmle ayırmıştır. Başlarda ortalama bir hegelci iken bu yoldan sapacak
noktayı dinin yerine ikame ettiği bilimin kendisinde bulmuştur. Stalin’den
sapacak nokta, maoizm; leninizmden sapacak nokta ise Fransız-İtalyan kırması
bir tür marksizmdir. Onunla ilgili 1974’te bir çalışma kaleme alan öğrencisi
Saül Karsz, bahsi geçen politik ayrımı şu şekilde dillendirmektedir: “Mao’suz
Marx revizyonizmse, Lenin’siz Mao solculuktur (goşizmdir).”[10]
Taktikten
ve stratejiden münezzeh saf teori de belli bir taktiğe ve stratejiye tabidir.
Buradaki taktik, FKP aydın güruhu içinde öne çıkmak, strateji ise FKP’yi öne
çıkartmaktır. Onca eleştiriye rağmen Althusser’in partiden ayrılmamasının
sebebi buradadır.
Gerçek
nesnelere bilgi nesneleri olarak muamele edilemeyeceği açıktır. Althusser’in
kendi teorisyenliğinin arîliği ve yüceliği için yaptığı bu ayrım, bilginin
nesnelliğini ve nesnenin bilinebilirliğini ortadan kaldırır. Entelejansiya, bir
kez daha, sınıfsal ilişkilerde kendisine ait önemli bir yer bulur ve marksizmi
buna göre eğip büker. Sınıflardan ve sınırlardan azade bu güruhun pratik
eylemlilik için önerebileceği herhangi bir taktik ve strateji yoktur. Ürettiği
teori, taktik ve strateji arasındaki sınırı da siler, onlardaki sınıfı kapı
dışarı eder. Sınır sınıfsalsa ve sınıf sınır çekiyorsa, her ikisinin mevcut
olduğu siyaset alanında entelejansiyanın ürettiği teori, sıvı gibi, her çatlağa
sızacak ve oraları kapatacaktır.
Marksizmin
teorik bir eylem olarak akademyaya kabulü yönünde ortaya konulan çabalar, belli
bir meşruiyet çabası ile, felsefe, bilim ve siyaset alanındaki sınırları
silecek, onun sınıfsal varlığını görmezden gelecek, marksizmin onay alması
amacıyla onu verili ideolojiler dünyasına hapsedecektir. Bu marksizmin, birilerinin
ona ikna edilebilmesi için, elbette ki, “yüksek ideoloji” olarak pazarlanması
gerekecektir.
Böylelerinin
“epistemolojik olarak, tarihin sınıfsal, ideolojik, kültürel öğelerinden ari
bir bilimsel bilgi olarak tarih bilimi varlığını koyacaktır” demeleri kaçınılmazdır.
Arîlik, biyolojiktir; biyopolitik, faşizandır. (Ekonomi-politiğin kapitalist,
jeopolitiğin ise emperyalist olduğu bu tespite eklenmelidir.)
Teorik
Arîlik, Politik İlkesellik
“Doğru’nun manyetik gücüne
çok güvendim. Üstte sanki demir tozları ve kâğıdının altında mıknatıs, demir
tozları müthiş düzenliyor ve doğru ise, bütün gözlemler, doğrulamak için
koşuyorlar. Üst kattaki embryon’a, doğruların gözlemlerin, doğrulamak üzere,
konuşmaları beni hep büyülemiştir. Bilim, büyülü bir yoldur. Hep başında bir
üst katındayım, temele hiç inemiyorum. Bu arada, doğru’nun büyük bir güçle
doğrulanması, bana, çok mistik geliyor. Çözemediğim yanları var.”[11]
Kısa
zaman önce bir TV kanalında yaptığı programda Cübbeli Ahmet Hoca’nın rüzgârdan
açılan pencerede “keramet” bulması gibi, Yalçın Küçük de durduğu yerin
doğruluğunu bilime, özelde fizik bilimine dönük bir metaforla anlatıyor. O
öylesine doğruda duruyor ki tüm bilgiler, mistik bir seyir içinde, kendisinde,
bir araya geliyor. Bir aydınlanmacı olarak Hoca, bilginin öznel kudretine
tapıyor ve orada kendinden menkul bir iktidar buluyor.
Bilmekle
özgürleşeceği iddiası ile tekil insanları kandıran Aydınlanma, Hoca’ya sürüyle
mürit buluyor. Aydınlanma’nın ekonomi-politiği, liberalizm ve muhafazakârlık
emrediyor. Hoca, kendine liberal, âleme muhafazakâr olmayı öğütlüyor.
Liberalizm ve muhafazakârlık arasında salınan tekil-bireyler, çelişkinin
çözüldüğü momenti Hoca’da bulduklarından, onun esrik belagatini cezbe içinde
dinliyorlar.
