22 Ocak 2019

Foucault’yu Eleştirebiliyor muyuz?

Daniel Zamora Söyleşisi

Ballast
10 Aralık 2014


Michel Foucault 1984’te öldü. O günden beri kitapları, dünya genelinde akademik solun mihenktaşı hâline geldiler. Gelgelelim, başını sosyolog Daniel Zamora’nın çektiği bir akademisyen grubu, geçen ay Belçika’da yeni ve kışkırtıcı bir kitap yayınladı. Bu kitapta Zamora, Foucault ve onun son döneminde gerçekleşen neoliberal devrimle ilişkisine dair sorular yöneltiyor.

Bu ay içerisinde Fransa’da yeni yayınlanmaya başlayan Ballast isimli dergiye verdiği mülâkatta Zamora, kitabında aktardığı etkileyici bulguları ele alıyor ve onların bugün radikal düşünce için ne anlam ifade ettiğini sorguluyor. Aşağıda takdim edilen mülâkatı Fransızcadan Seth Ackerman tercüme etti.

§ § §

Foucault, Sa Pensée, Sa Personne [“Foucault, Fikriyatı ve Şahsiyeti”] isimli kitabında Foucault’nun arkadaşı Paul Veyne, onun politik ve felsefi açıdan tasnif edilmesi güç biri olduğundan bahsediyor: “Foucault, ne Marx’a ne Freud’a ne devrime ne de Mao’ya inanırdı, özelde o, tüm saf ve ilerici duyguları alaya alırdı. Bildiğim kadarıyla Foucault, üçüncü dünya, tüketim ideolojisi, kapitalizm ve Amerikan emperyalizmi gibi devasa sorunlarla ilgili herhangi bir ilkeli konuma sahip değildi.”

Aynı zamanda siz onun her daim “çağdaşlarının bir adım önünde olduğunu” söylüyorsunuz. Burada neyi kastediyorsunuz?

Foucault’nun kendi döneminin hâkim entelektüellerince her daim göz ardı edilen, hatta kıyıya köşeye atılan konu başlıklarına ışık tuttuğunu kimse inkâr edemez. Psikiyatri, hapishane veya cinsellik ile ilgili tüm çalışmaları, geniş bir fikir sahasına hitap ediyorlar. O, tabii ki kendi döneminin insanıydı, kapsamlı bir toplumsal bağlamın parçasıydı, üstelik bu meseleler üzerine çalışma yürüten ilk kişi de o değildi. Bu konu başlıklarına dair çalışmalar, her yerde pıtırak gibi çoğalıyorlar, önemli toplumsal ve politik hareketlerin ilgisine mazhar oluyorlardı.

Örneğin İtalya’da Franco Basaglia’nın başını çektiği psikiyatri karşıtı hareket, Foucault’yu bekleme gereği duymadan, akıl hastanesine karşı bir konum alıp bu kurumun yerini alacak politik öneriler sundu. Dolayısıyla Foucault’nun tüm bu hareketlerin kaynağı olmadığı açık ki o da bu iddiada değil zaten. Ama şunu da net olarak dile getirmek gerek: Foucault, elbette pek keşfedilmemiş olan yeni konular ve yeni alanlar üzerine çalışan çok sayıda tarihçi ve akademisyen için yol açmıştır.

O, bize şüphe bile etmediğimiz belirli konuları politik düzlemde sorgulamayı öğretti. Chomsky’yle yürüttüğü o ünlü tartışmayı hâlâ hatırlarım. Orada Foucault, gerçek politik görevin “tarafsız ve bağımsız”mış gibi görünen kurumları eleştirmek, bu kurumlara onlarda saklı politik şiddetin üzerindeki örtüyü kaldıracak şekilde saldırmak olduğunu söylüyordu.[1]

Ama gene de eleştirilerinin niteliğine her daim biraz şüpheyle yaklaşmıştım. Bu konuya tekrar döneriz. Onun geliştirdiği projenin alabildiğine yeni ve ufuk açıcı olduğunu da söylemem lazım.

Foucault’nun neoliberalizmle uyumlu biri olduğunu ortaya koyan kitabınızın birilerini epey kızdıracağı açık.

Umarım kızdırır. Kitabın asıl derdi de bu zaten. Kitabı yazmak suretiyle, ömrünün sonunda onu neoliberalizme tam cepheden itiraz eden biri olarak takdim eden, herkesçe paylaşılan o tasavvurdan kopmak istedim. Bu açıdan benim kanaatimce kaleme aldığı son çalışmaları hatalı ya da en azından meselenin belirli bir kısmından kaçınıyor. Foucault, radikal solun belirli bir bölümü dâhilinde dokunulmazlık elde etmiş bir isim. En hafif tabirle, onu eleştirenler de gayet ürkekler.

