10 Eylül 2020

Türkiye Komünist Partisi

Hasan Âli [Ediz], Ferdi [Dr. Şefik Hüsnü Deymer], Fahri [Baytar Cevdet]

Marksist fikirler, Türkiye’ye on dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru girmeye başladı. Birinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı dönemde Almanya’da bulunan Türk sosyalistler, Spartaküs Birliği’ne yakınlaştılar. Rusya’da olan diğer bir Türk sosyalist grubu, Rus Devrimi’ne tanıklık etti.

Türkiye’deki en eski politik partilerden ve Ortadoğu’daki en eski komünist partilerden biri olan TKP, Eylül 1920’de Bakû’de kuruldu. Rus Devrimi’ne yakınlığı sayesinde Türkiye, diğer birçok ülkeden daha önce Leninist bir örgüte sahip oldu. Türk komünistler, Komintern faaliyetlerinde aktif rol oynadılar. Partinin liderlerinden Şefik Hüsnü, 1936’ya kadar Komintern’in yürütme komitesi üyeliği yaptı.

Eylül 1920’de, partinin kurulmasından kısa bir süre sonra, TKP liderleri partinin faaliyet merkezini Türkiye’ye kaydırmaya karar verdiler. 1920 yılının sonunda Mustafa Suphi ve diğer önde gelen isimler, Bakû’den ayrılıp Anadolu’ya gitmek için yola çıktılar. Ülkeye gizlilik önlemi almadan, gelişlerini kimseden saklamadan giriş yaptılar. Grup, çok kötü bir zamanda gelmişti!

Suphi ve yoldaşları Trabzon’un ötesine geçemediler. 28 Ocak 1921’de Suphi ve 15 komünist, bir tekneye bindirilip Batum’a gönderildi. Kıyıdan ayrıldıktan kısa bir süre sonra başka bir tekne gelip Suphilerin teknesini yakaladı. Teknedeki herkes öldürüldü. Bu, Osmanlı’da görülen klasik bir tasfiye operasyonu idi.[1]

Elimizdeki belgelerin de teyit ettiği biçimiyle, bu olayda Ankara hükümeti somut bir rol oynamıştı. Milliyetçi ordu komutanlarından Kazım Karabekir ve Ankara hükümetinin bölgedeki en önemli temsilcilerinden Hamit Bey planı birlikte uyguladı. Belgelerde görüldüğü kadarıyla Mustafa Kemal, bu isimlerden komünist grubunun durdurulmasını istemiş, Trabzon’da tezgâhlanan “plan”a onay vermişti. Ama gene de bu planın cinayetleri içerip içermediği, cinayetlerin önceden planlanmadan, irticalen, olay yerinde gerçekleşip gerçekleşmediği bilinmiyor.

Haber Moskova’ya ulaştığında Sovyet Politbürosu, Sovyet Komünist Partisi üyelerini bilgilendirmek için resmi bir açıklama yayınladı. Açıklamada esas olarak “solcu ve maceracı girişimler”in yol açtığı tehlikelerden söz edilmekteydi. Görünüşe göre Moskova, Türk komünistlerin iyimserliğini ve aldığı kararı paylaşmıyordu.[2]

Suphilerin katli, Türk-Sovyet ilişkileri üzerinde ciddi bir sonuca yol açmadı. Bir kenara not edildi ve her iki taraf da birer işadamı gibi bu olayı rafa kaldırdı. Oysa yaşananlar, önemli ve zengin derslerle yüklüydü. 1921 yılı başlarında Türk komünist önderlerin katledilmesi, Sovyetler’in Doğu’da yüzleştiği açmaz dâhilinde yaptığı ilk hata idi: Bu hata ise ulusal kurtuluş hareketinin başındaki anti-komünist liderleri desteklemesi, aynı zamanda ülkedeki milliyetçi liderlere karşı o ülkenin komünist örgütlerine destek sunup onları örgütlemesi ile ilgiliydi. Kemalist liderlik, Türkiye’de tüm komünist faaliyetlerinin kökünü hiç kimseden gizlemeden kazımaya başladığında, dünya komünistlerinin katıldıkları toplantılarda protestolar gerçekleştirildiyse de bu tür girişimler, Moskova ve Ankara arasındaki diplomatik ve ekonomik düzlemde kurulan iyi ilişkileri sekteye uğratmadı. Sovyet hükümeti, Moskova’ya sadık Türk komünistlerin başına gelenlere bakmaksızın, resmiyette Ankara ile işbirliği kurma siyasetine devam etmeyi seçti. İlk kez bir komünist partinin varlığı, Sovyet dış politikasının güttüğü çıkarların bir parçası hâline gelmişti.