Geçmişte
Hoca’nın tilmizi olan Metin Çulhaoğlu da onu, “doğruda durmanın felsefesi” ile
yüklenmişin kendisi olduğu iddiası ile aşıyordu. Aşmak, Çulhaoğlu’nun pek
sevdiği hegelyan terim “aufhebung”a atıfla, “içererek” gerçekleşiyor. Bu
anlamda yukarıda alıntılanan ifadesinde sözünü ettiği “aydın-birey”, esasında
Yalçın Küçük’e işaret ediyor. Onun hocasına yönelik itirazı, kendisinin de
böyle olmasına izin vermemesi sebebiyle gerçekleşiyor. Bu gelenek, matruşka
bebekler misali, hep bu tip insanlar üretiyor.
Çulhaoğlu,
“Nihai öğretici, her durumda toplumsal pratiktir. Gene de, teorik güç ve soyut
model kurgulayabilme yeteneği toplumsal pratiğe çok daha ileri noktalardan
başlanması gibi küçümsenemeyecek bir avantaj yaratır”[12] diyor. Böylelikle toplumsal
pratiği salt “öğretici”lik açısından anlamlı gördüğünü ikrar etmiş oluyor.
Toplumsal pratik, Çulhaoğlu nezdinde, bilişsel, zihinsel sürecin kölesi
yapılıyor. Kafadan başlayıp gene kafada biten bir faaliyet, pratiğe hüküm
koyuyor. Bu kafa, her türlü sızmaya, kaçağa karşı sürekli zırhlanıyor.
“Toplumsal
pratiğin teorik güç ve soyut model yeteneği ile daha ileri noktalardan
başladığı”na ilişkin bir örnekten bahsedilebilir: 28 Şubat öncesi postal
sesleri gelmeye başladığı vakit Çulhaoğlu o günlerde, “darbe geliyor, darbenin
merkezî üsleri Atatürkçü Düşünce Dernekleri olacak” diyordu. “Teorik gücü ve
soyut model kurgulayabilme yeteneği”, onu on yıl sonra daha “ileri noktalar”dan
başlamasına imkân verdi ve “darbe üsleri” ADD’lerle ortak mitingler düzenlemeyi
içine sindirebildi. Şu kaba yorumu yapmak mümkün dolayısıyla: Çulhaoğlu’nun bu
yeteneği, aslında gelecekte yaşanacak kötü durumlara şimdiden hazır olmaya
endekslenmiş.
Hocaları
Yalçın Küçük de 1979’da Sosyalist İktidar dergisinde, sadece kendisinin
bildiği iddiası ile “darbe yapılacağı”nı söyledi. Oysa Dev-Yol, TKP ve KSD,
herhangi bir hazırlık belirtisi göstermeseler de darbenin geleceğini
biliyorlardı. Aynı “teorik güç ve soyut model” becerisi, Hoca’ya yıllar sonra
ilk-CHP’liliğini anımsattı, Hoca kemalizme ricat etti ve “aydın sosyalizmi”ni
laik-modernist-aydınlanmacı bir eksene oturttu. Türkiye’nin “yerli Lenin
karikatürü” olarak pazarladığı mevcudiyeti, aslında CHP’liliği hiç bırakmadı.
TİP-TKP geriliminde de sebep burasıydı: kurucu parti ile kendi kendine gelin
güvey olup pratiğini kuruculukla tanımlayan TKP arasındaki yarışta Küçük, “CHP
ikamesi” olan TİP’i özerk, özgül, yerel bir alternatif olarak düşlüyordu. 12
Eylül ve 28 Şubat sonrasında Lenin’in kendi ülkesinde Hıristiyan ve Müslüman
halklara yönelik siyasetini kavramaya hiç niyet etmedi. Aksine, kurulan temasları
yanlışlayan tarihsel analizler geliştirdi. Kürt hareketini de bu yatağa çekmeye
çalıştı. İşlevi, kirli, dağınık, düzensiz ve belirsiz görünen çıplak maddî
gerçekliği, siyaset adına derleyip toplamak ve makulleştirmekti. Canlı bir
“mıknatıs” gibi ortalıkta dolaşmasının sebebi buydu.
“Mıknatıs”,
sözcük olarak, eski Grekya’da bir dizi kabileyi birleştiren bir kabilenin
adından geliyor. Bu canlı mıknatısların, ülkenin, bölgenin ve dünyanın
parçalandığı noktada ortaya çıkmaları tesadüfî değil bu anlamda. Rakipleri de
tabiî ki dinî ve millî siyasetler olacaktır. Çünkü onlar da belli kesimleri
birleştiren ideolojik havzalardır.