Bu körlüğe şaşırmamak lazım, zira ben bile Foucault’nun metinlerine daldığımda onun neoliberalizme gösterdiği müsamahadan etkilenmişimdir. Bu çalışmamda sadece Collège de France derslerini değil, ayrıca hepsi erişilmesi mümkün olan çok sayıda makale ve mülâkatı da inceledim.

Foucault, ekonomik liberalizmden epey etkilenmiş bir isim: o ekonomik liberalizmde, demode kabul ettiği sosyalist ve komünist sola nispetle daha az normatif ve daha az otoriter olan bir yönetim zihniyetine dair bir imkân görüyor. Foucault, bilhassa neoliberalizmde savaş sonrası teşkil edilen refah devletinin önerdiği nispeten daha az disipliner” olan bir politika formu buluyor. Anladığım kadarıyla o, neoliberalizmi antropolojik modellerini bireye yansıtmayan, devlet karşısında bireye daha fazla özerklik sunan bir düzen olarak tahayyül ediyor.

İncelemeden de anlaşıldığı kadarıyla Foucault, yetmişlerin sonunda “ikinci sol”a çeviriyor dümenini. İkinci sol, yazılarını takdirle karşıladığı Piere Rosanvallon gibi simalar yanında, Fransız sosyalizminin entelektüel açıdan etkili olan azınlıkçı bir eğilimini ifade ediyor. Foucault, bu devletçilik karşıtı eğilimi ve “Fransız toplumunu devletsizleştirme” arzusunu baştan çıkartıcı buluyor.

Anglosakson dünyada Foucault’yu en çok tercüme edip yorumlayan isimlerden biri olan Colin Gordon bile Foucault’yu Blair’ci Üçüncü Yol’un bir tür habercisi olarak görmekte bir sıkıntı görmüyor ve onun neoliberal stratejiyi sosyal demokrat külliyata dâhil ettiğini söylüyor.

Ama kitabınızın incelediği kişiyi mahkûm eden, savcı edasıyla soruşturma yürüten bir çalışma olmadığını söylemek gerek. Foucault’nun kitaplarının nitelikli olduğunu siz de kabul ediyorsunuz.

Elbette kabul ediyorum! Foucault’nun şahsiyetinin ve külliyatının beni de epey etkilediğini söylemem lazım. Bence ikisi de kıymetli. Ayrıca Geoffroy de Lagasnerie’nin kaleme aldığı La dernière leçon de Michel Foucault [“Michel Foucault’nun Son Dersi”] isimli çalışmayı da takdirle karşıladım. Nihayetinde Lagasnerie’nin kitabı bizim kitabın ters yüz edilmiş hâli gibi, zira o da Foucault’da solu yeniden icat etme derdiyle neoliberalizmden istifade etme arzusu buluyor. Bize göreyse Foucault, neoliberalizmi bir aracın ötesinde bir şey olarak değerlendiriyor: o, esasen solu eleştirmek için neoliberal görüşü benimsiyor.

Ama gene de Lagasnerie’nin altını çizdiği husus, bence önemli ve eleştirel sola dair bir dizi sorunun özünü ele alıyor. Bu noktada yazar, Foucault’nun neoliberal metinleri ilk ciddiye alıp şevkle okuyan isimlerden biri olduğunu söylüyor. Ondan önce bu türden entelektüel ürünlerin genelde ihmal edildikleri, basit bir propaganda malzemesi olarak görüldükleri biliniyor. Lagasnerie’ye göre, Foucault entelektüel solun neoliberal geleneğe karşı ördüğü bariyeri tuzla buz ediyor.

Akademik dünyanın olağan tutuculuğu dâhilinde kendisini tecrit eden birçok ismin Friedrich Hayek, Gary Becker veya Milton Friedman’ın dile getirdiği argümanları dikkate alan, ufuk açıcı okumalar yapmaktan imtina ettiklerini söylemeliyiz. Bu hususta Lagasnerie’ye katılmak gerek: Foucault, bizim bahsi geçen yazarları okuyup anlamamızı, onlarda karmaşık ve ufuk açıcı bir yığın düşünceyi tespit etmemizi sağlıyor. Bu noktada Lagasnerie’ye tümüyle katılıyorum. Foucault’nun her daim alabildiğine farklı ufuklara sahip teorik çalışmaları incelemek için epey zahmete girdiğini ve kendi fikirlerini sürekli sorguladığını kimse inkâr edemez.

Ama maalesef entelektüel sol ise bu taşın altına elini hiçbir zaman sokmadı. O, “okul”muş gibi davranmanın sonucunda oluşan tuzaklara düştü ve farklı öncüllerden çıkış alan fikirleri ve gelenekleri dikkate almayı veya tartışmayı önsel olarak redde tabi tuttu. Oysa bu, gayet zararlı bir tavırdı. Saldırdığını düşündüğü politik ideolojinin kurucu fikir babalarını hiç kimse okumuyor! Bu kişilerdeki bilgi çoğunlukla indirgemeci basmakalıp bir avuç sözle sınırlı.