1920’ler boyunca güçlenme imkânı bulamayan komünistler ve sosyalistlerin yeni Türkiye’de bir yer edinmesine izin verilmedi. Mustafa Kemal hükümeti, komünistler konusunda kedi-fare siyasetini uyguladı. Bazen onlara hoşgörüyle yaklaştı, bazen de onları ezdi. Genelde komünistler, baskılarla uğraşmak zorunda kaldılar. Mustafa Kemal 1925’te partiyi yasakladı, sonrasında TKP tarihinin önemli bir kısmında hep illegalitede faaliyet yürütmek zorunda kaldı ve birçok kez toplu tutuklamalarla yüzleşti.

Bu ilk komünistlerin faaliyetlerinin hedefinin devrim olduğunu söylemek, pek mümkün değildi. Zira Moskova, bu konuda her türlü yanılsamadan uzak duruyordu.[3] Sovyet hiyerarşisi içerisinde üst kademelerde faaliyet yürüten Müslüman komünistlerden biri olan Sultan Galiyev, 1920’de açıktan şunu söylüyordu:

“Türk komünistleri, Rusya’da eskiden savaş esiri olarak bulunmuş, yeraltında çalışan bir grup işçiden oluşuyor. Bu grup pek büyük değilse de yoğun bir biçimde çalışıyor.”

Türkiye konusunda uzman olan diğer bir Bolşevik, Pavloviç ise şu tespiti yapıyor:

“Dine bağlı oluşuyla alakalı tarihsel sebepler üzerinden Türk halkı bu momentte komünist programı benimseyemez.”[4]

Komintern’in üçüncü kongresinde Süleyman Nuri, Karadeniz’deki olayı ağır bir dille eleştirmekle beraber, Mustafa Kemal’in “emperyalizmle mücadele ettiği sürece” desteklenmesi gerektiğini söylüyordu.[5]

Komintern’in 1928’de düzenlenen altıncı kongresi, Mustafa Kemal’in tümüyle karşı-devrim kampına geçtiğini söyleyen Türk delegesiyle Komintern yönetiminin önemli bir isimlerinden olan ve hazırladığı taslak tezlerde “Kemal’in emperyalizme karşı mücadelesinin hâlen daha ilerici bir faktör” olduğunu söyleyen Otto Kuusinen arasındaki tartışmaya sahne oldu. Türk delege gibi İran delegesi Sultanzade de Kuusinen’in resmi tezlerine karşı çıktı. Sultanzade, bu itirazı dâhilinde, Rıza Şah’ın Kuusinen’in iddiasının aksine “milliyetçiliğin ve ilerleme”nin temsilcisi olmadığını, “İran’daki gerici güçlerin temsilcisi” olduğunu söyledi. Gelgelelim bu şikâyetlerin ve itirazların pek bir etkisi olmadı. Nihayetinde Batı emperyalizmine karşı mücadele eden milli hareketleri kendi ülke sınırları içerisinde ne tür bir özelliğe sahip olurlarsa olsunlar desteklemekle ilgili temel stratejik şarta, Komintern’in kapısına kilit vurulduğu 1943’e[6] kadar ve sonrasında altmışlarda ve yetmişlerde hep uyuldu.

Buna karşın Sovyet liderleri, Türk komünistleri Sovyetler Birliği’nin sona erdiği güne dek mali ve siyasi açıdan desteklemeye devam etti. Aynı zamanda bu liderler, en azından 1960 sonrasında, Türkiye’de komünist bir devrim imkânının bulunmadığını, hatta önemli bir solcu gücün bile açığa çıkmasının güç olduğunu düşünüyorlardı. Onlara göre ülkedeki koşullar gerçek bir devrim için henüz olgunlaşmış değildi, hatta muhtemelen böylesi bir durum hiç yaşanmayacaktı. Britanya’nın karşı bir hamle yapmasına neden olmamak için dikkatle davranan Sovyet liderleri, Ankara’daki milliyetçi hükümetle kurduğu iyi ilişkileri feda etmemek için uğraştı. Süreç boyunca bu hassas dengenin korunması için çaba harcandı.

TKP, Moskova’ya en sadık partilerden biriydi. Her zaman Moskova’yla uyumlu hareket eden kişilerin kontrolünde oldu. Parti, Türk devletinin ve Türk toplumunun koşullarını temel alan bir strateji ve taktik geliştirme çabası içine hiçbir zaman girmedi. Ta başından beri Türk halkıyla pek fazla temas kurmadı. Kendi kendine komünist olmuş kişilerden oluşan bir grup üzerinden varoldu. Az sayıdaki üyeleri de tümüyle orta sınıftandı. Türkiye’nin en ünlü şairlerinden Nâzım Hikmet gibi birçok Türk aydınını etkilemeyi bildi. Liderleri üniversite eğitimi görmüş aydınlardan oluşuyordu. TKP aklı, Batı eğitimi görmüş Türk orta sınıf aydınların aklı idi.