“Mıknatıs”
metaforu ile işaret edilen “soyutlama” ise eğer, burada itiraz edilen o ya da
bilimsel teorik çalışma değil, ideolojik planda, bu işi yapanın kendinden
menkul bir kudreti kendisine vehmetmesidir. Elbette ki teori, kendince,
“totaliter ve otoriter”dir. Teorinin belirlediği taktik ve strateji ile teori
içi taktik ve strateji aynı olmadığı gibi, teorinin kendinden menkul “kudret”ini
pratik hayata dayatmak da yanlıştır.
Sol
militan kadrolardaki genel eğilim, verili durumun ve dönemin fiilî gerçeklerine
dayattığı şeyleri yapmak, sorumluluk almak ve işe koşulmak değil, geleceğin
tahayyül düzeyindeki hâli olarak, birer teorisyen kisvesinde, üst kademelerde
konuşlanmaktır. Bu, bugünde cennet arayışıdır. Parti fikriyatı bile, büyük bir
holdingin müdür koltuğunda oturma arzusuna benzer bir arzu ile
biçimlenmektedir. Ortalıkta “canlı mıknatıs” misali gezinen kadroların “parti
işçisi” olması mümkün değildir.
“Ne
yapmalı?”dan ziyade, “ne okumalı?” sorusunu soran gençlik, kurguda yerini almak
istemektedir. Bu, “devlet” olan şeflerin bütünlüklerini tekil gençlere
yedirdiğini gösterir. Gençler de tekilliklerini o bütüne vakfetmişlerdir artık.
Siyaset içinde “demokrasi ve devlet” kendisini bu biçimde göstermektedir.
Partinin “demokrasinin mi devletin mi aracı” olduğuna ilişkin tartışma bu
sayede açığa çıkmaktadır. Bu tartışmada “devrimin partisi”ne yer yoktur.
Bugünde devrimin partisinin sınıfsal ve iktidara ilişkin dönüşümlere açık
olamamasının nedeni de burada aramak gerekmektedir.
Gençlik,
tekil-birey olarak kabul görmekten memnundur. Onun özel alanları, özel mücadele
zeminleri vardır ve buraya kimseyi karıştırmamak istemektedir. Orada yürüttüğü
mücadelenin kısmî, geçici başarısının ışığına aldanıp siyasete hüküm koymak
istemekte, genel anlamda bir “gerontokrasi” eleştirisi yapmaktadır. Ama bu
eleştiri, gene kendi bütünlüklerinin tikelliklere hüküm koyması, tikelliklerin
bütüne bağlanması ile ilgilidir.
Genç
kadroların tekilleştirilmiş “gençlik” kümesinden değil, kolektif eylem gerçekliğinden
düşünüp eylemeleri gerekir. Örgütün üst kademelerine “kapak” atmak değil,
mücadelenin mevzilerini ilerletmek için düşüncede ve gerçekte faaliyet
yürütmelidir.
“Ne
okumalı?” sorusu, “ne yapmalı?” sorusunu gölgeleyemez. Bilgi eylemin, eylem
bilginin sınırlarına tabidir. Mesele de bu sınırlarda dövüşebilmektir.
Bilgilenmeyi, eğitimi malumatfuruşluktan, yani boş bilgi satıcılığından, eylemi
ve devrimci faaliyeti oyalanmaktan ve mastürbasyondan kurtaracak şey, budur.
Mesele, sınırların, dövüşerek, tespit edilmesidir, sınırları aşmış oldukları
iddiasındaki aydınların sundukları hazır reçeteleri ezberlemek ve uygulamak
değildir.
“Sınırötesi
gazeteciler ya da doktorlar”ın savaş dönemlerinde ajan olarak kullanıldıkları
bilinir. Yetmişlerin başında “sınırötesi sosyalistler” olarak böylesi bir ajan
faaliyetini ifa eden Birikim dergisi[13], bugünlerde, AKP gazı ile,
sosyalist solla ilişkisini kestiğini ilân etti. (Sırada PKK gazı ile,
“sınırötesi marksistler” olarak arz-ı endam eden Teori ve Politika[14]
dergisinde!)
İhanet
içinde olanların ihanetlerini makulleştirme gayreti ile teorik çalışma
yürütmeleri sebebiyle, esasında ortada bir ilişkiden çok saldırının olduğu
söylenebilir. Teorik çalışma, örgütlerine, hareketlerine, ideolojilerine öfkeli
olanların ve oralardan çıkmaya bakanların kendilerine açtıkları bir teneffüs
alanıdır burada.