Kitabınızda Foucault’daki sosyal güvenlik[2] ve servetin yeniden dağıtımı ile ilgili görüşüne karşı çıkıyorsunuz. Biraz bundan bahsedebilir misiniz?

Bu, pratikte “Foucault’cuların” ürettiği muazzam külliyat içerisinde pek keşfedilmemiş bir meseledir. Doğruyu söylemek gerekirse ben, kitabın planı üzerine düşünürken bu meseleye dair kafa yorduğum kanaatinde değildim esasında. Sosyal güvenlik meselesine yönelik ilgim, ilk başta doğrudan Foucault ile bağlantılıydı, fakat sosyal güvenlikle ilgili araştırmam şu tespite yöneltti: son kırk yıl içerisinde, eşitsizlikle mücadeleyi hedeflemiş bir siyasetten uzaklaşıp, belirli bütçe ayarlamaları ve hedef kitleler tespit etme girişimleri üzerinden, yoksullukla mücadeleyi hedef alan bir siyasete geçiş yaptık.

Ne var ki bir hedeften diğerine geçmek, sosyal adalet anlayışını da tümden dönüştürüyor. Eşitsizliklerle mücadele, yani mutlak nispetsizliklerin, dengesizliğin seviyesini düşürme mücadelesi, yoksulla mücadeleden yani en dezavantajlı kesimlere en azın sunulmasını öngören siyasetle mücadeleden çok farklı bir mesele. Bu küçük devrimi yapmaksa, sosyal güvenlik meselesinin ve işçi sınıfına ait kurumların sahip olduğu meşruiyeti ortadan kaldırmak için yıllarca çalışmayı gerekli kılıyor.

Yetmişlerin sonunu ve seksenlerin başını kapsayan dönemde kaleme aldığı metinleri okurken, yani “geç dönem” Foucault’yu incelerken, onun bu operasyonun bir parçası olduğunu net olarak gördüm. Sadece sosyal güvenlik meselesine karşı çıkmakla kalmıyor, aynı zamanda Foucault, söz konusu dönemde Milton Friedman’ın önerdiği negatif gelir vergisine karşı sunulan seçeneğin cazibesine kapılıyordu. Ona göre sosyal yardım ve sosyal sigorta mekanizmaları, hapishane, kışla ve okulla aynı kefedeydiler, sonuçta da bunlar, “modern toplumlarda iktidarın icrası noktasında vazgeçilemeyecek kurumlardı”.

En önemli eserinde François Ewald’ın da zerre tereddüt etmeden “refah devleti biyoiktidar rüyasını gerçekleştiriyor” demesine hiç şaşmamalı. Şaşakalıyor insan doğrusu! [Ewald, Foucault’nun talebesi ve asistanıydı, bugünlerde ise Fransa sigorta sektörü ve ülkedeki ana işveren federasyonu Medef’le aynı lafları sarfeden bir entelektüel olarak karşımıza çıkıyor.]

Klasik sosyal güvenlik sisteminin birçok kusuru, arızası varken Foucault, esas olarak onun yerini negatif gelir vergisinin almasını istiyor. Buradaki düşünce gayet basit: devlet, belirli bir gelir düzeyinin altında olan herkese sosyal yardım yapıyor. Amaçsa her şeyi düzene sokup, idareyle alakalı çabaya fazla ihtiyaç duymadan, kimsenin asgari düzeyin altına düşmemesini sağlamak.

Fransa’da bu tartışma, 1974’te Lionel Stoléru’nun kitabı Vaincre la pauvreté dans les pays riches [“Zengin Ülkelerde Yoksulluğun Üstesinden Gelmek”] ile başladı. Şurası ilginç ki Foucault, Stoléru sağcı Fransız cumhurbaşkanı Valéry Giscard D’Estaing’in kadrosunda teknik danışman olarak çalıştığı dönemde, birçok kez onunla bir araya gelmişti. Stoléru’nun kitabı, temel bir argüman üzerine inşa edilmişti ve bu argüman Foucault’yu doğrudan etkilemişti: Friedman’ın yolundan ilerleyen Stoléru, eşitlik için mücadele eden siyasetle (sosyalizmle) eşitsizliklere karşı çıkmaksızın yoksulluğu ortadan kaldırmayı amaçlayan siyaset (liberalizm) arasında ayrım yapıyordu.

Stoléru’ya göre, “[…] doktrinler, bizi ya yoksulluğu ortadan kaldırmayı amaçlayan bir siyasete ya da zenginle fakir arasındaki uçurumu daraltmaya çalışan bir siyasete yönlendiriyor”du. Bu uçurumu da “mutlak yoksulluk ile nispi yoksulluk arasındaki sınır” olarak adlandırıyordu. Mutlak yoksulluk, temelde keyfi biçimde belirlenen bir düzeyi (yani negatif gelir vergisini), nispi yoksulluk, bireyler arasındaki tüm eşitsizlikleri (yani sosyal güvenliği ve refah devletini) ifade ediyordu.

