Marksist
fikirler, Türkiye’ye on dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru girmeye başladı.
Birinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı dönemde Almanya’da bulunan Türk
sosyalistler, Spartaküs Birliği’ne yakınlaştılar. Rusya’da olan diğer bir Türk
sosyalist grubu, Rus Devrimi’ne tanıklık etti.
Türkiye’deki
en eski politik partilerden ve Ortadoğu’daki en eski komünist partilerden biri
olan TKP, Eylül 1920’de Bakû’de kuruldu. Rus Devrimi’ne yakınlığı sayesinde
Türkiye, diğer birçok ülkeden daha önce Leninist bir örgüte sahip oldu. Türk
komünistler, Komintern faaliyetlerinde aktif rol oynadılar. Partinin
liderlerinden Şefik Hüsnü, 1936’ya kadar Komintern’in yürütme komitesi üyeliği
yaptı.
Eylül
1920’de, partinin kurulmasından kısa bir süre sonra, TKP liderleri partinin
faaliyet merkezini Türkiye’ye kaydırmaya karar verdiler. 1920 yılının sonunda
Mustafa Suphi ve diğer önde gelen isimler, Bakû’den ayrılıp Anadolu’ya gitmek
için yola çıktılar. Ülkeye gizlilik önlemi almadan, gelişlerini kimseden
saklamadan giriş yaptılar. Grup, çok kötü bir zamanda gelmişti!
Suphi
ve yoldaşları Trabzon’un ötesine geçemediler. 28 Ocak 1921’de Suphi ve 15
komünist, bir tekneye bindirilip Batum’a gönderildi. Kıyıdan ayrıldıktan kısa
bir süre sonra başka bir tekne gelip Suphilerin teknesini yakaladı. Teknedeki
herkes öldürüldü. Bu, Osmanlı’da görülen klasik bir tasfiye operasyonu idi.[1]
Elimizdeki
belgelerin de teyit ettiği biçimiyle, bu olayda Ankara hükümeti somut bir rol
oynamıştı. Milliyetçi ordu komutanlarından Kazım Karabekir ve Ankara
hükümetinin bölgedeki en önemli temsilcilerinden Hamit Bey planı birlikte
uyguladı. Belgelerde görüldüğü kadarıyla Mustafa Kemal, bu isimlerden komünist
grubunun durdurulmasını istemiş, Trabzon’da tezgâhlanan “plan”a onay vermişti.
Ama gene de bu planın cinayetleri içerip içermediği, cinayetlerin önceden
planlanmadan, irticalen, olay yerinde gerçekleşip gerçekleşmediği bilinmiyor.
Haber
Moskova’ya ulaştığında Sovyet Politbürosu, Sovyet Komünist Partisi üyelerini
bilgilendirmek için resmi bir açıklama yayınladı. Açıklamada esas olarak “solcu
ve maceracı girişimler”in yol açtığı tehlikelerden söz edilmekteydi. Görünüşe
göre Moskova, Türk komünistlerin iyimserliğini ve aldığı kararı
paylaşmıyordu.[2]
Suphilerin
katli, Türk-Sovyet ilişkileri üzerinde ciddi bir sonuca yol açmadı. Bir kenara
not edildi ve her iki taraf da birer işadamı gibi bu olayı rafa kaldırdı. Oysa
yaşananlar, önemli ve zengin derslerle yüklüydü. 1921 yılı başlarında Türk
komünist önderlerin katledilmesi, Sovyetler’in Doğu’da yüzleştiği açmaz
dâhilinde yaptığı ilk hata idi: Bu hata ise ulusal kurtuluş hareketinin
başındaki anti-komünist liderleri desteklemesi, aynı zamanda ülkedeki
milliyetçi liderlere karşı o ülkenin komünist örgütlerine destek sunup onları
örgütlemesi ile ilgiliydi. Kemalist liderlik, Türkiye’de tüm komünist
faaliyetlerinin kökünü hiç kimseden gizlemeden kazımaya başladığında, dünya
komünistlerinin katıldıkları toplantılarda protestolar gerçekleştirildiyse de
bu tür girişimler, Moskova ve Ankara arasındaki diplomatik ve ekonomik düzlemde
kurulan iyi ilişkileri sekteye uğratmadı. Sovyet hükümeti, Moskova’ya sadık
Türk komünistlerin başına gelenlere bakmaksızın, resmiyette Ankara ile
işbirliği kurma siyasetine devam etmeyi seçti. İlk kez bir komünist partinin
varlığı, Sovyet dış politikasının güttüğü çıkarların bir parçası hâline
gelmişti.