Birikim sosyalizmin;
TP, marksizmin kavgadan, mücadeleden ve savaştan azade, bugüne
kapatılması girişimidir. Birikim, dövüşmemiş bir sosyalizmin; TP,
dövüşmemiş bir marksizmin bugünde galebe çalmasını istemektedir. Biri diğerinin
eksik bıraktığını tamamlamaktadır. Dövüşerek kazanılan mevzilerin sosyalizmden
ve marksizmden ayıklanması, “teorik faaliyet” olarak yutturulmaktadır. Buradan
yüce bir teorik bütünlüğün çıkacağını umanlar, evdeki pirinçten olduklarını
fark etmemektedirler. Oysa Dimyat’ta ne cennet vardır ne necat!
Yanılmamak,
kaybetmemek, yenilmemek, düşmemek, kavganın lügatinde yazmıyor. Kavganın lügati,
her türlü çelişkiden azade, arî bir yer olarak kodlandığı ölçüde, kavga
anlamsızlaşıyor, değersizleşiyor. Bugünde, burada, cennet buldukları iddiasında
olanlar, bu ya da öte dünyadaki cennet için dövüşenlerin mirasını
içeriksizleştiriyorlar. Burada, bugünde, belli bir bütünlük, belli bir kurgu
içinde meşru ve aklî bir konum elde ettiklerini düşünenler, kendilerini
eleştiren tekillikleri ya göreceliğe hapsediyorlar ya da görmezden geliyorlar.
Siyaset
ehli olanlar, reformizmlerini kılıflamak için teori üretiyorlar. Herkesi, daha
doğrusu, kendisine en uygun olanları, mıknatısın çekim gücüne teslim olmaya
çağırıyorlar. Olmayanları “bozguncu, bölücü mihrak” olarak damgalıyorlar.
Başarıcı bir psikoloji hâkim oluyor ve teoriyi başarıya kilitliyor. Şirket
yönetmekle örgüt yönetmek arasındaki sınır, silikleşiyor. Rekabet ve mülkiyet
ilişkilerinin kulu olan bir kadro tipolojisi ürüyor. Demir tozları, hâlâ demir
oldukları yalanı ile kendilerini avutuyorlar.
Bilindiği
üzere, alaşımdaki demir atomlarının kaymasını önlemek amacıyla karbon ekleniyor
ve demir çelikleşiyor. Teorik mıknatıslarını pratiğin ortasına yerleştirenler,
kaymaları hızlandırıyorlar, karbon oranını düşürüyorlar; tekil başarılara
ulaşma gayesi ile koşuşturup duran kadrolar ise kolektif devrimci faaliyeti kan
ve terle beslemeyi hiç düşünmüyorlar. “Teorik arîlik” ya da “politik
ilkesellik”, başarı için ölçü hâline geliyor.
Bir
kılıç ustası kılıcına tabi ise eğer, kılıcın maddesi de önem arz ediyor
demektir. Fazla karbon, kılıcı kırılganlaştırıyor, azı, yumuşatıp esnetiyor.
Gerekli ölçü, pratikte çıkıyor. Bu noktada, İsa gibi, “size barış değil, kılıç
getirdim” demek gerekiyor.
Eren Balkır
16 Ekim 2010
Dipnotlar
[1] Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yay,
Çev.: M. Kabagil, 1969, s. 48.
[2]
Eren Balkır, “Solun Umudu ‘Hâlâ’ Cehepe!”, 21 Mayıs 2010, İştirakî.
[3]
Eren Balkır, “Devlet ve Demokrasi Arasında Sol”, 2 Eylül 2008, İştirakî.
[4]
Metin Çulhaoğlu, “Oblomov Güncelliğini Koruyor mu?”, 21 Ağustos 2010, Haberveriyorum.
[5]
Eren Balkır, “Hücreleri Parçalamak”, 30 Ağustos 2008, İştirakî.
[6]
ISIZWE, “İşçiciliğin Hataları, 3 Kasım 1986, İştirakî.
[7]
Ahmet Örs, “Eğitim Seminerleri”, 13 Ekim 2010, Haksöz.
[8]
Douglas Johnson’ın “Takdim” yazısı, Louis Althusser, The Future Lasts
Forever: A Memoir içinde, Yayına Hazırlayanlar: Olivier Corpet ve Yann
Moulier Boutang, Çev. Richard Veasey, New Press: New York, 1993, s. vi–xviii.
[9]
Louis Althusser, “Marxism and Humanism”, Ekim 1963, MIA.
[10]
Saül Karsz, Théorie et politique: Louis Althusser, Paris: Fayard, 1974,
s. 131.
[11]
Yalçın Küçük, Fitne, Mızrak yay., 2010, s. 392.
[12]
Metin Çulhaoğlu, Tarih Türkiye Sosyalizm, Gelenek yay., Mart 1988, s.
28.
[13]
Ömer Laçiner ile Söyleşi, 24 Eylül 2006, Birikim.
[14]
Eren Balkır, “Teori ve Politika’nın Hakikî Marksizmi”, 25 Nisan 2009, İştirakî.
0 Yorum:
Yorum Gönder