Stoléru’nun kanaatince, “mutlak yoksullukla mücadeleye en uygun şey, piyasa ekonomisi”ydi, fakat “o da nispi yoksulluğa karşı hiçbir çare sunamıyor”du. Tam da bu sebeple Stoléru, “mutlak yoksullukla nispi yoksulluk arasındaki ayrımın gerçekte kapitalizmle sosyalizm arasındaki ayrıma denk düştüğüne inanıyorum” diyordu. Demek ki bir konudan diğerine geçiş, tümüyle politik meseleydi: ya kapitalizmi hâkim ekonomik form olarak kabul ediyorsunuz ya da etmiyorsunuz.

Bu açıdan esasen Stoléru’nun teklifi karşısında perde gerisinde gizli gizli heyecanlanan Foucault da “yoksulluğa” karşı serbest piyasa merkezli mücadele yürütmek adına, sosyal güvenlik meselesinin dayandığı eşitlikçi felsefeyi çöpe atan hareketin bir parçası. Başka bir ifadeyle, şaşırtıcı gelecek biliyorum ama, yoksullukla mücadele, neoliberal politikaların etkilerini sınırlamak şöyle dursun, gerçekte neoliberalizmin politik hegemonyasına hizmet ediyor.

Dolayısıyla dünyanın en zengin isimlerinden olan ve neoliberalizmin “faziletlerinden” bahseden Bill Gates veya George Soros gibi isimlerin bir yandan servetin yeniden dağıtımına ilişkin tüm mekanizmaların yok edilmesini, kamu hizmetlerinin serbestleştirilmesini öngören siyasete hiç itiraz etmeyip bir yandan da yoksullukla mücadele etmelerine şaşırmamak gerek.

Yoksullukla mücadele, toplumsal meselelerin politik gündeme eşitsizlikle ve onu üreten yapısal mekanizmalarla mücadele etmeden dâhil edilmesine cevaz veriyor. Demek ki söz konusu değişim, evrim süreci, eşitsizlikle mücadelenin geride bırakılıp yoksullukla mücadele düzlemine geçilmesi, neoliberalizmin ayrılmaz bir parçası. Benim kitabım da Foucault’nun bu gelişmedeki sorumluluğunu ortaya koyuyor.

Kitabın neredeyse her satırında devlet meselesini tartışıyorsunuz. Devleti eleştiren herkesin bir şekilde “liberal” olduğu söyleniyor. Fakat bu, anarşizmin ve Marksizmin Bakunin’den Lenin’e uzanan geleneklerini unutmak anlamına gelmiyor mu? Meselenin söz konusu boyutunu gözden kaçırmıyor musunuz?

Gözden kaçırdığımı düşünmüyorum. Bence Marksist veya anarşist geleneğin devlet eleştirisi ile Foucault’nun hatta sadece o da değil, yetmişlerdeki Marksistlerin önemli bir kısmının formüle ettiği eleştiri birbirinden çok farklı.

Öncelikle şunu belirteyim: tüm o eski anarşist ve Marksist yazarlar, sosyal güvenlikten ve 1945 sonrasında devletin aldığı biçimden habersizlerdi. Lenin’in ele aldığı devlet, pratikte işçilerin gerçekte hiçbir role sahip olmadığı, hâkim sınıfın devletiydi. Örneğin oy kullanma hakkı, genele yayılmış bir mesele değildi, iki savaş arası döneme dek sadece erkeklerin oy kullanma hakkı vardı. Dolayısıyla o insanların söz konusu kurumlarla ve onlardaki “burjuva” olarak adlandırılan nitelikle ilgili ne düşündüklerini bilmemiz güç.

Radikal solda, sosyal güvenliğin nihayetinde büyük sermayenin toplumu kontrol etmek için kullandığı bir araçtan başka bir şey olmadığına dair yaygın bir kanaat hâkim. Bu görüşün beni fazlasıyla rahatsız ettiğini söylemem lazım. Onu dillendirenler, toplumsal koruma sistemlerimizin tarihini ve kökenlerini tümüyle yanlış anlıyorlar. İlgili sistemler, burjuvazi tarafından, kitleleri kontrol etmek için kurulmadılar. Bilâkis, burjuvazi bu tür sistemlere ve kurumlara toptan düşmandı!

Bu kurumlar, kurtuluş sonrası işçi hareketinin aldığı konumun birer sonucu. Bunları işçi hareketi icat etti. On dokuzuncu yüzyılda ve sonrasında işçiler ve sendikalar çalışamayanlara yardım sağlamak için yardımlaşma dernekleri kurdular. Piyasanın mantığı ve yüzleşilen muazzam riskler karşısında işçilerin yaşadığı hayat, onları geliri kısmî mânâda sosyalleştirmeye zorladı.