1920’ler
boyunca güçlenme imkânı bulamayan komünistler ve sosyalistlerin yeni Türkiye’de
bir yer edinmesine izin verilmedi. Mustafa Kemal hükümeti, komünistler
konusunda kedi-fare siyasetini uyguladı. Bazen onlara hoşgörüyle yaklaştı,
bazen de onları ezdi. Genelde komünistler, baskılarla uğraşmak zorunda
kaldılar. Mustafa Kemal 1925’te partiyi yasakladı, sonrasında TKP tarihinin
önemli bir kısmında hep illegalitede faaliyet yürütmek zorunda kaldı ve birçok
kez toplu tutuklamalarla yüzleşti.
Bu
ilk komünistlerin faaliyetlerinin hedefinin devrim olduğunu söylemek, pek
mümkün değildi. Zira Moskova, bu konuda her türlü yanılsamadan uzak
duruyordu.[3] Sovyet hiyerarşisi içerisinde üst kademelerde faaliyet yürüten
Müslüman komünistlerden biri olan Sultan Galiyev, 1920’de açıktan şunu
söylüyordu:
“Türk komünistleri,
Rusya’da eskiden savaş esiri olarak bulunmuş, yeraltında çalışan bir grup
işçiden oluşuyor. Bu grup pek büyük değilse de yoğun bir biçimde çalışıyor.”
Türkiye
konusunda uzman olan diğer bir Bolşevik, Pavloviç ise şu tespiti yapıyor:
“Dine bağlı oluşuyla
alakalı tarihsel sebepler üzerinden Türk halkı bu momentte komünist programı
benimseyemez.”[4]
Komintern’in
üçüncü kongresinde Süleyman Nuri, Karadeniz’deki olayı ağır bir dille
eleştirmekle beraber, Mustafa Kemal’in “emperyalizmle mücadele ettiği sürece”
desteklenmesi gerektiğini söylüyordu.[5]
Komintern’in
1928’de düzenlenen altıncı kongresi, Mustafa Kemal’in tümüyle karşı-devrim
kampına geçtiğini söyleyen Türk delegesiyle Komintern yönetiminin önemli bir
isimlerinden olan ve hazırladığı taslak tezlerde “Kemal’in emperyalizme karşı
mücadelesinin hâlen daha ilerici bir faktör” olduğunu söyleyen Otto Kuusinen
arasındaki tartışmaya sahne oldu. Türk delege gibi İran delegesi Sultanzade de
Kuusinen’in resmi tezlerine karşı çıktı. Sultanzade, bu itirazı dâhilinde, Rıza
Şah’ın Kuusinen’in iddiasının aksine “milliyetçiliğin ve ilerleme”nin
temsilcisi olmadığını, “İran’daki gerici güçlerin temsilcisi” olduğunu söyledi.
Gelgelelim bu şikâyetlerin ve itirazların pek bir etkisi olmadı. Nihayetinde
Batı emperyalizmine karşı mücadele eden milli hareketleri kendi ülke sınırları
içerisinde ne tür bir özelliğe sahip olurlarsa olsunlar desteklemekle ilgili
temel stratejik şarta, Komintern’in kapısına kilit vurulduğu 1943’e[6] kadar ve
sonrasında altmışlarda ve yetmişlerde hep uyuldu.
Buna
karşın Sovyet liderleri, Türk komünistleri Sovyetler Birliği’nin sona erdiği
güne dek mali ve siyasi açıdan desteklemeye devam etti. Aynı zamanda bu
liderler, en azından 1960 sonrasında, Türkiye’de komünist bir devrim imkânının
bulunmadığını, hatta önemli bir solcu gücün bile açığa çıkmasının güç olduğunu
düşünüyorlardı. Onlara göre ülkedeki koşullar gerçek bir devrim için henüz
olgunlaşmış değildi, hatta muhtemelen böylesi bir durum hiç yaşanmayacaktı.
Britanya’nın karşı bir hamle yapmasına neden olmamak için dikkatle davranan
Sovyet liderleri, Ankara’daki milliyetçi hükümetle kurduğu iyi ilişkileri feda
etmemek için uğraştı. Süreç boyunca bu hassas dengenin korunması için çaba
harcandı.
TKP,
Moskova’ya en sadık partilerden biriydi. Her zaman Moskova’yla uyumlu hareket
eden kişilerin kontrolünde oldu. Parti, Türk devletinin ve Türk toplumunun
koşullarını temel alan bir strateji ve taktik geliştirme çabası içine hiçbir
zaman girmedi. Ta başından beri Türk halkıyla pek fazla temas kurmadı. Kendi
kendine komünist olmuş kişilerden oluşan bir grup üzerinden varoldu. Az
sayıdaki üyeleri de tümüyle orta sınıftandı. Türkiye’nin en ünlü şairlerinden
Nâzım Hikmet gibi birçok Türk aydınını etkilemeyi bildi. Liderleri üniversite
eğitimi görmüş aydınlardan oluşuyordu. TKP aklı, Batı eğitimi görmüş Türk orta
sınıf aydınların aklı idi.