Bunun en yalın örneği, Türkiye’deki etnik sorunların TKP’lilerce ve Sovyet hükümetince görmezden gelinmesiydi. Şeyh Said önderliğinde gerçekleşen 1925 Kürd isyanı, “gerici feodal bir hareket” olarak tanımlandı. Harekete geçme biçimi, propaganda yöntemi ve kullandığı simgeler dinî bir ayaklanma izlenimi bıraksa da Şeyh Said isyanı esasında Kürdlerin milli bağımsızlığı için başlatılmış bir ayaklanmaydı. Onu ezmek için Türk devleti kapsamlı bir operasyon yürüttü. On binlerce Kürd öldürüldü veya sürgüne gönderildi. Sonraki yıllarda başka Kürd ayaklanmaları yaşandı. 1930’da Sovyet hükümeti, Kürd mültecilere sınırlarını kapatıp Türk askerlerinin Sovyet demiryollarını kullanmasına izin vererek, yaşanan Kürd ayaklanmasını ezmesi noktasında Türkiye devletine yardım etti. Kürd ayaklanmaları bağlamında Türk komünistleri, tarihlerinin önemli bir kısmında resmi Sovyet çizgisine bağlı kaldılar.

İkinci Dünya Savaşı sırasında TKP savaş ve faşizm karşıtı propaganda faaliyetleri yürüttü. 1943’te parti genel kurulu “Faşizme ve Vurgunculuğa Karşı Mücadele Cephesi” adına bir belgeyi onayladı.[7] Savaş sonrasında komünist faaliyetler ülkede kaldığı yerden devam etti. Parti faaliyetlerine mani olunmasına rağmen çalışmalarını sürdürdü. Soğuk Savaş sürecinin başlamasıyla birlikte ülke siyasetinde gerici eğilim iyice güçlendi. Merkez sağ çizgideki Demokrat Parti hükümeti ilk iş olarak beş bin Türk askerini komünizmle mücadele etmek adına Kore Savaşı’na gönderdi. Bu dönemde ABD’ye itaat etme, ülkede kural hâlini aldı ve Anadolu’ya Amerikan askerî üsleri konuşlandırıldı. Soğuk Savaş döneminde Türkiye Amerikan imparatorluğunun uydusu hâline geldi. Bu dönemde 1951 ve 1952’de TKP üyeleri topluca hapse atıldı. Tüm önemli üyeleri tutuklandı, işkencelerden geçirildi, ağır hapis cezalarına çarptırıldı. Bu durum ellilerde parti örgütünün akamete uğramasına sebep oldu. 1953 sonrası partinin faaliyetleri ağırlıklı olarak yurtdışından yürütülen çalışmalarla sınırlı kaldı.[8]

Bülent Gökay

[Kaynak: Communist Parties in the Middle East: 100 Years of History, Yayına Hazırlayanlar: Laura Feliu ve Ferran Izquierdo-Brichs, Routledge, 2019, s.-62-65.]

Dipnotlar:
[1] Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar 1908-1925, İletişim Yayınları, Ankara 1967, s.231–3.

[2] Internal Party Report, RCP(B), 20 Şubat 1921, Moskova, TsPA, Fond:5, Op.:2, D.:2. (Pravda, Suphilerin katlini ancak 31 Ocak 1951’de kınayabildi ve onların “Türk halkının gerçek evlatları” olduklarını söyledi.)

[3] Zinovyev’den Lenin’e, Trotsky’ye, Radek’e ve Buharin’e Mektup, 14 Kasım 1921; Moskova, TsPA, Fond:5, Op.:3, D.:141.

[4] Pavloviç’in Lenin’e Sunduğu Türkiye’de Komünist Hareketle İlgili Rapor, 1921, Moskova, TsPA, Fond:5, Op.:3, D.:213. Ayrıca bkz. Pavlowitch, “Greek-Turkish Communists”, Kommunisticheski Internatsional, Sayı 17, s. 4427–8.

[5] Protokoll des dritten Kongresses der Kommunistischen Internationale (Moskova 22 Haziran-12 Temmuz 1921, Hamburg, 1921), s. 998–9.

[6] Komintern aslında dağıtılmadı, Rusya Komünist Partisi’nin dış seksiyonuna dönüştürüldü ve diğer komünist partilerin faaliyetlerine müdahalesine devam etti (Dimitrov’un 20 Nisan 1941’de Stalin’le yaptığı konuşma (Politbiuro TsK RKP (b). Dokumenty, Sayı 505, s. 794–5).

[7] M. Şehmus Güzel, “Capital and Labor during World War II”, Workers and the Working Class in the Ottoman Empire and the Turkish Republic, 1839-1950, Yayına Hazırlayanlar: En Quataer, D. & Zurcher, I. B. Tauris, Londra 1995: s. 127.

[8] Yeni Çağ. Komünist ve İşçi Partilerinin Teori ve Enformasyon Dergisi (1976) Sayı 12, s. 1111-14.