“On beş gündür kuru ekmek yiyorum. Odamda
ateş yok.
Kitabımın kopya masraflarını karşılamak için elbiselerimi de sattım.
İnsanlığı mutluluğa kavuşturmak,
Avrupa’yı buhrandan kurtarmak arzusu beni bu hâle
düşürdü.”
[Saint Simon]
Herkes istediğini anladı Simon’dan. En çok da Avrupa egemenleri. “Saint Simon’un pozitivizmi sosyalist düşüncenin neresindedir?” sorusu ayrı bir yazı konusu olmakla birlikte, bizler onun kimler tarafından nasıl anlaşıldığıyla ilgiliyiz. Keza Simon'un düşünceleri ve söylemleri, birer iyi niyet maskesiyle bizlerden gerçek yüzlerini gizliyorlar.
Saint Simon, her ne kadar Fransız sosyalizminin kurucusu kabul edilse de
düşüncelerinin insanî yanlarından şüphe etmeden, şu açık gerçeği dillendirmek
mümkün: Simon, bugünü öngörmekten yoksundu. Peki Simon neyi göremedi?
Bilgi çağını yaşayamadığından,
bilgiye artık her sınıfın ulaşım imkânı olduğunu, kimsenin kontrol edilecek
nesne olmadığını göremedi.
“Bal arısı” olarak
gördüğü emekçi sınıfının bilgiyle birlikte gelişen vicdanî evriminin de
gelişeceğini göremedi.
“Yönetici sınıfında
gördüğü, sanayici ve bankerlerin aç gözlülük hırsını göremedi. Bu habis özellik
“bal arısı - eşek arısı” olarak gördüğü yönetilen insanlara mahsus olacak ki, onların
yönetilmesini mecburi görmüştü.
Simon’un sosyal yönetici
olarak görmek istediği “sanatçıların-bilim insanlarının” bireysel çıkarlar ve
şöhret uğruna, halka ve onun menfaatlerine nasıl yabancılaşacağını göremedi.
Ez cümle, burjuva ve
emekçi sınıfı, Simon’un ideolojisine göre aynı potada evrimsel bir süreçte
eriyemedi.
Bu çıkarsamalarla
birlikte, Saint Simon’un o günün şartlarında insanî amacının ne olduğunu
sorgulamamakla birlikte, Simon’un sosyal alanın yöneticisi olarak gördüğü,
hatta misyon olarak belki de tarihte en çok o günden bugüne dek rehber kabul
edilen; sanatçılara ve ilimcilere atfettiği sorumluluk bugün geçerliliğini
yitirmiştir, fakat çok bilgili burjuva, bunu ne görmek ne duymak ne de bilmek
istiyor.
Kapitalist savunucuların
cımbızlayıp sahiplendiği Saint Simon bugün hâlâ baş köşede. Ondan kırpılan
gayeler dillerinde. “Her şey insanlık ve onun mutluluğu, özgürlüğü, refahı
adına.” Aşağı gördüğü sınıf, yer yön bilmez, yönetilmesi gerekilen “sürüler!”
Peki “sürü” bireyleri “yüce!”
amaçlarınıza (Bireysel özgürlük, düşünce özgürlüğü, kişi hak ve hürriyetleri,
eşit yaşama hakkı...) güvenerek itiraz ederse ne olacak? Zira dünyada
amaçladığınız yegâne hedefiniz; dil-din-ırk fark etmeksizin, barış ve huzur
içinde yaşamak! Liberal demokrasi, bunu vaad etmiyor muydu yoksa! Cevabını
Filistinli insan kardeşlerimiz biliyor.
Verilen cevaplardan
anlıyoruz ki toplum adına savundukları, arzuladıkları “sloganların” hepsi birer
yalan. Sömürücü ve onun hizmetkârı devletlerin sözde insanlık için kurdukları
tüm küresel örgütler özde birer sahtekârdır. Onların özgür yaşam hakkı da
eşitlikleri de yalnız kendi aralarında. “Sınıfsal eşitlikleri” savunuyorlar,
insan eşitliğini değil.
Saint Simon’a değinme
sebebimiz aslında post-modern sanat. Meseleye ideolojik temelden, fikrin çıkış
noktalarından bakmak, bugünün gerçeğinin ne olduğunu görmemizde bize ışık
tutacaktır.
Post modernizm bütünü,
sistematiği, doğadaki ve toplumdaki nedenselliği reddeder. İtiraz ettikleri
arasında kapitalizm, liberalizm, modernizm ve bunların yarattığı köle düzeni
yer alır. Bunları tümden reddeder. Bu açıdan baktığımızda, itiraz ettiği tüm
noktalar insana bir prangadır ve itiraz etmekte de haklıdır. Fakat bu yalnız
bir isyandır, çözümden uzak bir anarşizmdir. Ne bireysel ne toplumsal açıdan
çözüme yönelik hiçbir teori ortaya koymuştur. İtirazı haklı bulmakla birlikte,
çözümün de yarısını teşkil eder. Bu manada değerlidir. Fakat postmodernizm
nedenselliği reddettiğinden, teknik olarak benimsediği nihilist tavrı onu
çözüme götürmüyor. Yalnızca sorunu tespit etmek ve itiraz etmek yetmez.