Bunun
en yalın örneği, Türkiye’deki etnik sorunların TKP’lilerce ve Sovyet
hükümetince görmezden gelinmesiydi. Şeyh Said önderliğinde gerçekleşen 1925
Kürd isyanı, “gerici feodal bir hareket” olarak tanımlandı. Harekete geçme
biçimi, propaganda yöntemi ve kullandığı simgeler dinî bir ayaklanma izlenimi
bıraksa da Şeyh Said isyanı esasında Kürdlerin milli bağımsızlığı için
başlatılmış bir ayaklanmaydı. Onu ezmek için Türk devleti kapsamlı bir
operasyon yürüttü. On binlerce Kürd öldürüldü veya sürgüne gönderildi. Sonraki
yıllarda başka Kürd ayaklanmaları yaşandı. 1930’da Sovyet hükümeti, Kürd
mültecilere sınırlarını kapatıp Türk askerlerinin Sovyet demiryollarını
kullanmasına izin vererek, yaşanan Kürd ayaklanmasını ezmesi noktasında Türkiye
devletine yardım etti. Kürd ayaklanmaları bağlamında Türk komünistleri,
tarihlerinin önemli bir kısmında resmi Sovyet çizgisine bağlı kaldılar.
İkinci
Dünya Savaşı sırasında TKP savaş ve faşizm karşıtı propaganda faaliyetleri
yürüttü. 1943’te parti genel kurulu “Faşizme ve Vurgunculuğa Karşı Mücadele
Cephesi” adına bir belgeyi onayladı.[7] Savaş sonrasında komünist faaliyetler
ülkede kaldığı yerden devam etti. Parti faaliyetlerine mani olunmasına rağmen
çalışmalarını sürdürdü. Soğuk Savaş sürecinin başlamasıyla birlikte ülke
siyasetinde gerici eğilim iyice güçlendi. Merkez sağ çizgideki Demokrat Parti
hükümeti ilk iş olarak beş bin Türk askerini komünizmle mücadele etmek adına
Kore Savaşı’na gönderdi. Bu dönemde ABD’ye itaat etme, ülkede kural hâlini aldı
ve Anadolu’ya Amerikan askerî üsleri konuşlandırıldı. Soğuk Savaş döneminde
Türkiye Amerikan imparatorluğunun uydusu hâline geldi. Bu dönemde 1951 ve
1952’de TKP üyeleri topluca hapse atıldı. Tüm önemli üyeleri tutuklandı,
işkencelerden geçirildi, ağır hapis cezalarına çarptırıldı. Bu durum ellilerde
parti örgütünün akamete uğramasına sebep oldu. 1953 sonrası partinin
faaliyetleri ağırlıklı olarak yurtdışından yürütülen çalışmalarla sınırlı
kaldı.[8]
Bülent Gökay
[Kaynak:
Communist Parties in the Middle East: 100 Years of History, Yayına
Hazırlayanlar: Laura Feliu ve Ferran Izquierdo-Brichs, Routledge, 2019,
s.-62-65.]
Dipnotlar:
[1] Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar 1908-1925, İletişim Yayınları,
Ankara 1967, s.231–3.
[2]
Internal Party Report, RCP(B), 20 Şubat 1921, Moskova, TsPA, Fond:5, Op.:2,
D.:2. (Pravda, Suphilerin katlini ancak 31 Ocak 1951’de kınayabildi ve
onların “Türk halkının gerçek evlatları” olduklarını söyledi.)
[3]
Zinovyev’den Lenin’e, Trotsky’ye, Radek’e ve Buharin’e Mektup, 14 Kasım 1921;
Moskova, TsPA, Fond:5, Op.:3, D.:141.
[4]
Pavloviç’in Lenin’e Sunduğu Türkiye’de Komünist Hareketle İlgili Rapor, 1921,
Moskova, TsPA, Fond:5, Op.:3, D.:213. Ayrıca bkz. Pavlowitch, “Greek-Turkish
Communists”, Kommunisticheski Internatsional, Sayı 17, s. 4427–8.
[5]
Protokoll des dritten Kongresses der Kommunistischen Internationale (Moskova
22 Haziran-12 Temmuz 1921, Hamburg, 1921), s. 998–9.
[6]
Komintern aslında dağıtılmadı, Rusya Komünist Partisi’nin dış seksiyonuna
dönüştürüldü ve diğer komünist partilerin faaliyetlerine müdahalesine devam
etti (Dimitrov’un 20 Nisan 1941’de Stalin’le yaptığı konuşma (Politbiuro TsK
RKP (b). Dokumenty, Sayı 505, s. 794–5).
[7]
M. Şehmus Güzel, “Capital and Labor during World War II”, Workers and the
Working Class in the Ottoman Empire and the Turkish Republic, 1839-1950,
Yayına Hazırlayanlar: En Quataer, D. & Zurcher, I. B. Tauris, Londra
1995: s. 127.
[8]
Yeni Çağ. Komünist ve İşçi Partilerinin Teori ve Enformasyon Dergisi (1976)
Sayı 12, s. 1111-14.