Sanayi devriminin ilk aşamasında sadece mülk sahipleri tam yurttaştı. Sosyolog Robert Castel’ın vurgusuyla, “mülksüzlerin toplumsal rehabilitasyonu” ancak sosyal güvenlik meselesiyle birlikte gerçekleştirilebildi. Özel mülkiyetin yanında toplumsal mülkiyeti teşkil eden, sosyal güvenlikti. Burada amaç, halk sınıflarını birer yurttaş kılmaktı. Karl Polanyi’nin The Great Transformation [“Büyük Dönüşüm”] isimli çalışmasında geliştirdiği görüş de bu yönde. Ona göre, toplumsal koruma ilkesinde amaç, bireyi piyasanın kanunlarından kurtarıp emekle sermaye arasındaki ilişkileri yeniden biçimlendirmek.

Elbette sosyal güvenliğin yönetime tabi olduğu devletçi form için matem tutup sosyal güvenliğin kolektiflerce yönetilmesi gerektiğinden bahsedilebilir ki bu, benim benimsemediğim bir görüş, lâkin gelgelelim “sosyal güvenlik bir araçtır” deyip onu ve dayandığı ideolojik zemini eleştirmek, tümüyle farklı bir şey. Foucault, daha da ileri gidiyor ve “insanların sağlıklı yaşama hakkından dem vuran her türden laf mânâsız” diyor, devamında da “toplum, bireylerin sağlıkla ilgili ihtiyaçlarını neden gidermeli ki? O bireylerin söz konusu ihtiyaçların giderilmesini talep etmeleri meşru mu?” diye soruyor. Bu sözleri anarşist bir metinden okumuyoruz.

Foucault’nun aksine ben, bugün sahip olduğumuz sosyal hakların derinleştirmesi, Bernard Friot’nun tespitiyle, “geliştirmesi gerektiği” düşüncesindeyim. Sosyal güvenlik, bizim savunup derinleştirmemiz gereken, mükemmel bir araç.

Libération’da yazan felsefeci Beatriz Preciado da Foucault ile aynı telden çalıyor ve “refah devletinin sona ermesi karşısında gözyaşı dökmeyeceğiz, çünkü refah devleti de psikiyatri hastanesinden, engelliler derneğinden, hapishaneden, patriarkal-kolonyal-heteronormatif okuldan farksızdı” diyor. Bu tür laflar, neoliberalizmin ekonomimizi dönüştürmekten fazlasını yaptığını düşünmeye itti. Neoliberalizm, “liberter” solun toplum tahayyülünü yeniden biçimlendirdi.

Foucault’ya itiraz eden az sayıda entelektüele (ki ilk aklıma Mandosio, Debray, Bricmont, Michéa, Monville ve Quiniou geliyor) dair tespitlerinizde siz, onların en geniş mânâda Foucault’yu “toplum” değil “cemaat” (yani sosyo-ekonomi değil de sosyo-kültür) merkezli bir konum almakla eleştirdiğini söylüyorsunuz.

İyi de “marjinal” kesimlere (dışlanmışlara, mahkûmlara, delilere, “anormallere”, cinsel azınlıklara vs.) odaklanmak suretiyle Foucault, o güne dek sadece ekonomik ilişkileri görebilen ortodoks Marksizmin gözardı ettiği tüm bu insanların görünür olmasını sağlamadı mı?

Kesinlikle haklısınız. Tekrar ifade edeyim: Foucault’nun bu konularda yaptığı katkı çok önemli. O, daha önce görünmeyen ezilenlerin üzerindeki örtüyü çekti. Ama onun yaklaşımında tek amaç, bu sorunları öne çıkarmak değildi, ayrıca o, ilgili sorunları sorgulanabilir bir girişim dâhilinde, politikanın merkezine oturttu.

Açık konuşmak gerek: Foucault ve o dönemin birçok yazarına göre işçi sınıfı “burjuvalaştı” ve sisteme tümüyle entegre oldu. Savaştan sonra edindiği “imtiyazlar”, işçi sınıfını toplumsal değişimin faili olmaktan çıkarttı, aksine devrimi frenleyen bir unsura dönüştürdü. Bu, o dönemde çok yaygın kabul gören bir görüştü, Herbert Marcuse ve André Gorz gibi isimler bu görüşü savunuyorlardı. Hatta Gorz daha da ileri giderek, işçi sınıfını “imtiyazlı azınlık” olarak niteledi.

İşçi sınıfını dolayısıyla çalışmayı merkezî unsur olarak görmeyen bu yaklaşımlar, “etnik veya toplumsal azınlıkların marjinalleştirilmesine karşı mücadeleler” dâhilinde kendilerine alan buldular. Lümpen proletarya (Foucault’nun ifadesiyle, “yeni plebler”) popülerleşti ve gerçek devrimci özne olarak görülmeye başlandı.