Biz şunu savunuyoruz:
İtiraz edip başkaldırdıkları tüm durumlar; kimliği yaşayamamak, çoğulun
haklarının gaspı, tüm bunlara sebep, insanlığın mülkiyet tarihine kadar giden
toplumsal eşitsizliktir. İnsan aklına, onun vicdanına ve doğaya da aykırı olan
sebep budur. Bireysel mutsuzluğun sebebi en temelde budur, fakat sömürü sistemi
bunu görmemizi istemez. Her sahada egemen olan güç, bilimi de tekniği de sanatı
da kullanır. Bugünün nihilist yaklaşımları sorunu insanda görür. Sorun ne
insandadır ne de toplumsal olarak geri olmakla suçladığınız hakir ve cahil dediğiniz
emekçi sınıftadır.
Kendi zümrenizde yaşamak
mı çözüm olacak? Kendi sanatçı yalnızlığınızda insandan uzaklaşmanıza sebep
nedir? Bilgi ve kavrayış mı dersiniz? Eşitlik nerede, nasıl bozuluyor? Kim
nerede ne şartlarda dünyaya gözlerini açıyor? Tam tersi şartlarda yaşamanız
sizi nasıl bir insan yapardı? Bu sorulara verilecek cevaplarınız ne olurdu?
Özünde savunduğunuz “din, dil ırk fark etmeksizin, ‘gerçek’ eşitlik, herkes
için adalet, insanlık için özgürlük” sloganı, kaç kişiyi kapsıyor? Kim samimi,
kim doğruları söylüyor? Kim ışığa daha yakın kendi içinde? Kendinize dahi
yabancılaştığınız, kronik mutsuzluk ve avuntularla dolu bohem hayatınıza sebep
olan şey/ler nedir?
“İnsan ne ile yaşar?”
sorusuna Tolstoy “sevgi” diye yanıt verir. Sizinki örneklemi daralmış,
pragmatik bir yapıya bürünmüş sahte insan-toplum sevgileriniz olabilir mi!
Sevgi, kişiye ve şeylere
duyulan ilgi ve yakınlıktır. Yani bireyci değildir. Kişinin tek başına
mutluluğu mümkün olmadığı gibi, insanlık dramı yaşayan, post-modern dışavurumcu
yansımalara sebep olan şey “gerçek yalnızlık”tır. Bireysel anarşizmi, kendine
ve insana sitem ve hüzünlü çaresizlikler, kalabalıklar içinde yalnızlıklar okuruz
post-modern sanatlarda. Sınıfsız toplum, bu bağlamda gereklilik ve umuttur
insana ve onun sanatına.
Post-modern şemsiyenin
altındaki tüm akımlar; pop art, minimal sanat, fluxus, art povera, kavramsal
sanat özünde neye karşı çıktı, ne anlattı? Bizimkiler ne anladı? Batı’da moda
olan her akımı ülkemize sorgusuz sualsiz ithal etti. Üstelik bunların özünü
anlamadan da benimsedi. Bizim sanatkarlarımız elitizmi hiç bırakmak istemedi.
Dahası, emek sınıfının mensupları bile sanatı bir sınıf atlama alanı olarak
gördü. Sanatı bir insan ürünü olmaktan çıkarıp kutsadı ve övdü. İlahı onun da
artık sanattı.
Saint Simon’un verdiği
yetkiye dayanarak, ayrıcalığı teorik temelde yaşamaya başladı. Post-modernizmin
de onun için uygun bir saha olduğunu sandı. Yalnızca istediğini anladı. Özünü
kavramaktan öte, sanatsal ürünlerini post-modern diye yansıttı. Örneklerle
açıklayacak olursak Gezi'deki Duran Adam özelinde meseleyi incelemek mümkün.
Öncelikle bunu teorik bilgiyle açalım.
“Fluxus” kelime olarak Latince de akış/akma anlamına gelmektedir. Kelimeyi ilk kullanan George Maciunas, “Sanatı burjuva hastalıklarından kurtarmayı amaçladıklarını” söyler. Bu akıma göre sanat, gündelik yaşamdan, gündelik ve sıradan olandan bağımsız bir şekilde var olamaz. Hayatın kendisine dönmek ve orada tamamlanmak esastır.
Bu akımda da geleneksel duygu aktarımı teknikleri reddedilir ve özellikle
performans sanatı bu bakış açısının düşünsel aracıdır. Geleneksel form
anlayışından bağımsız olduğundan, elinde kadehlerle lüks mekânlarda ne
sergilenir ne de izlenir. Aksi hâlde teori ve pratik çelişir. Özünde, sanattaki
burjuva geleneklere ve onun sömürü düzenine karşıdır postmodern sanat.
Gezi’de ne olmuştu peki?
Erdem Gündüz’ün tek kişilik performans sanatı “Duran Adam” ikonunu oluşturdu.
Bu performans da “durma eylemi ve pasifizm” bağlamında tartışmaya açık olmakla
birlikte kısa sürede büyük yankı uyandırdı, devam eden günlerde de pek çok
kişinin katılımıyla bir “duruşa” dönüşmüştü. Şimdi Gezi’de bu duruşu
sergileyenlerin post-modern yahut fluxus akımından anladıkları neydi? Kime ve
neye karşı bir eylem yaptılar? Bugün, Filistin mücadelesine baktıklarında ne
görüyorlar? Yoksa “susarak” bir "performans sanatı gerçekleştiriyorlar
da!" biz mi haklarını yiyoruz!
İdil Mevsim
20 Kasım 2023
0 Yorum:
Yorum Gönder