Bu yazarlara göre asıl sorun, artık sömürü değil iktidardı, modern hâkimiyet formları idi. Foucault’nun dile getirdiği biçimiyle, “eğer on dokuzuncu yüzyıl, her şeyden önce büyük ekonomik yapılarla devlet aygıtı arasındaki ilişkilerle alakalı ise, bugün asıl mesele, hâkimiyet sistemlerinin dağıtılıp küçük iktidarların [petits pouvoirs] oluşturulmasıydı.”

Sömürü ve servet gibi meselelerin yerini “çok fazla iktidar”, kişilerin hareketleri üzerindeki kontrol gücü ve modern ruhani iktidar formları aldı. Seksenlerin başında Foucault için temel mesele, servetin yeniden dağıtımı değildi artık. O şunları söylerken zerre sıkıntı yaşamıyordu mesela: “Üretim ve dağıtımla değil güç ilişkisiyle uğraşan bir ekonomiye ihtiyaç duyduğumuzu söyleyebiliriz.” Dolayısıyla artık mesele, “ekonomik sömürücü” olarak iktidara karşı mücadele değil, bilhassa feminizmde, öğrenci hareketlerinde, mahkûmlarda veya belgesiz göçmenlerde saklı olan, gündelik iktidara karşı mücadeleyi verebilmekti.

Açık konuşalım: mesele, bir vakitler göz ardı edilmiş olan farklı hâkimiyet biçimlerini esas alan bir ajandaya dayanmak değil. Mesele, tüm bu hâkimiyet biçimlerinin artık giderek daha fazla, sömürünün yol açtığı sorunların dışında teorize edilip irdeleniyor olması. Bu sorunlar arasındaki ilişkiler üzerinden gerçeğe bakan bir teorik bakış açısı oluşturulmuyor, aksine, bu sorunlar ufak ufak birbirleriyle tokuşturuluyor hatta bunların çelişkili oldukları düşünülüyor.

Bazı insanlar, esasen Foucault’yu suçluyu, mücrimi, lümpeni överken “muhafazakâr” emekçiyi ve işçiyi alaya aldığı için eleştiriyorlar.

Kitabınızda Jean-Loup Amselle “halk”a sırt dönülmesi ile hükümet kurmuş sol yapıların ekolojist, bohem, burjuva [écolo-bobo] konumu arasında bağ kuruyor ve burada siyasetin Sosyalist Parti’ye yakın neoliberal düşünce kuruluşu Terra Nova’yla aynı çizgiye geldiğinden bahsediyor. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?

İşçi sınıfının teoriden ve pratikten kovulması, şaşırtıcı etkilere yol açtı. Misal bu sayede işsizlerin, göçmenlerin banliyölerdeki gençlerin, “toplumdan dışlanmışlığı”, temel politik sorun olarak ön plana çıktı. Bu değişim, sonuçta sağın ve solun merkeze “dışlanmışları” koymasını sağladı. Bu düşünceye göre, “post-endüstriyel” toplum artık emek piyasasına girme imkânı bulanlarla bulmayanlar, oradan farklı düzeylerde dışlananlar olarak ayrılıyor, dolayısıyla iş meselesi yerine dışlanmaya, yoksulluğa veya işsizliğe odaklanılıyor.

Sosyolog Stéphane Beaud ve Michel Pialoux’nun ifadesiyle, bu fikrî değişim, dolaylı olarak işçileri “iktidardakiler”in safına, işi olanları “imtiyazlılar”ın ve “haksız avantaj elde edenler”in yanına atıyor.

Sağda ve solda toplumsal meseleyi emekle sermaye yerine proletaryanın iki kesimi arasındaki bir çelişki olarak yeniden tanımlamaya soyunan bu mantığın incelenmesi şart. Sağ, bu tanımla birlikte, “artık nüfus”un [surnuméraires] sosyal haklarını işçileri kendilerine karşı seferber etmek suretiyle sınırlamayı amaçlıyorken, solsa “artık nüfus”u “burjuvalaşmış” işçilerin karşısına çıkartıyor. Ardından her iki taraf da “işçiler” hilâfına olacak şekilde, istikrarlı işgücünden “dışlanmış” olan kesimlerin merkezî olduğunu kabul ediyor.

Bu noktada şu soruyu sorabiliriz: Margaret Thatcher, “koruma altındaki, pohpohlanıp durulan” alt sınıflarla “çalışanları” karşı karşıya getirdiğinde, Foucault veya André Gorz’un dillendirdiği tezin başka bir biçimini dile getirmiyor muydu? Serge Halimi’nin ifadesiyle, “muhafazakâr neoliberal sağın bu yeni geliştirdiği kanaat, “toplumsal meseleyi yeniden tanımlıyor, buradan da toplumun zengin-fakir, emek-sermaye değil, ‘proletarya’nın iki kesimi arasında bölündüğünü söylüyor: bu amaçla ‘şefkat yorgunluğu’ndan muzdarip olanları, ‘refah ulusu’nu temsil edenlerden ayırıyor.”

Şurası açık ki bu sağcı ifadelerin politik içeriği, yetmişlerin sonlarında eser ortaya koymuş yazarların ifadelerinden epey farklı ama her ikisi de bugün “dışlanmışlar”ın hem dert hem derman olduğunu iddia ediyor. Artık merkezdeki politik özne, işçi sınıfı değil “artık nüfus”.

Peki Charles Murray gibi dibine kadar muhafazakâr olan bir ideologun Gorz’un “sınıfdışı” ve “altsınıf” kavramlarına meftun oluşundaki garipliği nasıl anlamak lazım? Neoliberal hareket gibi Gorz da artık mesele, sömürülmek değil, insanların işle, çalışmayla kurduğu ilişki. Gorz, “artık nüfus”un yaşam tarzını bir tür çalışmaktan kurtulma yolu olarak değerlendiriyor, Thatcher ise tembellik denilen “kötülük”le mücadele edilmesi gerektiğini düşünüyor. Biri, “tembellik hakkını fazilet mertebesine yükseltirken diğeri de onu yok edilmesi gereken bir tür adaletsizlik olarak anlıyor.

Üzerindeki yaldız kazındığında ise bu iki versiyonun aynı mantıkla işlediği görülüyor. Dolayısıyla sol ve sağ aslında “artık nüfus”un sorun olarak görülmesini, sömürüyü toplumsal eleştirinin merkezine oturtan eski, demode ve dogmatik fikirlerin yerini almasını istiyor.

Ama sol ve sağ, bir yandan da neoliberal ekonomik evrim süreci ile birlikte, birbiriyle yıkıcı bir rekabet içerisine girmiş olan proletaryanın iki kesimini birbirine kırdırmak niyetinde. Marksist felsefeci Isabelle Garo, gayet güzel dile getiriyor meseleyi. Bu noktada Garo, sömürünün ve ona yönelik eleştirinin merkezî unsur olmaktan çıkartılmasıyla merkeze adaletten mahrum kalan mağdurların, mahkûmların, muhaliflerin, eşcinsellerin, mültecilerin vd. oturduğunu söylüyor.

Modernes catacombes [“Günümüzün Yeraltı Mezarlıkları”] isimli çalışmasında Debray, Foucault’nun asi ve yıkıcı bir düşünürken “resmî bir felsefeci” hâline geldiğini söylüyor. Bu tezatı nasıl anlamak gerekiyor? Foucault, neoliberal döneme son vermek istediğini söyleyen, radikal yapılardaki birçok insanı nasıl baştan çıkartabiliyor?

Bu, epey ilginç bir soru. Tatmin edici bir cevabım yok buna. Gene de bunun sebebinin en geniş mânâda akademinin yapısı olduğunu söyleyebilirim. Bu dönüşümü anlamak için belki de Bourdieu ve Louis Pinto’nun kıymetli çalışmalarına dönüp bakmak gerekiyor.

Bir “okul”a girmenin veya belirli bir teorik bakış açısına sahip birine bağlanmanın hâkim konumlara sahip olma konusunda önemli bir mücadelenin sürdüğü entelektüel sahaya bağlanmak anlamına geldiğini unutmayalım. Nihayetinde altmışlarda Fransa’da, akademik sahanın kendilerini Marksist olarak tanımlayanların hâkimiyeti altında olduğu bir yerde, kendine “Marksist” demekle bugün Marksist olmak aynı anlama sahip değil.

Kavramlar ve meşru zemine sahip yazarlar, entelektüel birer araçtırlar fakat bunlara bir yandan da sahanın bir parçası olma ve o sahayla alakalı mücadelelere girme noktasında başvurulan muhtelif stratejiler denk düşerler. Entelektüel gelişmeler, kısmen ilgili sahadaki güç ilişkilerinin belirlenimi altındadırlar.

Ayrıca akademik sahada güç ilişkileri, bana kalırsa, yetmişlerden beri büyük ölçüde değişmiştir: Marksizmin geri plana düşmesi sonrası Foucault, merkezî bir konuma sahip olmuştur. Gerçekte o, bize akademinin kural ve yasalarının değerini azaltmaksızın, belli ölçüde yıkıcılığa alan açan, rahat bir konuma sahip olmamızı sağlamaktadır. Foucault’nun tedavüle sokulması nispi bir değere sahiptir, böylece onu savunanlar, prestijli dergilerde makalelerini yayınlarlar, geniş entelektüel ağlara dâhil olurlar, kitaplarını yayınlatırlar vs.

Bugün dünya genelinde birçok entelektüel, kitaplarında ve makalelerinde Foucault’ya atıfta bulunmakta, ona her şeyi söyletmekte, itirazlarını onun üzerinden kurmaktadır. Böylece bir yandan işveren derneğine danışmanlık yapıp bir yandan da Foucault’nun derslerini yayına hazırlayabilirsiniz! [Örneğin yukarıda da dile getirdiğimiz gibi François Ewald, Fransa’daki ana işveren federasyonuna danışmanlık yapmaktadır.] Foucault’nun herkese kapı araladığını, yol açtığını söylemem lazım. Aynı şeyi Marx için söylemek zor bugün.

Politik mücadelenin merkezine “marjinaller”in yerleştirilmesine yönelik bu eleştirinin, Fransa veya Belçika’daki her türden karşı-devrimcinin sevinçlerini kursaklarında bırakması mümkün. Ama bir yandan da “Onların ekmeğine yağ süreceğim” diye bir korkunuz var mı?

Bence de Foucault’ya ve daha geniş mânâda Fransız sosyal tarihinde 1968 Mayısı’nın temsil ettiklerine yönelik “muhafazakâr” bir eleştiri söz konusu. Ama bu eleştiri, kıyıya köşeye atılmış bir mevzu değil. Bu tür bir eleştiriye Eric Zemmour gibi muhafazakâr sağcı düşünürlerin eserlerinde ve Ulusal Cephe’de rastlamak mümkün. Bu çevreler, 1968 Mayısı’nın tüm feminist, ırkçılık karşıtı, kültürel mirasını açıktan eleştiriyorlar ama öte yandan da neoliberalizmin yol açtığı ekonomik tahribattan da hiç bahsetmiyorlar. Sanki mesele, seksenlerde gündeme gelen politik liberalizmmiş gibi, sadece bu türden toplumsal değişimlerin redde tabi tutulması suretiyle toplumun işletilebileceğine inanıyorlar.

Bu tür düşünceleri sıklıkla işitiyoruz. Bunlar, aile değerlerinin yok edildiğinden, toplumsal bağlardaki cemaatçi formların dağılmasından, böylelikle neoliberalizmin alanının genişlediğinden bahsediyorlar. Bu analizlerde ufak da olsa, belirli bir gerçeklik payı bulunsa da onların geleneksel hayat pratiklerine geri dönmeyi önermek suretiyle insanların gözlerini boyadığını görmek gerekiyor. Aile değerlerine, milli kültür denilen vehme, eskinin, küreselleşme öncesinin o güzel kapitalizmine geri dönen, daha da otoriterleşmiş bir liberalizm türüne doğru fora yelken ilerliyoruz, bunu görmek lazım.

“Ekmeklerine yağ sürme” meselesine gelince, ben bunun bir sorun olduğu kanaatinde değilim. 1968 Mayısı’nın mirasının belirli yönlerinde sorun varsa eğer, sol buna gözlerini kapamamalı, sırf sağcılar dile getiriyor diye o sorunları görmezden gelmemeli, aksine, konuyla ilgili kendi kanaatini dile getirip eleştirisini yapmalı, böylelikle ideolojik mücadeleyi tümden kaybetmemelidir. Hem radikal olan hem de halktan destek gören bir solu yeniden inşa etmek görevi için kolları sıvamak gerekiyor.

Kaynak

Dipnotlar
[1] Noam Chomsky, Michel Foucault, Raison contre pouvoir, Aden, Bruxelles, s. 53.

[2] Burada “sosyal güvenlik” ifadesi Fransızcadaki anlamıyla kullanılıyor ve tüm sosyal sigorta pratiklerine atıfta bulunuyor. Örneğin Fransa’da ulusal sağlık sigortası, ülkede işleyen “sosyal güvenlik” sisteminin bir parçasını teşkil etmektedir. –çn.

[3] Lionel Stoléru, Vaincre la pauvreté dans les pays riches, Flammarion, Paris, 1974, s. 237.

[4] A.g.e., s. 286-287.

[5] A.g.e.

[6] A.g.e.

[7] Michel Foucault, “Michel Foucault. Les réponses du philosophe”, Kasım 1975, Dits et Ecrits I içinde, 1954-1975, Sayı 163, Gallimard, Paris, 2001, s. 1674.

[8] Michel Foucault, “La philosophie analytique de la politique”, a.g.e., s. 536.

[9] Stéphane Beaud, Michel Pialoux, Retour sur la condition ouvrière, 10/18, Paris, 2004, s. 424.

[10] Serge Halimi, Thomas Frank’ın Pourquoi les pauvres votent à droite isimli çalışmasına önsöz, Agone, Marseille, 2008, s. 19.

[11] Isabelle Garo, Foucault, Deleuze, Althusser et Marx, Demopolis, Paris, 2011, s. 70.

0 Yorum: